Kitobni o'qish: «Şeref Yemini »
Morgan Rice Hakkında
Morgan Rice, USA Today’in 1 numaralı çok satan destansı on yedi Kitaplık FELSEFE YÜZÜĞÜ; on bir Kitaplık (ve hala devam eden) genç yetişkin serisi 1 numaralı çok satan VAMPİR GÜNLÜKLERİ; 2 Kitaptan oluşan (ve devam eden) kıyamet sonrası gerilim, 1 numaralı çok satan KÖLETÜCCARLARI ÜÇLEMESİ; ve yeni destansı fantezi serisi KRALLAR VE BÜYÜCÜLER Kitaplarının 1 numaralı çok satan yazarıdır. Morgan’ın Kitapları hem basılı hem de sesli olarak bulunabilir ve çeviriler 25 dilde mevcuttur.
Morgan sizi dinlemeyi çok seviyor, dolayısıyla lütfen www.morganricebooks.com adresini ziyaret edip eposta listesine eklenin, ücretsiz bir Kitap kazanın, ücretsiz hediyeler alın, ücretsiz uygulamaları indirin, Facebook ve Twitter ile bağlanın ve irtibatta kalın!
Morgan Rice İçin Yazılan Övgülerden Bazıları
“FELSEFE YÜZÜĞÜ dizisinden sonra yaşamak için bir neden kalmadığını düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. EJDERHALARIN YÜKSELİŞİ’nde Morgan Rice bir başka harika fantezi dizisinin sözünü veriyor, bizi troller, ejderhalar, yiğitlik, onur, cesaret, sihir ve kaderimize inancın bir fantezisine daldırıyor. Morgan bir kez daha her sayfada onlar için tezahürat yapmamızı sağlayan güçlü bir karakter seti oluşturmayı başarmış… İyi yazılmış fantastik edebiyat seven herkesin kütüphanesinde bulunmasını tavsiye ederiz..”
--Books and Movie ReviewsRoberto Mattos
“EJDERHALARIN YÜKSELİŞİ daha başlangıcından başarılı… Üstün bir fantezi… Olması gerektiği gibi, bir protagonist ile başlıyor ve düzgün bir şekilde şövalyeler, ejderhalar, sihir ve canavarlar ve kaderin geniş çemberine doğru ilerliyor… Üst düzey bir fantezi edebiyatın tüm yakalayıcı unsurları bu kitapta mevcut, askerler ve savaşlardan kendiyle yüzleşmeye kadar… Güçlü, inanılır genç bir protagonist ile ilerleyen destansı fantezi edebiyat sevenler için tavsiye edilecek bir kitap.”
--Midwest Book ReviewD. Donovan, eKitap Eleştirmeni
“Morgan Rice’ın önceki romanlarının hayranları ve Christopher Paolini’nin THE INHERITANCE CYCLE dizisi gibi işlerin hayranlarını memnun edecek macera dolu bir fantezi… Genç Yetişkin Edebiyatının hayranları Rice’ın bu son kitabını çok sevecek ve daha fazlası için yalvaracaktır.”
--The Wanderer, A Literary Journal (Ejderhaların Yükselişi ile ilgili olarak)
“Hikâyesinde gizem ve entrika elementleri bulunduran esprili bir fantezi. Kahramanların Görevi cesur olmak ve büyüme, gelişme ve mükemmelliğe götüren hayat amaçlarıyla ilgili… Dolgun fantezi maceraları, bir baş kahraman, araçlar ve hayalperest bir çocuk olan Thor’un olanaksız durumlarla karşılaşıp genç bir yetişkin haline gelişine çok iyi şekilde odaklanan bir dizi hareketli karşılaşmalar sağlayan bir macera arayanlar için ideal… Destansı bir genç yetişkin dizisinin neler sunabileceğinin sadece bir başlangıcı.”
--Midwest Book Review (D. Donovan,eKitap Eleştirmeni)
“FELSEFE YÜZÜĞÜ ani bir başarı için her şeye sahip: entrika, karşı entrika, gizem, yiğit şövalyeler, kırık kalpler ile dolu çiçekli aşklar, aldatma ve ihanet. Sizi saatlerce eğlendirecek ve her yaştaki okuyucuyu memnun edecek. Tüm fantezi okurlarının kütüphanesinde bulunmasını tavsiye ettiğimiz bir Kitap.”
--Books and Movie Reviews, Roberto Mattos
“Destansı fantezi Felsefe Yüzüğü serisinin (şu anda 14 Kitaptan oluşuyor) heyecan dolu bu ilk kitabında Rice, okurlarını 14 yaşındaki, hayali, krala hizmet eden elit şövalye birliği Gümüş Lejyon’a katılmak olan Thorgrin “Thor” McLeod ile tanıştırıyor. Rice’ın yazını sağlam ve oldukça merak uyandırıcı.”
