Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Kutlu Ant»

Shrift:

Takdim

Bir Yazar Bir Eser
Hasan KALLİMCİ

Sözlü kültürü benimsemiş bir milletiz. Konuşmayı çok seviyoruz fakat “okuma ve yazma” ile aramız nedense limoni. Özellikle yazma konusunda çok tembeliz. Bu yüzden nice hatıra, bilgi, efsane, türkü, destan, tecrübe… unutulup gidiyor.

Çok değil yüz-yüz elli yıl öncesine dönelim. Yemen’den Kafkasya’ya, Trablusgarp’tan Balkanlara uzanan o acılı günlerden elimizde ne kaldı? Çanakkale ve İstiklâl Savaşları ile ilgili, bu büyük zaferleri anlatan kaç ciddi eserimiz var? Kaç dört başı mamur film yapabildik? Kaç devlet adamının, kaç sanayicinin, kaç sanatçının hatıratı var? Yarınlara, tecrübe, kültür, sosyal hayat tespitleri… konularında yazılı olarak neler bırakıyoruz?

Bu soruları zihninde taşıyan ve yazmaya uzak duruşumuzun getirdiği ve ilerde yaşatacağı sıkıntıları içinde duyan bir kişi olarak ömür boyu yazdığım gibi, çevremdekilere de yazmalarını teşvik ettim.

Muhterem Musa ATEŞ, ilkokul birinci sınıfta okuttuğum öğrencilerimden biriydi. Yıllar sonra beni arayıp bulduğunda onu; okuyan, araştıran, donanımlı bir kişi olarak tanıdım. Karaçay-Malkar Türklerinden, Kafkasya’dan 20. yüzyılın başlarında Türkiye’ye göç etmiş bir alenin çocuğu idi. Karaçay-Malkar Türkleri, yaşadıkları coğrafya olan Kafkaslarda, 2. Dünya Savaşı yıllarında Ruslar ve Almanlar arasında, 1943 yılında sürgün edildikleri Orta Asya steplerinde, esir kamplarında, Drau Nehri kıyılarında çok acı çekmişlerdi. Bütün bunların yazılması, edebiyatın çeşitli dallarında işlenmesi ve sinema sanatında da sergilenmesi gerekiyordu. Sonra göç dalgası başladı. Türkiye’ye, Suriye’ye, Arabistan’a, Avrupa’ya, Amerika’ya… Birkaç yüz bin ile ifade edilen Karaçay-Malkar Türkleri, sayı olarak çoğunluğu Kuzey Kafkasya ve Türkiye’de olmak üzere yeryüzüne serpilmiş durumdadırlar. Yaşadığı topraklardan, akrabalarından, sevdiklerinden ayrılması insanın ruhunda nasıl onulmaz yaralar açar tahmin edersiniz fakat onu asıl yaşayanlar bilir.

Muhterem Musa ATEŞ, yazmanın bir sorumluluk, bir görev olduğu bilinciyle KUTLU ANT adlı romanını yazdı. İlk eseri, ilk romanı olmasına rağmen başarılı bulduğum bu çalışmasında; Karaçay-Malkar Türklerinin dününü ve bu gününü, Türk tarihini, kültürünü, askeri hayatını kaynaştırarak “yarı bilim kurgu” bir tarzda işledi. KUTLU ANT; Karaçay-Malkar Türklerinin edebiyat sahasında yerini alacaktır.

Muhterem Musa ATEŞ’i tebrik ediyorum. Yaptığımız sohbetlerde onun yazacağı nice eserlerin sancısını çektiğini hissediyorum. Bu tür eserleri okudukça, Karaçay-Malkar Türklerinin içinden nice yazarlar ve sanatçıların doğacağı, nice eserlerin üretileceği umudunu da taşıyorum.

Okuyanlara, yazanlara, üretenlere, üretenleri destekleyenlere; eserleriyle bizimle ilgili ne varsa yarınlara taşıyıp Büyük Türk Milletinin yaşaması yolunda omuz verenlere selam olsun!

Önsöz

Muhterem Musa ATEŞ

Birkaç yıl önce yazar Sayın Hasan Kallimci ile bir telefon görüşmesi yaparken ülkemizde kutlanan Hıdırellez şenliklerinden söz açıldı ve Gökçeyayla Köyü’nde 1971 yılının altı mayısında kutlanan hıdırellez gününü konuştuk. O yıl ilkokul birinci sınıftaydık ve öğretmenimiz Sayın Hasan Kallimci idi. Tüm köy halkının katılımıyla, büyük bir alanda toplanarak at yarışları, güreş, koşu, “kol taş” denilen bir çeşit gülle atma oyunu gibi müsabakalar yapılmış, çok şenlikli bir gün geçirmiştik. Öğretmenimle o güne ait hatıralarımızı telefonda konuştuktan sonra bana; “Köyünüzdeki hıdırellez kutlamalarını yazıp kayıt altına alsan iyi olur.” dedi. Ben de anneme ve babama, onların gençliklerindeki hıdırellez kutlamalarının nasıl yapıldığını da sorarak, bazı notlar aldım. Daha sonra hıdırellez şenliklerini, Türk dünyasında kutlanan nevruz şenlikleriyle birleştirerek daha geniş bir yazı yazmaya karar verdim. Böylece ortaya Kutlu Ant çıktı. Bu kitabı yazarken; İslam öncesi Türk kültürünü, özellikle Karaçay-Malkar Türkleri’nin maddi ve manevi kültürünün tanıtılmasını amaçladım. Bin sekiz yüzlü yılların sonlarında Kuzey Kafkasya’dan Osmanlı topraklarına göç ederek Eskişehir, Konya, Afyon, Tokat, Sivas, Kayseri gibi şehirlere yerleşen; oralardan da Andolu’nun ve dünyanın dört bir yanına dağılan Karaçay-Malkar Türkleri’nin adetleri, düğünleri, şarkıları, atasözleri, masalları vs. kısacası maddi ve manevi kültürü; fazla bozulmadan bugüne kadar korunagelmiştir. Karaçay-Malkar Türkleri’nin köklü kültürü ile konuşulan dilin (Kıpçak lehçesi) binlerce yıl öncesi Türkçe’nin en temiz örneklerinden olması ve zengin yazılı-sözlü edebiyatı bu çalışmada esas kaynağım oldu. Kitapta geçen; Kan Emici Emegen, Saruvbek, Obur, Ağaç Kişi, Eliya, Goriy, Apsatı gibi tabiatüstü varlıklar, Karaçay Türkleri’nin mitolojik kültürünün parçalarıdır. Bu konularda Karaçay Türkleri’nin destan, şarkı, masal, hikaye vb. bir çok yazılı kaynağı mevcuttur. Sözkonusu mitolojik kültür, binlerce yıl öncesinden gelen Türk (Hun) kültürünün yansımasıdır.

