Kitobni o'qish: «Kalkan Denizi »
Morgan Rice Hakkında
Morgan Rice, USA Today’in 1 numaralı çok satan destansı on yedi Kitaplık FELSEFE YÜZÜĞÜ; on bir Kitaplık (ve hala devam eden) genç yetişkin serisi 1 numaralı çok satan VAMPİR GÜNLÜKLERİ; 2 Kitaptan oluşan (ve devam eden) kıyamet sonrası gerilim, 1 numaralı çok satan KÖLETÜCCARLARI ÜÇLEMESİ; ve yeni destansı fantezi serisi KRALLAR VE BÜYÜCÜLER Kitaplarının 1 numaralı çok satan yazarıdır. Morgan’ın Kitapları hem basılı hem de sesli olarak bulunabilir ve çeviriler 25 dilde mevcuttur.
Morgan sizi dinlemeyi çok seviyor, dolayısıyla lütfen www.morganricebooks.com adresini ziyaret edip eposta listesine eklenin, ücretsiz bir Kitap kazanın, ücretsiz hediyeler alın, ücretsiz uygulamaları indirin, Facebook ve Twitter ile bağlanın ve irtibatta kalın!
Morgan Rice İçin Yazılan Övgülerden Bazıları
“FELSEFE YÜZÜĞÜ ani bir başarı için her şeye sahip: olay örgüsü, karşı tema, gizem, yürekli şövalyeler, kırık kalplerle dolu yeşeren aşklar, dalavere ve ihanet.Her yaştaki okuyucuya hitap ediyor ve saatlerce zihninizi meşgul tutabiliyor. Tüm fantezi okurlarının kütüphanesinde bulunmasını tavsiye ettiğimiz bir kitap.”
–-Books and Movie Reviews, Roberto Mattos
“Eğlenceli bir epik fantezi.”
–Kirkus Reviews
“Dikkate değer bir şeylerin başlangıcı burada.”
–-San Francisco Book Review
“Aksiyon dolu …. Rice'ın yapıtı oldukça sağlam ve olay örgüsü merak uyandırıcı.”
–-Publishers Weekly
“Sürpizlerle dolu bir fantezi …. Bu, genç yetişkin fantezi serisi olma belirtisinin sadece başlangıcı.”
–-Midwest Book Review
Morgan Rice Kitapları
KRALLAR VE BÜYÜCÜLER
EJDERHALARIN YÜKSELİŞİ (1. Kitap)
CESURUN YÜKSELİŞİ (2. Kitap)
ONURUN BEDELİ (3. Kitap)
BİR KAHRAMANLIK OCAĞI (4. Kitap)
FELSEFE YÜZÜĞÜ
KAHRAMANLARIN GÖREVİ (1. Kitap)
KRALLARIN YÜRÜYÜŞÜ (2. Kitap)
EJDERHALARIN KADERİ (3. Kitap)
BİR ŞEREF HAYKIRIŞI (4. Kitap)
ŞEREF YEMİNİ (5. Kitap)
KAHRAMANLIK SALDIRISI (6. Kitap)
KILIÇ AYİNİ (7. Kitap)
SİLAHLARIN TESLİMİ (8. Kitap)
BÜYÜLÜ GÖKYÜZÜ (9. Kitap)
KALKAN DENİZİ (10. Kitap)
ÇELİĞİN HÜKÜMDARLIĞI (11. Kitap)
ATEŞ ÜLKESİ (12. Kitap)
KRALİÇELERİN YÖNETİMİ (13. Kitap)
KARDEŞLERİN YEMİNİ (14. Kitap)
ÖLÜLERİN DÜŞÜ (15. Kitap)
ŞOVALYELERİN MIZRAK DÖVÜŞÜ (16. Kitap)
SAVAŞIN ARMAĞANI (17. Kitap)
KÖLETÜCCARLARI ÜÇLEMESİ
ARENA BİR (1. Kitap)
ARENA 2 (2. Kitap)
VAMPİR GÜNLÜKLERİ
DÖNÜŞÜM (1. Kitap)
SEVİLMİŞ (2. Kitap)
ALDATILMIŞ (3. Kitap)
YAZGI (4. Kitap)
ARZULANMIŞ (5. Kitap)
NİŞANLI (6. Kitap)
YEMİNLİ (7. Kitap)
BULUNMUŞ (8. Kitap)
CANLANDIRILMIŞ (9. Kitap)
GÖMÜLMÜŞ (10. Kitap)
KADER (11. Kitap)
FELSEFE YÜZÜĞÜ serisini sesli kitap formatında Dinleyin!
Telif Hakkı Sahibi Morgan Rice © 2013
Tüm hakları saklıdır. Bu yayının herhangi bir bölümü, 1976 ABD Telif Hakları Kanunu ile izin verilenin dışında, yazarın önceden izni olmaksızın, hiçbir formatta ve hiçbir amaçla çoğaltılamaz, dağıtılamaz veya yayılamaz veya bir veri tabanı ya da bilgi kurtarma sisteminde saklanamaz.
