Kitobni o'qish: «Yeminli »
Morgan Rice Hakkında
Morgan Rice, USA Today’in 1 numaralı çok satan destansı on yedi Kitaplık FELSEFE YÜZÜĞÜ; on bir Kitaplık (ve hala devam eden) genç yetişkin serisi 1 numaralı çok satan VAMPİR GÜNLÜKLERİ; 2 Kitaptan oluşan (ve devam eden) kıyamet sonrası gerilim, 1 numaralı çok satan KÖLETÜCCARLARI ÜÇLEMESİ; ve yeni destansı fantezi serisi KRALLAR VE BÜYÜCÜLER Kitaplarının 1 numaralı çok satan yazarıdır. Morgan’ın Kitapları hem basılı hem de sesli olarak bulunabilir ve çeviriler 25 dilde mevcuttur.
Morgan sizi dinlemeyi çok seviyor, dolayısıyla lütfen www.morganricebooks.com adresini ziyaret edip eposta listesine eklenin, ücretsiz bir Kitap kazanın, ücretsiz hediyeler alın, ücretsiz uygulamaları indirin, Facebook ve Twitter ile bağlanın ve irtibatta kalın!
VAMPİR MEKTUPLARI övgüler
“ALACAKARANLIK ve VAMPİR GÜNLÜKLERİNE rakip bir kitap, en son sayfasına kadar başınızı kaldırmadan okumak isteyeceksiniz! Macerayı, aşkı ve vampirleri seviyorsanız, bu tam size göre bir kitap!”
–-Vampirebooksite.com (Dönüşüm için)
“Rice, daha baştan sizi hikayenin içine çekiyor, mekanın sade görüntüsüne baskın çıkan inanılmaz betimleyici gücü, hikayeye yedirme konusunda harika bir iş çıkarıyor… Zevkle yazılmış ve bir solukta okunuyor.”
–-Black Lagoon Reviews (Dönüşüm için)
“Genç okuyucular için harika bir hikaye. Morgan Rice ilginç bir girdabı daha da derinleştirerek harika bir iş çıkarmış…Canlandırıcı ve eşsiz. Bu seriler bir kızın etrafında yoğunlaşıyor…sıradışı bir kız!…Okunması kolay ve bir solukta bitiyor…Derecelendirilmiş Kitaplardan.”
–-The Romance Reviews (Dönüşüm için)
“Daha başında beni içine aldı ve bir daha da bırakmadı…Bu hikaye nefes kesici bir macera, bir solukta okunuyor ve en başından sizi heyecana boğuyor. İçinde tek bir sıkıcı an yok.”
–-Paranormal Romance Guild (Dönüşüm için)
“Jam heyecan, romantizm, macera ve süprizlerle dolu. Elinize aldığınızda tekrar tekrar aşık olacaksınız.”
–-vampirebooksite.com (Dönüşüm için)
“Harika bir konu ve özellikle bu, geceleri elinizden bırakamayacağınız türden bir kitap. Sonu o kadar heyecanlı bir yerinde bitiyor ki sırf neler olduğunu görmek için derhal bir sonraki kitabı almak isteyeceksiniz.”
–-The Dallas Examiner (Sevilmiş için)
“Morgan Rice bir kez daha inanılmaz derecede yetenekli bir hikaye anlatıcısı olduğunu kanıtlıyor…Bu kitap vampir/fantezi türü kitapların genç yaştaki severleri dahil geniş bir okuyucu kitlesine hitap ediyor. Sizi şok edecek ve beklenmedik bir yerde bitecek.”
