Kitobni o'qish: «Uzun Yol»
SÖZ BAŞI
Kırgızların Maksim Gorki’si olarak bilinen Mukay Elebayev, 1906 yılında Isık Göl’ün Tüp bölgesine bağlı Çon Taş köyünde dünyaya gelir. Çok küçük yaşında annesini ve babasını kaybeden yazar, 1916’daki millî isyandan dolayı akrabalarıyla beraber Çin’e kaçar, 1919’da geri döner. 1921 yılında Karakol’daki çocuk yetiştirme yurduna kabul edilir. Zootekni yüksekokuluna girer, üç yıl okuduktan sonra o zamanki adı Frunze olan Bişkek’teki öğretmen okuluna başlar ve bu okuldan 1930 yılında mezun olur.
Edebiyatta hem mensur hem manzum eserler veren M. Elebayev’in Zarıgam (Üzülürüm) adlı ilk şiiri 1924 yılında Erkin Too gazetesine çıkar, 1931 yılında ise ilk şiir kitabı yayımlanır.
Çağdaş Kırgız edebiyatının oluşumunda büyük rolü olan M. Elebayev, sadece şair ve yazar değil aynı zamanda usta bir çevirmen olarak da ismini duyurur. O, N. Gogol’un Kaput, Ölü Canlar; L. Tolstoy’un Hacı Murat; D. Furmanov’un Kızıl İhraç, İsyan; A. Puşkin’in Hanın Ölen Kızı ile Yedi Kahramanın Masalı adlı eserlerini; bunların yanı sıra M. Gorki, V. Mayakovski, L. Franko’nun, A. Surkov’un bazı eserlerini Kırgızca’ya çevirmiştir. Yazar, 1934 yılında SSCB Yazarlar Birliğine üye olarak kabul edilir. 1943 yılında İkinci Dünya Savaşı’na katılan M. Elebayev, 1944 yılında savaşta vefat eder.
Kırgız edebiyatında yeni nesrin şekillenmesi ve oluşması çok zor şartlarda gerçekleşmiştir. Modern hikâyenin ilk örneğini K. Bayalinov 1927 yılında Acar uzun hikâyesiyle vermiş olmasına rağmen bu türün gelişimi sonraki yıllarda sekteye uğramıştır.
Kırgız nesrinde roman türündeki eserler otuzlu yılların ortalarından itibaren yazılmaya başlamıştır. Büyük yazar T. Sıdıkbekov “Edebiyat okurunun dikkatini çeken, kitap raflarında yerini alan Uzak Col (Uzun Yol), Ken Suu (Geniş Su) ve Kanıbek (Kanıbek) romanları, 1934 yılının ilk aylarından itibaren yazılmaya başlamıştı. Bunlar, Kırgız Sovyet Edebiyatı tarihindeki ilk romanlardır.” der.
Romanların basım yılları şöyledir: 1936 yılında M. Elebayev Uzak Col (Uzun Yol) romanı; 1939 yılında ise T. Sıdıkbekov’un Ken Suu (Keniş Suu) ve K. Cantöşev’in Kanıbek (Kanıbek) romanları basılmıştır. Dolayısıyla Kırgız edebiyatında ilk roman olarak M. Elebayev’in Uzak Col (Uzun Yol) romanı kabul edilmektedir.
Modern Kırgız edebiyatında nesir türlerinin oluşma yıllarında yazarlar daha çok otobiyografik eserler vermişlerdir. M. Elebayev’in Uzak Col (Uzun Yol) romanı da otobiyografik bir romandır. Yazarın mensur eserleri arasında Uzak Col (Uzak Yol) romanının özel bir yeri vardır. Yazar bu romanını 1934 yılının ocak ayında yazmaya başlamış, 1935 yılının ekim ayında tamamlamış, 1936 yılında ise yayımlanmıştır. Elebayev, bu eserini özellikle “romanın birinci kitabı” olarak vasıflandırmıştır. Bu ise müellifin ikinci kitabı yazmayı da planladığını göstermektedir. Roman ile ilgili ilk değerlendirmeyi yapan yazar K. Malikov “Tarihî roman tarzına benziyor.” demiştir.