Kitapta kullanılan bazı isimlerin orijinal hâllerine eklemeler yaparak yeni kelimeler türettim. Mesela; Dîvânü Lûgati’t-Türk’te “orun” kelimesi mekân, yer, mevkî anlamlarında kullanılmıştır. Aynı eserde “ordu” kelimesi; “Türk kağanların oturduğu şehir” anlamındadır. Karaçay Türkleri bugün de “orun” kelimesini aynen Dîvânü Lûgati’t-Türk’teki yazılışı ve anlamıyla kullanmaktadır. Örneğin; “Orunun bilgen orun alır = Yerini bilen yerini alır” atasözü, Karaçay Türklerinde günümüzde de kullanılır. Ben bu iki kelimeyi yani “orun” ve “ordu” kelimelerini bitişik yazarak, “Orunordu” yaptım ve romanda geçen başkentin ismi oldu. Kitapta bu şekilde örnekler çoktur ve yapılan değişiklikler kelimenin orijinal hâlini çağrıştırıcı niteliktedir.

Bu çalışma ile İslamiyet öncesi Türk hayat tarzı ile birlikte Karaçay-Malkar Türklerine ait bazı inanışları, töreleri ve yaşam biçimini canlandırmaya çalıştım ve bu konu ile ilgili yazılı eserlere bir yenisini eklemek istedim. Ancak hatalar ve eksikler olacaktır.

Bu çalışmamda Sayın Hasan Kallimci hocam, kitabı defalarca okuyup inceleyerek ve gerekli düzeltmeleri yaparak, bana büyük destek verdi, kendisine müteşekkirim.

Yine bu kitabı inceleyerek hatalarımı düzelten, desteklerini esirgemeyen Elbruz Bilim ve Kültür Araştırmaları Topluluğu Başkanı Sayın Profesör Doktor Ufuk Tavkul hocamız ile kitabın basımında büyük emeği olan Sayın Ufuk Tuzman kardeşime ayrıca teşekkür ediyorum.

Aynı şekilde, kitabı okuyarak gerekli düzeltmeleri yapan aile dostumuz Fatma (Mersule) Esas’a, eşim Gülay Ateş’e ve kardeşim Murat Ateş’e de ayrı ayrı teşekkür ediyorum.

2014-İzmir

Nartlana’dan Orunordu’ya Yolculuk…

Hunnuçay Ülkesi’nin Nartlana Kenti’ndeki Kanglı Tümeni’nde görev yapan Talayhan Tigin, bugünlerde kendini yorgun hissediyordu. Güz ayları gelip de yapraklar dökülmeye başladığında, çocukluğundan beri böyle yorgun ve hüzünlü olurdu. Başkent Orunordu’da yapılacak Güz Kurultayı’na1 katılmak için ertesi gün yola çıkılacaktı. Talayhan, bu uzun yolculuğa çıkmak için isteksiz olsa da kurultaya katılması zorunlu olduğundan; yardımcısı ve sütkardeşi Baybatır’a, sabah erkenden yola gidileceğini, araba ve atların yol hazırlığının erkenden yapılması gerektiğini söyledi. Baybatır hemen hazırlıklara başladı. Arabanın dış keçe örtüsü direklere sıkıca bağlandı, tabana da keçe halılar serildi.

Hunnuçay halkının yaşantısını kolaylaştıran bu arabalara, “oturma arabası” veya “keçe arabası” denirdi. Bunlar, atları ve arabalarıyla ünlü Nartlana Kenti’nde yapılıyordu. Bu şehirde hemen hemen her erkek, araba yapım ustasıydı. “Nartlana’da araba ustası bulunmaz, çünkü herkes araba yapmasını bilir.” atasözü yaygındı.