–-The Romance Reviews (Sevilmiş için)
Morgan Rice’ın Kitapları
KRALLAR VE BÜYÜCÜLER
EJDERHALARIN YÜKSELİŞİ (1. Kitap)
CESURUN YÜKSELİŞİ (2. Kitap)
ONURUN BEDELİ (3. Kitap)
BİR KAHRAMANLIK OCAĞI (4. Kitap)
FELSEFE YÜZÜĞÜ
KAHRAMANLARIN GÖREVİ (1. Kitap)
KRALLARIN YÜRÜYÜŞÜ (2. Kitap)
EJDERHALARIN KADERİ (3. Kitap)
BİR ŞEREF HAYKIRIŞI (4. Kitap)
ŞEREF YEMİNİ (5. Kitap)
KAHRAMANLIK SALDIRISI (6. Kitap)
KILIÇ AYİNİ (7. Kitap)
SİLAHLARIN TESLİMİ (8. Kitap)
BÜYÜLÜ GÖKYÜZÜ (9. Kitap)
KALKAN DENİZİ (10. Kitap)
ÇELİĞİN HÜKÜMDARLIĞI (11. Kitap)
ATEŞ ÜLKESİ (12. Kitap)
KRALİÇELERİN YÖNETİMİ (13. Kitap)
KARDEŞLERİN YEMİNİ (14. Kitap)
ÖLÜLERİN DÜŞÜ (15. Kitap)
ŞOVALYELERİN MIZRAK DÖVÜŞÜ (16. Kitap)
SAVAŞIN ARMAĞANI (17. Kitap)
KÖLETÜCCARLARI ÜÇLEMESİ
ARENA BİR (1. Kitap)
ARENA 2 (2. Kitap)
VAMPİR MEKTUPLARI
DÖNÜŞÜM (1. Kitap)
SEVİLMİŞ (2. Kitap)
ALDATILMIŞ (3. Kitap)
YAZGI (4. Kitap)
ARZULANMIŞ (5. Kitap)
SAHİPLENİLMİŞ (6. Kitap)
YEMİNLİ (7. Kitap)
BULUNMUŞ (8. Kitap)
CANLANDIRILMIŞ (9. Kitap)
GÖMÜLMÜŞ (10. Kitap)
KADER (11. Kitap)
VAMPİR MEKTUPLARI serisini şimdi sesli kitap formatında dinleyebilirsiniz!
Copyright © 2012 Morgan Rice
Her hakkı saklıdır. ABD 1976 Telih Hakları Yasasının izin verdiği maddeler dışında bu yayının hiçbir kısmı hiçbir şekilde ve hangi amaçla olursa olsun çoğaltılamaz, dağıtılamaz ve alıntı yapılamaz; yazarın önceden izni alınmaksızın bir veri tabanında ya da depolama sisteminde saklanamaz.
Bu e-kitap yalnızca sizin kişisel zevkiniz için yetkilendirilmiştir. Bu ekitap tekrar satılmamalı ya da diğer insanlara dağıtılmamalıdır. Başka biri ile bu kitabı paylaşmak isterseniz, lütfen her alıcı için yeni bir kopya satın alınız. Bu kitabı okuyorsanız ve satın almamışsanız ya da yalnızca sizin kullanımınız için satın alınmadıysa, lütfen geri verin ve kendi kopyanızı satın alın. Bu yazarın zorlu çalışmalarına saygı duyduğunuz için teşekkür ederiz.
Bu bir kurgu çalışmasıdır. İsimler, karakterler, işler, örgütler, mekanlar, durumlar ve olaylar ya yazarın hayal gücünün bir ürünüdür ya da kurgusal bir şekilde kullanılmıştır. Hayatta ya da ölmüş gerçek kişilere benzerlikler tamamen tesadüf eseridir.
Kapak Modeli: Jennifer Onvie. Kapak fotoğrafı: Adam Luke Studios, New York. Kapak makyaj sanatçısı: Ruthie Weems. Bu sanatçılardan herhangi biri ile iletişime geçmek isterseniz lütfen
GERÇEK:
Uzaklardaki Skye Adası (Kuzeyliler buna “sis adası” der) İskoçya’nın Batı sahilinde yer alır. Burası kralların yaşayıp savaştığı, kalelerin hala var olduğu ve pek çok seçkin savaşçının yüzyıllardır eğitildiği çok eski bir yerdir.
GERÇEK:
Skye Adası’ndaki o muhteşem tabiatta, Peri Glen denilen bir yer vardır ve söylenenlere göre orada bir dilek dilerseniz gerçekleşirmiş.
GERÇEK:
Yaygın söylentilere göre Kutsal Kasenin en son bulunduğu yer İskoçya’daki küçük bir kasabada yer alan Rosslyn Şapelidir. Dediklerine göre Kutsal Kase gizli bir duvarın arkasında, en aşağı seviyelerdeki bir mezarın içine gizlenmiştir.
JULIET: Nasıl bir doyum bekliyorsun ki bu gece?
ROMEO: Aşkının katkısız yeminini benimkine karşılık.
JULIET: İçtenlikle geri vermek için sana.
Elimde olan bir şeyi istiyorum hem,
Cömertliğim uçsuz bucaksız denizler gibi,
Denizler gibi derin sana olan sevgim.
Sana ne kadar verirsem, o kadar çoğalıyor bende kalan,
Çünkü her ikisi de hiç tükenmek bilmiyor.
--William Shakespeare, Romeo ve Juliet
BİRİNCİ BÖLÜM
Kuzey İskoçya
(1350)
Caitlin kan kırmızısı bir güneşe uyandı. Güneş inanılmaz bir büyüklükte ufukta bir top gibi kendini göstererek bütün gökyüzünü doldurmuştu. Onun önünde tek başına bir karartı duruyordu, Caitlin bunun olsa olsa babası olacağını hissetti. Sanki Caitlin’in ona doğru koşmasını istiyormuş gibi iki elini ileriye doğru açarak uzatmıştı.
