Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Mutlu Bir Son», sahifa 2

Shrift:

İLTİMAS

Sabahleyin yeni kalkmıştım. Haber verdiler, kapıya biri gelmiş beni görmek istiyormuş.

“Adı neymiş?” diye sorduk.

Bahçe kapısına kadar gittiler, sordular. Abidin Efendi’ymiş. Öğrendik. Abidin Efendi’yi tanımadım.

“Gelsin bakalım.” dedim.

Geldi. Görünce hatırladım. Vaktiyle bizim memlekette tapu kâtibi yamağı idi. Adına biz Apti derdik, meğerse o Abidin’miş. Geldi, oturduk. Yirmi beş sene var ki birbirimizi görmemişiz. Eskiden yeniden konuştuktan sonra niçin geldiğini anlattı.

“Ben sana niye geldim?”

“Niye geldin?”

“Benim bir çocuğum var.”

“Ee?”

“Orta mektebi bitirdi. Şimdi bir liseye girecek.”

“Ee?”

“Sen bana bir kâğıt ver.”

“Nesine kâğıt vereyim?”

“Mektebe girmesi için…”

“Mektebe almıyorlar mı?”

“Bilmem, biz gitmedik.”

“E, gitmediniz… Alıyorlar mı, almıyorlar mı bilmiyorsunuz. Ben ne kâğıdı vereyim?”

“Canım, sen bir kâğıt versen olur. Kâğıt olmazsa almıyorlar. Kim bir iltimas bulursa onunkini alıyorlar…”

1931

HAFIZ HANIM

Kale bedeni gibi yüksek duvarlar içinde bir büyük bahçe ortasında bir konak. Konağın altı bir geçit. Geçidin bir yanında selamlığın binek taşı, öteki yanında haremliğin binek taşı. Binek taşlarından, çifte mermer merdivenler çıkıyor, dönüyor, bir geniş ahşap merdivenle yukarı salonlara çıkıyor. Döşeme tahtaları bir arşın genişliğinde meşeden yarılmış, giriş yerine insan gövdesi gibi meşe kütükleri atılmış. Çerçeveler meşe, pencere kapakları meşe. Tepe pencereleri olan geniş odalar… Alçı çerçeve, renkli camlar, geniş setli divan odaları. Oymalı, alçı çiçekli tavan göbekleri, çiçeklikler… Gece, bu geniş odalarda yağ mumu yanan çift kollu şamdanlar dibinde oturulur, konuşulur, iş işlenir.

“Kız, al mumun piçini!”

Setli odaların setinden aşağıda oturan halayıklardan biri kalkar, siperli mum makası ile mumun piçini alır, kararan ışık biraz parlar. Büyük hanım çubuğunu içer. Hafız Hanım’a masal söyletir. Hafız Hanım gelip haftalarca kalan dalkavuk kadınlardan biridir. Hacı diye ihtiyar bir kocası da vardır. Hiçbir iş yapmaz. Hafız Hanım onu geçindirir. Eskiden, Dımışkızade Sait Molla’nın yanında çubuk ağasıymış.

Hafız Hanım, zürefadan4 gibi görünür, boynuna sevici kadınlar gibi bir beyaz mendil bağlar. Saçları kulakları hizasından kesiktir. Başında karanfil oymalı hotozu, ince dikişli hırkası, üstünde şal kuşağı ile temiz bir kadındır. Masallar bilir. Gidip geldiği konaklarda hem hanımlar hem halayıklarla dost, ihtiyar kalfa hanımlarla kapı yoldaşıdır. Onu ince düşünceli, güldürür güzel sözler söyler diye tanımışlardır, her sözüne gülerler. Büyük hanımın yanında masal söylerken güzel halayık kızlar sessizce kapıları açar, gölge gibi girer, oracığa siner, masalı dinlerler. Hatırlı kalfalara, büyük hanım haber gönderir:

“Kız! Mesut Bacı’ya, Ayniter’e söyle! Hafız Hanım masal söyleyecek!”

Küçük hanımlar, gelin hanımlar da toplanırlar. Gece yarısına doğru kuru yemiş yahut taze yemiş gelir, yenir. Sonra, herkes odasına çekilir, yatar.