M. Elebayev, M. Gorki’nin hayatını anlatan biyografi üçlüsünü okumuş ve esere derinlemesine nüfuz etmiş genç yazardır. Söz konusu eserde kendi hayatına benzer birçok vakalar görür ve Gorki’nin hayatını halkın kaderiyle bütünleştirerek anlattığına şahit olur. Dolayısıyla bütün mesaisini Ekim Devrimi’nden önceki Kırgızların hayatını ve mücadelesini anlamak için harcar. M. Gorki’nin biyografi eserlerindeki anlatımı, Kırgızların hayatında çok iyi bildiği bir dönemi Uzun Yol romanının konusu olarak seçer. Bu tür etkilenmeleri sadece M. Elebayev’de değil birçok yazarda görmek mümkündür.
Roman, tarihî bir olayı yani 1916 yılında yaşanmış milli ayaklanmayı, bir ailenin hayatını olduğu gibi anlatan bir eserdir. Yazar, halkı ezerek ve sömürerek yaşayan Çarlık Rusya’sı ve iş birlikçi yerli zenginlerin portresini net bir şekilde ortaya koymuştur eserinde. Romanın başkahramanı yazarın kendisidir yani Mukay Elebayev’dir. Elebayev, kişilerin isimlerini eserde değiştirmeden vermeyi tercih etmiştir.
Uzak Col, Kırgız edebiyatının ilk romanını Türkiyeli kardeşlerimize tanıtmak amacıyla Türkçeye çevrildi. Ayrıca Türkistan topraklarını işgal eden Çarlık Rusya’nın halka yaptığı zulmü, yerli halkın karşılaştığı zorlukları, tarihe “Ürkün” adıyla geçen 1916 yılındaki ayaklanmayı, Çin’e kaçan Kırgızların çektiği eziyetleri, Kırgız kızlarının Çin ve Uygur zenginlerine satılmalarını konu eden otobiyografik bir eserin çevrisini sunarak, Orta Asya’da yaşayan Türk boylarının yıllardır çektikleri sıkıntıların da eser aracılığıyla anlaşılması amaçlandı.
Çalışmayla ilgili şu bilgileri vermekte fayda vardır diye düşünüyorum: Romanda geçen insan ve yer isimlerini olduğu gibi vermeyi doğru bulduk. Yazarın amcası Elebes ile eşi Burmake romanın ana kahramanlarındandır. Yazar, romanda bu iki karakterin, hitap sözcüğü kullanmaksızın doğrudan isimlerini vermiştir. Biz, Kırgız geleneğine uygun olması için Elebes amca, Burmakan ana şeklinde vermeyi uygun gördük. Türkçeye aktarılması güç olan, Türkçede karşılıkları olmayan kelimeleri dipnotlarla izah ettik. Ancak bugüne kadarki çevirilerde kullanılan boz uy (keçe çadır), ayıl (köy) gibi kelimeleri özgün şekliyle bırakmayı uygun gördük.
Çevrinin, özellikle de akraba diller arasındaki çevrinin ne kadar zor olduğunu bu işlerle uğraşanlar iyi bilir. Bundan önce çevirdiğim XX. Yüzyıl Kırgız Edebiyatı Tarihi kitabını çevirirken yaşadığım güçlükleri bu romanı çevirirken de yaşadım. Eserin, Kırgız romancılığının henüz şekillenmediği, yazarın tecrübesinin az olduğu yıllarda kaleme alınmış olması da çevriyi zorlaştırmıştır. Çevriden kaynaklanan eksikliklerin okur tarafından hoş karşılanacağını umut ediyorum.
Hem bundan önce çevirdiğim XX. Yüzyıl Kırgız Edebiyatı Tarihi kitabının hem de Uzun Yol romanının editörlüğünü yapan İbrahim Türkhan Bey’e; kitabın kapak tasarımını yapan öğrencim Muhammet Lütfü Avcı’ya teşekkürü bir borç bilirim.
Dr. Mayramgül DIYKANBAYEVAErzurum 2015
I
Bizim çadır, obadan biraz uzakta, tek başına, siyah ve eski olanı. Vakit öğlen. Biz yataklarımızdan yeni kalkıyorduk. Almakan ablam bir anda deli gibi bağırarak gelip yatakta yatan annemin üzerine kapandı. Annem uzun süredir hasta yatıyordu.