Caitlin de bunu çok istiyordu. Fakat yerinden doğrulmaya çalıştığında aşağı baktı ve bir kayaya zincirlenmiş olduğunu gördü; demirden kancalar bileklerini ve ayaklarını sıkı sıkı tutuyordu. Bir elinde üç anahtar tutuyordu – bunların babasına ulaşmak için ihtiyacı olan anahtarlar olduğunu biliyordu – diğer elinde ise kolyesi vardı, kolyesinin küçük gümüş haçı avucunun içinden aşağıya doğru sarkıyordu. Kalkmak için olanca gücüyle doğruldu ama kımıldayamadı.
Caitlin gözlerini kırpıştırdı ve birden babasının hemen yanı başında durup kendisine gülümsediğini gördü. Ondan kendisine doğru yayılan sevgiyi hissedebiliyordu. Babası eğildi ve usulca onun zincirlerini açtı.
Caitlin ileriye doğru uzandı ve ona sarılarak onun sıcaklığını ve kendine verdiği güveni hissetti. Babasının kollarında olmak o kadar harikaydı ki Caitlin gözyaşlarının yanaklarından aşağı süzülerek akmakta olduğunu hissedebiliyordu.
“Üzgünüm baba. Seni hayal kırıklığına uğrattım.”
Babası geri çekildi, doğrudan Caitlin’in gözlerinin içine bakarak gülümsedi.
“Sen umduğumdan da fazlasını yaptın. Sadece son bir anahtar kaldı ve sonra birlikte olacağız. Sonsuza kadar.”
Caitlin gözlerini kırptı ve yeniden gözlerini açtığında babası gitmişti.
Biraz önce onun olduğu yerde iki karartı vardı, kayalık platoda öylece hareketsiz bir şekilde yerde yatıyorlardı. Caleb ve Scarlet.
Caitlin birden hatırladı. Onlar hastaydı.
Kayadan uzaklaşmaya çalıştı, ama hala zincirliydi ve tüm gücüyle kurtulmaya çalışmasına rağmen onlara ulaşamadı. Caitlin bir kez daha gözünü kırptığında Scarlet’in tam üstünde belirdiğini gördü; yukarıdan ona bakıyordu.”
Scarlet “Anneciğim?” diye seslendi.
Aşağı Caitlin’e doğru bakarak gülümsedi. Caitlin Scarlet’in sevgisinin her yanını sardığını hissedebiliyordu. Ona sarılmak istedi ve bütün gücüyle kendini kurtarmak için mücadele etti ama zincirlerden kurtulamadı.
“Anneciğim?” Scarlet yeniden seslendi ve küçük elini ileriye doğru uzattı.
Caitlin doğrulup dimdik oturdu.
Güçlükle nefes alarak ellerini etrafında gezdirdi ve serbest kalıp kalmadığını anlamaya çalıştı. Ellerini ve ayaklarını rahat bir şekilde hareket ettirdi ve etrafına bakındı; zincirlerden geriye kalan herhangi bir işaret görmedi. Başını kaldırdı ve ufukta devasa, kan kırmızısı bir güneşin durduğunu gördü, ardından etrafına bakındı ve kayalık bir platoda yerde uzandığını anladı. Tam rüyasında gördüğü gibiydi.
Şafak, ufukta daha yeni sökmekteydi. Caitlin olduğu yerden ancak dağların sisle kaplı zirvelerini görebiliyordu; apaçık gökyüzüne karşı sonsuz bir güzelliğe sahiplerdi. Caitlin şafağın belli belirsiz ışığına bir bakış attı ve nerede olduğunu anlamaya çalıştı ama bunu yaptığı gibi kalbi çıkacakmış gibi oldu. Orada, uzakta, hareketsiz iki kişi yatıyordu. Caitlin onların kim olduklarını biliyordu: Caleb ve Scarlet’ti bunlar.
Caitlin fırlayarak ayağa kalktı ve onlara doğru koştu; aralarına diz çökerek bir elini birinin diğer elini de ötekinin göğsüne uzattı ve onları hafifçe sarstı. Bir önceki hayata dönüşlerinde yaşananları hatırlamaya çalışınca kalbi korkuyla doldu. Yine ikisinin ne kadar hasta olduklarını hatırlayınca zihnine birbiri ardına korkunç görüntüler üşüştü. Scarlet’in her yanı vebadan dolayı kırmızılıklarla doluydu ve Caleb de vampir zehrinden dolayı ölüyordu. Onları son gördüğünde, ikisinin de öleceği kesin gibiydi.
