Kitobni o'qish: «Çeliğin Hükümdarlığı »
Morgan Rice Hakkında
Morgan Rice, USA Today’in 1 numaralı çok satan destansı on yedi Kitaplık FELSEFE YÜZÜĞÜ; on bir Kitaplık (ve hala devam eden) genç yetişkin serisi 1 numaralı çok satan VAMPİR GÜNLÜKLERİ; 2 Kitaptan oluşan (ve devam eden) kıyamet sonrası gerilim, 1 numaralı çok satan KÖLETÜCCARLARI ÜÇLEMESİ; ve yeni destansı fantezi serisi KRALLAR VE BÜYÜCÜLER Kitaplarının 1 numaralı çok satan yazarıdır. Morgan’ın Kitapları hem basılı hem de sesli olarak bulunabilir ve çeviriler 25 dilde mevcuttur.
Morgan sizi dinlemeyi çok seviyor, dolayısıyla lütfen www.morganricebooks.com adresini ziyaret edip eposta listesine eklenin, ücretsiz bir Kitap kazanın, ücretsiz hediyeler alın, ücretsiz uygulamaları indirin, Facebook ve Twitter ile bağlanın ve irtibatta kalın!
Morgan Rice İçin Yazılan Övgülerden Bazıları
“FELSEFE YÜZÜĞÜ ani bir başarı için her şeye sahip: olay örgüsü, karşı tema, gizem, yürekli şövalyeler, kırık kalplerle dolu yeşeren aşklar, dalavere ve ihanet.Her yaştaki okuyucuya hitap ediyor ve saatlerce zihninizi meşgul tutabiliyor. Tüm fantezi okurlarının kütüphanesinde bulunmasını tavsiye ettiğimiz bir kitap.”
--Books and Movie Reviews, Roberto Mattos
“Eğlenceli bir epik fantezi.”
—Kirkus Reviews
“Dikkate değer bir şeylerin başlangıcı burada.”
--San Francisco Book Review
“Aksiyon dolu …. Rice'ın yapıtı oldukça sağlam ve olay örgüsü merak uyandırıcı.”
--Publishers Weekly
“Sürpizlerle dolu bir fantezi …. Bu, genç yetişkin fantezi serisi olma belirtisinin sadece başlangıcı.”
--Midwest Book Review
Morgan Rice Kitapları
KRALLAR VE BÜYÜCÜLER
EJDERHALARIN YÜKSELİŞİ (1. Kitap)
CESURUN YÜKSELİŞİ (2. Kitap)
ONURUN BEDELİ (3. Kitap)
BİR KAHRAMANLIK OCAĞI (4. Kitap)
GÖLGELER DİYARI (5. Kitap)
CESURUN GECESİ (6. Kitap)
FELSEFE YÜZÜĞÜ
KAHRAMANLARIN GÖREVİ (1. Kitap)
KRALLARIN YÜRÜYÜŞÜ (2. Kitap)
EJDERHALARIN KADERİ (3. Kitap)
BİR ŞEREF HAYKIRIŞI (4. Kitap)
ŞEREF YEMİNİ (5. Kitap)
KAHRAMANLIK SALDIRISI (6. Kitap)
KILIÇ AYİNİ (7. Kitap)
SİLAHLARIN TESLİMİ (8. Kitap)
BÜYÜLÜ GÖKYÜZÜ (9. Kitap)
KALKAN DENİZİ (10. Kitap)
ÇELİĞİN HÜKÜMDARLIĞI (11. Kitap)
ATEŞ ÜLKESİ (12. Kitap)
KRALİÇELERİN YÖNETİMİ (13. Kitap)
KARDEŞLERİN YEMİNİ (14. Kitap)
ÖLÜLERİN DÜŞÜ (15. Kitap)
ŞOVALYELERİN MIZRAK DÖVÜŞÜ (16. Kitap)
SAVAŞIN ARMAĞANI (17. Kitap)
KÖLETÜCCARLARI ÜÇLEMESİ
ARENA BİR (1. Kitap)
ARENA 2 (2. Kitap)
VAMPİR GÜNLÜKLERİ
DÖNÜŞÜM (1. Kitap)
SEVİLMİŞ (2. Kitap)
ALDATILMIŞ (3. Kitap)
YAZGI (4. Kitap)
ARZULANMIŞ (5. Kitap)
NİŞANLI (6. Kitap)
YEMİNLİ (7. Kitap)
BULUNMUŞ (8. Kitap)
CANLANDIRILMIŞ (9. Kitap)
GÖMÜLMÜŞ (10. Kitap)
KADER (11. Kitap)
FELSEFE YÜZÜĞÜ serisini sesli kitap formatında Dinleyin!
Morgan Rice © 2012
Tüm hakları saklıdır. Bu yayının herhangi bir bölümü, 1976 ABD Telif Hakları Kanunu ile izin verilenin dışında, yazarın önceden izni olmaksızın, hiçbir formatta ve hiçbir amaçla çoğaltılamaz, dağıtılamaz veya yayılamaz veya bir veri tabanı veya bilgi kurtarma sisteminde saklanamaz.