Talayhan’ın yardımcısı Baybatır, askerlerine; “Koyunun kürek kemiğini2 yanınıza almayı unutmayın! “Kemik falına”3 bakmak için gerekli olacak!” dedi. Yol hayli uzundu ve geceleri de yola devam edilecekti. Bu sıralar gece yolculukları da tehlikeliydi. Talayhan da, Islavorus ve Çınakıtay devletleri ile işbirliği yapan haydutların olduğunu biliyordu. Hunnuçay’da bu haydutların bir diğer adı da“amanlıkçı”4 idi. Nartlana, Islavorus Devleti’nin sınırına yakın olduğundan, haydutların sınırdan Nartlana’ya girip soygun, hırsızlık, yol kesme ve daha birçok tuzak kurabileceklerini düşünüyordu. Talayhan, zırhlı gömleğini, miğferini kılıcını ve diğer pusatlarını almak için karargâhtaki odasına gitti. Henüz tan ağarmamıştı, “Biraz daha dinleneyim” diye düşündü. Yıldız motifli kalın bir keçenin serili olduğu küçük sedirin üzerine uzanır uzanmaz garip bir iç sıkıntısı ile birlikte hemen uykuya daldı. Talayhan rüyasında İlörgi Sarayı’nın Baş Kam’ı5 Nartbilgiç’i gördü. Hunnuçay’da bilgeliği ile ünlü Nartbilgiç, başında beyaz başlığı6 ve üzerinde kara yamçısı7 ile Talayhan’ın karşısına dikildi. Nartbilgiç, “Talayhan Tigin! Bu acunda8 büyük ve ızdıraplı bir aşkın tutsağı olacaksın! Izdırabın ancak uçmağa vardığın9 zaman bitecek! Sana ve çok yakında karşılaşacağın Hunbiyçe’ye “hıynı”10 denilen kara büyü yaptırdılar. Halk düşmanı büyücüler, sevenleri ayırmak, insanların yaşamlarını Tamu11 denilen Cehennem’e çevirmek için; bir adı da “hıynı” olan kara büyü yaparlar. Bunu, genellikle Kucurbet’ler kabilesinden çıkan kötü ruhlu kişiler yapar. Bunların hıynıçı, halmeşçi, obur, kımsaçı gibi değişik adları vardır. Bunlar, seninle Hunbiyçe’yi birbirinize kavuşturmamak amacıyla Hunnuçay’da Cek, Yerlik Ruh gibi isimlerle anılan kötülüklerin başçısı Erlik Han’a12 hasta ve sakat bir keçiyi boğarak kurban ettiler. Bu halk düşmanı Yerlik Ruh, Göklerin on yedinci katında yaşayan Kayrahan Tanrı tarafından lanetlenerek göklerden kovuldu ve yerin yedi kat altına sürüldü. Hep kötülükler peşinde koşan Yerlik Ruh, kara yerin altında, demirden yapılan kapkara bir sarayda yaşar. Karanlıkların sonsuzluğunda yaşamayı seven kötülükçü Yerlik Ruh, bazen yeryüzüne çıkarak düzeni ve barışı bozmaya çalışır. İşte bu kara büyücüler, kötülükçü Yerlik Ruh ile işbirliği yaptılar. Boğarak öldürdüleri keçinin “kara içegi”13 denilen bağırsaklarını ayırarak garip garip dualar okuyup düğümler attılar. Bu kara büyücüler, büyük aşkınıza engel olamayacaklar ama bu dünyada birbirinize kavuşmanızı engelleyecekler”.

Nartbilgiç, İlörgi Saray’ın baş kamıydı, Hekimlik, otaçılık ve ozanlık yapan kamların din adamlığı görevleri de vardı. Hastalarını dualarıyla da iyleştirir, aynı zamanda geleceği okumaya çalışırlardı. Yıllar önce İslavorus ve Hunnuçay orduları arasında geçen Kasavkanlı Savaşı’nda, kahramanca savaşırken İslavorus ordusuna esir düşmüş, İslavorus askerleri ona inanılmaz işkenceler yaptıktan sonra, bir ağaca asıp gitmişlerdi. Talayhan ve askerleri, Nartbilgiç’i gözleri oyulmuş ve vücuduna yüzlerce ok saplanmış halde bulmuşlardı. Nartbilgiç’in bedenine öyle çok ok atılmıştı ki; oklar onun iri yarı vücuduna daha da ağırlık yapmış, asıldığı kalın çam dalı bile eğilmişti. Onu bulduklarında ayakları neredeyse yere değmek üzereydi. Talayhan o günden sonra üç gün üç gece hiçbir şey yememiş içmemiş, bu süre içinde gözüne uyku girmemişti. Nartbilgiç’in vasiyeti vardı; öldüğünde Orunordu’daki Ayterek Ağacı ile Karakoban Nehri’nin arasına gömülmesini, yamçısının ve başlığının da Karakoban’a atılmasını istemişti. Talayhan, Nartbilgiç’in vasiyetini geçmiş yıllardan, yani İlörgi Saray’dan biliyordu. Talayhan baş kamın son isteğinin yerine getirilmesinde öncülük etmişti…

* * *

Talayhan irkilerek uyandı, Nartbilgiç’in konuşmaları kulaklarında çınlıyordu. Yere baktı, göğe baktı; sağa-sola baktıysa da kimseyi göremedi. Aklı karışan Talayhan, sanki karşısında biri varmış gibi konuşmaya başladı. Biraz sonra da bitkin bir halde dışarı çıktı, sütkardeşi Baybatır’a sordu:

– Sen de bazı sesler duydun mu?

–Evet! Az önce odanda sanki biriyle konuşuyordun! Tamamını anlayamadım fakat, ‘Yüreğime od düşecek! Bu acunda sevgilime kavuşamayacağım! Ancak bengü hayatta… Kara Büyü…’ gibi sözler işitir gibi oldum. Son günlerde çok fazla uykusuz kaldık, yorulduk. İnsan böyle olduğunda kulağına garip sesler gelebilir, gözüne garip yaratıklar görünebilir.