Caitlin elini aşağı uzattı ve kendi boynuna dokunarak buradaki iki küçük yara izini yokladı. Yara izine dokununca Caleb’in kendinden beslendiği o son, kaderlerini belirleyecek olan anı hatırladı. İşe yaramış mıydı? Yaptıkları Caleb’i ölümden kurtarmış mıydı?
Caitlin her birini delirmiş gibi sarstı ve bağırmaya başladı.
“Caleb! Scarlet!”
Caitlin hayatın, onlar olmadan nasıl bir hal alacağını düşünmemeye çalışırken gözlerinin yaşlarla dolduğunu hissetti. Bunun düşüncesi bile fazlaydı. Eğer onlar yanında olmayacaksa hayata devam etmemeyi tercih ederdi.
Birden, Scarlet hareket etti. Caitlin onun hareket ettiğini ve ardından yavaş yavaş doğrulup gözlerini ovuşturduğunu izlerken kalbi umutla doldu. Scarlet başını kaldırıp Caitlin’e baktı. Caitlin Scarlet’in cildinin tamamen iyileşmiş olduğunu ve o küçük mavi gözlerinin capcanlı bir şekilde ışık saçtığını görebiliyordu.
Scarlet hemen kocaman gülümsedi ve Caitlin’in kalbi sıcacık oldu.
Scarlet “Anneciğim!” dedi. Neredeydin?”
Caitlin mutluluktan ağlamaya başladı. Ardından eğildi ve Scarlet’i kendine doğru çekerek ona sarıldı. Omzunun üzerinden “İşte buradayım hayatım,” dedi.
“Rüyamda seni bulamadığımı ve hasta olduğumu görüyordum.”
Caitlin, Scarlet’in tamamen iyileşmiş olduğunu hissederek rahat bir nefes aldı.
“Sadece kötü bir rüyaydı. Bak şimdi iyisin. Her şey harika olacak.”
Aniden bir havlama sesi geldi ve Caitlin arkasını dönünce Ruth’un köşeyi dönerek doğruca onlara doğru geldiğini gördü. Ruth’un da geri dönmeyi başardığını görünce Caitlin’in mutluluğu bir kat daha arttı ve Ruth’un yetişkin bir kurt boyutlarına ulaşarak şimdi ne kadar büyümüş olduğunu görünce hayret içinde kaldı. Fakat Ruth hala bir yavru gibi davranıyordu. Scarlet’in kollarına koşarken heyecanlı bir şekilde kuyruğunu bir o yana bir bu yana salladı.
Scarlet “Ruth!” diye bağırdı, hemen Caitlin’den ayrıldı ve onu kucakladı.
Ruth heyecandan kendine hakim olamadı, coşkusunu öyle bir güçle dışarı vurdu ki Scarlet’i yere devirdi.
Scarlet kahkahalar içinde zevkten dört köşe olarak geri kalktı.
“Nedir bütün bu gürültü?” diye bir ses geldi.
Caleb’di bu.
Caitlin, Caleb’in sesini duyunca içinde büyük bir heyecan hissederek hemen döndü. Caleb, Caitlin’in yanı başında duruyor ve ona gülümsüyordu. Caitlin buna inanamıyordu. Caleb, Caitlin’in onu hiç görmediği kadar genç ve sağlıklı görünüyordu.
Caitlin hemen zıplayarak ayağa kalktı ve ona sarıldı, hayatta olduğu için minnettardı. Caleb de ona sarılınca, Caleb’in güçlü kaslarını hissetti. Yeniden onun kollarının arasında olmak inanılmaz bir duyguydu. Nihayet, dünyadaki her şey yoluna girmişti. Yaşadıkları sanki uzun, kötü bir rüyadan ibaretti.
Caitlin omzunun üstünden “Öldüğünü sanıp çok korkmuştum,” dedi.
Geri çekildi ve Caleb’in yüzüne baktı.
“Hatırlıyor musun?’ diye sordu. “Hasta olduğunu hatırlıyor musun?”
Caleb kaşlarını çattı.
“Biraz,” diye cevapladı. “Hepsi rüya gibi geliyor. Jade’i gördüğümü hatırlıyorum…Ve senden beslendiğimi.” Birden Caleb gözleri sonuna kadar açılmış bir şekilde Caitlin’e baktı. Hayranlık içinde “Hayatımı kurtardın,” dedi.
Eğildi ve Caitlin’e sarıldı.
Caitlin kulağına usulca “Seni seviyorum,” diye fısıldadı.
Caleb “Ben de seni seviyorum,” diye cevap verdi.