Bu eKitap sadece sizin kullanımınız için lisanslanmıştır. Bu eKitap başkalarına tekrar satılamaz veya verilemez. Eğer bu kitabı paylaşmak istiyorsanız lütfen her birey için birer ek kopya satın alın. Eğer bu kitabı okuyorsanız fakat satın almadıysanız veya sadece sizin kullanımınız için satın alınmadıysa lütfen satın alan kişiye iade edin ve kendinize bir kopya satın alın. Yazarın emeğine saygı gösterdiğiniz için teşekkür ederiz.
Bu kitap kurgusal bir eserdir. İsimler, karakterler, işletmeler, kuruluşlar, mekânlar, olaylar ve durumlar yazarın hayal ürününün eserleridir ve kurgusal amaçla kullanılmıştır. Gerçek hayattaki ölü veya yaşayan herhangi biri ile benzerlik tamamen tesadüfîdir.
Telif hakları RazoomGame’e ait Jacket adlı eser, Shutterstock.com lisansı ile kullanılmıştır.
“Ekmek topraktan çıkar, Toprağın altı ise yanmış, altüst olmuştur. Kayalarından laciverttaşı çıkar, Yüzeyi altın tozunu andırır.”
“At korkuya güler, hiçbir şeyden yılmaz, Kılıç önünde geri adım atmaz. Coşku ve heyecanla uzaklıkları yutar, Boru çalınca duramaz yerinde. Boru çaldıkça, 'Hi!' diye kişner, Savaş kokusunu, komutanların gürleyen sesini, Savaş çığlıklarını uzaklardan duyar.”
--Eyüb
BİRİNCİ BÖLÜM
Reece elindeki hançeri Tirus’un göğsüne saplamış, şok içinde donmuş duruyordu. Tüm dünyası ağır hareketlerle dönüyor, tüm dünyası bulanıklaşıyordu. Az önce en büyük düşmanını, Selese’nin ölümünden sorumlu olan adamı öldürmüştü. Reece bu yüzden inanılmaz bir intikam tatmini hissediyordu. Nihayet, çok büyük bir yanlış düzeltilmişti.
Yine de, Reece bir yandan dünyaya karşı uyuşmuş gibiydi; ölümle karşılaşmaya hazırlanmak, bu olayın hemen ardından gelecek hazin sona karşı cesaretini toplamak gibi tuhaf bir şey de hissediyordu. Oda her biri onun gibi şok içinde donmuş, olaya şahit olmuş Tirus’un adamlarıyla doluydu. Reece ölmeye hazırlandı. Buna rağmen, hiçbir pişmanlık hissetmiyordu. Reece’in onu affedeceğini düşünme cüreti göstermiş bu adamı öldürmek için kendisine bir şans verilmiş olmasından dolayı minnettardı.
Reece ölümün kaçınılmaz olduğunu biliyordu; adamlar sayıca çok fazlaydı ve o büyük salonda onun tarafında bir tek Matus ve Srog vardı. Srog yaralıydı, iplerle bağlıydı, tutsak alınmıştı; Matus’sa yanında duruyor, dikkatle askerlere bakıyordu. Tirus’a sadık bu Yukarı Adalılar ordusuna karşı ikisinin pek bir faydası olmazdı.
Ama Reece ölmeden önce, intikamını tamamlamak ve elinden geldiğince fazla Yukarı Adalıyı öldürmek istiyordu.
Tirus ölerek Reece’in ayaklarının dibine düştü ve Reece hiç tereddüt etmedi; hançerini sapladığı yerden çıkardı ve derhal dönüp yanında duran Tirus’un generalinin boğazını kesti; aynı hareketle diğer tarafa dönüp bir başka generali kalbinden bıçakladı.
Şok içindeki oda tepki vermeye başladığında, Reece hızla harekete geçti. Ölmekte olan iki adamın kınlarından iki kılıcı çekti ve karşısındaki askerlere saldırdı. Askerler daha tepki vermeye fırsat bulamadan dördünü öldürdü.
Yüzlerce savaşçı en sonunda harekete geçip, dört bir yandan Reece’e saldırdı. Reece Lejyon’da aldığı tüm eğitimi devreye soktu; kalabalık asker gruplarına karşı savaşmak zorunda kaldığı tün o zamanları hatırladı ve askerler etrafını sararken iki eliyle kılıcını havaya kaldırdı. Diğer adamlar gibi üstünde ağır bir zırh, silahlarla dolu bir kemer veya bir kalkan yoktu; hepsinden daha hafif ve hızlıydı ve büyük bir öfkeye kapılmış, köşeye sıkışmış ve canını kurtarmak için savaşıyordu.
Reece bütün askerlerden daha hızlı bir biçimde cesurca savaşırken, Thor’la, karşılaştığı en büyük savaşçıyla eşleştirildiği zamanları hatırladı ve becerilerinin bu sayede nasıl geliştiğini düşündü. Askerleri birbiri ardına öldürdü, kılıcı sayısız diğer kılıcı çarptı ve savaşırken her yöne kıvılcımlar sıçradı. Kolları ağırlaşana dek kılıcını sürekli olarak savurdu ve adamlar daha gözlerini bile kırpamadan bir düzine kadar düşman öldürdü.