Bir yere gezmeye gidilirse Hafız Hanım’a haber yollanır. Azatlı kalfalardan biri bir sabah erken kalkar, hazırlanır. Yeni çedik pabuçlarını sandıktan çıkarır, lavanta çiçeği kokan temiz çamaşırlarını giyer, gider büyük hanımı, küçük hanımları etekler; onlardan tembihler alır, ak yaşmağını tutar, yeşil feracesini giyer. Yanına, ağalardan biri katılır. Okur, üfler, kapıdan çıkar. Çarşamba’daki konaktan Odabaşı’nda Hafız Hanım’ın evine gider. Sokakta türbeler, mezarlar önünden geçerken okur, üfler. Yerde yatan iki köpek arasından geçmeye dikkat ederler. Yanlarında para varsa dervişlere para verirler. Eve girerken sağ, çıkarken sol ayaklarını evvel atmaya çalışırlar. Ağa önde, Kalfa Hanım arkada gider, nihayet Hafız Hanım’ın evine varırlar. Kapı duvar. Hafız Hanım evinde oturur mu? Kim bilir nereye gitmiştir. Ağa gider, köşedeki hallaçtan, kalaycıdan Hacı’yı sorar. Hacı, Yenibahçe’deymiş. Komşuların kapısı vurulur, Kalfa Hanım’ı içeri alırlar. Dinlenir ve tembih eder:

“Cumaya hanımefendi Silahtarağa’ya gidecek. Hafız Hanım eve gelince hemen durmasın gelsin!”

Döner, eve gelirler. Geç kalırlarsa, Kalfa Hanım ertesi günü “yol ertesi” olur. Hafız Hanım da her geldikçe bir gün yatar, “yol ertesi” olur.

Gezmeye, senede bir defa gidilir. Selamlık mutfağında altı tane erkek aşçı, harem mutfağında on zenci cariye varken, gezmeye gidileceği zaman harem sofasına yaygılar yayılır, sofralar örtülür, et tahtası gelir. Büyük hanım kendi eliyle hindi ayırır. Gezmede birlikte bulunacak hanımefendiler etrafta oturur, seyrederler. Fıstık, Şam fıstığı ayıklanır; Hafız Hanım, badem kırar. Bir yanda dolma doldurulur. Uzak yerden gelen hanımlar bir hafta konakta kalırlar. Konak, düğünevi gibi olur.

O zaman İstanbul’da karpuz arabaları, kâtip arabaları bile yoktur. Silahtarağa’ya öküz arabaları ile gidilir. Bu arabaların tekerlekleri ve dingil üstündeki yastık ağaçları gayet yüksektir. Araba altındaki boyalı, ufak bir merdivenle arabaya çıkılır. Araba da yeşilli, sarılı, kırmızılı boyanmıştır. Boyunduruğun zevleleri uzun ve birbirine mahyalanan gevşek zincirlerle bağlıdır. Kara sicimden iki büyük, iki küçük dört püskül bu zincirlerden sarkar, sallanır. Bunların arasına bakır paralar, pullar, boncuklar da takarlar.

Arabaları, sabah ezanında konağın kapısından sokar, binek taşının önüne kadar çeker, öküzlerini ahıra götürürler. Arabanın üstündeki eğilere kaba hasır üstüne püsküllü kırmızı ehramlar örterler. Arabaların içine çifte çifte döşekler üstüne seccadeler, kilimler konur.

Yukarıda herkes, evden gideceklerle misafir hanımlar hazırlanırlar. Yaşmaklar, turuncu feraceler, çedikler, pabuçlar giyilir. Okunur, üflenir, kazasız belasız dönüp gelinirse şartı ile adaklar adanır. Baş arabaya büyük hanımı yerleştirirler. Tazeler yüksük takar, kınalar yakınırlar, sürmeler, rastıklar çekilir, yaşmaklanır, hazırlanırlar. Büyük hanımı götürecek arabacıya tembih olunur:

“Aman evladım arabacı başı, sakın koşturma, e mi!”

Öküzler koşulur, dolan araba çekilir, sokakta ötekilerini bekler. Dolan arabalar bir katar olur. Arap köle midilliye biner, arabaların yanı sıra gidecektir. Başında ufak kavuğu, dar destarı, cübbesi ile büyük hanımın sevgili torunu Abdülkadir Çelebi araba içinde büyükanasının yanında sıkışmış ağlar, midilliye binmek ister.

“Ah ya Rabbi, nasıl bindireyim? Sen daha çocuksun, yavrum. Olmaz ki…”

Arabanın yanına lalası yaklaşır, midilli yerine Çelebi’yi kendi sırtına almak ister. Çocuk istemez. Kadınlar teşvik ederler.

“Bak yavrum, midilliden binkat iyi! Keşke benim de bir lalam olaydı da beni de arkasına alaydı…”

Güç bela çocuğu kandırırlar. Bıyıkları burma, enseleri kalın, baldırları çıplak arabacılar öküzleri yedeklerler. Arabalar, taştan taşa sekerek, sarsılarak yola düzülür. Gene okur üflerler. Kafile, Edirnekapı’dan Ayvansaray, Eyüp, Bahariye’den Silahtarağa’ya gider. Orada konaklanılır, kuzu çevrilmeye başlar, helvalar ateşe vurulur, biraz sonra halayıklar bir top şalı kenarlarından tutup bir daire çevirir, şaldan bir duvar yaparlar, hanımlar da bu duvar içine girip yemek yerler.