Annem de her zamankisinden farklı bir hale bürünmüştü. Gözleri korkunç bir şekilde yuvasından çıkacakmış gibi, hırıltılı bir şekilde belli belirsiz nefes alarak sessizleşmeye başlamıştı. Ölmek üzere olan insanı ilk kez görüyordum. Ben o zaman on bir yaşındaydım.
Hepimiz korkudan tir tir titreyerek annemin yatağının etrafına toplandık. Ablam ise delirmiş gibi var gücüyle çığlık atarak dışarı çıktı, sonra hemen geri girdi ve tekrar annemin üzerine kapaklandı. Bizim çadır obadan uzakta olsa da ablamın çığlıklarını duyan birkaç insan apar topar bizim çadırda toplandı. Bu arada beni bir şeylerle oyalayarak, kandırıp dışarı çıkarmışlardı. O sırada evden tiz bir çığlık sesi geldi. Bağırtı ve ağlama sesleri gittikçe yükseldi. O sesler bana eski, kötü çadırımızı havaya uçuracak gibi geldi.
Böylece altı çocuk yetim kaldık. En büyüğümüz Almakan ablam, sonra ben, benden sonra Bekkul, Eşbay, Aşımkan ve en küçüğümüz Bekdayır. Hepimizin aramızda ikişer yaş vardı. Annem ölmeden önce de bir kız doğurmuştu ama evlatlık verdiği o kardeşimiz, on ay dolmadan ölmüştü.
Annem, koyun gibi nerdeyse her sene doğum yapmış bir kadındı. Dört erkek, altı kız, toplam on çocuk doğurmuştu. Üç kızını evlendirmiş. Kalan altı çocuk ise evdeyiz.
Annem öldükten sonra onun yerine bize bakmak için Burmake Hanım geldi. Bu kadın, babamın ağabeyi Elebes’in hanımı. Yaklaşık altmış yaşlarında, ufak tefek, hafif kamburu olan esmer bir kadındı. Onlardan başka bakacak kimsemiz yoktu. Elebes amcam, eskiden beri yoksul bir adamdı. Bundan dolayı yol yapımında çalışmak üzere Kızıl Kıya’ya taşınmıştı. Fakirlerin geçinebileceği iş imkânlarından dolayı orası iyiydi. Buraya taşınmasının üzerinden üç yıl geçmişti.
Bizim talihimize bu kış çok sert geçti. Zamanı gelmesine rağmen çimenler henüz yeşermemişti. Günler hep bulutlu geçiyor, zaman zaman şiddetli fırtınalar çıkıyordu. Halkın belini büken büyük bir kıtlık yaşanıyordu. Tarlalarda geçen sene verim az olmuştu. Zaten bizim milletimiz tarla işleriyle fazla içli dışlı değildi. Halkın çoğu, genelde topu topu ikişer hektar yere ekin ekerdi. Bu yıl açlık ve kıtlık hüküm sürüyordu. Bundan dolayı bazı köylüler çuvallarını koltuklarına alarak Rus köylerine doğru gitmeye başlamıştı.
Bizim son kalan bir kap buğdayımız dün bitmişti. Bugün sabahtan beri ağzımıza bir lokma koymamıştık. Burmake ana, beni aşağıda bulunan çadırlardan birine, bir çorbalık buğday istemek için göndermişti. Benim gittiğim çadır, alçak bir ahırın yanında bulunan eski siyah bir çadırdı. Geldim. Burnu büyük yaşlı bir kadın ocağın sönmüş ateşindeki koru yaymış, onunla ısınmaya çalışıyordu. Onun yanında yağmurda kalıp üşüyen tay gibi küçücük bir kız oturuyordu.
Ben yaklaşıp “Burmake ana bir kap buğday versin.” diye beni gönderdi, dedim, yaşlı kadının yüzüne bakmadan. Yaşlı kadın bir anlığına çıgdan1 tarafına bakar gibi yaparak, “Yok.” dedi.
Geri geldim. Burmake ana deminkinden farklı bir söz öğreterek tekrar gönderdi.
– De ki, ölmezsek bir kap buğdayınızı fazlasıyla öderiz.