Bu durum Talayhan’ın hoşuna gitmedi, gece yarısında gökyüzünü seyretmek için dışarı çıktığında da, bir yıldız kayması görmüştü. Çocukluğunda İlörgi Saray’da duyduğu; “Hunnuçay’da yıldız kayması olduğunda; arkasından uğursuzluk yaşanacağı veya birinin öleceği” ile ilgili hikâyeleri hatırladı, canı sıkıldı…

Tan yeri yeni ağarmaya başlamıştı. Acele yola çıkılması gerekliydi. Baybatır’ın hazırlattığı arabaya dört at koşuldu ve iki asker ile birlikte hemen yola çıktılar. Kentin çıkışına yakın bir sokaktan geçerken, sırtında büyük deri tulumuyla aksaya aksaya giden yaşlı bir kadın ve biraz önde de yine yaşlı bir erkeğin yavaş yavaş yürümekte olduğunu gördüler. Baybatır, arabayı durdurup konuşmak istediyse de vazgeçti. Talayhan’a dönerek sordu;

– Bu saatte bu yaşlı insanların sokakta ne işi var acaba? Hunnuçay’a sonradan gelen bazı ailelerin, Nartlana’nın bu bölgesine yerleştiğini öğrenmiştim, giyim kuşamları da değişik görünüyor. Kadının aksak oluşu ve buna rağmen yük taşıması garibime gitti. Üstelik adam kadının yanında yürümesi gerekirken önden gidiyor. O kadar da dar bir yol değil, Hunnuçay töresine uymayan bir görüntü bu.

– Bana göre de bu iki yaşlı insan Hunnuçay’a sonradan gelip yerleşenlerden olabilirler. Dediğin gibi bu şehirde Hunnuçay’lı olmayan insanlar var. Ülkemizin birçok yerinde Hunnuçay’a başka ülkelerden gelip yerleşen halklar bulunmaktadır, dedi Talayhan ve devam etti.

– Yurdumuzun hemen hemen her yerinde farklı halklar bir arada mutlu bir şekilde yaşamlarını sürdürüyorlar. Aslında bu beni gururlandırıyor Baybatır! Sen de biliyorsun ki, ülkemizdeki farklı halkların konuştuğu çok sayıda lehçe var. Bu yapımız bize güç veriyor, çok renkli bir zenginlik olarak görebiliriz bu durumu. Köklü bir töreye sahip oluşumuzda, bu farklılığın etkisi büyüktür. Komşularımız olan Islavorus ve Çınakıtay devletlerinde kendilerinden olmayan halklara köle muamelesi yapıyorlar. Esirlere bile işkence ediyorlar Baybatır! Oysa bizim yurdumuzda böyle insanlık dışı olaylar hiçbir tarihte görülmemiştir.

– Evet, o ülkelerde tutuk evleri olduğunu duymuştum. Bizim ülkemizin tarihinde böyle bir şey olmamıştır, gerek duyulmamıştır, dedi Baybatır.

– Hunnuçay halkı sonsuza kadar mutlu yaşayacaktır! Buna inanıyorum, dedi Talayhan.

– Bir atlı erkek, yaya bir kadının yanından geçiyorsa attan inerek o kadını selamlaması gerekir mi Tiginim?

Baybatır’ın bu konuları bildiği halde, konuşmayı uzatmak istemesini anlayan Talayhan, “Elbette atından inmelidir. Hem daha kadının yanına tam yaklaşmadan bunu yapmalıdır!” diyerek bu konuyu kapattı. Baybatır yiğit bir komutandı, Orduda, bütün silahları en iyi şekilde kullanabilen, at dörtnala koşarken geriye ok atıp da hedefi saptırmayan keskin nişancı komutanların başında geliyordu. O savaşlarda; aslan gibi yürekli ve kurt gibi kuvvetli oluyordu. Talayhan bu yüzden ona çok güvenirdi.

Talayhan’ın Eski Bir Anısı: Börükaya ile Culduz…

Atlı araba, hızlı bir şekilde dağ yoluna çıktı. Uzun bir süre, belki de akşama kadar bu dağ yolundan gidilecekti. Talayhan yol boyunca korkunç uçurumlara baktıkça, Başkent Orunordu, çocukluk arkadaşı Börükaya ve Kara Sın Uçurumu’nun derinlikleri canlandı gözünde. Börükaya, Orhunuya Eli’nden idi, aynı zamanda Ayçakün Katun’un akrabasıydı. Börükaya ile birlikte at yarışı yaptıkları sırada, ölüm uçurumu kenarında ölümden döndüklerini anımsadı. O gün gök bulanıktı. Kuşlar ve kurtlar çok garip sesler çıkarıyordu. Karakoban Nehri de çıldırmış gibiydi, azgın köpüklerle akıyordu. Tabiatta bir hırçınlık vardı. Sis her yanı kaplamıştı. Talayhan ve Börükaya son anda uçurumu fark edip kendilerini kenara zor atabilmişler, atları ise uçurumun derinliklerinde parçalanıp telef olmuştu. O gün Kam Nartbilgiç, Talayhan’a, İlörgi Saray’da afsunlu sulardan içirmiş, dualar okumuştu. Nartbilgiç olmasaydı bugün belki hayatta olmayacaktı…

Keçeli araba, uçurumlarla dolu dağ yolunda ilerliyordu. Talayhan’ın aklı çocukluk arkadaşı Börükaya ile birlikte geçirdiği günlere takılıp kalmıştı. Börükaya, “cılkı cılı”14 da denilen at yılının ılık bir yaz akşamında Talayhan ile vedalaşmak için İlörgi Saray’a gelmişti. Talayhan ile Börükaya arasında şu konuşmalar geçmişti:

– Börükaya bu hâlin nedir? Atın da kan köpük içinde kalmış!

– Buralardan çekip gitmek istiyorum Talayhan! Culduz’un ruhu beni rahat bırakmıyor! Izdırap çekiyorum.

– Uzak diyarlara gidersen bu ızdırabından kurtulabilecek misin? Börükaya şunu unutma: Sevgililerin bedenleri uzaklaştıkça canları-tinleri bir o kadar yakınlaşır. Kaçışın ızdırabını dindirmez! Yaran daha da derinleşir, böyle bir kaçışın sonu hüsrandır!