İkindi vakti dönülür. Yatsı zamanı geç kaldıklarında binbir korku içinde konağa dönerler, bir hafta “yol ertesi” olur, yorgunluk çıkarırlar…

1932

DONNA ALVONZA’NIN SÖYLEVİ

Genç beyler etrafında döndüler, içlerinde beğendikleri, istedikleri, sevecekleri de oldu; bekledi ki ona evlenme lakırtısı edenler olsun. Olmadı ve bu bekleme senelerce sürdü; kime biraz alıcı gözü ile baktıysa onlar korkup kaçtılar. Yalnız, elli yaşında bir ihtiyar ki bu hanım kadar torunları olduğu hâlde nasılsa gönül vermiş ve umulmaz bir derde tutulmuştu, bir gün ona bütün cesaretini toplayıp evlenme teklif edince kabul etti. Gelin oldu, düğün ziyafetinde herkes, “Gelin şen görünmüyor, kabahat kocasında.” diye bağırdığı zaman ayağa kalktı ve:

“Gelinler nutuk söyler mi?” dedi. “Söyler. İşte ben söyleyeyim de bakınız.”

Herkesin hayretten ağzı açık kaldı. Gelin aşağıdaki sözleri söyledi:

“Hanımlar, beyler, bizim kurmaya hazırlandığımız ailenin mesut olmasını istemek ve bizi pek kolay olmayan hayat yolunda kuvvetlendirmek için ettiğiniz zahmete ve gösterdiğiniz dostluğa, kocam ve ben derin teşekkürlerimizi, minnetlerimizi arz ederiz.

Karı koca arasında geçim ve aile saadeti denilen ve bazıları için çekilemez bir yaşayış demek olan biraz sessiz, biraz her günü birbirine benzeyen hayat, pek güzel takdir buyurursunuz ki karı kocadan her birinin kendi meraklarından, aksiliklerinden birazını bırakması, eşinin merak ve aksiliklerinin birazına katlanması ile olur. Bu şart olmaz, herkes kendi kötü huylarını ortaya istediği gibi dökecek ve karşısındakininkileri çekmeyecek olursa geçim olacağını ve aile hayat ve saadeti denilen sessiz yaşayışın doğabileceğini düşünmek boşuna olur. Eğer benim söylemekte olduğum fikirlerin şu söylediğim kısmı bu sofra etrafında toplanan dostlar cumhuru tarafından kabul olunursa -ki çoğu evli hanımlar ve beylerdendir- onlar da reylerini kısaca söyleyebilirler. Söylesinler. Hanımlar, söyleyin, iş iki başlı olmazsa olur mu? Karısının hastalıklarını, sıkıntılarını anlamak istemeyen, hep kendi dediklerini yapmaya uğraşan ve yapan erkekle geçim olur mu? Olsa da artık ailenin yükünün en büyük kısmını omuzlarına alan kadın için yaşayışın lezzeti kalır mı? (Nutkun burasında bütün evli hanımlar ağır bir çehre ile gözlerini çevirip kocalarına bakarlar ve ‘İşte bak, gördün mü? Bunları da ben söylemiyorum ya!’ demek ister gibi görünürler.) Beyler de söylesinler. Eh, erkekliktir, ne yapalım, tabiat, yaratılış onları biraz -nasıl demeli? Şımarık demek fazla olur- haşarı yaratmak istemiş. Bu haşarılık evine, muhabbetsizliğe kadar giderse kadının bunu görmezlikten gelmek hakkı olmadığını beyler de tasdik ederler. Çünkü evde kabul olunmuş hakları ve borçları vardır. Erkek, bunlardan boyun kaçıramaz. Ama ufak tefek haşarılıklar olur, hanımlar da bunları görmezlik ederse o evde geçim olur mu? (Nutkun burasında erkekler karılarının yüzlerine bakarlar.)

Olur mu? Olmazsa, demek oluyor ki benim söze başlarken dediğim fikirleri dostlar cumhuru kabul ediyorlar ve ediyorlarsa o hâlde nasıl karı koca seçilmeli ve aranmalı yahut daha doğrusu nasıl aranmalı ve seçilmelidir ki aile içinde rahatlık fazla olsun?