Ama askerler akın akın geliyordu. Çok kalabalıklardı. Ölen he altı askere karşılık bir düzine asker daha geliyordu ve dört bir yandan akın ederken ve onu sıkıştırırlarken kalabalık giderek büyüyordu. Reece bir kılıcın kolunu kestiğini hissettiğinde nefes nefese kalmıştı; kolundan kanlar akarken bir çığlık attı. Hızla dönüp adamın kaburgalarına kılıcını sapladı, ama çoktan yaralanmıştı. Artık yaralıydı ve her yönden daha da düşman askeri geliyordu. Artık sonunun geldiğini anlamıştı.
En sonunda, minnetle kahramanca savaşırken öleceğini fark etti.
“REECE!”
Aniden tiz bir çığlık duyuldu; Reece sesin kime ait olduğunu derhal anladı.
Bir kadının sesiydi.
Sesin kime ait olduğunu anladığı anda bedeni donakaldı. O müthiş savaşın ortasında, ölmek üzere olduğu bir anda bile tüm dünyada sesini tanıyacağı tek kadına aitti:
Stara.
Reece başını kaldırınca, onun odanın iki yanındaki ahşap platformların üstünde durduğunu gördü. Stara kalabalığın tepesinde öfkeli bir ifadeyle duruyor, ona seslenirken boğazındaki damarlar kabarıyordu. Reece onun elinde bir yayla ok olduğunu gördü ve onu izlerken Stara ta odanın karşısındaki bir şeye nişan aldı.
Reece o yöne bakınca, neye nişan aldığını anladı: elli adım uzunluğunda, otuz adım çapında ve taş zeminden yükselen demir bir kancadan sarkan devasa boyutlarda metal bir avize tutan kalın bir halat. Avize bir ağaç gövdesi kadar kalındı ve birkaç yüz yanan mumu taşıyordu.
Reece şunu fark etti: Stara halatı vuracaktı. Bunu başarırsa, avize yere düşecekti… O odadaki adamların yarısı da ezilecekti. Reece yukarı bakarken, kendisinin de bunun altında durduğunu fark etti.
Stara oradan uzaklaşması için onu uyarıyordu.
Reece dönüp kılıcını indirirken ve çılgınlar gibi saldırganlara karşı koyarken kalbi panik hissiyle hızlandı; avize düşmeden önce oradan uzaklaşmaya çalıştı. Tekmeler, dirsekler ve kafalar atıp askerleri etrafından uzaklaştırıp kalabalıktan sıyrıldı. Reece çocukluğundan Stara’nın ne kadar iyi bir nişancı olduğunu hatırlıyordu. Stara her zaman oğlanlardan daha iyi bir nişancı olmuştu ve Reece onun tam hedefi vuracağını biliyordu. Düşman askerleri arkasından gelirken sırtını koruyan hiçbir şey olmadığı halde, ona güveniyor, hedefi vuracağını biliyordu.
Bir saniye sonra, Reece bir okun havada vınladığını, kalın bir halatın koptuğunu, devasa bir demir parçasının serbest kaldığını ve büyük bir hızla dosdoğru yere düşmeye başladığını duydu. Sonra, müthiş bir gümbürtü koptu, salonun tamamı zangırdadı ve bu sarsıntı Reece’in dengesini kaybetmesine neden oldu. Reece rüzgârı sırtında hissetti; elleriyle dizlerinin üstünde taş zemine kapaklanırken, avize onu bir kaç adımla kaçırdı.
Reece askerlerin çığlıklar attığını duydu ve arkasına bakınca Stara’nın yol açtığı zararı gördü: Düzinelerce adam avizenin altında ezilmişti, her yer kandı, çığlıklar geliyordu ve adamlar sıkışarak ölüyorlardı. Stara hayatını kurtarmıştı.
Reece apar topar ayağa fırladı, Stara’ya baktı ve bu sefer onun tehlikede olduğunu gördü. Birkaç düşman askeri ona yaklaşmıştı. Stara yayıyla ve okuyla nişan alırken, Reece onun herkesi vuramayacağını biliyordu.
Stara döndü ve endişeyle kapıya baktı; belli ki oradan kaçabileceklerini düşünüyordu. Ama Reece o yöne baktı ve Tirus’un adamlarının kapıya doğru koştuklarını ve iki büyük çift kapıyı kalınca tahta bir kirişle kapattıklarını görünce umudunu kaybetti.
Orada mahsur kalmışlardı; bütün çıkışlar kapatılmıştı. Reece artık orada öleceklerini biliyordu.
Stara’nın çaresizlik içinde etrafına bakındığını gördü. Derken, Stara’nın bakışları arka duvarın önündeki ahşap platformların en üst sırasında kaldı.
Reece on yöne koşmasını işaret ederken kendisi de o yöne fırladı. Reece onun ne planladığını bilemedi. Orada bir çıkış göremiyordu. Ama Stara’nın o kaleyi ondan daha iyi tanıdığını biliyordu. Belki de aklına onun göremediği bir kaçış yolu gelmişti.