--Publishers Weekly
Morgan Rice Kitapları
KRALLAR VE BÜYÜCÜLER
EJDERHALARIN YÜKSELİŞİ (1. Kitap)
CESURUN YÜKSELİŞİ (2. Kitap)
ONURUN BEDELi (3. Kitap)
FELSEFE YÜZÜĞÜ
KAHRAMANLARIN GÖREVİ (1. Kitap)
KRALLARIN YÜRÜYÜŞÜ (2. Kitap)
EJDERHALARIN KADERİ (3. Kitap)
BİR ŞEREF HAYKIRIŞI (4. Kitap)
ŞEREF YEMİNİ (5. Kitap)
KAHRAMANLIK SALDIRISI (6. Kitap)
KILIÇ AYİNİ (7. Kitap)
SİLAHLARIN TESLİMİ (8. Kitap)
BÜYÜLÜ GÖKYÜZÜ (9. Kitap)
KALKAN DENİZİ (10. Kitap)
ÇELİĞİN HÜKÜMDARLIĞI (11. Kitap)
ATEŞ ÜLKESİ (12. Kitap)
KRALİÇELERİN YÖNETİMİ (13. Kitap)
KARDEŞLERİN YEMİNİ (14. Kitap)
ÖLÜLERİN DÜŞÜ (15. Kitap)
ŞOVALYELERİN MIZRAK DÖVÜŞÜ (16. Kitap)
SAVAŞIN ARMAĞANI (17. Kitap)
KÖLETÜCCARLARI ÜÇLEMESİ
ARENA 1: KÖLETÜCCARLARI (1. Kitap)
ARENA 2 (2. Kitap)
VAMPİR GÜNLÜKLERİ
DÖNÜŞÜM (1. Kitap)
SEVİLMİŞ (2. Kitap)
ALDATILMIŞ (3. Kitap)
YAZGI (4. Kitap)
ARZULANMIŞ (5. Kitap)
NİŞANLI (6. Kitap)
YEMİNLİ (7. Kitap)
BULUNMUŞ (8. Kitap)
CANLANDIRILMIŞ (9. Kitap)
GÖMÜLMÜŞ (10. Kitap)
KADER (11. Kitap)
FELSEFE YÜZÜĞÜ serisini sesli kitap formatında Dinleyin!
Morgan Rice © 2012
Tüm hakları saklıdır. Bu yayının herhangi bir bölümü, 1976 ABD Telif Hakları Kanunu ile izin verilenin dışında, yazarın önceden izni olmaksızın, hiçbir formatta ve hiçbir amaçla çoğaltılamaz, dağıtılamaz veya yayılamaz veya bir veri tabanı veya bilgi kurtarma sisteminde saklanamaz.
Bu eKitap sadece sizin kullanımınız için lisanslanmıştır. Bu eKitap başkalarına tekrar satılamaz veya verilemez. Eğer bu kitabı paylaşmak istiyorsanız lütfen her birey için birer ek kopya satın alın. Eğer bu kitabı okuyorsanız fakat satın almadıysanız veya sadece sizin kullanımınız için satın alınmadıysa lütfen satın alan kişiye iade edin ve kendinize bir kopya satın alın. Yazarın emeğine saygı gösterdiğiniz için teşekkür ederiz.
Bu kitap kurgusal bir eserdir. İsimler, karakterler, işletmeler, kuruluşlar, mekânlar, olaylar ve durumlar yazarın hayal ürününün eserleridir ve kurgusal amaçla kullanılmıştır. Gerçek hayattaki ölü veya yaşayan herhangi biri ile benzerlik tamamen tesadüfîdir.
Telif hakları RazoomGame’e ait Jacket adlı eser, Shutterstock.com lisansı ile kullanılmıştır.
“Her insan hayata değer verir, ama değerli bir insan şerefe hayattan çok daha fazla değer verir.”
—William ShakespeareTroilus ve Kressida
BÖLÜM BİR
Andronicus, atını gururlu bir şekilde McCloud’un kraliyet şehrinin merkezine doğru sürdü. Komutanlarından yüzlercesi iki yanından geliyorlardı, hayattaki en değerli malı olan Kral McCloud’u da arkasından sürüklüyordu. Zırhı çıkarılmış, yarı çıplak, kıllı ve yağlı bedeni iplerle sarılmış olan Kral McCloud bileklerinden Andronicus’un atının eyerinin arkasına bağlanmıştı. Andronicus atını ağır ağır sürerek zaferinin keyfini çıkarıyor ve bir toz bulutu kaldırarak McCloud’u sokaklarda, toprağın ve taşların üzerinde sürüklüyordu. McCloud’un sokaklarda toplanan halkı yutkunuyordu. Andronicus, kralı kendi şehrinin sokaklarında sürükleyerek dolaştırırken, onun çığlıklarını ve acı içinde kıvranıp inlemesini dinliyor ve yüzü sevinçle parlıyordu. Şehir halkının yüzleriyse korkudan çarpılmış gibiydi. Bir zaman kralları olan adam, şimdi aşağılık bir köle olmuştu. Bu, Andronicus’un hayatında hatırladığı en güzel gündü.