Bu e-kitap sadece kişisel kullanımınız için lisanslanmıştır. Bu e-kitap başkalarına tekrar satılamaz veya verilemez. Eğer bu kitabı paylaşmak istiyorsanız lütfen paylaşmak istediğiniz kişiler için birer ek kopya satın alın. Eğer bu kitabı okuyorsanız fakat satın almadıysanız veya sadece sizin kullanımınız için satın alınmadıysa lütfen iade edin ve bir kopya satın alın. Yazarın emeğine saygı gösterdiğiniz için teşekkür ederiz.
Bu kitap kurgusal bir eserdir. İsimler, karakterler, işletmeler, kuruluşlar, mekânlar, olaylar ve durumlar yazarın hayal ürününün eserleridir ve kurgusal amaçla kullanılmıştır. Gerçek hayattaki ölü veya yaşayan herhangi biri ile benzerlik tamamen tesadüfîdir.
Telif hakları Razzomgame’e ait Jacket resmi, Shutterstock.com lisansı ile kullanılmıştır.
Wastemoreland Kontu: Ah, şimdi yanımızda,
İngiltere’deki binlerce askerimiz olsaydı…”
V. Henry: “Hayır, sevgili kuzenim…
Bu onuru az sayıda kişiyle paylaşmış olacağız.
Tanrı aşkına! Ne olur bir er daha isteme.”
--William ShakespeareV. Henry
BİRİNCİ BÖLÜM
Gwendolyn acı tüm bedenini delip geçerken hiç durmadan bağırıyordu.
Dağ çiçekleri tarlasında sırt üstü uzanırken, hayal edemeyeceği kadar kötü şekilde canını yakıyordu, debelenerek, iterek bebeği dışarı çıkarmaya çalışıyordu. Bir yanı, tüm bunların bitmesini, bebek doğmadan önce güvenli bir yere ulaşabilmeyi diledi. Fakat daha büyük olan diğer yanı, bebeğin o istese de istemese de şimdi geldiğini biliyordu.
Lütfen, Tanrım, şimdi değil, diye dua etti. Sadece bir kaç saat daha. Önce güvenli bir yere ulaşmamıza izin ver.
Fakat bu olmayacaktı. Gwendolyn vücudunu yırtan bir başka korkunç ağrı hissetti, geriye yaslandı, bebeğin içinde yön değiştirdiğini ve çıkışa yaklaştığını hissettiğinde acı bir çığlık attı. Bunu durdurmanın hiç bir yolu olmadığını biliyordu.
Bunun yerine, Gwen itmeye, hemşirelerin öğrettiği gibi kendini nefes almaya zorlamaya devam ederek çıkmasına yardımcı olmaya çalışıyordu. Fakat işe yarıyor gibi gelmiyordu ve acı içinde inledi.
Gwen tekrar oturdu ve insana ait her hangi bir işaret bulmak için etrafına bakındı.
“YARDIM!” diye ciğerlerini yırtarcasına çığlık attı.
Hiç cevap gelmedi. Gwen, yaz tarlalarının tam ortasında, insanlardan uzaktaydı ve çığlığı sadece ağaçlar ve rüzgar tarafından duyuluyordu.
Gwen hep güçlü olmayı denerdi fakat an itibariyle çok korkmuş olduğunu kabul etmeliydi. Kendinden ziyade bebeği içindi bu korkusu. Ya onları kimse bulamazsa? Kendi başına bebeğini doğurabilse bile, bu yerden bebeğiyle birlikte hiç çıkabilecek miydi? O ve bebeğinin burada ölüp gideceğine dair korkunç bir duyguya kapıldı.
Gwen Dipdünya’yı, Argon’u serbest bıraktığı o kader anında vermek zorunda olduğu kararı düşündü. Kurbanı. Ona üstelenen dayanması güç seçenek, bebeği ve kocası arasında bir seçim yapmasıydı. Şimdi verdiği kararı hatırlarken gözyaşlarını durduramıyordu. Hayat neden hep kurban verilmesini gerektirirdi?
Bebek içeride aniden yer değiştirdiğinde Gwen nefesini tuttu, çok yoğun bir acı kafatasının en tepesinden ayak parmaklarının bitimine kadar yayıldı. Bir meşe ağacının içten dışa doğru tam ikiye bölünüyormuş gibi hissettirdi.
Gwendolyn arkaya uzanıp kafasını gökyüzüne kaldırarak inledi, kendini burası hariç diğer tüm yerlerde resmetmeyi denedi. Zihninde tutunacağı bir şey, ona bir nebze olsun huzur verecek bir şey aradı.
Thor’u düşündü. İkisinin bir arada olduğu, ilk tanıştıkları günü, tarlalarda ele ele tutuşurken, yanı başlarında Krohn’la beraber yürüdüklerini düşündü. Detaylara odaklanarak zihnindeki görüntüyü gerçeğe bürümeyi denedi.
Maalesef işe yaramıyordu. Şaşırarak gözlerini açtı, acı onu gerçekliğe döndürdü. Buraya, bulunduğu bu yere nasıl yalnız başına düştüğünü merak etti – sonra ona ölen annesini anlatan Aberthol’ü, onu görmek için nasıl alelacele yola çıktığını hatırladı. Annesi de şu anda ölüyor muydu?