Görüyorsunuz ki hanımlar ve beyler, bu sözlerimde sorduğum sualin cevabı da vardır. Bunu daha açık anlatmak istersem şu hülasa çıkıyor: Genç hanımlar, eğer ev rahatlığı görmek ve çok yalan işitmemek isterlerse kendilerini kolaylıkla evlerine tahsis edebilecek beylerle evlenmelidirler. Beylere gelince; kendilerini evlerine bağlayacak, gözlerini dışarıda bırakmayacak hanımları aramaları doğru ve hayırlı olur. Zaten, vaziyetin her türlüsü de erkeklere muvafık olduğu için onlarla çok uğraşmak istemiyorum, sözümün çoğunu hanımlara saklıyorum. Görüyorum ki hanımları her yerde genç beylerin hayalleri takip ediyor. Bir-iki sadakat yemini ile istedikleri emniyeti bulduklarını sanıyor, kendilerini hayatın tecrübelerine ve imtihanlarına vermemiş yahut vermek istemiş de ikmale kalmış gençlere teslim ediyorlar. Sadakat yemini, ahdi, andı onlara yetiyor. Düşünmüyorlar ki sevmek insanın elinde olan bir şey değildir. İnsan isteyerek sevemez ve zaten geçen bir şey için yemin olur ama geleceğe yemin olmaz. ‘Ben seni sevdim ve seviyorum.’ yeminine inanılsa doğru olur. Ancak ‘Seveceğim.’ de yemin olmaz. Bu olmayacak yemini gençler ne coşkunlukla eder, hanımlar ne tatlı tatlı dinler ve ne kadar sevinirler. Yemine inanmak için de bir garanti ister. Yaratılışın iktizaları yemin ile muvazi gitmelidir. En büyük garanti budur. Bu hâlde yemine bile hacet yoktur ya! Ayakları tutuk bir at için ‘Koşamaz!’ diye herkes yemin edebilir. Hatta yemine bile hacet yoktur. Ama genç ve dinç bir at ‘Ben koşmam.’ diye yemin etse buna kolay inanmak elimizden gelir mi?

Bu meseleye genç hanımlar şüphe yoktur ki sevmek bahsini karıştırır, evlenmek için şartların mükemmel yani olgun bir erkeğin sevmek için çok defa muvafık olamayacağını söylerler. Ben de kendi kadın ruhumu bir zaman anlamayarak bu sevmek sözü karşısında durdum. Ama sonra anladım ki erkeklerde sevmek, kadınlarda da sevilmek tarafı kuvvetlidir. Erkek, ‘Beni seviyor!’ dese, bundan anlamalıdır ki kendisi o kadını seviyor. Kadın, ‘Seviyorum!’ derse o da ‘Beni seviyor.’ demektir. Zaten, herkesin az çok bildiği bu bahislerin daha ziyade izah edilmesine tahammül etmezsiniz sanırım. Bir mukaddime, bir başlangıç olarak söylediğim bu sözlerin neticesi, işte bu yukarıdaki nazariyelere göre kocamla anlaşıp kurduğumuz, kurmak istediğimiz bu aile ocağını tesit etmenizi rica eder ve sevgili dostlarımız şerefine kadehimi kaldırırım.”

***

Pek çok alkışlanan, sonra da dostlar arasında günlerce dedikodulara sebep olan bu nutku gülerek serbestçe söyleyen bu hanım, kocasıyla bir hafta kadar oturduktan sonra, bir mektep çocuğunu sevmiş ve onunla Romanya’ya kaçmış.

Anlaşılan psikopatmış…

1932

BİZİM MÜŞAVİR BEY

Bizden birkaç yüzyıl sonra gelecek adamlar, eğer kısmet olur da toprak altından bizim müşavir beyin kafa kemiğini bulup çıkaracak olurlarsa şaşacaklar… O ne iri, ne gelgelli, ne düzgün, gelecek zaman çocuklarını ne kadar düşündürecek ne okkalı bir kafadır! Düşünecekler, bunun kimin kafatası olduğunu arayacaklar, âlimler toplanacak, bizim günümüz için yazılmış kitaplar karıştırılacak, gözlük gözlük üstüne takıp kafaya bakacak, o zaman çıkacak usullerle büyük adamların ruhları çağrılıp kimin kafası olduğu tarihin karanlıklarında onlara aratılacak, bütün deliller, haberler toplandıktan sonra karar verilecek ki bu kafa, altı milyarıncı hakikat yılında buralarda yaşamış ve buralara Orta Avrupa taraflarından gelmiş bir filozof ve şairin kafasıymış…

Bu karar verildikten sonra, kafa, dünya radyolarında herkese duyurulacak ve en sonra çenesine ufak bir numara kâğıdı yapıştırılıp müzelerden birinin rafına konacak. Ben müşavir beyin yüzüne baktıkça çenesinde bu numara kâğıdını yapışık görüyor ve gelecek adamlarını yanlışlıktan kurtarmaya bir çare arıyorum.

Tepesi çıplaktır. Sol kulağı üstünden uzattığı saçlarını getirir bu parlak, yuvarlak kafanın üstüne örter. Bu saçlar da çile çile toplanır, yuvarlanır, kafanın parlak derisi parmak parmak görünür. Ufacık, yumuk mavi gözler, sarkık yanaklar, orta boy, tombalakça gövde! Masanın başında oturup kâğıt okurken görseniz bu büyük kafanın karşısında hayran kalırsınız.