“Babacığım!”
Caleb, Scarlet’i kucaklayarak havaya kaldırdı. Sonra eğildi ve Caitlin’in yaptığı gibi Ruth’u okşadı.
Ruth bütün bu ilgi karşısında daha mutlu olamazdı. Zıplıyor, inliyor ve o da onlara sarılmak istiyordu.
Bir süre sonra, Caleb, Caitlin’in elini tuttu ve birlikte arkalarını dönerek ufka doğru baktılar. Önlerinde uzayan sonsuz gökyüzünü hafif sabah ışığı doldurmuş, dağ zirveleri ufka çizgi çekiyor ve gül pembesi renkli ışık sisin arasından kıvrılarak yukarı çıkıyordu. Zirveler sanki sonsuzluğa uzanıyordu ve Caitlin aşağı bakınca bunların binlerce metre yükseklikte olduklarını görebildi. Acaba yeryüzünün neresindeyim diye içinden geçirdi.
Caleb onun düşüncelerini okuyarak “Ben de aynı şeyi merak ediyordum,” dedi.
Dört bir yana dönerek ufku araştırdılar.
Caitlin “Tanıyabildin mi?” diye sordu.
Caleb yavaşça başını iki yana salladı.
Caitlin devam etti: “Yalnızca iki seçeneğimiz varmış gibi görünüyor. Ya yukarı çıkacağız ya da aşağı ineceğiz. Şimdiden çok yukarda olduğumuz için bence yukarı çıkmaya devam edelim, bakalım zirveden neler görünüyor.”
Caleb başını sallayarak onayladı, Caitlin uzanıp Scarlet’in elini tuttu ve üçü birlikte yokuşu çıkmaya başladılar.
Yukarısı oldukça soğuktu ve Caitlin bu havaya pek uygun giyinmemişti. Üzerinde hala siyah deri botları, bacaklarını sıkıca saran siyah pantolonu ve İngiltere’deki kavga zamanından kalan uzun kollu, üzerine oturan siyah gömleği vardı. Fakat bunlar onu bu soğuk, dağ rüzgârlarından korumak için yeterli değillerdi.
Kararlılıkla yola çıktılar, büyük kayalara tutunarak yokuşu tırmandılar ve zirveye doğru yol aldılar.
Tam güneş gökyüzünde yükselmeye başlamışken Caitlin de doğru karar verip vermediklerini merak etmeye başlamıştı. Ama sonunda dağın zirvesine ulaştılar.
Nefesleri tükenmiş bir şekilde durarak çevrelerine göz gezdirdiler ve sonunda dağın tepesinden aşağıyı görebildiler.
Gördükleri manzara Caitlin için nefes kesiciydi. Gözlerinin önünde dağ silsilesinin diğer tarafı vardı ve göz alabildiğine uzaklara doğru uzanıyordu. Onun arkasında okyanus vardı. Okyanustan daha uzaklarda ise Caitlin dağlık ve kayalardan oluşan yeşille kaplı bir ada görüyordu. Okyanusa doğru çıkıntı yapan çok eski bir adaydı burası. Caitlin hayatında hiç bu kadar güzel, resim gibi bir yer görmemişti. Özellikle de sabah şafak sökerken ve etrafı ürkütücü bir sis ve turuncu, mor ışıklar kaplamışken sanki peri masallarından çıkmış bir yer gibi görünüyordu.
Daha da etkileyici olanı ise, bu adayı anakaraya bağlayan tek şey sonu gelmek bilmeyen uzun halat bir köprüydü. Rüzgârda kudurmuş gibi sallanıyor ve yüzlerce yıl eskiymiş gibi görünüyordu. Altında, yüzlerce metre aşağıda okyanus uzuyordu.
Caleb “Evet,” dedi. “Bu o. Bu ada bana tanıdık geliyor.” Caleb adaya saygıyla karışık bir korku içinde göz gezdirdi.
Caitlin “Neredeyiz?” diye sordu.
Caleb önündeki manzaraya büyük bir saygıyla baktı, ardından döndü ve gözlerindeki heyecanla Caitlin’e baktı.
“Skye,” dedi. “Efsanevi Skye Adası. Binlerce yıldır savaşçıların ve bizim türümüzün evi olmuştur. O zaman İskoçya’dayız ve Skye’ın yakınındayız. Bu da gösteriyor ki gitmemiz gereken yer orası. Orası kutsal bir yerdir.”
Caitlin kanatlarının çoktan harekete geçmiş olduğunu hissederek “Hadi uçalım,” dedi.
Caleb başını iki yana salladı.