Birden bire Gwen, ölüyormuş gibi hissederek haykırdı, aşağı baktığında bebeğin başının çıkmakta olduğunu gördü. Kendini geriye atıp, çığlık çığlığa, hiç durmadan itmeye devam etti; kıpkırmızı olmuş yüzünden ter boşanıyordu.
Son bir güçle itince havayı bir ağlama sesi deldi.
Bir bebeğin sesi.
O anda gökyüzü karardı. Gwen yukarı bakıp mükemmel yaz gününün hiç bir belirti göstermeden geceye dönüşünü korkuyla izledi. İki güneşin bir anda iki ay tarafından tutulmasını izledi.
İki güneşin tam tutulması. Gwen buna inanamıyordu: bu bildiği kadarıyla sadece on bin yılda bir olurdu.
Gwen, karanlığa gömülürken korkuyla bu sahneyi izledi. Gökyüzünde birdenbire şimşekler parlamaya, yıldırımlar düşmeye başladı ve Gwen yağan buz taneleriyle taşa tutulduğunu hissetti. Neler olduğunu anlayamıyordu, nihayet dolu yağdığını fark etti.
Bunların hepsinin, bebeğinin doğumuyla aynı anda ortaya çıkan tüm bu olayların tamamının sarsıcı alametler olduğunu biliyordu. Bebeğe bakar bakmaz, algısının ötesinde bir gücü olduğunu anladı. Bir başka aleme aitti.
Ağlayarak dışarı çıktığında Gwen içgüdüsel olarak ona uzandı ve çamurlu çimenliğe düşmeden önce onu tutarak göğsüne çekti. Kollarını etrafına sararak yağan doludan korudu.
Ağlamasıyla yeryüzü sallanmaya başladı. Yerin titrediğini hissetti, uzakta kayaların tepelerden aşağı yuvarlandığını gördü. Bu bebeğin ta içine yayılan gücünün tüm evreni etkilediğini hissediyordu.
Gwen bebeğini sıkı sıkı tutarken an be an güçten düştüğünü, çok kan kaybettiğini hissetti. Başı döndü, hareket edemeyecek kadar güçsüzdü, göğsünde durmaksızın ağlayan bebeğini bile zar zor tutuyordu. Bacaklarını hissedemiyordu.
Gwen burada, bebeğiyle birlikte bu tarlalarda öleceğine dair kendini dağlayan bir sezgiye kapıldı. Kendini artık umursamıyordu ama bebeğinin ölmesi fikrine katlanamıyordu.
Tanrılara itirazını göstermek için, içinde kalan son kırıntılarla birlikte “HAYIR!” diye haykırdı.
Gwen kafasını geriye bırakıp, yerde dümdüz yatarken cevap olarak bir çığlık geldi. Bu bir insana ait değildi. Kadim bir yaratığındı.
Gwen bilincini kaybetmeye başladı. Yukarı bakarken gözleri kapanıyordu, gökyüzünde hayalet gibi görünen bir gölge gördü. Bu devasa hayvan ona doğru alçalarak gelirken, onun çok sevdiği bir yaratık olduğunu hayal meyal fark etti.
Ralibar.
Gwen gözlerini tamamen kapamadan önce gördüğü son şey, Ralibar’ın kocaman parlayan yeşil gözleri ve kadim pullarıyla, pençeleri açık halde Gwen’i hedef alarak ona doğru alçalmış olduğuydu.
İKİNCİ BÖLÜM
Luanda, donup kalmıştı. Elinde hala tuttuğu kanlı hançerle az önce ne yaptığına inanamayarak Koovia’nın cansız bedenine afallamış halde bakıyordu.
Tüm şenlik salonu susmuş ona bakıyordu, herkes hayret içinde kalmıştı, kimse yerinden kıpırdayamıyordu. Hepsi, dokunulmaz Koovia’nın, maharetiyle Kral McCloud’dan sonra gelen, McCloud krallığının olağanüstü savaşçısının, Luanda’nın ayakların dibinde yatan Koovia’nın cesedine bakıyordu. Odanın içindeki sessizlik o denli yoğundu ki bir bıçakla kesilebilirdi.
Luanda hepsinden daha çok şaşırmıştı. Bir ısı dalgasının vücuduna yayıldığını, hançeri hala tutarken avucunun yandığını hissediyordu, az önce bir adam öldürdüğü için coşkun ve korkmuş hissediyordu. Bunu yaptığı, kocasına veya geline ellerini süremeden önce bu canavarı durdurduğu için gururluydu. Hak ettiğini bulmuştu. Bu McCloud’ların hepsi barbardı.
Birden bir bağırtı duyuldu, Luanda döndüğünde sadece bir kaç adım ötede bulunan Koovia’nın öncü savaşçısının, gözlerinde intikamla ona doğru harekete geçtiğini gördü. Kılıcını yukarı kaldırarak göğsüne atılmaya geliyordu.
Luanda bir tepki vermek için oldukça hissizdi ve bu savaşçı çok çabuk hareket ediyordu. Bir an sonra kalbini parçalayacak soğuk çeliğe karşı kendini hazırlamaya çalıştı. Luanda’nın umuru değildi. Ona ne olacağı artık önemsediği bir konu olmaktan çıkmıştı, önemli olan o adamı öldürmüş olmasıydı.