Ben, müşavir beyin yerinde olsam bu güzel kafanın üstünü hiç örtmem. Bir fırsat olmuyor ki kendisine açayım. Bir gün, bilmeyerek bir çam devirdim, terzide rast geldim ve dedim ki:

“Beyefendi, bu ceket bu kadar uzun olmasa, pantolon arkadan torba gibi sarkık görünmez.”

Pantolonun arkasını pek merak etti, pek üzüldü. Ama ceketi kısaltmaya razı olmadı.

“Yok.” dedi. “İhtiyarlar gibi… Yalnız pantolonun arkası, evet! Ona terzibaşı bir çare bulmalı!”

Aklım başıma geldi. Müşavir elli beşlik olmalı ama daha bekârdır. Kendini gençlerden ayırmak istemiyor.

“Yok.” dedim. “İhtiyarlık meselesi değil. Etlisiniz de…”

“Etli… O kadar etli de sayılmam! Yalnız, evet pantolonun arkasına bakmalı. Şimdi böyle dururken pantolonun arkası görünüyor mu?”

Söylediğime pişman oldum. Terzi de bana kızdı. Herifin hakkı var, tutturdu, tam bir saat herifin canını çıkardı. O yetmiyormuş gibi bana da kötü balta oldu. Her gün, daireye gelince:

“Çağırın Sabri Efendi’yi.” der.

Ben giderim. Odacıya:

“Sen çık dışarı!” der. Sonra bana, “Birader size zahmet ediyorum ama kusura bakmayınız. (Naziktir, gönül almayı da bilir.) Sizin bu hususta zevkiniz vardır. Şimdi gene pantolonun arkası sarkıyor mu?” diye sorar.

Ben biraz geri çekilir, biraz kafamı çarpıtır, bakarım. Çünkü baştan savma atmaya da gelmez. Çakar ve gücenir.

“Sarkıyor!” yahut “Sarkmıyor!” derim.

Ama yalnız bu kadarla kalmaz, eklemek de ister:

“Kahverengi pantolon daha iyiydi.”

Kahverengi pantolonu bir kere nasılsa beğendirdim. Hep onun üstünde durur, terzilere atar tutarız. Bu, pantolon arkası muayenelerinde öğrendim ki bizim müşavir beyin eski bir de fistülü5 varmış. Arkanın torba gibi sarkmasına, biraz da kullandığı bağlar sebep oluyormuş.

“Bir ameliyat yaptırıp bundan kurtulmalı.” diyecek oldum. Baktım, hiç hoşuna gitmedi. Sustum. Ama ikide birde pantolonunu çekiştirmesinin niçin olduğunu ve buna nereden alıştığını anladım. Fazla söylemeye gelmez ki gücenir. Onu gücendirmek de benim hiç işime gelmez. Bir gün beni çağırtmış, gittim.”

“Sabri Efendi, bizim tamirat dosyası nerede?” diye sordu.

“Bendedir.” dedim.

“Tamam mı?”

“Tamam!”

“İçinden evrak eksik değil mi?”

“Hayır, değil!”

Baktım, benim söylediklerim hoşuna gitmedi. Dudakları uzadı. Anladım. Biraz durdu, eline kâğıt bıçağını aldı, sıktı, sıktı. Sonra tekrar sordu:

“İçinden bazı hesap kâğıtlarını çıkarmamışlar mı?”

Birkaç gün evvel, ben kendisine söylemiş, dosyadan bazı faturaları çıkardıklarını haber vermiştim. O zaman işitti ama sanki anlamadı; durdukça ona işlemiş. Şimdi bana soruyor. Dedim ki:

“Efendim, hesap kâğıtları değil, bazı faturalar yoktu. Size de arz etmiştim. Sonra ben aradım onları, üçüncü dairede buldum. Gene yerlerine koydum.”

Ben bunu söyleyince daha ziyade mahzun oldu. Tıraşlı yumuşak dudakları daha ziyade uzadı. Anladım, kavrayamadı. Bir zaman düşündükten sonra:

“Siz, ‘Çıkarmışlar!’ diyordunuz.” dedi.

“Diyordum efendim ama sonra gittim, aradım, üçüncü dairede buldum. Orada geçen hafta müzakere vardı; almışlar, başka kâğıtlara karıştırmışlar. Getirdim, gene kendi dosyasına koydum.”

Bir cevap vermedi. Mürekkepli kalemi ile oynamaya başladı. Biraz bekledim, sonra, görürse belki daha kolay sindirir diye:

“İsterseniz gidip getireyim.” dedim.

“Yok, getirmeye hacet yok!” dedi. “Siz kendiniz ‘Almışlar.’ diyordunuz. Şimdi gene, siz ‘Yerinde, tamamdır.’ diyorsunuz.”