Reece dönüp koşmaya başladı; adamlar yeniden bir araya gelip saldırırlarken savaşa savaşa ilerledi. Kalabalığın arasında hızla öne atılırken, elinden geldiğince az saldırıyor, onları fazla kışkırtmamaya gayret ediyordu; adamların arasından düz bir yol açıp odanın karşı tarafına geçmeyi deniyordu.
Reece koşarken Srog’a ve Matus’a baktı; onlara yardım etmeye kararlıydı. Matus’un yakaladığı iki askerin kılıcını alıp onları öldürdüğünü görünce rahatladı. Matus’un hızla Srog’un iplerini kesişini ve serbest bırakışını izledi. Srog derhal bir kılıç kaptı ve yaklaşan birkaç askeri öldürdü.
“Matus!” diye bağırdı Reece.
Matus dönüp ona baktı ve Stara’nın karşı duvarın orada olduğunu, Reece’in de o yöne koştuğunu gördü. Matus Srog’u çekti ve ikisi birlikte dönüp koşmaya başladı. Artık hepsi aynı yöne doğru koşuyordu.
Reece odada savaşarak ilerlerken, önünde bir yol açılmaya başladı. Odanın o tarafında o kadar çok asker yoktu; orası kalabalık ve askerlerin tıkadığı sürgülü çıkıştan uzakta kalıyordu. Reece Stara’nın en yaptığını bildiğini umdu.
Stara ahşap platformların üstünde koştu, daha üst sıralara sıçradı ve uzanıp onu yakalamaya çalışan askerlerin suratlarına tekmeler savurdu. Reece onu izliyor, ona yetişmeye çalışıyordu; hala onun hangi çıkışa gittiğini, ya da planının ne olduğunu bilmiyordu.
Reece en uç köşeye vardı, platformlara sıçradı. İlk ahşap platformdan sırayla üsttekilere sıçrayarak giderek daha yükseklere çıktı. Ta ki kalabalıktan tamı tamına on adım kadar yukarıda, duvardaki en uzak ve yüksek ahşap sıraya çıkana dek. Stara’yla buluştu ve ikisi Matus ve Srog’la birlikte en uç duvarda karşılaştılar. Bir tanesi hariç, diğer askerlerden epeyi uzaklaşmışlardı: Adam Stara’ya arkadan saldırınca, Reece öne atıldı ve adam hançerini Stara’nın sırtına saplamaya fırsat bulamadan onu kalbinden bıçakladı.
Stara yayını kaldırdı ve Reece’in zırhsız sırtına kılıçlarını kaldırıp saldırmak üzere olan iki askeri de vurdu.
Dördü sırtlarını odanın en uç köşesinde, en üst sırada duvara verip durdular. Reece etrafına bakınınca, odada yüz kadar askerin hızla üstlerine doğru geldiğini gördü. Artık odanın o köşesinde, gidecek hiçbir yer olmadan sıkışmışlardı.
Reece Stara’nın onları neden o köşeye getirdiğini anlamamıştı. Bir kaçış yolu göremediğinden, çok geçmeden hepsinin öleceğine emindi.
“Planın nedir?” diye seslendi ona yan yana hep birlikte askerlere karşı savaşırlarken. “Çıkış yok!”
“Yukarı bak,” dedi Stara.
Reece başını kaldırdı ve tepelerinde bir başka demir avize gördü; ta yere kadar sarkan uzunca bir halata bağlıydı ve halat hemen yanında duruyordu.
Reece şaşkınlıkla kaşlarını çattı.
“Anlamadım,” dedi.
“Halatı kap,” dedi Stara. Hepiniz kapın. Var gücünüzle asılın.”
Herkes onun dediğini yaptı; üçü birlikte iki elleriyle halatı sıkıca kavradı. Reece o anda Stara’nın ne yapmak istediğini anlamıştı.
“Bunun iyi bir fikir olduğuna emin misin?” diye seslendi.
Ama artık çok geçti.
Bir düzine kadar asker onlara yaklaşırken, Stara Reece’in kılıcını kaptı, Reece’in kollarına atladı ve avizeyi tutan yanlarındaki halatı kesiverdi.
Dördü birden halata tutunarak baş döndürücü bir hızda havaya yükselince, Reece midesinin alt üst olduğunu hissetti; demir avize hızla yere düşerken, var güçleriyle halata tutundular. Avize aşağıdaki askerleri ezdi ve halattan sallanan dördünü yükseğe fırlattı.
Halatın sallanması nihayet durdu ve dördü salonun tam elli adım yükseğinde havada asılı kaldı.
Reece kan ter içinde, neredeyse halattan düşecekken aşağıya baktı.
“Şuraya!” diye bağırdı Stara.
Reece o yöne bakınca, karşılarında kocaman mozaikli bir pencere gördü ve Stara’nın planını anladı. Sert halat Reece’in avuçlarını kesmeye başlamıştı ve elleri terlediği için kayıyordu. Daha fazla ne kadar dayanabileceğini bilmiyordu.
“Artık tutamıyorum!” diye bağırdı Srog. Yaralarına rağmen tutunmak için elinden geleni yapıyordu.
“Sallanmamız gerek!” diye bağırdı Stara. “Hız kazanmamız gerekiyor! Duvardan destek alın!”