“Skye, dünya üzerinde oraya uçmamızın mümkün olmadığı birkaç yerden biridir. Muhakkak onu koruyan vampir savaşçılar vardır ve bundan daha da önemlisi üzerinde onu doğrudan uçuşlardan koruyan bir enerji kalkanı vardır. Orada su, psişik bir bariyer oluşturur. Davet edilmeden hiçbir vampir içeri giremez.” Caleb döndü ve Caitlin’e baktı. “Zor yoldan girmek zorundayız; o halat köprüden geçmemiz gerekiyor.”
Caitlin gözlerini rüzgârda sallanan köprüye dikti.
“Ama o köprü tehlikeli.”
Caleb içini çekti.
“Skye başka hiçbir yere benzemez. Buraya yalnızca, buraya girmeyi hak etmiş olanlar girebilir. Ona yaklaşmayı deneyen pek çok insan öyle ya da böyle kendi sonlarıyla karşılaşırlar.”
Caleb Caitlin’e baktı.
“İstersen geri dönebiliriz,” diye önerdi.
Caitlin Caleb’in söylediğini düşündü ve ardından başını iki yana salladı.
“Olmaz,” diyerek kararlı bir şekilde cevap verdi. “Buraya gelmemizin bir nedeni var. Hadi işe koyulalım.”
İKİNCİ BÖLÜM
Sam uykudan sıçrayarak uyandı. Başı dönüyor ve şiddetli bir şekilde zonkluyordu. Nerede olduğunu ve neler olup bittiğini anlayamıyordu. Tek bildiği, rahatsızlık verici bir şekilde tahta benzeri bir şeyin üzerine düştüğü ve sırtüstü uzanmış olduğuydu. Gözlerini doğruca gökyüzüne dikti ve bulutların düzensiz bir şekilde hareket ettiğini gördü.
İleriye doğru uzandı, eline değen bir tahta parçasına tutundu ve kendini yukarı doğru çekti. Gözlerini kırparak orada oturdu, başı hala dönüyordu ama etrafına şöyle bir bakınabildi. Gördüklerine inanamadı. Bir sandaldaydı. Küçük, tahtadan bir sandaldı bu ve okyanusun ortasında öylece uzanıyordu.
Sandal dalgalı denizde şiddetli bir şekilde sallanıyor ve dalgalar onu kaldırıp indiriyordu. Sandal hareket ettikçe gacır gucur ses çıkarıyor, inip kalkıyor ve bir o yana bir bu yana sallanıyordu. Sam sandalın dört bir yanına çarpan dalgaların köpüklerini gördü, soğuğu ve rüzgârın püskürttüğü tuzlu suyu saçında ve yüzünde hissetti. Sabahın erken saatleri, güzel bir şafak vaktiydi, gökyüzü sayısız renge bürünmüştü. Sam nasıl olup da buraya geldiğini düşündü.
Etrafında döndü ve sandala bir göz attı. Sandalın en uzak köşesinde, yarı aydınlık sabah ışığında üzeri bir şalla örtülü yerde kıvrılmış yatan bir şey fark etti. Sam bir bilinmezliğin ortasında kendisiyle birlikte, bu küçük sandalın içine sıkışıp kalan şeyin ne olduğunu merak etti. Ardından onu hissetti. O şey bir elektrik şoku gibi Sam’in içine işledi, onun yüzünü görmesine gerek yoktu.
Polly’di bu.
Sam’in vücudundaki her hücre ona bunu söylüyordu. Sam bunu nasıl tam olarak bildiğini, onunla aralarında nasıl bir bağ olduğunu, sanki tek vücutlarmış gibi ona karşı olan hislerinin ne kadar güçlü olduğunu görüp şaşırmıştı. Bunun nasıl böylesine hızlı bir şekilde gerçekleştiğini anlamadı.
Orada oturmuş, kıpırdamaksızın ona bakarken, ansızın bir korku hissetti. Polly’nin hayatta olup olmadığını bilemiyordu ve eğer Polly hayatta değilse içinde bulunduğu anda nasıl mahvolup biteceğinin farkına vardı. İşte sonunda, kesin bir şekilde ona aşık olduğunu anladı.
Sam o küçük sandalda sendeleyerek ayağa kalktı. Dalgalar sandalı kaldırıp indiriyordu ama Sam birkaç adım atmayı başarabildi ve Polly’nin yanına diz çöktü. Uzandı, Polly’nin üzerindeki şalı usulca geriye doğru itti ve onu omuzlarından tutarak sarstı. Polly tepki vermedi. Sam bekledikçe kalbi daha da hızlı atıyordu.
“Polly?” diye seslendi.
Ama cevap gelmedi.