Kadın yine vermedi, elim boş geldim. Burmake ana:
– Olmayan şeyi nerden bulacağız! Siz de kaderinize küsün, bahtsızlarım dedi. Sanki hepimizin içecek suyumuz tükenmiş gibi.
Aradan on gün geçip geçmeden Burmake ana hariç hepimiz hastalanıp yatağa düştük. Çadırda dağılarak yatan, mecalsiz mırıldanan çocuklar. Burmake ana çaresizlikten iki büklüm, oradan oraya dolaşarak halsiz, zayıf, yaşlı elleriyle hastalara su içirmeye çalışıyor. Geçenlerde bir tabip gelip benim damarıma bakarak “On-on beş gün su içir.” demişti. Zaten sudan başka içecek bir şeyimiz de yoktu. Şu, beride saçları dağılmış, yarı baygın yatan ise ablam. Onun yanında ocağa yakın yatan, arada bir anlaşılmayan sesler çıkaran ise Bekkul. Biraz sert tutulursa kırılacakmış gibi ince bileklerindeki damarlar gözüküyor. Kımıldamaya mecali yok. Onun mırıldanmasına karşılık “Hey Bekkul, kurban olayım, ne yapayım?” diyor Burmake ana. Bekkul ise onu duymuyor bile. Sanki zar zor nefes alıyor gibi.
Babamın eline çuval alarak, yetimlerinin boğazına sokacak bir lokma yiyecek aramak için evden ayrılmasından uzun zaman geçmişti. Her gün, “İşte bu gün gelecek.” diye bekliyoruz. Gelmiyor.
Bir çadırda oraya buraya dağılmış bir şekilde yatan hastalara bakan, göz kulak olan bir tek Burmake ana vardı. Geceleri doğru dürüst uyuyamadığı için arada bir oturduğu yerde gözleri kapanır, kısa bir süre sonra hemen uyanır, tehlike dolu bir ormana girmiş gibi uzun süre etrafı dinlerdi. Ayrıca Bekkul’un çok hastalandığı gece sabaha kadar hiç uyumamıştı. Gecenin bir vakti sönmeye yüz tutmuş olan ateşi sürekli karıştırıyor, yayıyor, ocağın yanında mezar taşı gibi oturuyordu. Ateş gittikçe sönmeye, etraf iyice kararmaya başlamıştı. Bazen de uykuya dalıyor, başı önüne düşüyordu. Çadırın içi karanlık ve sessizdi. Arada bir Bekkul’un anlamsız mırıltısı duyuluyordu.
Bu gece Burmake, sanki hayatını baştan sona gözden geçirmiş ve iyice yorulmuş görünüyordu.
Ben, yataktan yaklaşık bir ay sonra kalkabildim. Hepimiz tifo hastalığına yakalanmış ve yatağa düşmüştük. İyileştikten sonra, hastalıktan saçım döküldüğünden kel kaldığımı anladım. Benden birkaç gün sonra Bekkul da yataktan kalktı. Onda da saç yoktu. Bekkul ve ben yataktan kalkıp yürümeye yeni başlamış çocuk gibi adımlarımızı yavaş yavaş atmaya başlayınca Burmake ana bize birer baston yaptı.
– Çok yürürseniz halsiz düşersiniz. Çadırın etrafını bir kere dolaşın gelin, dedi. Biz yavaş yavaş adımlayarak çadırın etrafında ya da içinde zar zor bir kere dolaşabiliyorduk. Ancak biraz yürüyünce hemen midem bulanıyor, gözlerim kararıyor, başım dönüyordu. Dünya alt-üst oluyor, sarhoş biri gibi gözüme hiçbir şey gözükmüyordu.
Mezar gibi yalnız çadır! Biz hastalanıp yatağa düştüğümüzden beri bize gelip giden de olmamıştı. Dışarı çıktığımda gördüğüm manzara şuydu: Çadırın etrafını çeviren eski avlu. Avlunun bir kenarında atımızın ahırı; onun yanında ot ve yem döküntüleri. Bir de Bekkul’la toguz korgool2 oynamak için kazdığımız çukurlar vardı… Bu çukurlardan biri toprak dolduğundan, kaybolmak üzereydi. Şurada gürendi yanında ise ala boyunlu köpeğimiz hayata küsmüş gibi sabahtan akşama yatıyordu. Çoktan beri beni görmediği için özlemiş gibi kuyruğunu sallayarak, gözlerini bana dikiyor ve sevgi gösterisinde bulunuyordu.