Reece dediğini yaptı: Çizmesini duvara dayayarak öne eğildi ve hep birlikte kendilerini duvardan itince giderek daha büyük bir hızla sallanmaya başladılar. Tekrar tekrar kendilerini geriye doğru ittiler ve son bir itişle birlikte bir sarkaç gibi ta geriye kadar gitmeyi başardılar. Dosdoğru o kocaman mozaikli pencereye savrulurken, hepsi çığlıklar arsında kendilerini çarpmaya hazırladılar.
Cam patladı ve parçaları etraflarına saçıldı; dördü birden halatı bırakıp pencerenin dibindeki geniş taş alan düştüler.
Odanın elli adım yukarısındaki çıkıntıda buz gibi havada dururken, Reece aşağıya baktı ve bir yanda salonda yüzlerce askerin onlara baktığını, onlara nasıl ulaşacaklarını düşündüğünü gördü; diğer yandaysa kalenin dış tarafını gördü. Dışarıda sağanak vardı, sert bir rüzgâr ve gözleri kör eden bir yağmur yağıyordu; dahası, aşağısı rahat otuz adım yüksekliğindeydi ve atlarlarsa kesin bacaklarını kırılırdı. Ama Reece en azından aşağıda birkaç yüksek çalılık olduğunu ve zeminin ıslak ve çamurla kaplandığı için yumuşak olduğunu fark etti. Uzun ve sert bir düşüş olacaktı, ama belki de bunlar onları koruyabilirdi.
Birden, Reece metal bir şeyin etini deldiğini hissedip bir çığlık attı. Aşağıya bakıp kolunu tutu ve koluna bir okun saplanıp her yere kanlar fışkırdığını gördü. Hafif bir yaraydı, ama canı yanmıştı.
Dönüp tekrar aşağıya bakınca, Tirus’un düzinelerce adamının yaylarını çekip nişan aldığını, üstlerine her yönden vızır vızır oklar yağdığını gördü.
Vakit kalmadığını anladı. Başını kaldırdı ve bir yanında Stara’nın, diğer yanında Matus’la Srog’un durduğunu gördü. Hepsi de o yükseklikten atlayacakları için korkuyla gözleri irileşmiş bir halde duruyordu. Stara’nın elini tutu ve ya şimdi ya da hiç diye düşündü.
Aralarında konuşmadan ne yapılması gerektiğine karar verdiler ve hep birlikte atladılar. Gözleri kör eden yağmurun ve rüzgârın altında düşerlerken çığlıklar attılar ve uzunca bir süre düştüler. Reece kesin bir ölümden diğerine mi atladığını düşünmeden edemedi.
İKİNCİ BÖLÜM
Godfrey titreyen elleriyle yayını kaldırdı, siperlerin kenarından eğildi ve nişan aldı. Bir heder seçip okunu hemen fırlatmayı planlamıştı… Ama diz çöktüğü yerden aşağıdaki manzarayı görünce, şok içinde donakaldı. Aşağıda binlerce McCloud askerinden oluşan iyi eğitimli bir ordu alanda koşuyor, dosdoğru Kraliyet Sarayı’nın kapılarına hücum ediyordu. Düzinelercesin demir bir şahmerdanla öne atıldı ve bunu tekrar tekrar demir kale kapısına vurarak duvarları ve Godfrey’in ayaklarının altındaki zemini zangırdattı.
Godfrey dengesini kaybedip yayını fırlatınca, ok hiçbir yere isabet etmeden havada süzüldü. Bir diğer ok kaptı ve kalbi gümbür gümbür atarken, o gün orada öleceklerinden emin bir halde yayına yerleştirdi. Kenardan eğildi, ama nişan almasına fırsat kalmadan bir sapandan fırlatılan bir taş havada uçtu ve demir miğferine isabet etti.
Miğferinden feci bir biçimde çınladı ve Godfrey geri düşünce oku dosdoğru havaya fırladı. Derhal miğferini çıkarıp sızlayan başını ovuşturdu. Bir taşın canını o kadar acıtacağını bilememişti; demir miğfer ta kafatasının içinde çınlıyor gibiydi.
Godfrey ne tür bir belaya girdiğini düşündü. Evet, kahramanca davranmıştı, tüm şehrin McCloudlar’ın geldiği konusunda harekete geçirilmesine yardım etmiş ve çok değerli bir süre kazanılmasını sağlamıştı. Birkaç kişinin hayatını bile kurtarmış olabilirdi. Kesinlikle kız kardeşinin hayatını kurtarmıştı.
Ama o sırada, hiçbiri Gümüş askeri veya şövalye olmayan geriye kalan birkaç düzine askerle birlikteydi ve boşaltılmış bir şehrin iskeletini McCloud ordusunun tamamına karşı korumaya çalışıyorlardı. Askerlik ona göre bir iş değildi.
Birden, müthiş bir gümbürtü koptu ve Godfrey demir kapılar açılırken yine sendeledi.