Andronicus, McCloud’un şehrini bu kadar kolayca ele geçirebileceğini hiç beklemiyordu. O yüzden biraz şaşırmıştı. McCloud’un adamlarının moralleri daha saldırı başlamadan önce bile çökmüş olmalıydı. Andronicus’un sayıları binleri bulan askerleri, şehri savunma cüretini gösteren bir avuç askerin üzerine yıldırım gibi bir baskın yapmışlar ve göz açıp kapayıncaya kadar tüm şehri karıncalar gibi sarmışlardı. McCloud’un adamları direnmenin bir fayda vermeyeceğini görmüş olmalıydılar. O yüzden, teslim olmaları halinde, Andronicus’un onları esir alacağını var sayarak silahlarını bırakmışlardı.
Ama onlar yüce Andronicus’u tanımıyorlardı. O, teslim olmaktan nefret ederdi. O kimseyi esir almazdı. Silahlarını bırakmaları sadece Andronicus’un işini kolaylaştırmıştı. Adamları rüzgâr gibi eserek önlerine çıkan tüm erkekleri katletmişlerdi. McCloud’un şehrindeki tüm sokak aralarından ve yan sokaklardan oluk oluk kanlar akmıştı. Her zamanki gibi, kadınları ve çocukları köle olarak almıştı Andronicus. Adamlarıysa tüm evleri, bir bir talan etmişlerdi.
Zaferinin etkilerini incelemek için sokaklarda ağır ağır ilerleyen Andronicus, her tarafa saçılmış cesetlere, tepeler oluşturan ganimetlere ve yıkılmış evlere baktıktan sonra, dönerek komutanlarından birine tamam der gibi başını salladı. Komutan elindeki meşaleyi anında havaya kaldırarak emrindeki adamlara işaret verdi ve hep birlikte sazdan çatıları olan evleri ateşe vermek için şehrin içine yayıldılar. Alevler bir anda er yanı sararak gökyüzüne doğru yükseldi. Andronicus bulunduğu yerden bile bu ateşin sıcaklığını hissedebiliyordu.
"HAYIR!" diye haykırdı arkasındaki McCloud, yerlerde çırpınarak.
Andronicus’un gülümsemesi suratının tamamına yayıldı. Özellikle büyük olduğu için hedef aldığı bir taşa doğru hızlı adımlarla ilerledi; çıkan çarpma sesi onu çok mutlu etti. McCloud’un bedeninin az önce bu taşın üzerinden geçtiğinden emindi.
Andronicus şehrin yanışını büyük bir keyifle izliyordu. Fethettiği tüm şehirleri önce yerle bir eder, sonra orayı kendi adamlarıyla ve kendi komutanlarıyla yeniden kurardı. İmparatorluğunu böyle kurmuştu. Eskinin izlerine tahammülü yoktu. O, yeni bir dünya kuruyordu. Andronicus’un dünyasını…
Atalarının hiç birinin elde edemediği Halka, o Kutsal Halka, artık onun arazisi haline gelmişti. Buna inanmakta zorlanıyordu. Derin bir soluk aldı ve ne kadar yüce olduğunu düşündü. Bir süre sonra Kuzey İskoçya’yı boydan boya geçecek ve Halka’nın diğer yarısını da fethedecekti. Böylece, bu gezegen üzerinde ayağının basmadığı bir yer kalmamış olacaktı.
Andronicus atını sürerek McCloud’un şehir merkezindeki devasa heykeline doğru ilerledi ve heykelin önüne gelince durdu. Bir tapınak gibi yükselen bu heykel mermerden yapılmıştı ve elli ayak yüksekliğindeydi. Heykel McCloud’u, Andronicus’un bilmediği bir halinde gösteriyordu… Elindeki kılıcı gururla taşıyan genç, zinde ve adaleli bir McCloud… Benmerkezci bir heykeldi bu. Andronicus o yüzden onu beğendi. İçinden bir ses ona heykeli alıp ülkesine götürmesini ve bir zafer hatırası olarak sarayına koymasını söylüyordu.