Ardından daha sert bir şekilde “Polly,” dedi. “Uyan. Benim, Sam.”
Ama Polly kımıldamadı. Sam, Polly’nin çıplak omuzuna dokunduğunda teninin çok soğuk olduğunu hissetti. Kalbi duracak gibi oldu. Bu mümkün olabilir miydi?
Sam eğildi ve Polly’nin yüzünü ellerinin arasına aldı. Polly aynen hatırladığı gibi güzeldi; cildi oldukça soluk, yarı saydam bir beyazlıktaydı ve saçları açık kahverengiydi. Keskin hatları sabahın ilk ışıklarının parıltısı altında kusursuz görünüyordu. Sam onun mükemmel, dolgun dudaklarını, küçük burnunu, kocaman gözlerini ve uzun kahverengi saçlarını gördü. O gözlerin açık halini hatırladı; okyanusa benzer, inanılmaz kristal bir maviliği vardı. Şimdi onları tekrar açık görmeyi çok isterdi; bunun için her şeyi yapardı. Polly’nin gülüşünü görmeyi, sesini, kahkahasını duymayı özledi. Eskiden Polly çok fazla konuştuğunda, bu bazen kendisini rahatsız ederdi, ama şimdi onun konuşmasını sonsuza dek duymak için her şeyi verirdi.
Fakat Polly’nin Sam’in ellerinin arasındaki teni fazlasıyla soğuktu ve Sam onun gözlerinin bir daha asla açılmayacağına dair umutsuzluğa kapılmak üzereydi.
Sam “Polly!” diye çığlık attı ve hemen ardından gökyüzüne yükselip başının üzerindeki bir kuşun acı feryadına karışan kendi sesindeki umutsuzluğu hissetti.
Sam gittikçe umutsuzluğa kapılıyordu. Ne yapacağına dair en ufak bir fikri yoktu. Polly’i gittikçe daha da sert bir şekilde sarsıyor ama o hiçbir tepki vermiyordu. Sam, Polly’i en son gördüğü yeri ve zamanı düşündü. Sergei’nin sarayındaydılar. Polly’i kurtardığını hatırladı. Beraber Aiden’ın kalesine geri dönmüşlerdi ve Caitlin, Caleb ve Scarlet’i oradaki yatakta hiçbir yaşam belirtisi göstermeden yatar halde bulmuşlardı. Aiden Sam’e Caitlin, Caleb ve Scarlet’in onlar olmadan zamanda geri gittiklerini söylemişti. Sam kendilerini de geri göndermesi için Aiden’a yalvarmıştı. Aiden başını iki yana sallayarak bunun yapılmaması gerektiğini, onları geri göndermesinin kadere karşı çıkmak olduğunu söylemişti. Fakat Sam ısrar etmişti.
Sonunda Aiden zamanda geri gitmek için gerekli olan ritüeli yapmıştı.
Acaba Polly geri dönerken mi ölmüştü?
Sam aşağıya baktı ve Polly’i yeniden sarstı. Hala hiçbir şey yoktu.
Sonunda Sam aşağı uzandı ve Polly’i iyice kendine doğru çekti. Polly’nin o uzun, güzel saçlarını yüzünden alarak yana doğru itti, bir elini boynunun arkasına yerleştirdi ve yüzünü iyice kendine yaklaştırdı. Sonra eğildi ve onu öptü.
Bu tam olarak Polly’nin dudaklarını kavrayan uzun ve ateşli bir öpücüktü. İşte ancak o zaman Sam bunun ikinci gerçek öpüşmeleri olduğunun farkına vardı. Polly’nin dudakları kendi dudakları üzerinde inanılmaz derecede yumuşak ve kusursuzdu, ama aynı zamanda da soğuk, yaşamdan mahrumdu. Sam onu öperken bir yandan da ona aşkını iletmeye ve onu hayata döndürme isteğine odaklanmaya çalışmıştı. Zihninde, açık ve anlaşılır bir mesaj göndermeye çalıştı. Her şeyi göze alacağım. Bedeli neyse ödeyeceğim. Sana tekrar sahip olabilmek için her şeyi yapacağım. Yalnızca bana geri dön.
“BEDELİ NEYSE ÖDEYECEĞİM!” Sam geri çekildi ve dalgalara haykırdı.
Sam’in haykırışı sanki yedi kat gökyüzüne yükselmiş ve ardından hemen başının üzerinden geçen bir kuş sürüsünden geri yankı yapmıştı. Sam içinde bir ürperti hissetti ve bunu hissettiği gibi, sanki evren onu duydu ve yanıtladı. İşte tam o anda Sam bedeninin her hücresine varana kadar Polly’nin sonunda, bu kaderinde olmasa dahi, hayata döneceğini biliyordu. Çünkü Sam bunun olmasını kalbinin derinliklerinden istemiş, evrendeki bazı büyük planları bozmuştu ve sonunda bunun bedelini ödeyecekti.