Çelik kılıç ona doğru gelirken ölümü karşılamaya hazır bir halde Luanda gözlerini kapadı, ancak aniden gelen metallerin birbirine çarpa sesiyle afalladı.
Gözlerini açtığında Bronson’ın, kılıcını kaldırıp savaşçının darbesini engellemek üzere öne atılmış olduğunu gördü. Buna şaşırmıştı, Bronson’ın bunu yapabileceğini ya da kalan tek sağlıklı eliyle böylesi muktedir bir darbeyi durdurabileceğini düşünmemişti.
Bronson kılıcını maharetle savurdu, sadece bir eliyle bile öyle bir yeteneğe ve güce sahipti ki savaşçıyı kalbinden bıçaklayarak oracıkta öldürmeyi başardı.
Luanda gözlerine inanmıyordu. Bronson bir kez daha hayatını kurtarmıştı. Ona gerçekten borçlu hissetti, akabinde ona karşı hissettiği aşk yeniden büyüdü. Belki de düşündüğünden bile daha güçlü bir halde üstelik.
Şölen salonunun her iki yanından çığlıklar yükseldi, McCloud’lar ve McGil’ler birbirlerini önce öldürme derdiyle birbirlerine doğru atıldılar. Gün boyu ve akşam şenliklerinde devam eden tüm o yapmacık nezaket yok olmuştu. Şimdi bir savaş başlamıştı:, gelinlerini taciz ederek kabahat işleyen McCloud’ların onur kırıcı davranışlarıyla dolmuş, içkinin de etkisiyle alevlenmiş savaşçıların, başka savaşçılara karşı verdiği bir mücadeleydi bu.
Adamlar kalın tahta masanın üzerinden atlayarak ilk öldüren taraf olma endişesiyle birbirlerini bıçaklıyor, birbirlerinin yüzlerini tutup, güreşerek masadan düşürüyorlar, yemekleri ve şarapları deviriyorlardı. Oda bu kadar insanla bir hayli sıkışıktı, herkes omuz omuza dövüşüyordu, hareket edecek yer yok denecek kadar azdı. Tüm odada kanlı bir kargaşa hüküm sürerken adamlar bağırıyor, birbirlerini bıçaklıyor, çığlık atıyor ve ağlaşıyorlardı.
Luanda kendini toplamaya çalıştı. Dövüş o kadar hızlı ve yoğun gelişmiş, kana susayan bu adamlar, birbirlerini öldürmeye o denli odaklanmışlardı ki kimse etrafına bakıp odanın çevresinde olanları gözlemlemek için bir süreliğine bile olsa durmuyordu. Luanda her şeyi gözlemliyordu, tüm olanları daha geniş bir bakış açısıyla görüyordu. McCloud’ların odanın kuytularından gizlice hareket ederek, yavaşça teker teker sıvıştıktan sonra arkadan kapıları kilitlediklerini gözlemleyen tek kişi oydu.
Luanda birden bire ne olduğunu anlayınca tüyleri diken diken oldu. McCloud’lar herkesi bu odaya kilitliyor ve bir nedenle kaçıyorlardı. Duvarlardan meşaleleri indirmelerini izlerken gözleri fal taşı gibi açıldı.
Luanda bunu tahmin etmeliydi. McCloud’lar barbarlardı ve kazanmak için her şeyi yaparlardı.
Luanda, gözlerinin önünde cereyan eden olayı algılarken, bir kapının henüz kilitlenmediğini fark etti.
Dönüp içinde bulunduğu arbededen kaçarak kalan kapıya koştu, önündeki adamları dirsekleyerek ve iterek yol açtı. Bu sırada McCloud’lardan birinin de odanın en ücra köşesinde yer alan kapıya doğru atıldığını görünce, daha hızlı koşmaya başladı. Ciğerleri yanıyordu ama ondan önce kapıya ulaşmaya kararlıydı.
McCloud, kapıya uzanırken, Luanda’yı görmedi; kalın ahşap bir sopayı tutarak kapıyı sürgülemeye hazırlandı. Luanda hemen yanından ona saldırıp hançerini kaldırdı ve adamı sırtından bıçakladı.
McCloud bağırdı, sırtı geriye esnedi ve yere düştü.
Luanda sopayı tutarak kapıdan çekti, açarak dışarı koştu.
Dışarıda, gözlerini karanlığa alıştırdıktan sonra soluna ve sağına baktı; McCloud’ların salonun dışında sıralanarak meşaleleri getirdiklerini ve binayı ateşe vermeye hazırlandıklarını gördü. İçi panikle doldu, bunun olmasına izin veremezdi.
Dönüp yeniden salona koştu. Bronson’u tutup çarpışmadan sıyırdı.
“McCloud’lar!” diye aceleyle bağırdı. “Salonu yakmaya hazırlanıyorlar! Bana yardım et! Herkesi dışarı çıkar! HEMEN!”
Durumu anlayan Bronson, korkuyla gözlerini açtı ve hiç tereddüt etmeden, MacGil liderlerine koşup, onları kavgadan çekip bağırarak anlatmaya başladı ve açık kapıya doğru el kol hareketleri yaptı. Hepsi dönüp bakınca olanları anladı ve adamlarına emirler yağdırdılar.