Ama bir taraftan da bu heykelden iğreniyordu. Hiç düşünmeden, eğilerek normalden en az üç misli daha büyük olan ve küçük bir kaya parçasını bile fırlatabilen sapanını aldı, geriye doğru kaykılarak tüm gücüyle çekti.
Küçük kaya havada uçarak heykelin başıyla buluştu. McCloud’un mermer başı paramparça oldu ve infilak eder gibi bedeninden ayrıldı. Andronicus daha sonra korkunç bir nara atarak, iki kollu zincirli kırbacını havaya kaldırdı, başının üzerinde salladı ve tüm gücüyle savurdu.
Andronicus bu şekilde heykelin gövdesini de parçaladı. Mermer heykel önce sallandı, sonra büyük bir gürültüyle yere yıkılarak paramparça oldu. Andronicus, daha sonra atını dehledi ve McCloud’un bedeninin bu parçalar üzerinden geçtiğinden emin oldu.
"Bunu ödeyeceksin!" diye bağırdı ıstırap içindeki McCloud zayıf bir sesle.
Andronicus güldü. Hayatı boyunca pek çok insanla karşılaşmıştı, ama hepsinin içinde en acınası olanı bu adam olmalıydı.
"Öyle mi dersin?" diye haykırdı Andronicus.
Bu McCloud çok kalın kafalıydı; yüce Andronicus’un gücünü hâlâ takdir edememişti. Öyleyse ona asla unutamayacağı bir ders vermeliydi.
Andronicus bakışlarıyla şehri taradı ve McCloud’un şatosu olduğundan emin olduğu binayı saptadı. Atını dehledi ve dörtnala koşturmaya başladı. McCloud’u tozlu avludan sürüklerken, adamları da onun peşinden geliyorlardı.
Andronicus atını sürerek onlarca mermer basamaktan çıktı. McCloud’un bedeni de çarpma sesleri çıkararak arkasından geliyordu. McCloud basamaklara her çarpışında bağırıyor ve inliyordu. Andronicus mermer giriş kapısına kadar atını sürmeye devam etti. Adamları, ayaklarının dibinde McCloud’un nöbetçilerinin kanlı cesetleri olmak üzere, kapının önünde nöbet tutar gibi dikilmişlerdi bile. Andronicus, şehrin tüm köşelerinin ele geçirilmiş olduğunu görünce keyifle sırıttı.
Sonra atını sürmeye devam etti ve şatonun devasa kapılarından geçerek, tamamen mermerden yapılmış yüksek, kemerli tavanları olan koridorlara girdi. McCloud denen bu kralın ölçüsüzlüğüne hayret etti. Adamın kendisini şımartmak için hiç bir masraftan kaçınmadığı açıkça belli oluyordu.
Ama gün, artık onun günüydü. Adamlarıyla birlikte geniş koridorlardan geçerek atını McCloud’un taht odası olduğundan emin olduğu yere kadar sürmeye devam etti. Atların toynaklarından çıkan sesler duvarlara çarpıp yankılanıyordu. Andronicus, meşeden yapılmış kapıları adeta delip geçerek odaya girdi. Gerçekten de, odanın tam orta yerinde altından yapılmış iğrenç bir taht duruyordu
Atından inerek altın basamakları ağır ağır çıktı ve tahtın üzerine oturdu.
Derin bir soluk aldı ve bakışlarını atlarının üzerinde onun emirlerini beklemekte olan adamlarının ve düzinelerle komutanının üzerinde gezdirdi. Hâlâ ata bağlı bir şekilde inlemekte olan McCloud’un kanlı bedenine baktı. Tüm odayı gözden geçirdi, duvarları, bayrakları, zırhları ve silahları inceledi. Üzerine oturduğu tahtın işçiliğine bir göz attı ve hayran kaldı. Tahtı eritebilir veya kendisi için alıkoyabilirdi. Belki de ikinci derecedeki komutanlarından birine verebilirdi.
Tabii ki bu, yirmi işçinin kırk yıl boyunca üzerinde çalıştıkları ve tüm krallıklar içindeki en muhteşem taht olan Andronicus’un tahtıyla karşılaştırıldığında beş para etmezdi. O tahtın yapımı daha babası hayattayken başlatılmış ve Andronicus’un onu öldürdüğü güne kadar devam etmişti. Zamanlama müthişti doğrusu.
Andronicus, başını eğerek McCloud’a, bu acınası küçük insana baktı ve ona en iyi nasıl ıstırap çektireceğini kestirmeye çalıştı. Kafatasının şeklini ve büyüklüğünü inceledi ve onu kurutarak diğer kuruttuğu kafataslarıyla birlikte boynunda taşıdığı kolyeye takmaya karar verdi. Ama boynunda daha güzel durması için, adamı öldürmeden önce yüzünü ve elmacık kemiklerini inceltmek için biraz vakte ihtiyacı olacağını hesap etti. Bu şişko ve yağlı yüzün, kolyesinin estetiğini bozmasını hiç istemezdi. Kendi kendine gülümsedi. Evet, diye karar verdi. Bu çok iyi bir plandı.