Açılan şehir kapılarından içeri kana susamış, çığlıklar atan binlerce asker akın etti. Godfrey siperlerde doğrulurken, askerlerin yukarı varmasının an meselesi olduğunu biliyordu. Ölene dek savaşacaktı. Bir asker olmak böyle bir şey miydi? Cesur ve korkusuz olmak öyle miydi? Başkaları yaşayabilsin diye ölmek miydi? Artık ölümle burun buruna olduğundan, bunun çok iyi bir fikir olmadığından şüphelenmeye başlamıştı. Bir asker ve kahraman olmak harikaydı, ama hayatta olmak çok daha iyiydi.
Godfrey tam pes etmeyi, kaçıp bir yere saklanmayı düşünürken, birkaç McCloud askeri tek sıra halinde koşarak yukarıdaki siperlere ulaştı. Godfrey adamlarından birinin bıçaklanıp inleyerek dizlerinin üstüne düştüğünü gördü.
Derken, yine aynı şey oldu. Bir asker olmaya karşı tüm mantıklı düşüncelerine, tüm sağduyusuna rağmen, Godfrey’in içinde kontrol edemediği bir şey gerçekleşti. Başkalarının acı çekmesine izin vermemesine neden olan bir şeydi. Kendi adına cesaretini toplayamıyordu, ama adamlarının başının dertte olduğunu gördüğünde değişmişti… Yerinde duramayacağını hissediyordu. Buna yüreklilik bile denebilirdi.
Godfrey düşünmeden harekete geçti. Kendisini uzunca bir mızrağı kaparken ve merdivenlerden yukarı tek sıra halinde siperlere doğru koşarak gelen McCloud askerlerine fırlatırken buldu. Müthiş bir çığlık attı, mızrağı sıkıca kavradı ve ilk adama sapladı. Mızrağın ucundaki iri metal bıçak adamın göğsünün derinliklerine saplandı ve Godfrey ağırlığını, hatta bira göbeğini bile kullanarak adamların hepsini geriye itti.
Kendisi de şaşırmıştı, ama yaptığı şey işe yaramış, tek sıra halindeki askerler helezoni baş basamaklardan düşerek siperlerden uzaklaşmıştı. Godfrey tek başına içeri akın eden McCloudları uzaklaştırmıştı.
Godfrey onları ittikten sonra kendisine hayret ederken, ona ne olduğunu anlamayarak mızrağı bıraktı. Yanındaki askerler de şaşırmışlardı. Adeta Godfrey’in bunu yapabileceğini daha önceden fark etmemiş gibiydiler.
Godfrey sonra ne yapacağını düşünürken, karar onun adına verildi. Gözünün ucuyla bir kıpırtı gördü. Arkasına bakınca, bir düzine daha McCloud askerinin ona yandan saldırdığını, siperlerin diğer yanından hücuma geçtiğini gördü.
Godfrey kendisini savunmaya fırsat bulamadan, ilk asker ona ulaştı ve başına doğru kocaman bir savaş baltası savurdu. Godfrey bu darbenin kafatasını çatlatacağını fark etti.
Eğilerek darbeyi savuşturdu… Bu, iyi yaptığı şeylerden biriydi. Böylelikle, balta başının üstünden geçti. Godfrey daha sonra omzunu aşağı eğip askere saldırdı, onu geriye itip yakaladı.
Godfrey adamı siperlerin kenarında teke tek boğuştukları, birbirlerinin boğazını sıktıkları noktaya kadar geriye itti. Adam güçlüydü, ama Godfrey de güçlüydü. Hayatı boyunca sahip olduğu nadir iyi özelliklerden biriydi.
İki adam boğuştular, birbirlerini ileri geri döndürdüler ve aniden ikisi birden siperlerden düştü.
İkisi birlikte birbirini tutmuş halde havada uçtu ve on beş adım yüksekten yere doğru düşmeye başladı. Godfrey hava dönerken, kendisinin yere çakılmayacağını, tutunduğu askerin üstüne düşeceğini umdu. Adamın ve üstündeki zırhların ağırlığının onu ezeceğini biliyordu.
Godfrey son anda havada döndü ve adamın üstüne çıktı; Godfrey’in ağırlığı onu ezerken ve bayıltırken adam inledi.
Ama düşüş Godfrey’i de etkilemiş, sersemletmişti; başını çarptı ve adamın üstünden yuvarlanırken bedenindeki tüm kemiklerin sızladığını hissetmişti. Dünya hızla dönerken, biraz yerde yattı ve düşmanının yanı başında kendinden geçti. Gördüğü son şey McCloud ordusunun Kraliyet Sarayı’na akın edişi ve ele geçirişiydi.
*
Elden ellerini beline dayamış Lejyon eğitim alanında yanında Conven ve O’Connor’la birlikte duruyordu ve üçü Thorgrin’in onlara getirdiği yeni asker adaylarını izliyorlardı. Elden usta bir gözle gençlerin alanda ileri geri dörtnala koşuşunu, hendeklerin üstünden atlamaya ve asılı hedeflere mızraklar saplamaya çalışmasını seyrediyordu. Çocuklardan bazıları atlayışı beceremedi ve atlarıyla birlikte çukurlara düştü; bunu başaranlarsa hedefleri vuramadı.