Aradan epey bir zaman geçti. Ancak yiyecek yetersiz olduğundan kolay kolay iyileşememiştik.
– Keşke, karnınız iyice doysaydı çabucak iyileşirdiniz. Ne yapıyım? Allah da gariban ve fakire acımıyor mu ki diyordu, Bur-make ana. Zorluklarla dolu dünyada tek varlığımız, bir tabak kavuttu. Burmake ana, onu iktisatlı kullanarak, arada bir suya karıştırıp kaynatıyor, yaşlı, zayıf elleriyle bize içiriyordu. Ancak bu bizi doyurmuyordu.
II
Yataktan kalkmamdan bu yana bir ay kadar olmuştu. Anneannem gelip beni götürdü. Almakan ablam henüz iyileşmemişti. Ben anneannem ile evden çıkarken, ablam başını kaldırarak, dağılmış, gözlerini kapatmış olan saçlarını bir tarafa atarak “Gidiyor musun, elveda!” der gibi hüzünlü gözleriyle bakakalmıştı.
Ancak bir tek benim gitmem ile evdeki yük hafiflemeyecekti. Evde benden başka beş tane daha yetim vardı. Ne olursa olsun benim gitmem evdekiler için büyük bir ödül gibi olmuştu.
Dedemin evi, Çon Taş’tan kırk kilometre kadar aşağıda, Ken Suu köyündeydi. Dedem zengin biriydi. Yavaş yavaş zenginleşmekte olan altı oğlu var…
Anneannem beni iri karınlı bir kısrağa bindirerek akşam üzere evine geldi. Hayvanların yavrulama dönemiydi. Biz geldiğimizde, onca koyunu sağmış, iplerini çözüyorlardı. Koyun sağmakta olan beyaz tenli bir gelin, “Annem geldi.” dedi, bize bakarak. Yavaş yavaş akan su gibi, baharın bu ılık akşamında, koyun arasına karışmış sığırların, buzağılarını ararkenki sesleri, yeri göğü birbirine katıyor, akşamın temiz havasını gürültüyle dolduruyordu. O güne kadar mezar gibi daracık bir çadırda büyümüş olan ben, burada ilk defa farklı bir dünyayı görüyordum.
Zaman geçiyordu. Komşu köylere gidiyor, çocuklarla tanışıyordum. Az da olsa oraya alışmıştım.
Bir gün sabahleyin anneannem, gelinine küçücük bir kaba benim için ayran koydurdu. Bana bakıp: “Kurban olayım, sen kuzuları otlat, onların eve gelmesine izin verme.” dedi.
Anneannem gözleri kocaman, biraz kilolu esmer bir kadındı. Alnının tam ortasında büyük bir ben vardı. Dedem yetmiş yaşında geçen sene vefat etmişti. Onun mezarını yapmak için on kadar işçiye tuğla hazırlatıyorlardı.
Ayımkan yengem kuzuları ahırdan çıkarmama ve evden biraz uzaklaştırmama yardımcı oldu. Ben karınca sürüsünü andıran kalabalık körpe kuzuları tepeye doğru sürmeye başladım.
Elimde uzun bir sopa. Arkada kalanlara sopayı dokundurunca, yerinden zıplıyor, sağa sola koşuyorlardı. Kuzulara çobanlık yapmak ilgisini çekmiş olmalı ki, benimle yaşıt olan Kurman-bay dayım da gelmişti. Beraber biraz oynadık. Canı sıkılınca geri gitti.