“Efendim, kabahat bende mi? Yoktu, ben de ‘Yok!’ dedim. Sözümü danmıyorum ya…”

Biraz durdu, sonra:

“ ‘Danmıyorum.’ da nedir? ‘Danmıyorum.’ ne demek?” diye sordu.

“Efendim öz Türkçe.” dedim. “İnkâr etmek demektir.”

“Rica ederim, benimle konuşurken bu yeni lisanı konuşmayınız.”

“Affedersiniz, ağzımdan kaçtı.” dedim.

Gene bir zaman düşündü.

“Efendim, arzu buyurursanız, üçüncü daireden birini çağırayım, ona sorunuz.” dedim.

“İstemem.” dedi. “Ben size soruyorum.”

“Ben de arz ediyorum ama siz inanmıyorsunuz.”

“İnanmıyorum demedim. İnanamıyorum. Ama siz birbirine uymaz şeyler söylüyorsunuz. Benim fikrim de altüst oluyor. Bir şey hem yok hem var olmaz ki…”

“Efendim, kabahat bende mi? Ben dosyaya baktığım vakit yoktu. Size de arz ettim. Sonra aradım, buldum, var oldu.”

Söylediklerimi sindirsin diye bekledim. Birazcık anlar gibi olsa, eve gider, yemekten sonra Larus lügatinin resimlerine bakarken yemekle birlikte içine sindirir, anlar. Yüzüne baktık, dudakları gene uzun duruyor. Emin, rahat değil. Dosyalar gelse de görse belki biraz daha tez anlar, rahat ederdi. Ama çok tembel olduğu için dosyaları getirtip içine bakmak, kâğıtları yoklamak işine gelmiyor. Hiç ses çıkarmadım, bekledim, bekledim. Dalar gibi oldu. Tıpkı bir hasta odasından çıkar gibi sessizce savuştum.

Ertesi gün kaleme geldi. Kapıdan başını uzatıp:

“Sabri Efendi!” diye beni çağırdı. Dışarı çıktım.

“Bir daha benim haberim olmadan üçüncü daireye dosya verilmesin.” dedi.

Anladım ki evde kendi kendine düşünmüş.

“Peki efendim.” dedim.

Sönmüş cıgarasını yakmak için cebimden çakmağı çıkardım. Cıgarasını yaktıktan sonra:

“Müsaade eder misiniz, çakmağınızı görebilir miyim?” dedi.

Verdim, biraz evirdi, çevirdi.

“Nasıl açılıyor?” diye sordu.

Gösterdim. Açtı kapadı, gene açtı kapadı. Sonra nasıl yandığını öğrenmek istedi.

“Gayet kolay.” dedim. Çalıştı, yakamadı. Tekrar gösterdim ve anlattım:

“Şöyle, elinizin içinde tutunuz. Şu dişliyi başparmakla çeviriniz… Hah, evet, çeviriniz. Yok efendim, eğri tutunca kuvvet almaz. Şöyle tutunuz…”

Ne kadar anlattımsa da olmadı. O, bir zamanların düğmesine basınca açılıp yanan çakmaklarını öğrenmiş ve aklı oraya ilişmiş kalmış. Bunun da öyle yanacağını sanıyor ve ben anlattığım, kendisi de gördüğü hâlde gene çakmağın ötesine berisine basıyor.

“Beyefendi, bu o cins çakmaklardan değil. Bunun kapağını elle açıp çarkını çevirmeli. Bu elinize alınız. Hayır. Başparmağınızla çevirin. Hah, evet, evet!”

Gene olmadı, yakamadı. Çakmağı bana vererek:

“Ben bir çakmak alayım, diyordum. Ama pratik bir şey değilmiş.” dedi.

Ben oturup ağlamak istedim. Dünyada bundan daha kolay, daha pratik ne vardır acaba? İnsanın bu kadar beceriksizliğe güleceği değil ağlayacağı geliyor.

Dünkü dosya meselesini anlayıp anlamadığını öğrenmek için:

“İster misiniz?” dedim. “Tamirat dosyası burada. Getireyim görür müsünüz?”

“Hayır.” dedi. “Siz kâğıdı bulup yerine koydunuz ya…”

“Koydum.” dedim.

“Eh, dursun.”

Anlaşılıyor ki işi kavrayabilmiş. Düşündüm, “Kendisine bir de çakmak alıp hediye etsem, evde kendi kendine oynaya oynaya öğrenir.” dedim. Ve bir çakmak aldım, doldurdum, çakmağını düzelttim, evine gittiğim bir gün masasının üstüne bıraktım. Birkaç gün bekledim, haber yok. Evdeki hizmetçi kadına sordum. Bir gece sabaha kadar çalışmış, becerememiş. Olmadı. Çakmağı tutturamadık. Bir uğradığım zaman çakmağı geri aldım ve kendi kendime de şaştım. Yeryüzünde bu kadar beceriksiz, zavallı adam olacağını da hiç sanmazdım. Asıl şaşılacak tarafı, bizim müşavir bey keman çalar. Hem kötü de çalmaz. Kendi kendini pek güzel eğlendirir. Evine gittiğim günlerde bana keman dinlettiği de olmuştur. Nasıl oluyor, ben bir türlü anlayamadım. Bir çakmağı açıp ateşleyemeyen bu adam kemanı nasıl çalıyor, notayı nasıl öğrendi? O, kemanı çenesinin altına sıkıştırmış, dudaklarını uzatmış, yanakları büsbütün sarkmış, ufacık gözleri notada bir sanat eseri çalıyor, ben de nasıl olup da beceriksiz parmaklarını bu kemana alıştırdığını düşünüyorum. Belki gençken bugünkü gibi değildi.