– Bu söylediğin, “Sevgililerin bedenleri uzaklaştıkça ruhları bir o kadar yakınlaşır.” sözünü yıllar önce bir kurgan15 taşının üzerinde okumuştum. Çok şaşırdım şimdi, dedi Börükaya.

– Aklıma şu anda geldi, benim kendi düşüncem bu Börükaya! Benzer sözler de okumuş veya duymuş olabilirsin. Demek ki benimle aynı şekilde düşünen birileri varmış!

–Talayhan! Yüreğim yanıyor. Culduz’u öldüren kardeşini ve ailesini düşünmek, bana çok acı veriyor. Onu bana yâr etmediler. Buralardan çok uzaklara çekip gitmeliyim. Onların hiç bir şey olmamış gibi bu dünyada yaşamaya devam etmelerini kabullenemiyorum!

Talayhan şaşırmıştı; “Anlayamadım! Öldüren kardeşi de ne demek? Bir insan kız kardeşini öldüremez! İnsan kızkardeşine nasıl kıyar Börükaya? Senin bir yanlışın olmalı!”

–Bu güne kadar ne sen sordun bu konuyu, ne de ben anlattım! Yüreğimde taşıdığım bu acıyı kimse ile paylaşmadım. Sen kan kardeşimsin Talayhan! Artık bu acı dolu hikâyemi sana anlatmalıyım.

Talayhan, Börükaya’nın biraz dinlenmesi gerektiğini düşünerek;

– Şimdi yorgunsundur, içeri geçelim! Bir çamçak16 kımız sana iyi gelir. Konuşup dertleşirsek belki buralardan uzaklaşma fikrini değiştirirsin!

Börükaya, İlörgi Saray’ın dışında konuşmak istediğini daha sonra da vedalaşıp gideceğini söyledi. Talayhan, muhafızlara Börükaya’nın atını almalarını söyleyerek;

– O zaman, seninle Karakoban Nehri boyunca yürüyelim ve orada konuşalım, dedi.

Birlikte İlörgi Saray’dan çıktılar. Börükaya acı dolu bakışlarla anlatmaya başladı:

Biliyorsun, Kasavkanlı Savaşı’na seninle birlikte katıldık. O savaşta ağır yaralanmıştım. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmeyen arkadaşım Malkarbiy de benim gibi yaralıydı. O, Çegembay Eli’ndendi. İkimiz, güçlükle sarp ormanların arasındaki bir mağaraya sığınmıştık. Benim yaram daha ağır olmalıydı ki kendimden geçmişim, sonrasını hiç hatırlamıyorum. Malkarbiy daha dayanıklıydı, bu yüzden kolay pes etmemişti. Hayatta kalabilmek için mağaranın yanından geçen bir dağ keçisini avlamış. Hayvan iç yağının, insan vücudundan akan kanı çok kısa sürede durdurduğunu biliyormuş. Bildiğim kadarıyla babası atasagun17 annesi de kemik kırık-çıkık tedavisi eden bagıvçu18 imiş. Kemik kırık-çıkık tedavisi yapanlara ‘sılavçu amma’ dendiği için annesine de ’Sılavçu Amma’ derlermiş. Annesi aynı zamanda kadınlara doğum da yaptırıyormuş.

Malkarbiy, anne ve babasından çok şey öğrenmiş olmalıydı. Avladığı dağ keçisinin iç yağı ile yaralarımızdan sızan kanı hemen durdurmuş ve mağaranın içindeki afsunlu sudan içirerek beni hayata döndürmüş. Kendisi de iki gün boyunca avladığı hayvanın etini yemiş. Çam sakızı ve ağaç kovuklarından topladığı balın peteklerini birbirine karıştırarak yaralarımızı sarmış. Ben tam iki gün kendime gelememişim.

Günler sonra kendimi Çegembay Eli’nde, Malkarbiylerin evinde bulmuştum. Vücudumdaki yaralarımın sızlamasıyla gözümü ilk açtığımda, karşımda sadece ela gözleri gördüm. Seslerden odanın kalabalık olduğunu anlıyordum ama gözlerim sadece bu iki ela gözü görüyordu. Diğer kişilerin sadece seslerini duyabiliyordum. O an gözlerimi kaybettiğimi düşündüm. Yanıbaşımda sesinden tanıdığım Malkarbiy’e yavaşça, ‘Karşımda sadece bir çift ela göz görüyorum, başka hiçbir şey göremiyorum, bana mı öyle geliyor? Gözlerimden mi yara aldım ben?’ diye sordum. Malkarbiy gülerek ‘Göğsümden ağır yaralandığımı, gözlerimin sağlam olduğunu; savaşta çok kan kaybettiğim için böyle olduğumu, çok yakında düzeleceğimi’ söyledi. Yavaş yavaş odadaki insanları seçmeye başladım. Biraz sonra o ela gözleri, güneşe benzeyen bir yüzde gördüm. Sonra bu yüzdeki iki yay kaşı, masum ve süzgün bakışları, inci gibi dizilmiş dişleri fark ettim. Eşsiz bir güzellik başımı döndürmeye başlamıştı. Göğsümdeki yaralarım da çok acı veriyordu; vücudumun ateşler içinde yandığını, yaralarımdan kan sızdığını hissediyordum. Birden gözlerim karardı, o güzel yüz bir anda yok oldu, hiçbir şey göremez oldum.