"Onu bana getirin,” diye emretti komutanlarından birine Andronicus, o tanıdık, boğuk ve hırıltılı sesiyle.
Komutan bir an bile tereddüt etmeden atıldı ve süratle McCloud’un yanına giderek ipi kesti. Kıpkırmızı bir iz bıraktığı zeminin üzerinde sürükleyerek Andronicus’un ayaklarının dibine getirip bıraktı.
"Bundan kurtulamayacaksın!” diye mırıldandı McCloud zayıf bir sesle.
Andronicus başını iki yana salladı; bu adam hiç ders almıyordu.
"İşte ben burada, senin tahtının üzerinde oturuyorum,” dedi Andronicus. “Ve sen de benim ayaklarımın dibinde yatıyorsun. Sanırım dilediğim her şeyden ve her yerden kurtulabilecek konumda olduğumu kolaylıkla söyleyebiliriz, öyle değil mi? Nitekim kurtulmuş da bulunuyorum…”
McCloud inleyerek ve ağrıdan kıvranarak yerde yatıyordu.
"Gündemimdeki ilk madde,” dedi Andronicus, "senin yeni kralına ve efendine gereken saygıyı göstermeni sağlamak. Şimdi bana gel ve yeni krallığımda benim önümde ilk diz çöken, elimi ilk öpen ve beni Halka’nın bir zamanlar McCloud’a ait olan topraklarının yeni Kralı olarak selamlayan ilk kişi olma onuruna sahip ol.”
McCloud başını kaldırdı, ellerinin ve dizlerinin üzerinde durarak küçümseyici bir tavırla Andronicus’a baktı.
"Asla!" dedi ve dönerek yere tükürdü.
Andronicus arkasına yaslanarak güldü. Bu iş çok hoşuna gitmeye başlamıştı. Epeydir bu kadar inatçı biriyle karşılaşmamıştı.
Andronicus dönerek başıyla işaret etti. Adamlarından biri McCloud’u hemen arkadan yakaladı, bir diğeri de önüne geçerek, hareket ettirmesini engelleyecek bir şekilde başını tuttu. Bir üçüncüsüyse elinde uzun bir usturayla öne doğru fırladı. Adam yaklaşınca McCloud korkudan iki büklüm oldu.
"Ne yapıyorsunuz siz?" diye sordu McCloud panik içinde, normal olamayacak kadar yüksek oktavlı bir sesle.
Adam eğildi ve bir çırpıda McCloud’un sakalının yarısını götürdü. McCloud başını kaldırarak şaşkınlık içinde bakakaldı. Adamın onun canını yakmamasına belli ki çok şaşırmıştı.
Andronicus başıyla tekrar işaret verdi ve bir başka adamı öne fırladı. Elinde bir ucunda Andronicus’un krallığını temsil eden, ağzında bir kuş tutan aslan ambleminin oyulmuş olduğu demir bir çubuk tutuyordu. Çubuk kıpkırmızı bir kor halinde parlıyordu. Diğerleri McCloud’u sıkı sıkı tutarken, adam çubuğu onun korumasız yanağına doğru uzattı.
"HAYIR!" diye bir çığlık attı McCloud, başına gelecekleri tahmin ederek.
Ama çok geç kalmıştı.
Havaya tıslamaya benzer bir ses ve yanık bir et kokusuyla birlikte korkunç bir çığlık yayıldı. Andronicus demir çubuğun McCloud’un yanağını yakışını büyük bir keyifle izledi. Tıslama giderek daha güçlü bir hal aldı, adamın çığlıklarıysa dayanılacak gibi değildi.
Adamlar, en azından bir on saniye kadar sonra, McCloud’u nihayet yere bıraktılar.
McCloud, ağzından salyalar akarak bilinçsiz bir halde yere yıkıldı. Yüzünün yarısından dumanlar çıkıyordu. Artık yanık yüzünde Andronicus’un amblemini taşıyordu.
Andronicus öne doğru eğildi ve baygın halde yatmakta olan McCloud’a baktı. Eserini hayran hayran inceledi.
"İmparatorluk’a hoş geldin."