Elden başını salladı, kendisinin ilk Lejyon eğitimine başladığında nasıl olduğunu hatırlamaya ve gençlerin son birkaç gündür gelişme gösterdiğini düşünerek umutlanmaya çalıştı. Ancak adaylar hala onları yeni askerler olarak Kabul edebileceği kadar sert savaşçılar değillerdi. Çıtayı çok yükseltmişti; özellikle de Thorgrin’i ve diğerlerini gururlandırmak için büyük bir sorumluluk taşıyordu. Conven ve O’Connor da ondan aşağı düşünmüyorlardı.
“Efendim, haberler var.”
Elden eski bir hırsız olan Merek isimli yeni askerlerden birinin heyecanla yanına geldiğini gördü. Düşüncelerinden sıyrılan Elden kızdı.
“Oğlum, sana beni asla eğitim sırasında…”
“Ama efendim, anlamıyorsunuz. Mutlaka…”
“Hayır. SEN anlamıyorsun,” dedi Elden. “Adaylar eğitimdeyken, beni…”
“BAKIN!” diye bağırdı Merek onu tutup bir yeri işaret ederek.
Öfkelenen Elden tam Merek’i tuttuğu gibi fırlatacakken, ufka baktı ve donakaldı. Karşısındaki manzarayı idrak edemedi. Ufukta kapkara duman bulutları yükseliyordu. Hepsi de Kraliyet Sarayı’nın oradaydı.
Elden şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı. Kraliyet Sarayı’nda yangın çıkmış olabilir miydi? Nasıl olabilirdi?
Ufuktan müthiş çığlıklar ve bir ordunun bağırış çağırışlarının yanı sıra, kırılan demir bir kapının da sesi geldi. Elden korkuya kapıldı; Kraliyet Sarayı’nın kapıları aşılmıştı. Bunun tek bir anlamı olabileceğini biliyordu… Profesyonel bir ordu şehre girmişti. Onca gün arasında, Kutsal Ziyaret Günü’nde Kraliyet Sarayı istila edilmişti.
Conven ve O’Connor derhal harekete geçip, adaylara durmalarını ve bir araya toplanmalarını istediler.
Adaylar telaşla yanlarına geldi ve Elden Conven’la O’Connor’ın yanına geçerken, herkes susup hazır olan geçti ve emirleri bekledi.
“Askerler,” diye gürledi Elden. “Kraliyet Sarayı saldırıya uğradı!”
Gençlerden şaşkın ve öfkeli mırıltılar yükseldi.
“Henüz Lejyon askerleri değilsiniz; dahası profesyonel bir orduya karşı savaşabilecek Gümüş askerleri veya azılı savaşçılar değilsiniz. Şehri istila eden o adamlar öldürmek için savaşıyorlar ve onlara karşı savaşırsanız hayatınızı kaybedebilirsiniz. Conven, O’Connor ve ben şehrimizi korumakla yükümlüyüz ve derhal savaşmak üzere buradan ayrılmamız gerekiyor. Sizlerin bize katılmasını beklemiyorum; hatta bunu yapmanızı tavsiye etmiyorum. Ama katılmak isteyen varsa, bugün savaş alanında canını verebileceğini unutmadan hemen öne çıksın.”
Birkaç saniyelik bir sessizlikten sonra, karşılarında duran bütün gençler teker teker büyük bir cesaretle ve asaletle öne çıktı. Elden bunu görünce, yüreğinin gururla kabardığını hissetti.
“Bugün hepiniz birer erkek oldunuz.”
Elden atına atladı ve diğerleri de peşinden gitti. Herkes hayatını halkları için tehlikeye atarak tek bir beden gibi muazzam bir tezahüratla öne atıldı.
*
Elden, Conven ve O’Connor önden gidiyor, yüz yeni asker adayı peşlerinden geliyordu; hepsi silahlarını çekmiş dörtnala Kraliyet Sarayı’na doğru ilerliyordu. Oraya yaklaştıklarında, Elden ileriye baktı ve birkaç bin McCloud askerinin kapılarından içeri akın ettiğini görünce şaşırdı; iyi koordine olmuş bir ordu belli ki Kutsal Ziyaret Günü oluşundan istifade edip Kraliyet Sarayı’nı tuzağa düşürmüştü. Ona bir durumdaydılar.
Conven önden giderken gülümsedi.
“Tam da sevdiğim türden zorlu bir durum!” diye bağırdı; müthiş bir çığlıkla herkesin önüne geçti, oraya ilk varan kişi olmak istedi. Conven savaş baltasını başının üstüne kaldırdı ve Elden ham hayranlıkla, hem de endişeyle Conven’ın tek başına McCloud ordusuna cesurca saldırışını izledi.
Conven savaş baltasını aklını yitirmiş bir adam gibi savururken ve düşmanlardan ikisini tek seferde haklarken, McCloudlar’ın tepki verecek çok az vakti oldu. Kalabalık askerlerin arasına daldı, sonra atından sıçrayıp havada suçtu, üç askeri yakaladı ve atlarından yere yıktı.