Sonrasında, ‘Malkarbiy! Güneş yüzlü kız, bir anda göklere uçup gitti, ne olur getirin onu! O gelmez ise ben iyileşemem! O gelmez ise beni Karakoban Nehri’ne atın!’ diye bağırmış ve kendimden geçmişim. Bir hayli zaman sonra tekrar kendime geldiğimde güneş yüzlü kız yine karşımdaydı. Hemen ayağa kalkmak için çırpındıysam da yapamadım. Demek ki Malkarbiy’in dediği gibi çok kan kaybetmiştim, vücudumda derman kalmamıştı. Malkarbiy, ‘Culduz benim yeminli kızkardeşimdir. Biliyorsun bir erkek, akrabası olmayan bir kızı kardeş ilan ederse, ömür boyu kız kardeşi gibi görürse artık onun bir yeminli kızkardeşi vardır. Yeminli kızkardeşe biz antlı egeç19 deriz. Culduz, El’imizin en güzel kızıdır. Sana geçmiş olsun demek için geldi!’ diye kızı tanıttı. Malkarbiy o an, bana iyilik ediyordu kendince, oysa bir ömür sürecek büyük bir yangının içine atıyordu beni. Fakat ne bilsin ki Culduz ile benim daha bu acunda iken Tamu’yu yaşayacağımızı…

Culduz’u Çegembay Eli’nde böyle tanıdım. O günden sonra güneş yüzlü o kızdan başka hiçbir şey düşünemez oldum. Geceleri gökyüzüne baktığımda yıldızların arasında Culduz’un yüzünü görmeye başlamıştım. Bu benim savaşta yaralanmamdan, sayrılı20 olmamdan dolayı gördüğüm bir sayıklama ya da rüya olup olmadığını bilemiyorum. Yaralarımı tedavi etmek için ak saçlı, ak sakallı bir kam çağırmışlardı. O bana; ‘Gökyüzüne bakınca ne görüyorsun?’ diye sormuştu da, şaşırıp kalmıştım. Acaba ben kendi kendime konuşuyordum da, onu mu duymuştu diye şüpheye kapılmıştım bir an. Bana birden böyle sorunca gizleyemeyip utana sıkıla; ‘Culduz’un yüzünü yıldızların arasında gördüğümü, bana acı acı gülümsediğini’ söylemiştim. O an, Ak Sakallı Elkırgan Kam’ın yüzü gerilmiş, derin bir düşünceye dalmıştı. Başka hiçbir şey sormadan da çıkıp gitmişti. Kam, birkaç gün sonra yine gelmişti, yüzünde yorgunluk ve keder vardı. Oda kalabalık olduğu için Yaşlı kam, Malkarbiy’e bizi yalnız bırakmalarını söyledi. Kamın neler söyleyeceğini merak ediyordum. Odada ikimiz kalınca Elkırgan’ın yüzü daha da kederlenerek, ‘Yiğit Börükaya! Şimdi anlatacaklarım seni üzecektir, lakin ben sana bunları anlatmalıyım!’ dedi. Anlatacaklarını merak etmeme rağmen, nasıl böyle konuştum bilmiyorum, ona şunları söylemiştim: ‘Bana göre kamlar insanları sağlığına kavuşturmak için çalışmalılar, oysa sen benim üzüleceğimi söylüyorsun! Görüyorsun ki ben büyük bir savaştan yaralı olarak kurtulmuşum. Geleceğe dair bilgiler verdiğinizi söylediler ama ben bu bilinmeyen gelecekten, anlatacaklarınızdan pek anlamam ve bunlara göre de yaşayamam. Geleceği Göktanrı’dan başka bilen de yoktur değil mi?’ Bu sözlerim üzerine Elkırgan sessizce yanımdan ayrıldı. Doğrusu ona böyle davrandığıma üzüldüm. Ben nedense, bu yaşıma kadar kamların her söylediğine inanmadım. Daha doğrusu gelecekten haber vermeleri bana gülünç geliyordu. Geleceği Göktanrı’dan başka kim bilebilir ki? Tedavi yöntemlerini bildikleri için onlara saygı duyuyordum ama dediğim gibi yanlış bulduğum çok şeyler de vardı.

Malkarbiy’lerin evinde hızla iyileşiyordum, hatta buraya geldiğimin üçüncü gününde evin hemen arkasındaki ormanlık alanda kısa bir yürüyüş bile yapmıştım. Malkarbiy ve ailesi sağ olsunlar, Çegembay Eli’nde bana çok iyi baktılar. Bu El’in çok konuksever bir halkı vardı, buraya daha önce de gelip gitmiştim. Sağlığıma kavuştuktan sonra memleketime birkaç günlüğüne uğrayıp sonra da ordudaki görevime dönecektim. Çegembay’dan ayrılmadan bir gece önce gençler bir toy21 düzenlediler, tabi bu benim için yapılıyordu. Malkarbiy Culduz’u oraya getirtti, gecemiz belli ki güzel olacaktı.

Toy, avludaki ateşin etrafında, savaşa gidecek erkeklerin sevgilileriyle vedalaşmasını anlatan oyun ile başladı. O gece Culduz her ne kadar neşeli görünmese de sabaha kadar yapılan tüm oyunlara kalktı. Bazen istemediği halde onu ısrarla dansa kaldırıyorlardı. Çok güzel dansediyordu; güzelliği, zarafeti ve asaleti o gece bir kat daha büyüledi beni. Culduz, Hunnuçay’da oynanan oyunlarımızı çok iyi biliyordu. Bu arada Ak Sakallı Elkırgan Kam ile aramızda geçen konuşmalar da aklımı kurcalayıp duruyordu, ona haksızlık yaptığımı düşündükçe üzüntüm artıyordu. Acaba anlatacakları neydi? Konuşmasına engel olduğum için kendime kızıyordum. Elkırgan, belki Culduz hakkında konuşacaktı. Ak Sakallı Kam bana, ‘Gökyüzüne bakınca ne görüyorsun?’ diye sorduğunda; bir şeyler söylemek istediğini düşünmeden onu susturmuş ve üzmüştüm. Ben sadece düşüncemi anlatmak istemiştim ama zamanını doğru seçememiştim. Oysa misafirdim, üstelik yaralıydım. Beni tedavi etmeye gelen bir kam’a böyle davranmamalıydım.