BÖLÜM İKİ
Erec ormanın bir ucundaki tepenin üzerinde durmuş, yaklaşmakta olan küçük orduyu izliyordu. Yüreğinde sanki bir ateş yanıyordu. O böyle bir gün için doğmuştu. Bazı savaşlarda, adaletli ile adaletsiz olanlar arasındaki çizgi çok ince olurdu, ama bu savaş öyle değildi. Baluster Lordu hiç utanmadan onun karısını çalmış, bunu yaptığı için böbürlenmekle kalmamış, özür de dilememişti. Yaptığı işin bir suç olduğu kendisine bildirilmiş ve yanlıştan dönmesi için fırsat verilmişti ama o, buna rağmen hatasını düzeltmeyi reddetmiş ve düşmanlarının tepkisini çekmek için adeta çanak tutmuştu. Belki de bu konuyu kendi haline bırakmaları gerekiyordu – özellikle de adam artık hayatta olmadığına göre…
Ama işte orada, bu ikinci derecedeki lordun paralı askerleri olarak yüzlercesi bir araya gelmiş, atlarını ona doğru sürüyorlardı. Hepsinin tek bir amacı vardı: Erec’i öldürmek… Ve bunu da sadece o adam onlara para verdiği için yapmak istiyorlardı. Parlak, yeşil zırhlarının içinde, Erec’e doğru saldırıya geçtiler ve yaklaşınca savaş çığlıkları atmaya başladılar. Sanki bu onu korkutabilirmiş gibi…
Erec korkmuyordu. Buna benzer sürüyle savaş görmüştü o. Tüm eğitim yılları boyunca tek bir şey öğrendiyse, o da adaletin yanında savaştığı vakit asla korkmaması gerektiğiydi. Ona öğretildiği kadarıyla, adalet her zaman tecelli etmezdi belki, ama ona inanan kişiye on kişinin gücünü verirdi.
Yüzlerce askerin ona doğru gelmekte olduğunu görmesine ve o gün ölebileceğini bilmesine rağmen, Erec’in hissettiği şey korku değildi. Ona ölümünü en onurlu bir şekilde karşılama şansı verilmişti, bu da tanrının bir lütfuydu. Zafer için ant içmişti ve o ant bugün gerçekleşmeyi bekliyordu.
Erec kılıcını çekti ve yokuş aşağı, ona karşı saldırıya geçen orduya doğru koşmaya başladı. O anda, güvenilir atı Warkfin’in yanında olmasını ve savaşa onun sırtında girebilmeyi her şeyden çok isterdi, ama Warfkin’in Alistair’i Savaria’ya, Dük’ün sarayının güvenli ortamına geri götürdüğünü hatırlayınca içini bir huzur kapladı.
Erec, askerlere yaklaşık elli metre kala, aniden hızlandı ve tam ortalarındaki öncü şövalyeye doğru atıldı. Askerler hızlarını kesmediler, Erec de… Az sonraki çarpışma için hazırdı.
Erec tek bir avantajı olduğunu biliyordu: üç yüz adamın tek bir adama karşı aynı anda saldırıya geçmesi fiziksel olarak mümkün değildi; aldığı eğitimlerden atın üzerinde savaşan en fazla altı adamın bir adama saldıracak kadar yaklaşabileceğini öğrenmişti. Yani Erec’e göre, başarılı olma şansı üç yüze karşı bir değil, altıya karşı bir idi. Her seferinde karşısına çıkan altı kişiyi öldürdüğü takdirde, savaşı kazanma şansı vardı. Bu, sadece bunu yapacak dayanma gücünün olup olmamasıyla bağlantılı olan bir durumdu.
Yokuş aşağı son hızla inerken, Erec belinden bu iş için en uygun olan silahını çıkardı. Bu, on metre uzunluğunda ve ucunda çivili, metal bir top olan bir zincirli bir kırbaçtı. Tuzak kurulması gereken yollarda veya tam da bu gibi durumlarda kullanmak üzere yapılmış bir silahtı.
Erec son ana, ordunun tepki veremeyeceği bir ana kadar bekledi. Sonra, zincirli kırbacını başının üzerinde döndürerek salladı ve karşıya doğru fırlattı. Hedef olarak küçük bir ağacı seçmişti. Çivili silah ağacın etrafına dolanınca, Erec kendisini yere atarak dizlerini karnına çekti, böylece bir süre sonra ona fırlatılacak olan mızraklara karşı korunmuş olacaktı. Silahın sapını gücünün elverdiği ölçüde sıkı bir şekilde tutmaya çalıştı.
Zamanlaması çok yerindeydi: ordu gerçekten de tepki verecek vakit bulamamıştı. Savaşçılar tuzağı son anda fark ettiler ve dizginleri çekerek atları durdurmaya çalıştılar, ama çok hızlı gidiyorlardı ve bunu yapmak için yeterince vakitleri yoktu.