Kuzuları otlatarak yavaş yavaş köyden uzaklaştım. Bir tepeyi geçince durdum, azık kabımı bırakıp kuzuların geçeceği yerleri kapatacak şekilde oturdum. Azık kabı bana çok ilginç gözüküyordu. Evirip, çevirip inceledim. Kuzular çalıların arasına girerek sessizleştiklerinde ayakkabımı çıkarıp kuruması için güneşin altına bıraktım. Kendim de çimenlerin üzerine bıraktığım montumun üzerine uzanıverdim. Etrafta fazla kişi yoktu. Bir tek Sarıbay’ın oğlu kuş avlayarak, eğleniyordu. Sarıbay’ın zenginliği Isık Göl bölgesinin her tarafında biliniyordu. Hatta Isık Göl’ü geçmiş Kazakistan’ın Alban boyuna kadar ulaşmıştı. Bundan dolayı ona “Sayısız atlı Sarıbay.” derlerdi. Sarıbay’ın oğlu yüksek bir taşın yanına gelince elindeki kuşunu bir saksağana doğru bırakıp kendisi ise sırf gümüşlerle süslenmiş atına binerek aşağıya doğru inmeye başladı. Daha sonra baktığımda uzak bir tepenin yamacında ağır ağır türkü söyleyerek uzaklaştığını gördüm.
Ben oraya buraya bakınırken fark etmemişim. Yüze yakın kuzunun tepeden aşağı doğru gittiğini gördüm. Her şeyi oturduğum yere bırakarak, kuzuların peşinden koştum. Ben koştukça daha beter ürken kuzular, hep birlikte koşarak ahıra ulaştılar. Onlara ulaşamayacağımı anlayınca yarı yolda peşlerini bırakıp eşyalarımı almak için geri dönerken kalan kuzuların da ahıra doğru gelmekte olduğunu gördüm. Onları durdurmak için uğraşmadım “Olan oldu.” dedim.
Ertesi gün yine aynı şekilde kuzuların peşine takılmış, onları otlatmaya gidiyordum. Hava güneşliydi. Aşağı köyden de benim gibi bir çocuk geldi. Boyu benden uzun değildi, ancak giysileri iyiydi. Ayağında çizmesi ve kadife pantolonu vardı. Onun elinde de benimki gibi azık kabı vardı. İkimiz kuzularımızı birleştirip otlatarak, tepeye doğru yavaş yavaş gidiyorduk. Karşımıza çıkan ağaçların arasına kuzuları bıraktık. Kuzular ağaçların arasında görünmez olmuşlardı. Biz ise kenarda tepeden aşağıya doğru taş atma yarışı yapmaya başladık. Ben iki kere onu geçtim.
– Yerinden kımıldamadan at, diyordu çocuk.
– Sen de kımıldamadan at, diyordum, ben de.
Güneş iyice tepeden vurmaya başlayınca, oyunu bıraktık, testimizden ayran içmeye karar verdik. Ayranımız ısınmasın diye testilerimizi yaprakların altına saklamıştık. Çocuk diz çöküp küpünü bir eliyle tutarak içi boş ot sapından yapmış olduğu pipeti de diğer eliyle tutarak ayran içerken:
– Sen de bu şekilde iç güzel oluyor, dedi.
– Ben böyle içerim, diye küpümü dibinden kaldırdım. Tam o sırada kuzuların bir kısmı tepeden aşağıya doğru koşmaya başladı.
– Çevir, dedi, çocuk diz çökmüş şekilde ayran içerken.
– Çevirmem, onlar senin kuzuların dedim. Çocuk bana yaklaştı ve yüzümü tırnaklarcasına tam karşıma dikildi:
– Vay be. Sütü bozuk, serseri köle, dedi. Ben de susmadım:
– Sensin sütü bozuk.
– İmansız köle! Sen kimin evinde gün geçiriyorsun? Çobanlık yaptığın kuzular kimin? Senin baban, köyün nerede?
Çocuk yanıma yaklaşıp yakama yapıştı. Ben de onun yakasından tutarak karşılık verdim. Yaka paça olup dövüşmeye başladık; düştük, geri kalktık. Çocuk bir anda yakamı bıraktı ve benden uzaklaştı. Sağa sola bakınarak bir şey arıyordu. O sırada bulduğu korkunç bir solucanı sopanın ucuyla getirip “koynuna bırakacağım” diyerek bana uzattı. O bana yaklaşırken ben de yerimden kalkmıştım.