Bizim müşavirin babası hariciye memuruymuş. Kendisi İsviçre’de doğmuş. Bir zaman Türkiye’de okuduktan sonra Fransa’ya gitmiş, orada okumuş, kemanı da orada öğrenmiş.

Bu adam, çok işlerini kendisi yapamaz. Tırnaklarını kendi kesemez, haftalarca düşünmedikçe, bana sormadıkça bir arşın kumaş alamaz. Biraz karışık bir iş karşısında kaldı mı, beni çağırır. İmza koymak için aylarca yanında sakladığı kâğıtlar vardır. Gelip giden, işini arayan iş sahiplerini atlatmak, savmak da bana düşer. Bu hâlleri bilen arkadaşlar, benim adımı “Müşavirin Dadısı” koydular. Neden lalası değil de dadısı? Bunu ben de bilmem. Ama müşavirin çok işleri oluyordu ki kalemde bana koydukları ada ben kendim de razı olacak oluyordum. Mesela, bakınız, bir gün kendisi kalemin kapısından bakıp beni çağırdı. Kendi odasına götürdü. Yüzünden anladım, çok sıkılmış. Dedi ki:

“Affedersiniz, bu bizim odacıların hiçbiri meydanda yok. Nereye savuşup gidiyorlar? Şeyi kapamış gitmişler.”

“Neyi kapamışlar?” diye sordum.

Sıkıldı, zaten sıkışmış:

“Şeyi efendim.” dedi, “Yüznumara kapalı. Açmak istedim, açılmadı.”

“İçeride biri olmasın?” dedim.

Onun aklına gelmemiş. Durdu:

“Ha, evet.” dedi. “Affedersiniz, benim aklıma gelmedi. Affedersiniz, ayıp oldu.”

“Neden ayıp olsun efendim.” dedim. “Kapıyı açmadınız ya!”

“Açmadım ama olsun! Ben kimseyi rahatsız etmek istemem.”

“İsterseniz odacıya tembih edeyim, içeriden çıkana itizar6 etsin.” dedim.

Düşündü:

“Bilmem!” dedi. “Çirkin oldu. Ben kimsenin rahatsız olduğunu istemem. Odacı, şey edebilir mi?”

“Efendim, bunda yapamayacak ne var? Kapıya dikerim, eğer içeride biri varsa çıkarken ‘Pardon.’ der.”

“Pardon ama neye pardon?”

“Siz içerideyken müşavir beyefendi kapıyı kurcalamış, ‘Pardon.’ der.”

“Odaya kadar teşrif etseniz de orada konuşsak.”

“Emredersiniz ama içeride olan bizi bekler mi?”

Müşavir düşündü:

“Evet.” dedi. “Ne yapalım?”

Mesele ağır. Ben de düşündüm. Sonunda gene ben buldum.

“İsterseniz.” dedim. “Odacıyı dikeyim, çıkanın kim olduğunu görsün, gelsin bana haber versin. Sonra, emriniz olursa gider, kendisine söylerim.”

Anlamadı.

“Yok.” dedi. “Odacı eliyle ‘esküz’ olmaz. Ya ben kendim söylemeliyim yahut siz benim yerime söylersiniz.”

Baktım, anlatmak güç olacak.

“Peki.” dedim. “Siz teşrif buyurun ben temin ederim.”

O gitti. Odacıyı çağırdım:

“Gel Kasım buraya, dur şurada. İçeriden kim çıkarsa gel bana haber ver. Ben müşavirin odasındayım.” dedim.

Müşavirin odasına girdim. O, masası başına oturmuş düşünüyordu.

“İçeride kim olduğunu haber verecekler. Tarafınızdan gider itizar ederim.” dedim.

“Yanlış bir şey olmasın da.” dedi.

“İsterseniz çıkan adamı buraya çağırtayım.”

“Bilmem.” dedi. “Düşünelim. Eğer pek ufak bir memur ise sizin demeniz daha doğru olur.”

“Efendim, hiçbir şey söylemesek ne olur.”

“Hiçbir şey söylemesek… Bilmem! Nezakete muhalif olmaz mı?”