İlk sıra olduğu gibi zincire takıldı. Çivili zincir tüm atların ayaklarını kesti. Sürücüler yüz üstü yere düştüler, atlar da onların üzerine düştü. Onlarca savaşçı bu karmaşa içinde ezilip öldü.
Erec’in de neden olduğu bu zayiattan gurur duyacak vakti yoktu. Nitekim ordunun bir kanadı daha savaş çığlıkları atarak üstüne saldırdı ve Erec onları karşılamak için ayaklarının üzerinde dikildi.
Düşmanın öncü şövalyesi mızrağını kaldırınca, Erec ne gibi avantajları olduğunu düşündü. Atı yoktu, o yüzden bu adamlarla aynı göz hizasında olamıyordu. Ama daha alçakta olduğu için, ayaklarının yerde olmasının verdiği avantajı kullanabilirdi. Erec kendisini hemen yere attı ve bir top gibi yuvarlandıktan sonra kılıcını kaldırarak adamın atının bacaklarını kesti. At iki büklüm oldu ve sürücüsü de silahını bırakmaya fırsat bulamadan yere düşüp, başını şiddetle yere çarptı.
Erec yerde yuvarlanmaya devam etti ve diğer atların ayakları altında ezilmekten kurtulmayı başardı. Ama askerlerin pek çoğu bunu başaramayıp, yerdeki hayvana takıldılar. Onlarca at yere çakıldı ve bir toz bulutu kaldırarak ordunun içinde bir karmaşaya neden oldular.
Erec’in de beklediği buydu zaten: biraz toz, biraz zihin karışıklığı ve yere düşen düzinelerle asker…
Erec ayağa fırladı, kılıcını kaldırdı ve başına inmek üzere olan bir kılıcı engelledi. Geriye dönerek önce bir mızrağı, sonra da bir kargıyı ve sonra da bir baltayı durdurdu. Her tarafından yağmakta olan darbelere karşı müthiş bir savunma yaptı, ama bunu sonsuza dek sürdüremeyeceğini biliyordu. Hayatta kalma şansını arttırmak için yapması gereken şey, hiç beklemeden atağa geçmekti.
Erec bir top gibi yerde yuvarlandı, ayağa kalktı, dizinin üzerine çöktü ve kılıcını bir mızrakmış gibi fırlattı. Kılıç havada uçtu ve onun en yakınındaki savaşçının göğsüne saplandı. Adamın gözleri fal taşı gibi açıldı ve yanlamasına yere düşerek öldü.
Bu fırsatı kaçırmayan Erec adamın silahını elinden alarak, onun atına atladı. Gümüşten yapılmış, kakmalı, uzun bir saptan ve ucunda üç adet çivili top olan dört ayak uzunluğunda bir zincirden oluşan bu silahı uzaktan bile gözüne kestirmişti. Erec geriye doğru çekilip onu başının üzerinde döndürdü ve birkaç düşmanının elindeki silahları bu şekilde yere indirmeyi başardı; sonra yine döndürdü ve üç tanesini atlarından düşürdü.
Erec daha sonra bakışlarını savaş meydanında gezdirdi ve düşmana epeyce büyük bir zayiat verdirmiş olduğunu gördü. Yaklaşık yüz şövalye yerde yatıyordu. Ama en az iki yüz asker daha vardı ve bunlar da yeniden bir araya gelmeye başlamışlardı ve ona saldırmaya hazırlanıyorlardı. Ve hepsi de çok kararlı görünüyorlardı.
Erec atını onlara doğru sürdü ve kendisine özgü bir savaş çığlığı attı. Sonra, zincirli silahını daha da yükseğe kaldırarak Tanrı’ya ona güç vermesi için dua etti.
*
Alistair, bütün gücüyle Warfkin’e tutunup bağırdı. At dörtnala onu tanıdık yollardan geçirip Savaria’ya götürüyordu. Bütün yol boyunca hayvana bağırmış, onu ayaklarıyla dürtmüş ve geri dönmesi ve onu Erec’e götürmesi için elinden geleni yapmıştı. Ama hayvan onu dinlememişti. Alistair böyle bir atla ilk kez karşılaşıyordu. Bu at sadece ve sadece kendi efendisinin sözünü dinliyor ve kararlılıkla ona itaat ediyordu. Onu Erec’in istediği yere götürmek için emir aldığı açıkça belli oluyordu. Alistair sonunda yapabileceği hiç bir şey olmadığı gerçeğini kabul edip, duruma boyun eğdi.