Luanda, Mac Gil adamlarının aniden kavgadan sıyrılıp dönerek kurtarmayı başardığı açık kapıdan koştuklarını görünce biraz olsun rahatladı.
Onlar organize olurken, Luanda ve Bronson da vakit kaybetmedi. Kapıya koştular ve Luanda başka bir McCloud’un da oraya yönelip kütüğü alarak kapıyı kilitlemeye çalıştığını görünce dehşete düştü. Bu sefer ondan önce davranacaklarını sanmıyordu.
Bu defa Bronson hamlesini yaptı, kılıcı havaya kaldırıp öne eğildi ve fırlattı.
Kılıç McCloud’ın sırtında son bulup ona saplanana kadar havada döne döne uçtu.
Savaşçı çığlık atıp yere çöktü, Bronson kapıya koşarak tam vaktine kapıyı ardına kadar açtı.
Onlarca MacGil, açık kapıdan koşarken Luanda ve Bronson da onlara katıldı. Yavaştan salon tüm MacGil’lerden temizlendi. Bu arada McCloud’lar düşmanlarının neden geri çekildiğini hayretle izliyorlardı.
Hepsi dışarı çıktığında, Luanda kapıyı arkadan çarptı ve McCloud’ların onları takip edememeleri için kütüğü diğerleriyle birlikte kaldırıp kapıyı arkadan kilitledi.
Dışarıdaki McCloud’lar durumu fark etmeye başlayınca meşaleleri indirmeye ve bunun yerine kılıçlarıyla saldırmaya başladılar.
Fakat Bronson ve diğerleri onlara hiç fırsat vermediler. Binanın etrafındaki McCloud’lara saldırarak, meşalelerini indirip silahlarına davranmaya çalışırlarken onları bıçaklayıp öldürmeye başladılar. McCloud’ların çoğu içerdeydi ve dışarıdaki bir kaç düzine asker, öfkeden gözlerine kan oturmuş hiddetli MacGil’ler karşısında duramazdı nitekim McCloud’lar kısa süre içinde öldürüldü.
Luanda, Bronson’la yan yana, MacGil klanı üyelerinin yanında duruyordu, hepsi nefes nefese kalmış, hayatta kaldıkları için heyecan duyuyorlardı. Hayatlarını ona borçlu olduklarını bilerek hepsi Luanda’ya saygıyla bakıyorlardı.
Orada dikilirken, içerideki McCloud’ların kapıya vurma seslerini duydular, dışarı çıkmaya çalışıyorlardı. MacGil’ler ne yapacaklarından emin olamayarak yavaşça dönüp Bronson’ın liderliğine başvurdular.
“İsyanı bastırmalısın,” dedi Luanda ısrarcı olarak. “Onlara tıpkı sana davranmaya niyetlendikleri aynı gaddarlıkla muamele etmelisin.”
Bronson ona baktı, bocaladı, Luanda gözlerindeki kararsızlığı görüyordu.
“Planları işe yaramadı,” dedi. “Burada kısıldılar. Tutsak oldular. Onları tutuklayacağız.”
Luanda şiddetle kafasını salladı.
“HAYIR!” diye bağırdı.” Bu adamlar senin önderliğine başvuruyorlar. Bu dünyanın en barbar yeri. Kraliyet Sarayı’nda değiliz. Burası gaddarlıkla yönetilen bir yer. Gaddarlık saygıyı talep eder. İçerideki adamlar hayatta bırakılamaz. Bir örnek teşkil etmeliler!”
Bronson tereddüt etti, dehşete düşmüştü.
"Ne demek istiyorsun?" diye sordu. "Diri diri yakalım mı yani? Bize gösterdikleri barbarlığa karşılık aynı muamelede mi bulunalım?"
Luanda dişlerini sıktı.
"Eğer bunu yapmazsan, şunu iyi bil ki gün gelecek seni öldürecekler."
MacGil klanı üyeleri etraflarında toplandı, bu tartışmaya şahitlik ediyorlardı. Luanda orada kaskatı duruyor, öfkesinden kuduruyordu. Bronson'ı seviyordu– ne de olsa hayatını kurtarmıştı. Fakat yine de bu kadar zayıf ve saf olabildiği için ondan nefret ediyordu.
Luanda'nın, erkek yöneticilerden ve verdikleri kötü kararlardan sıdkı sıyrılmıştı. Yönetime kendi geçmek için yanıp tutuşuyordu, bu işi hepsinden daha iyi kotaracağını biliyordu. Bazen bir erkeğin dünyasını bir kadının yönetmesi gerektiğinin farkındaydı.
Luanda tüm hayatı boyunca sürgün edilmiş ve küçük görülmüştü, artık kenarda oturamayacağını hissediyordu. Ne de olsa bu adamların şu an hayatta olması onun sayesindeydi. Bir de Kral'ın kızıydı– ilk çocuktu, azı değil.
Bronson orada durmuş, Luanda'ya bakıyor ve bocalıyordu. Luanda, eyleme geçmeyeceğini anladı.
Buna daha fazla dayanmayacaktı. Öfke içinde bağırıp öne atılarak hizmetlilerden birinin elindeki meşaleyi aldı, buz kesilen adamların sessiz bakışları altında, önlerine geçerek meşaleyi havaya kaldırıp fırlattı.