– Yaklaşma, yoksa döverim, diyerek, yaklaşmasına izin vermedim. Akşama doğru kuzuları eve getirdim. Bir sürü insan kuzuları bağlayana kadar tepeden aşan koyunlar da geliverdi. Birkaç gün önce yavrulamış olan koyunlar, onca kuzunun arasından kendi kuzusunu arıyordu. Ortalığı bir anda meleme sesleri kaplamıştı.
Avlunun içinde kurulmuş dört, beş çadır vardı. En başta bulunan büyük beyaz çadır benim dedeminkiydi. Koyunlar gelir gelmez ellerine kovalarını alan gelinler çadırlarından birer birer sallanarak çıkmaya başladılar.
– Çabuk ol. Koyunları yakala, dedi Ayımkan yengem, bana.
Benim dışımda da koyunları sağmaya yardım eden bir sürü kişi vardı. Koyunları kovalaya kovalaya yakalıyorduk. Üç dört tane koyunu sağdırdıktan sonra, eşek kadar büyük siyah bir koyunu zar zor yakalayıp, sürüklercesine getirdim. Böyle rezillik mi olur? Yengem ellerini koyunun memesine götürür götürmez, koyun elimden kaçmak için çırpınmaya başladı. Ancak ben bırakmadım, koyun beni de sürüklemeye başladı. Ölsem de seni bırakmam, dercesine inatlaşıp boynuna sarılmış, deri pantolonumu yere sürterek sürükleniyordum. Onu bırakmamak için uğraşırken koyunun sert toynağı yalın ayağıma geldi. Canım öyle acıdı ki, koyunun boynunu bırakıp oturuverdim. Koyun tezeğiyle işli dışlı olmaktan çatlamış ayağımdan kan aktı. Koyun sağmakta olan başka bir kadın bana bakarak:
– Zavallının ayağına çok kötü bastı, dedi bana acır gibi. Ahırın ta başında, olup bitenleri gören anneannem benim düştüğüm durumu görünce:
– He, garibin çocuğuna hayvan da öyle davranır, dedi ağız ucuyla. Anneannemin dediğini zor duydum. Yerimden kalktım, aksayarak koşup başka bir koyunu yakalayıp getirdim. Koyunu sağdırırken anneannem bana yaklaştı ve sağ eline kırmızı tabılgı3 bastonunu alarak üzerimde gezindirerek beni inceledi.
– Bahtsız, kabanını da yırtmışsın, dedi.
– Geçen Sasbak’ın oğlu yaptı dedim, sağılmakta olan koyunun boynundan sıkı tutarken, bağlanmış kuzulara bakarak.
– Bahtsız çocuk, oyun senin neyine, senin kabanını kim yamayacak, dedi.
– Oynamıyordum. Kuzularımı çevirmiyorsun diye bana saldırdı, diye yere baktım.
– Bahtsız insan öyle olur! Anneannemin zehirli dili kemiklerime kadar işliyordu. Bu kadar azarlayıp sonra da kabanımı yamamaktansa, hiçbir şey demeden çıplak bıraksaydı daha iyi olurdu benim için. Azarlarken iki sözünden biri “bahtsız” oluyordu. Bu söz bana özelmiş de, üzerime mühürlenmiş gibi benim için kullanılıyordu. Kurmanbay’a ne kadar kızsa da, bu sözü hiç kullanmazdı. Bundan dolayı, “bahtsız” sözü sadece fakir ve garipler için ortaya atılmış bir söz olmalı, diye düşünürdüm.
Kavga ettiğimizi anneanneme Kurmanbay söylemiş olmalı. Bundan adım kadar eminim. Başka kimse söylemez. Ayrıca benim haklı olduğumu da söylememiştir. Aramız ilk baştan beri bozuktu. Ben yokken anneanneme yalan uydurup beni kötülerdi.
– Hayvanları tekmeliyor, diye anneanneme beni şikâyet ettiğini duymuştum bir kere. Hayvanları tekmeleyen insandan anneannem nefret ederdi.
Günlerden bir gün, akşam üzere, Sarıbay’ın hanımı çağırıyor, diye biri beni götürdü. Sarıbay’ın çadırı, Ken Suu’da kendini ta uzaktan gösteren büyük iki beyaz çadırdı. Etrafında dört beş çadır daha vardı. İsmail, Bukara, Karıbay adlı çocuklarının da birer beyaz çadırı vardı. Ancak Sarıbay’ın boz çadırı farklı güzelliğe sahipti.