Şehrin kapılarından geçerken Alistair uzun bir süre sözleşmeli köle olarak yaşadığı bu şehre geri döndüğü için karışık duygular içindeydi. Gördüğü her şey ona tanıdık geliyordu, ama bir yandan da onu taciz eden hancıyla ve bu yerle ilgili olan tüm kötü şeylerle ilgili anılarını da davet ediyordu. Erec’le birlikte buradan ayrılmayı ve onunla yeni bir hayat sürdürmeyi o kadar sabırsızlıkla beklemişti ki… Bu kapıların içinde kendisini güvende hissediyordu, ama içinde oralarda tek başına bir orduyla baş etmesi gereken Erec’le ilgili çok kötü önseziler vardı. Bu düşünce onu hasta ediyordu.
Warfkin’in geri dönmeyeceği belli olunca, Alistair yapabileceği ikinci iyi şeyin Erec’e yardım göndermek olduğunu anlamıştı. Erec ona burada, bu kapıların sağladığı güven ortamında kalıp beklemesini söylemişti ama bu onun yapmak istediği en son şeydi. O ne de olsa bir kral kızıydı. Korkması veya çatışmadan kaçması beklenemezdi. Erec’in tam dengiydi o… Onun gibi soylu ve kararlıydı. Erec’e bir şey olduğu takdirde, yapayalnız yaşaması söz konusu bile olamazdı.
Alistair bu kraliyet şehrini iyi tanıdığı için, Warfkin’i Dük’ün şatosuna yönlendirdi. Şimdi artık şehir kapılarının içinde oldukları için, hayvan onu dinliyordu. Atı şatonun girişine doğru sürdü, attan indi ve onu durdurmak isteyen görevlileri iterek ellerinden kurtuldu. Hizmetkârlık yaparken çok iyi tanıdığı mermer koridorlarda koşmaya başladı.
Alistair kabul salonuna açılan geniş kapıları büyük zorluklarla kırarak açtı ve Dük’ün özel odasına daldı.
Hepsi de kraliyet giysileri içinde olan konsey üyelerinden birkaçı dönüp ona baktı. Etrafında birkaç şövalye olan Dük’se odanın tam ortasında oturuyordu. Herkesin yüzünde şaşkın bir ifade vardı; Alistair hiç şüphesiz önemli bir işin yarıda kesilmesine neden olmuştu.
“Sen de kimsin, kadın?” diye bağırdı birisi.
“Dük’ün resmi toplantısını hangi cüretle yarıda kesiyorsun?” diye haykırdı bir diğeri.
Dük ayağa kalkarak, “Bu kadını tanıyorum,” dedi.
“Ben de,” dedi, Brandt. Alistair onun Erec’in arkadaşı olduğunu biliyordu. “Sen Alistair’sin, öyle değil mi?” diye sordu Brandt. “Erec’in yeni eşi?”
Alistair gözyaşları içinde ona doğru koştu ve ellerini yakaladı.
“Lütfen Lordum, bana yardım edin. Erec’le ilgili!”
“Ne oldu?” diye sordu Dük, panik içinde.
“O çok büyük bir tehlike içinde. Şu anda tek başına koca bir orduyla karşı karşıya! Benim orada kalmama izin vermedi. Lütfen! Yardıma ihtiyacı var!”
Şövalyeler tek bir sözcük bile etmeden ayağa fırladılar ve hiç tereddüt etmeden koşarak odadan dışarıya çıktılar; Alistair de dönerek onlarla birlikte koşmaya başladı.
“Sen burada kal!” diye onu uyardı Brandt.
“Asla!” diye bağırdı Alistair, onun arkasından koşarak. “Sizi ona ancak ben götürebilirim!”
Hepsi birden, tek beden halinde koridorlarda koşarak şato kapılarından çıktılar ve bir an bile tereddüt etmeden, büyük bir grup halinde onları avluda bekleyen atlarına bindiler. Alistair yine Warkfin’in üzerine atladı ve onu dehleyerek grubun önüne geçti. O da diğerleri gibi bir an önce yola çıkmak için sabırsızlanıyordu.
Dük’ün avlusundan geçerlerken, etraflarındaki tüm askerler de atlarına binip onlara katıldılar. Öyle ki, Savaria kapılarından çıktıklarında onlara en az yüz kişiden oluşan ve sayıları giderek artan askeri bir birlik eşlik ediyordu. Alistair atını, Brandt ve Dük’le birlikte en önde sürüyordu.
“Erec senin bizimle birlikte geldiğini bir öğrenirse, kellem tehlikede demektir,” dedi Brandt, onun yanında giderken. “Lütfen bize onun nerede olduğunu söyleyin, leydim.”
Ama Alistair inatla başını iki yana doğru salladı. Atı dörtnala koştururken, etrafındaki adamların atlarının çıkardığı gürültüyü duymazdan gelmeye ve gözyaşlarına hâkim olmaya çalışıyordu.
“Erec’i terk etmektense mezara girmeyi yeğlerim!”