Meşale geceyi aydınlatarak havada döne döne uçtu ve şenlik salonunun samandan çatısının üstüne düştü.
Alevler yayılmaya başlarken Luanda bu sahneyi zevkle izledi.
MacGil'ler tezahüratlarla etrafını çevreleyip bu hareketi aynen tekrarladılar. Hepsi meşaleleri alıp fırlatınca kısa süre sonra ateş harlandı, Luanda geceyi aydınlatan alevlerin ısısını yüzünde hissediyordu. Bir an sonra salon bu büyük yangınla tutuşmuştu.
İçeride hapsolan McCloud'ların çığlıkları geceyi yırttı, Bronson geri çekilirken Luanda soğuk, katı ve merhametsiz bir halde elleri belinde duruyor, her birinin ölümünden zevk alıyordu.
Şaşkınlıktan ağzını bir türlü kapayamayan Bronson'a döndü.
"İşte," dedi küstahça, "yönetmek budur."
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Reece, Stara'yla beraber omuz omuza yürüyordu, elleri salınarak birbirine değiyor ama henüz el ele tutuşmuyorlardı. Dağ yamacının yükseklerinde renk patlaması yaşayan, Yukarı Adalar manzarasına hakim, göz alabildiğine uzanan çiçek tarlaları arasında yürüdüler. Sessizlerdi, Reece çelişen duygu seli altında boğuluyordu, ne söyleyeceğini bilemiyordu.
Reece, dağ gölünde Stara'ya gözlerinin kilitlendiği o kader anını düşündü. Onunla yalnız geçireceği bir zamana ihtiyaç duyduğu için mahiyetini göndermişti. Özellikle geçmişlerini bilen Matus onları baş başa bırakmakta gönülsüzdü ama Reece ısrar etmişti. Stara, Reece'i bir mıknatıs gibi çekiyordu ve Reece etraflarında başka kimse olsun istemedi. Onsuz geçen zamanı telafi etmeye, onunla konuşmaya, kendinde mevcut aşk bakışlarının neden onda da olduğunu anlamaya ihtiyacı vardı. Bunların hepsinin gerçek olup olmadığını ve sonlarının ne olacağını öğrenmek istiyordu.
Yürürken Reece'in kalbi çarpıyordu, nereden başlayacağından, sonraki adımından emin olamıyordu. Mantıklı tarafı ona bağırıyor, dönerek uzaklaşmasını ve Stara'dan mümkün olabildiğince uzağa kaçmasını, ana karaya yol ana bir sonraki gemiye atlayarak onu bir daha asla düşünmemesi gerektiğini söylüyordu. Evine, sadakatle onu bekleyen müstakbel karısına dönmesini söylüyordu. Ne de olsa Selese onu seviyordu, o da Selese'i. Evlenmelerine sadece bir kaç gün kalmıştı.
Reece bunun yapılabilecek en akılcı şey olduğunu biliyordu. Yapılacak en doğru şeydi.
Ne var ki, mantıklı tarafı, boyun eğmeyi reddeden duyguları ve kontrol edemediği tutkuları tarafından boğuluyordu. Stara'nın yanında kalmaya, bu tarlalarda onunla beraber yürümeye onu zorlayan bu tutkularıydı. Kendisinde, hiç anlayamadığı, onu hayatı boyunca yönlendirip dürtüsel davranışlarda bulunmasına ve kalbinin sesini dinlemesine neden olan kontrol edemediği bir taraftı. Her zaman en iyi kararları aldırdığı söylenemezdi ama Reece, içindeki bu güçlü, tutkulu özelliği her zaman kontrol edemiyordu.
Reece, Stara'nın yanında yürürken, onun da aynı şeyleri hissedip hissetmediğini merak etti. Yürürken elinin tersi Reece'inkine değiyordu ve dudaklarının ucunda hafif bir gülümsemenin olduğunu fark edebildiğini düşünüyordu. Fakat onu anlamak her zaman olduğu gibi şimdi de zordu. Onunla çocukken karşılaştığı ilk zamanda, çarpıldığını, kıpırdayamadığını ve sonraki günlerde ondan başka hiç bir şey düşünemez hale geldiğini hatırladı. Yarı saydam gözlerinde, gururlu ve asil duruşunda, Reece'e bir kurt gibi bakarak onu hipnotize eden bakışlarında bir şeyler vardı.
Çocukken, kuzenler arasındaki ilişkilerin yasak olduğunu biliyorlardı. Bu onları hiç korkutmamıştı. Aralarında çok güçlü, tüm dünya ne düşünürse düşünsün onları birbirlerine çeken bir şey vardı. Çocukken birlikte oynarlardı, hemencecik en iyi arkadaş olmuşlardı. Karşılaştıkları andan itibaren diğer kuzenlerin ve arkadaşların yerine birbirleriyle vakit geçirmeye başlamışlardı. Yukarı Adalar'ı ziyaret ettiklerinde Reece kendini uyanık olduğu her anı onunla geçirirken buluyordu. O da gemi kıyılarına yanaşana kadar art arda günler boyunca Reece'i kıyıda bekliyor ve hemen yanına koşuyordu.