“Efendim, içerideki adam kapıyı sizin karıştırdığınızı nereden bilecek?”

“Olsun, ben biliyorum ya…”

“Siz bilirsiniz!”

“Hayır, ben sizinle istişare ediyorum, kimsenin rahatsız olduğunu istemem de!..”

Biz müşavirle müzakerede iken hademe geldi, haber verdi. İçeride olan bizim ikinci daire müdürüymüş. İçeride olanın hatırlıca bir memur olması müşaviri daha ziyade pirelendirdi. Baktım ki eğer af dilemezse rahat edemeyecek.

“Beyefendi.” dedim. “Siz bana müsaade buyurunuz. Ben gider müdür beyi görür, şimdi meseleyi bitiririm.”

Hemen odadan çıktım. İkinci daire müdürünün yanına gittim. Odasına, Alman Yahudisi kılıklı bir herif, bir de tercüman kabul etmiş. Konuşmak üzere eğildim, kulağına:

“Beyefendi.” dedim. “Zatıaliniz demin dışarı çıkmışken müşavir beyefendi dalgınlıkla kapıyı karıştırmış. Hiçbir kasıtları olmadığı hâlde sizi rahatsız etmiş olduklarından dolayı af buyurmanızı rica ediyorlar.”

Daire müdürü, yüzüme baktı.

“Ne demek?” dedi.

“Kendileri, beni memur ettiler.”

Müdür gülümsedi.

“Ciddi mi söylüyorsun?” dedi.

“Aman efendim, size karşı latife etmek haddim mi?”

Müdür, kaşlarını çattı.

“Peki, peki.” dedi.

Ben savuştum. Sonra arkamdan, “Müşaviri maskara ediyor.” demiş. Bak belaya…

“Cehenneme kadar… Ne derse desin.” dedim. “Herif beni gönderdi, ben de gittim, söyledim.”

Gittim, yerime oturdum. Odacı geldi.

“Seni müşavir istiyor.” dedi.

Gittim, ayakta.

“Siz, ikinci daire müdürü içeriden çıktı dediniz. Ben de gittim gene kapıyı zorladım, açılmadı. Çıkmamış. Beni ikinci defa hataya düşürdünüz.”

“Olamaz! Ben ikinci daire müdürünü yerinde ziyaret ederek emrinizi yerine getirdim. Hüsnükabul7 etti.”

“Nasıl olur? Kapı açılmıyor!..”

“Efendim, başka biri girmiştir.”

“Ben de düşündüm ama pek ihtimal veremedim. Bu kadar çabuk mu? Kapıda mı bekliyorlarmış?”

“Bilir miyim, efendim. Bir tesadüf olacak. Bir ‘esküz’ daha yaparız.”

“Evet, size zahmet oluyor ama… İhtiyaç olmasa elbette bunlara hiç hacet kalmaz.”

“Tabii, değil mi efendim.”

“İçeride şayet biri varsa…”

“Evet?”

“Başkası daha evvel davranırsa diye düşünüyorum.”

“Merak buyurmayın, ben temin ederim.” dedim.

“Affedersiniz, size çok zahmet veriyorum ama müşavirlik sıfatı ile kapıda beklemek doğru olmuyor da…”

“Hakkınız var efendim. Arzu buyurursanız kilitletelim, anahtarını alalım.”

“Hayır, o da şey olur… Bir hususi yer yaptırmalı. En doğrusu budur.”

“Efendim, o ne vakit yapılır. İdare para vermez. Daireden ihtiyacı olan olursa aşağı girsinler.”

Razı olmadı.

“Olmaz olmaz.” dedi. “Siz bu seferlik temin buyurunuz da ben muhasebeci beyle, daire müdürü ile konuşurum. İcap ederse direktöre de açarım.”

Gittim, odacının birini getirdim, kapıya diktim.

“Ulan.” dedim. “İçerideki çıkınca bana haber ver. Yeniden de kimseyi koyma!..”

İçeride levazım efendilerinden biri varmış. O çıkar, tesadüf olacak ya bizim kalem muavini girecek olur. Odacı göğsüne dayanır. Geldi, bana çıkışıyor:

“İnhisar8 mı? Odacıya tembih etmişsin! Bu da yeni adalet…”

“Efendim, ben ne yapayım. Müşavir sıkışmış. Kendi rica etti.”

Ne ise, kavga dövüş, müşavir girmiş çıkmış. Beni odasına çağırdı, teşekkür etti.

1932
4.Zürefa: Zarif insanlar.
5.Fistül: Vücutta oluşan iltihap birikiminin dışarıya doğru itilmesi sonucu meydana gelen ince kanal, salgı yolu, akarca.
6.İtizar: Özür dileme.
7.Hüsnükabul: İyi biçimde karşılama.
8.İnhisar: Tekel.

Bepul matn qismi tugad.

28 673,74 soʻm