O gece benim için düzenlenen toy sabaha kadar sürdü, gece yarısından sonra hava iyice soğuyunca, içeriye geçtik. Eğlence geniş odalı evlerde devam etti, oyunlar oynandı. Bu arada ben Culduz ile konuşmaya çalışıyordum. Daha doğrusu o gizemli sesini duymak istiyordum. Hüzünlü bir hâli vardı, genellikle susuyordu ve kısa konuşuyordu. Bir ara Malkarbiy’i dışarıya çağırıp; ‘Bu kız çok acı çekmiş gibi duruyor, sebebi ne olabilir?’ diye sordum. Malkarbiy de, ‘O annesiz büyüdü, yani üvey annenin elinde zor bir yaşamı oldu. Umut ediyorum ki senin sevgi dolu yüreğin Culduz’un bu haline iyi gelir,’ dedi. Ertesi gün sabah erkenden Çegembay’dan ayrılırken aklımı ve yüreğimi Culduz’un o güzel yüzündeki mahzun bakışlı ela gözlerinde bırakıyordum…

O günden sonra Çegembay Eli’ne sık sık gittim. Tabi ki hep Culduz’u görmek için gidiyordum. Her gidişimin dönüşü acı veriyordu bana. Maymun Yılı’nın22 Karakış23 ayında yine Çegembay Eli’ne, Malkarbiyleri ziyarete gitmiştim. Gece gelen misafirler arasında Yaşlı Elkırgan da vardı. Ben daha önce aramızda geçen konuşmalardan dolayı Elkırgan’a karşı mahcup idim. Malkarbiy, Culduz’u yine benimle görüştürmek için çağırtmıştı ama gelmedi. Ben kızın gelmesini Elkırgan mı önledi diye düşünürken o, yanıma gelerek yaralarımın iyileşip iyileşmediğini sordu. Çok iyi olduğumu söyledim ama Elkırgan ısrarla bana; ‘İyi değilsin! Sanki yüreğinden kan damlıyor, yüreğindeki yara hiçbir zaman iyileşmeyecek gibi görünüyor!’ dedi. Ben yine neye uğradığımı şaşırdım fakat bir şey diyemedim. Sonra yine bana Culduz’un gelmeyeceğini, onun da bu gece ateşler içinde hasta yatağında beni sayıkladığını söyledi. Elkırgan sanki gözüyle görmüş gibi, ‘Dün gece Culduz’ların evlerinin tepesinde bir baykuş sabaha kadar öttü. Culduz’un babası, evinin temelini yaparken, bir kara taş kullanmıştı. Bu taş o eve hep uğursuzluk getirdi. Culduz’ın annesi de daha dün sabahın erken saatinde komşusuna ocaktan ateş vermiş. Sabahları birine ateş vermek uğursuzluktur bunu bilir misin? Bunların hepsi o eve gelecek felaketlerin habercisiydi Börükaya!’

Elkırgan bana bunları anlatıyordu ama, ben yine onun kafası karışmış diye düşünüyordum. Culduz o gece aniden hastalanmış, sabaha kadar ateşler içinde kıvranmış, bu yüzden Malkarbiy’lere gelememişti. Eğer Culduz o gece gelseydi, evdeşim olması için ondan söz alacaktım. O da bunu biliyordu. Bana, ‘Kırk gün sonra Çegembay Eli’nde bir av töreni yapılacak, akşamında da büyük bir toy-şölen olacak, o gün gelebilirse gelsin!’ diye haber göndermiş.

Ertesi gün erkenden Malkarbiy ile vedalaşarak atıma atlayıp yola çıktım. Hava oldukça soğuk idi. Gün ortasına doğru Çegembay Dağları’nı güçlükle aşmaya çalışırken bir duman kokusu aldım. Merak edip yaklaştığımda bir mağaradan dumanlar çıktığını gördüm. Mağaraya gittiğimde Ak Saçlı Elkırgan ile karşılaştım ve büyük bir şaşkınlık geçirdim. Daha dün gece Malkarbiy’lerin evinde birlikteydik. Buraya nasıl gelebilmişti bu yaşlı adam? Aklımı yitirmek üzere olduğumu düşündüm, içimi korku kapladı. Elkırgan, “Sölgentaşlık Mağarası’na hoş geldin” diye davet edince içeriye girdim. Mağaranın içi temizdi. Üst kısımlardaki küçük deliklerden sızan ışık içeriyi aydınlatıyordu. Dip tarafta, tomruklardan örülmüş ve sarı toprak ile sıvanmış iki büyük sedir vardı. Bu sedirlerin üzeri kartal ve geyik desenli keçe halılar ile örtülmüştü. Yan duvarlarda da yine geyik, boğa, dağ keçisi ve at desenli keçe halılar ve hayvan postları vardı. İki sedirin arasında ise işlenmiş koyun derisinden kürkler ve deri elbiseler asılıydı. Belli ki Elkırgan, burayı da mesken tutmuştu. Yaşlı Kam, oturup biraz dinlenmemi istedi. ‘Akşamdan sonra, bu karlı dağlarda yolculuk yapılmasının tehlikeli olduğunu, biraz ilerideki Kökboyunlu Geçidi’ni aşmamın çok zor olduğunu, mağarada geceleyebileceğimi, yeteri kadar yatacak yer, örtü ve yiyeceğinin olduğunu’ söyledi. Çok geçmeden kar da yağmaya başlamıştı. Hemen ardından boran ve fırtına göz gözü görmez hale getirdi. Elkırgan, ‘Artık yola çıkmamın mümkün olmadığını, beni misafir edeceğini’ söyledikten sonra, dışarıda kalan atımı bitişikteki diğer mağaraya götürdü. Ben mağaranın duvarlarına kazınmış savaş arabalarını, kartal ile avlanan avcı ile geyik ve at resimlerini inceliyordum. En çok dikkatimi çeken, ‘aşık kemiği24 oyunu oynayan biri kız, biri erkek iki gencin resmiydi. Aşık kemikleri taşın üzerine o kadar güzel işlenmişti ki gerçeğinden ayırt etmek imkansızdı. Sanki dağ keçisinin aşık kemikleri alınmış, buraya yapıştırılmıştı. Resmin altında, ‘İskitaylı Aşkuzuk’ yazıyordu. Elkırgan içeri girince sordum; ‘Bu kaya resminin altındaki yazı, resmi yapan sanatkâr kişinin adı olmalı.’ diye sordum. Elkırgan da; ‘Evet öyle olmalı, herkes öyle biliyor, ben de senin kadar biliyorum. Bakıyorum hayran kaldın yerime! Sen bir de mağaranın tavanına bak!’ dedi. Heyecanla baktım; bir kadın resmi işlenmişti mağaranın tavanına. Bu resimdeki yüz Culduz’un yüzüydü. Hemen yanına bir yıldız resmi kazınmıştı. Yıldızın ve kadın resminin hemen altında da şu yazı vardı: ‘Maen Şulpaen! Utukün edgeç!’ Bu yazının anlamını yine Kam Elkırgan’a sordum, ‘Ben Çolpan Yıldızı!25 Güneşin kızkardeşi!’ demektir dedi. Birden gözlerim karardı, vücudumun soğuduğunu hissettim. Mağarada her şey dönüyordu, ayakta zor tuttum kendimi…