Elden ve diğerleri de hemen arkasındaydı. McCloudlar’ın tepki vermekte epeyi geç kalan, birliklerine karşı bir saldırı olmasını beklemeyen geri kalan askerleriyle savaşmaya başladılar. Elden kılıcını öfkeyle ve ustalıkla kullandı ve Lejyon’un yeni askerlerine nasıl kılıç kullanacaklarını düşmanları peş peşe müthiş bir güçle öldürerek gösterdi.
Savaş sertleşti ve askerler teke tek savaşmaya başladılar; ufak birlikleri McCloudlar’ın yön değiştirmesine ve savunmaya geçmesine neden oldu. Tüm yeni Lejyon askerleri karmaşaya katıldı, korkusuzca savaşa atlarını sürdü ve McCloudlarla çatışmaya başladı. Elden gözünün ucuyla delikanlıların nasıl savaştığını gördü ve hiç tereddüt etmediklerini fark edince gururlandı. Hepsi savaşa girmiş, gerçek erkekler gibi savaşıyordu; sayıları yüzlere karşı bir olduğu halde, bu durum hiçbirinin umurunda değildi. McCloudlar sağa sola düşüyor, onlara gafil avlanıyorlardı.
Ama savaşın hızı çok geçmeden yön değiştirdi, çünkü McCloud askerlerine destek geldi ve Lejyon askerleri profesyonel askerlerle karşı karşıya kaldılar. Lejyon’daki askerlerin bazıları yaralanmaya başladılar. Merek ve Ario birer kılıç darbesi aldılar, ama atlarından düşmemeyi başarıp savaşmaya ve rakiplerini düşürmeye devam ettiler. Derken, üstlerine ucu sivri toplu zincirler indi ve atlarından düştüler. Merek’in yanında atının sırtında olan O’Connor yayıyla birkaç ok fırlattı ve etraflarındaki askerleri yere indirdi… Ama yan tarafına bir kalkan darbesi alınca, o da atından düştü. Etrafı tamamıyla sarılmış olan Elden en sonunda düşman askerlerinin şaşkınlığını yitirmesiyle kaburgalarına feci bir çekiç, kolunun ön tarafına da bir kılıç yarası aldı. Arkasını döndü ve adamları atlarından düşürdü… Ama bunu yaparken, dört asker daha belirdi. Yerde olan Conven can havliyle savaşıyor, baltasını çılgınlar gibi atlara ve saldıran adamlara savuruyordu… En sonunda, arkasına bir çekiç darbesi aldı ve yüz üstü çamurlara düşüt.
Akın akın McCloud destek birlikleri geldi ve onlarla savaşmak için kapıları bıraktı. Elden adamlarının giderek azaldığını gördü ve çok geçmeden hepsinin işinin biteceğini anladı. Ama bunu umursamadı. Kraliyet Sarayı saldırı altındaydı ve onu, orada birlikte savaşmaktan gurur duyduğu Lejyon askerlerini korumak için hayatını feda edebilirdi. Bu askerlerin delikanlı veya yetişkin erkekler olması da artık önemli değildi… Hepsi yanı başında kanlarını akıtıyorlardı ve o gün hayatta kalsalar da kalmasalar da hepsi kardeşti.
*
Kendrick dörtnala kaç dağına ilerliyor, her biri hiç olmadığı kadar büyük bir hızla ufuktaki siyah dumanlara hızla atlarını süren bin Gümüş askerine doğru gidiyordu. Kendrick atında ilerlerken kendisini azarladı, keşke kapıları savunmasız bırakmasaydı diye düşündü. Öyle bir günde, özellikle de Gwen’in hükümdarlığı altında yatışmış olduğunu düşündüğü McCloudlar’dan bir saldırıyı geleceğini hiç ummamıştı. Şehrini istila ettikleri ve o kutsal günü bir avantaj olarak kullandıkları için hepsine bunun bedelini ödetecekti.
Etrafındaki bütün kardeşleri saldırının bir parçasıydı; bin kişilik güçlü bu birlik Gümüş’ün tüm öfkesini içinde taşıyor, kutsal haçlarından vazgeçmiş bir halde McCloudlara Gümüş’ün neler yapabileceğini göstermeye, onlara bu saldırının bedelini sonsuza dek ödetmeye kararlı bir biçimde ilerliyordu. Kendrick işi bitene dek, tek bir McCloud’ın bile hayatta kalmayacağına yemin etti. Highlands’in onlara ait tarafı bir daha asla başkaldıramayacaktı.
Kendrick oraya yaklaşırken ileriye baktı ve yeni Lejyon askerlerinin cesurca savaştığını, Elden, O’Connor ve Conven’ın son derece kalabalık düşman askerlerine, McCloudlara karşı yılmadan savaştıklarını gördü. Kalbine bir gurur hissi doldu. Ama gördüğü kadarıyla, hepsi ölmek üzereydi.
Kendrick bağırdı ve adamlarına liderlik ederken atını daha da sert dehledi; askerlerin hepsi son bir azimle öne atıldı. Eline uzun bir mızrak aldı ve yeteri kadar yaklaşınca bunu fırlattı; McCloud generallerinden biri son anda dönüp mızrağın havada süzüldüğünü gördü ve mızrak zırhını delecek kadar sert bir biçimde kalbine saplandı.