Başlangıçta sadece arkadaşlardı. Fakat büyüdüklerinde, yıldızların altındaki bir kader gecesinde her şey değişti. Yasak olmasına rağmen arkadaşlıkları ikisinin de karşı koyamadığı kendilerinden bile büyük bir şeye dönüştü.
Reece, Adalar'ı onun hayalini kurarak terk ederdi, neredeyse depresyon sınırında gezinir, aylarca uykusuz geceler geçirirdi. Her gece yatağında onun yüzünü görür ve aralarında okyanusun ve aile yasalarının olmamasını dilerdi.
Onun da aynı şekilde hissettiğini bilirdi; ondan bir kartal ordusunun kanatlarıyla taşınan sayısız mektup almıştı, hepsi ona karşı hissettiği aşkı anlatıyordu. Onun kadar aşikar anlatmasa da , o da mektuplara cevap verdi.
MacGil aileleri arasında yaşanan ihtilafın meydana geldiği gün Reece'in hayatının en kötü günüydü. Tirus'un, Reece'in babası için planladığı ve en büyük oğlunun, aynı zehirle zehirlenerek öldüğü gündü. Yine de Tirus, Kral MacGil'i suçlamıştı. Ayrılık başlamıştı ve o gün Reece'in -ve Stara'nın- kalplerinin içlerinde öldüğü gün olmuştu. Babası çok güçlü karakterliydi, Stara'nınki de. Her ikisi de diğer MacGil'lerle iletişim kurmalarını yasaklamıştı. Bir daha oraya hiç gitmediler . Reece, geceler boyu acı içinde, Stara'yı yeniden nasıl görebileceğini merak ederek bunun hayalini kurardı. Mektuplarından onun da aynı hislerde olduğunu biliyordu.
Bir gün mektuplar sona erdi. Bunlara bir şekilde engel olunduğundan şüphe etti ama asla tam olarak emin olamadı. Onun mektuplarının da ona bir daha ulaşmadığından şüpheleniyordu. Zaman içinde, devam etmesi zorlaştı ve onunla ilgili düşüncelerini kalbinden çıkarmayı, zihninden kovuşturmayı öğrenmeye karar verdi. Stara'nın yüzü en garip zamanlarda yeniden karşına çıkardı ve ona ne olduğunu düşünmeden edemezdi. O da hala Reece'i düşünüyor muydu? Bir başkasıyla evlenmiş olabilir miydi?
Şimdi, bugün onu yeniden gördüğü için tüm bu anılar tekrar kafasına dolmuştu. Kalbinde yanan duyguların hala ne kadar taze olduğunu, sanki hiç ayrılmamışlar gibi hissettiğini fark etti. Stara, artık daha yaşlı, daha olgun ve hatta genç haline göre çok daha güzel bir kadındı. Reece, bakışlarındaki aşkı fark etti. Onun için duyduğu aşkın Stara'da karşılık bulduğunu anlayınca Reece yeniden doğmuş gibi hissetti.
Reece, Selese'i düşünmek istedi. Bunu ona borçluydu. Deniyordu ama başarmak imkansızdı.
Reece dağların yamacında Stara'yla beraber yürüyordu, ikisi de sus pustu, ne söyleyeceklerini bilmiyorlardı. Kaybolan tüm o yılların boşluğunu doldurmak için insan nereden başlayabilirdi ki?
Stara nihayet, "Yakında evleneceğini duydum," dedi, sessizliği bozarak.
Reece, karnında bir ağrı hissetti. Selese'le evlenme fikri her zaman aşka ve heyecana dair bir duygu seline sebep olurdu fakat bunu Stara'nın dile getirmesiyle mahvolmuş hissetti, sanki ona ihanet etmişti.
"Üzgünüm," diye cevap verdi Reece.
Başka ne söyleyeceğini bilemedi. Aslında söylemek istediği: Onu sevmiyorum. Bunun bir hata olduğunu şimdi görüyorum. Her şeyi değiştirmek ve yerine seninle evlenmek istiyorum sözleriydi.
Fakat Selese'i seviyordu. Bunu itiraf etmesi gerekirdi. Farklı bir çeşit aşktı, belki Stara'ya karşı hissettiği kadar yoğun değildi. Reece'in aklı karışmıştı. Ne düşündüğünü veya ne hissettiğini bilmiyordu. Hangi aşk daha güçlüydü? Söz konusu aşk olunca bir derece mevzu bahis olabilir miydi? Birini sevdiğinde, ne olursa olsun onu sevdiğin anlamı çıkmaz mıydı? Bir aşk diğerine göre nasıl daha güçlü olabilirdi?
"Onu seviyor musun?" diye sordu Stara.
Reece derin bir nefes aldı, duygusal bir fırtınaya tutulmuş gibiydi, nasıl cevap vereceğini hiç bilmiyordu. Bir süre yürüdüler, tam anlamıyla cevap verebilmek için kafasını topluyordu.
"Evet," diye kederle cevap verdi. "Yalan söyleyemem."
Reece durdu ve Stara'nın elini ilk kez tuttu.
Stara durdu ve yüzünü ona döndü.
"Ama seni de seviyorum," diye ekledi Reece.
Stara'nın gözlerinin umutla dolduğunu gördü.
"Beni daha mı çok seviyorsun?" diye sordu, yumuşak sesi umut doluydu.