1.Kurultay: Eski Türk devletlerinde temel sorunların görüşüldüğü meclis. Kurultay, “kurul” ve “toy” sözlerinin birleşmesinden oluşmuştur. Toy sözcüğü; toplantı, devlet meclisi, bayram anlamlarına gelmektedir.
2.Kürek kemiği: Hayvanların ön bacaklarının gövdeye birleştiği kısım.
3.Kemik Falı: Gelecekten ve bilinmeyenden haber verme yöntemi. kürek kemiği falı da olarak adlandırılır. Kemik falının Karaçay-Malkar kültüründe önemli yeri bulunmaktadır. Bu fal için genellikle koyun ve keçiye ait kürek kemiği kullanılır. Falcı kemik yüzeyinde oluşan çizgi ve çatlaklara bakarak değişik kehanetlerde bulunur.
4.Amanlıkçı: Karaçay-Malkar Türkçesinde kötülükçü, haydut.
5.Kam: Hekim, düşünür, ozan, bilgiç, din adamı.
6.Başlık: Karaçay-Malkar Türklerinin “çepken bashan” da dedikleri, beyaz kuzu yününün sıcak su ile ıslatılıp ayakla çiğnenerek yapıldığı keçeleşmiş kumaştan dikilen ve iki yanında uzun kanatları bulunan kapüşon şeklinde baş ve boyuna sarılan giysi.
7.Yamçı: İç kısmı yumuşak keçeden dışı da sert keçeden yapılan soğuk geçirmeyen bir çeşit pelerin. Dışı tüylü olduğu için yağmur tutmaz.
8.Acun: Dünya
9.Uçmağa varmak: Ölmek, ölüp cennete gitmek.
10.Hıynı: Karaçay-Malkar Türkçesi’nde büyü. İnsanlara kötülük yapmak, zarar vermek, sevgilileri birbirinden ayırmak vs. için yapılır.
11.Tamu: Cehennem.
12.Erlik Han: Eski Türk inanışına göre yeraltında yaşayan ve kötülüğü simgeleyen kötü ruh.
13.Kara içegi: Karaçay-Malkar Türkçesi’nde hayvanların midesine yapışık olan ve yenmeyen bağırsaklar.
14.Cılkı Cılı: On iki hayvanlı takvime göre at yılı.
15.Kurgan: Türk ve Altay kültüründe genelde devlet yöneticileri için yapılan kutsal mezar.
16.Çamçak: Ağaçtan oyularak yapılmış kulplu su kabı.
17.Atasagun: İslamiyet öncesi Türk dilinde doktor, hekim.
18.Bagıvçu: Karaçay-Malkar Türkçesinde doktor, hastalıklarda geleneksel yöntemleri kullanmasını bilen hekim.
19.Antlı egeç: Karaçay-Malkar kültüründe bir erkeğin akraba olmadığı halde bir kızı kardeş ilan etmesi geleneğidir.
20.Sayrı: Hastalık
21.Toy: Düğün, şölen, ziyafet
22.Maymun Yılı: On iki hayvanlı takvimde bir yıl adı. Mesela bu takvime göre; 2016 yılı Maymun Yılı’dır, bir sonraki Maymun Yılı 2028 yılına tekabul ediyor.
23.Karakış Ayı: Aralık ayı
24.Aşık kemiği: Koyun, keçi gibi çift tırnaklı hayvanların arka ayaklarının diz bölgesinde bulunan kemik. Aşık kemiği ile oynanan aşık oyunu tarihi bir Türk oyunudur. Türklerin yaşadığı coğrafyalarda bugün dahi oynanmaktadır.
25.Çolpan Yıldızı: Merkür’den sonra Güneş’e en yakın olan Venüs gezegeninin adıdır. Güneş doğmadan ve Güneş battıktan sonra görüldüğü için Tan yıldızı, Sabah Yıldızı ve Akşam Yıldızı da denir. İslamiyet öncesi devirlerde Türkler bu yıldızı Tanrının lutfu gibi kabul etmişlerdir.
6 456,81 s`om