Sarıbay’ın hanımının beni insan yerine koyarak “Değer verip.” çağırtması tuhafıma gitti. Sarıbay’ın ününü hep duyardım, ancak çadırına hiç girmemiştim. Gittim. Biri beni avluda karşıladı ve önüme düşerek, çadıra götürdü. Benim girdiğim ilk odada yeşil renkli kadife kaftanını üzerine örtmüş bir hanım oturuyordu. Başında büyükçe bir eleçek4 vardı. Bu bayanın evin hanımı olduğunu anladım. Yaşı biraz geçkin olsa da (en az elli beş yaşlarındaydı), zenginliğin rahatlığıyla yaşlılığa henüz boyun eğmemişti. Şişman, kızıl yanaklı bir bayandı.
Ben girer girmez “Buraya otur.” der gibi kendine yakın bir yeri işaret etti. Ortalık sessizleşti. Sanki hayatım bu kadının elindeymiş gibi, ünlü hanımın önünde, onun kararını bekleyen suçlu bir köle gibi boyumu büküp oturdum. Elime tutturulmuş bir ekmekten koparıp yerken “Belki de benim yetim olduğumu duymuştur, acıyordur, bir şey vermek için çağırmıştır.” diye düşündüm.
Hanım bir ara bana bir şey uzattı. Elime alıp baktım. Bir tane bakır beş kuruş, bir de iki kuruş vardı. “Koskocaman Sarıbay’dan yedi kuruş mu çıktı.” diye düşündüm. Sonra anladım ki, bu yedi kuruşu bana sadaka niyetine vermişler. Sarıbay çoktan beri hastaymış. Ben buraya geldiğimden beri de gelen giden çoktu. Adamların biri çıkıyor, başkası giriyordu. Öbür odada yatan Sarıbay’ın sağlığını sormaya ve geçmiş olsun demeye geliyorlarmış. İşte ben bunun için çağrılmışım. Ben, hanımın karşısında elimdeki ekmeği yerken, hanım da dudaklarını kımıldatarak, arada bir elindeki bakır paralara üflüyordu.
Sadaka vermek için yetim aramışlar ve koca Ken Suu’da beni uygun görmüşler.
Bir ekmeği yedikten ve yedi kuruşu aldıktan sonra, kimsenin benimle işi kalmadığını anlayınca ayağa kalktım. Geldiğimde beni avludan içeri alan adam, bu sefer de köpek ısırmasın diye avludan çıkardı. Giderken, bu günün benim en aşağılandığım ve horlandığım gün olduğunu düşünerek üzüldüm. Evdekiler benim neden çağrıldığımı biliyorlarmış gibi, Sarıbay’ın evinden nasıl bir “ganimetle” döndüğümü sormadılar.
Burada üç ay kaldıktan sonra, beni Elebes amcam gelip geri götürdü. Gitmeme anneannem de karşı koymadı. Biz ata binerken:
– Gidersen git. Üzerine bir şey de veremedim. Bizi kötüleme oradakilere, dedi ve eski kabanını bana verdi. Bütün bahar boyunca burada çalışarak kazandığım “ganimet” işte buydu!
Dedem ve dayılarım çok zenginler. Ancak onlar cimri yaratılmışlar! Mal varlıklarıyla Ken Suu’daki zenginlerden geri kalmazlardı. Dayılarımın hayvanları otlamaya çıkınca dört bir yanı kaplardı. Fakat yine de, uyuz olmuş küçük bir oğlak için bile canlarını verecek kadar cimrilerdi. Dokuz yüz koyunu olan büyük oğlu Saadanbay, bu güne kadar deri pantolondan başka bir şey giymiş değildi. Hâlâ aklımdadır, bir keresinde, otlarken sarp yamaçtan düşüp ölen koyunu için epey ağlamış ve sabaha kadar çobanını dövmüştü. Dedemin çocuklarının adları bir birine benziyordu: En büyüğü Saadanbay, sonra Mergenbay, sonra İygenbay, Derkenbay, Orozbay, Kartanbay…