Reece çok düşündü.
"Seni tüm hayatım boyunca sevdim," dedi nihayet. "Aşkın bildiğim tek yüzü sensin. Sen aşkın benim için anlamısın. Selese'i seviyorum. Ama seninleyken.. sanki benim bir parçam olduğunu hissediyorum. Sanki kendimden bir parça. Sanki onsuz yaşayamam gibi."
Stara gülümsedi. Elini tuttu ve yan yana yürümeye devam ettiler. Stara salınarak yürürken, yüzünde hafiften bir gülümseme vardı.
Gözlerini kaçırarak, "Kim bilir kaç gecemi seni özleyerek geçirdim," diye itiraf etti. "Sözlerim, kartalların kanatlarıyla taşındı – fakat nihayetinde babam hepsini yok etti. Aralarındaki anlaşmazlıktan sonra sana ulaşamadım. Ana karaya gitmek için bir kaç defa gemiyle kaçmaya çalışsam da yakalandım."
Reece tüm bunları duyduğu için kahroluyordu. Hiç bir fikri yoktu. İhtilaftan sonra hep Stara'nın onun hakkında ne hissettiğini merak etmişti. Bunu duyduktan sonra ise ona karşı hissettiği çekim her zamankinden fazlaydı. Artık bu şekilde hissedenin sadece kendisi olmadığını biliyordu. Eskisi kadar aklını kaçırmış hissetmedi. Aralarındaki bu şey aslında gerçekti.
"Ben de senin hayalini kurmayı hiç bırakmadım," diye cevap verdi Reece.
Nihayet dağın yamacının en üst noktasına ulaştılar, durup yan yana durdular, Yukarı Adalar'a ikisi birden tepeden bakıyordu. Bu noktadan, sonsuzluğu görebiliyorlardı; adanın okyanusa bağlantısını, üstündeki sisi, aşağıda çarpan dalgaları ve Gwendolyn'in kayalık kıyılarda sıralanmış yüzlerce gemisini izlediler.
Çok uzun süre, el ele tutuşup anın tadına vararak sessizce durdular. Birlikte olmanın, bunca yıldır onları birbirinden ayıran tüm insanlardan ve hayatın getirdiklerinden sonra nihayet birlikte olmanın tadını çıkardılar.
"Sonunda, burada ve bir aradayız– fakat işe bak ki artık neredeyse başka birine bağlısın, düğününe günler var. Öyle görünüyor ki aramıza hep bir engel girmesi kaderin bir cilvesi."
"Fakat yine de bugün buradayım," diye cevapladı Reece. "Belki kader bize bir şey anlatmaya çalışıyordur."
Stara, Reece'in elini sıkıca tuttu, Reece de aynını yaptı. Karşıya bakarlarken Reece'in kalbi çarpıyordu, tüm hayatı boyunca aklının bu kadar karıştığını hissetmemişti. Bunların hepsi kader miydi? Burada Stara'ya rastlaması, düğününden önce onu görmesi, tüm bunlar bir başkasıyla evlenerek hata yapmasını engellemek için miydi? Tüm bu yıllardan sonra kader onları her şeye rağmen bir araya getirmeye mi çalışıyordu?
Reece, böyle olduğunu hissetmekten kendini alıkoyamıyordu. Ona rastlamasının kaderin bir cilvesi olduğunu, belki de düğününden önce ona son bir şans verildiğini hissediyordu.
"Kaderin bir araya getirdiğini, hiç bir insan bozamaz," dedi Stara.
Stara, Reece'in gözlerine bakıp onu hipnotize ederken sözleri Reece'in içine işledi
"Hayatımızda olan biten çok sayıda şey bizi birbirimizden ayrı düşürdü," dedi Stara. "Klanlarımız. Vatanlarımız. Okyanus. Zaman. Fakat hiç bir şey bizi birbirimizden uzak tutmayı başaramadı. Bunca yıl geçmesine rağmen aşkımız aynı güçle yerinde duruyor. Evlenmeden önce bana rastlaman bir tesadüf mü? Kader bize bir şey anlatıyor. Çok geç değil."
Reece ona baktı, kalbi hızla çarpıyordu. Stara ona baktı, yarı saydam gözleri yukarıdaki göğü ve aşağıdaki okyanusu yansıtıyor, ona karşı yoğun bir aşk taşıyordu. Hiç olmadığı kadar aklı karışmıştı, doğru düzgün düşünemiyordu.
"Belki de düğünü iptal etmeliyim," dedi.
"Bunun kararını ben veremem," diye cevapladı. "Kalbinin sesini sen bulmalısın."
"Şu anda," dedi, "kalbim sevdiğimin sen olduğunu söylüyor. Hep sevdiğim kadın sensin."
Reece'e ciddiyetle baktı.
"Başka birini hiç sevmedim," dedi.
Reece kendine engel olamıyordu. Öne eğildi ve dudakları onunkilerle buluştu. Tüm dünyanın etrafında eridiğini, Stara da onu öptüğünde aşka battığını hissetti.
Artık nefes alamayıncaya kadar; Reece, her şeye, içindeki tüm mantığın karşı çıkmasına rağmen, Stara'dan başkasıyla evlenemeyeceğini fark edene kadar öpüşmeye devam ettiler.