Birden Sam bakışlarını aşağı indirdi ve Polly’nin gözlerini yavaşça açmasını izledi. Polly’nin gözleri tam da Sam’in hatırladığı mavilikte ve güzellikteydi ve doğruca ona bakıyordu. Bir an bomboş baktılar, ama hemen ardından bir anlama büründüler. Ve sonra Sam’in hayatında ilk defa gördüğü bir sihir gerçekleşerek Polly’nin dudağının bir köşesinde küçük bir gülümseme belirdi.
Polly o tipik neşeli sesiyle ‘Uyuyan bir kızdan faydalanmaya mı çalışıyorsun?’ diye sordu.
Sam kendini tutamayarak kocaman bir şekilde sırıttı. Polly geri dönmüştü. Artık hiçbir şeyin önemi yoktu. Kadere karşı koymuş olmanın verdiği o uğursuz hissi, zamanı gelince bunun bedelini ödeyeceği düşüncesini zihninden atmaya çalıştı.
Polly doğrularak oturdu. Eski hazırcevap, mutlu haline dönmüş ama Sam’in kollarında öylece savunmasız bir şekilde yakalanmış olmaktan ötürü utanmış görünüyor ve bu nedenle kendini güçlü ve bağımsız göstermek için çabalıyordu. Önce etrafını inceledi ve ardından bir dalga sandalı sallarken sandalın bir kenarına tutundu.
Polly ‘Buna pek de romantik bir sandal gezintisi diyemeyeceğim,’ dedi, bir yandan da kuduran denizde kendine çeki düzen vermeye çalışıyordu. ‘Tam olarak neredeyiz? Ve o ufuktaki şey de ne?’
Sam döndü ve Polly’nin işaret ettiği yere doğru baktı. Onu daha önce görmemişti. Uzakta, birkaç yüz metre ötede kayalıklı bir ada duruyordu ve dik ve acımasız uçurumlarıyla denizden çıkıntı yaparak dışarı fırlamıştı. Oldukça eski ve ıssız görünüyordu. Arazisi de kayalıklı ve kasvetliydi.
Sam başını çevirdi ve ufka doğru bakarak dört bit yanı araştırdı. Binlerce kilometre içinde tek adaymış gibi görünüyordu.
Sam “Görünüşe bakılırsa doğruca ona doğru gidiyoruz,” dedi.
Polly “Umarım öyledir,’ dedi. ‘Bu sandalda midem alt üst oldu.”
Polly birden sandalın bir kenarına doğru uzandı ve peş peşe kustu.
Sam yanına yaklaşarak ona güven vermek için elini sırtına koydu. Polly sonunda doğruldu, elbisesinin kolunun tersiyle ağzını silerek utanmış bir şekilde uzaklara baktı.
‘Özür dilerim,” dedi. ‘Bu dalgalar oldukça acımasız.” Kendini suçlu hissederek Sam’e baktı. “Bu pek çekici olmamalı.”
Fakat Sam’in aklı bambaşka yerlerdeydi. Aksine Sam, Polly’e karşı daha önce hiç farkına varmadığı güçlü hisler beslediğini anlıyordu.
Polly “Bana neden öyle bakıyorsun?” diye sordu. “O kadar korkunç muydu?”
Sam gözlerini Polly’den ayırmadığını fark edince hemen bakışlarını kaçırdı.
Kızararak “Onu aklımdan bile geçirmiyordum,” dedi.
O esnada ikisinin de dikkati başka yöne kaydı. Adada birden binlerce savaşçı belirdi, hepsi bir uçurumun tepesinde duruyordu. Birbirleri ardına gelmeye devam ettiler ve sonunda tüm ufuk onlarla doldu.
Sam eğildi ve yanında ne tür silahlar getirmiş olduğuna baktı, fakat yanında hiç silah bulunmadığını görünce hayal kırıklığına uğradı.
Ufuk gittikçe daha fazla vampir savaşçıyla karardı. Sam akıntının kendilerini doğruca onlara götürdüğünü görebiliyordu. Bir tuzağa doğru sürükleniyorlardı ve bunu durdurmak için yapabilecekleri hiçbir şey yoktu.
Polly “Şuna bak,” dedi. “Bizi karşılamaya geliyorlar.”
Sam dikkatli bir şekilde onları inceledi ve oldukça farklı bir sonuca ulaştı.
“Hayır, karşılamaya gelmiyorlar, bizi test etmeye geliyorlar.”