Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Mendil Altında», sahifa 3

Shrift:

Şaşılacak işler… Dünya değişmiş, ne dersin!

Nadir Hanım sustu. Şimdi burada bir söz söylese sonra evde iki hafta, çocuklarının dillerinden kurtulamayacağını biliyordu. Hele Sungur Bey duyarsa tekdir hazır.

O sırada misafirlere kahve getirdiler. Nadir Hanım istemedi.

“Kahve almıyorum, efendim.” dedi. “Doktorlar kalbim için fenadır diyorlar da…”

Kızı da almıyormuş! O da içmedi. Oğlu da almıyormuş, istemedi.

Doktor’un hanımı üzüldü.

“A, vah vah! Vallahi başka ikramımız da yok…”

Sonra aklına geldi:

“Kız şurup ezsin…”

“Hiç zahmet etmeyiniz, ne olacak. Biz yabancı mıyız!..” diye Nadir Hanım nazlandı, sonra da izahat verdi: Yalnız sabahları, sütün içinde biraz kahve alıyormuş. Bir de saat beşte çay…

Doktor’un hanımı anladı:

“A, çay hazırlayalım!” dedi.

Nadir Hanım ona da nazlanır gibi oldu ise de emir verildi. Doktorlar, Nadir Hanım’a hem “Zayıfla.” diyorlarmış, hem de yol yürümesine izin vermiyorlarmış. Sungur Bey onun dans ettiğini istiyormuş! Nadir Hanım, yalnız biraz fokstrot33 yapıyormuş ama Sevim Hanım ile Salâ Bey çarliston,34 tango,35 vanstep,36 blakbuton37 daha bilmem ne, bunların bütün figürlerini yapıyorlarmış.

Dans lakırtısı olunca Salâ Bey ayağa kalktı.

“Abla.” dedi. “Şimdi bir figür var, sen onu biliyor musun? Bak böyle, lallal lalatirram tirillalala tallalam, tilalallalam…”

“O, yeni mi? Bardaki Arabın figürü.”

“Ben Arabı marabı bilmem, bu daha yeni çıktı. Bizim mektepte bir çocuk var, o yapıyor.”

Nadir Hanım çocukların oynadıklarını da göstermek istiyordu.

“Bir gramofon yok mu?” diye sordu.

Gramofon varmış ama hiç alafranga hava yokmuş. Sevim Hanım dedi ki:

“Belki komşularda vardır.”

“A, iyi aklettiniz, İsmail Beylerde olacak!”

Hemen birini gönderdiler, iki plak geldi. Sevim Hanım çarliston istiyordu, gelen plakların ikisi de fokstrot imiş. Salâ Bey fokstrotla çarliston da yapılacağını söyledi. İki kardeş oynadılar. Bir daha bir daha…

Doktor figürlerin farkında değil, bakıyordu. Oyunun bir aralığında:

“Şimdi de Nadir Hanım’ın figürlerini görelim.” dedi. Salâ Bey de:

“Haydi gel, anne!” diye davet etti.

“Aaa, deli olma, ben şimdi oynayamam.” diye Nadir Hanım biraz nazlandı ise de dinlemediler, oynattılar.

Doktor, besleme kızın da oynamak istediğini gözlerinden okuduğu için, Nadir Hanım ile oğlu oynarken Sevim Hanım’a:

“Bu, oyun bilmiyor mu?” diye sordu.

“Bilmez olur mu?”

Sevim Hanım’la besleme kız da ikinci çift oldular, Doktor’un hüzün dolu odasını şenlendirdiler.

Çaylar geldi, oynayanlar yoruldular, terlediler, oyunu bitirip çaylarını içmeye oturdular. Doktor’un hanımı, çayla yemek için misafirlerine bir bisküvit olsun vermemiş. Sade çay Nadir Hanım’ın göynünü bulandırır ama neyse. Ses çıkarmadı. Ev lakırtısını açtı. Yalının satılık olduğunu duymuş, kendisi de bir yer almak istiyormuş. Burayı da bir bildiğe kısmet olsun diye istemiş. Evi biliyormuş ama bir kere daha görmekte ne zarar var!

Doktor “Acaba bunlar son vapurun kaçta olduğunu biliyorlar mı?” diye düşündü ve çaylar bitince hanımına “Haydi evi gezdirelim.” diye acele etti.

Nadir Hanım’ın da ancak o zaman vapuru kaçırmak ihtimali olduğu aklına geldiği için, kızına:

“Sevim, son vapur kaçta idi, tarifeye baktın mı?” diye sordu.

Neyse, evi gezecek kadar vakit varmış. Dışarı çıktılar.

“Şimdi, bu alt kattan başlayalım, burası…”

Doktor’un sözü ağzında kaldı. Sevim Hanım;

“Hol neresi oluyor?” diye sordu.

Doktor, biraz şaşırarak:

“Hol, bilmem.” dedi.

“Şurası kabul salonu oluyor, değil mi?”

“Ya… Evet, işte salon gibi… Bizim misafir odası.”

Doktor, evi Sevim Hanım’ın tabirleri ile onun istediği gibi gösteremeyeceğini anladı. İçeri odadan Salâ Bey de bağırdı:

“Abla bak, burada ‘patebebi’yi oynatırız.”

Sevim Hanım ayrıldı, o tarafa gitti. Doktor’un Hanımı’da Nadir Hanım’a evin köşesini bucağını göstermeye başladı.

Doktor, besleme kızla yalnız kaldı. Karşı karşıya duruyorlardı. Kıza baktı, sırıttı. O da Doktor’a güldü. Besleme dedi ki:

“Siz beni geçen gün gördünüz de tanıyamadınız! Şimdi artık tanıdınız mı? Çok büyümüş müyüm?”

“Büyümüşsün ya tam gelinlik kız olmuşsun!..”

Besleme kız içinden gelen bir sevinçle:

“Aman!..” dedi. “Kim görse ‘gelinlik’ diyor! Gelin olmayı kim istiyor acaba!”

“Gelin olmak mı? Kim olsa ister…”

“Kim ister?”

“Kim olsa ister! Mesela ben bile…”

Kız, kısık bir kahkaha ile güldü:

“Aa, siz gelin olur musunuz?..”

“Olurum ya!”

“Hem bilsen ne tuhaf olurum!” diyecek, genç kızla yârenlik edecekti. “Gider de arkamdan eğlenir misin, ‘İhtiyar bunak hâline bakmıyor da neler söylüyor!’ der misin?” diye düşündü, sustu. Hayırsız koyunu varsın dağda kurtlar yesin!

Misafirler gidiyorlar. Evi beğenmişler mi, alacaklar mı? Belli değil. Doktor sanki biraz mahzundu. Kâküllerini düzelten, burunlarını pudralayan Nadir Hanım’la kızına veda edip odasına döndü. Pencerenin önüne oturdu. Ortalık kararmış, ışıklar yanmış. Her nedense “Ölüm nasıl olsa gelecek!” diye düşündü. Sonra Yusuf’u ve ailesini göz önüne getirdi. Bunlar da değişen, yenileşen yaşayışa ucundan kıyısından da olsa girmiş, sürüklenip giden bahtiyarlar. Doktor o hayatın dışında kalmış. Bu ne demek? Bu o demek ki hayat yürümüş gitmiş, o birlikte yürüyememiş. Geride kalmış. Bu ihtiyarlamanın, kocalmanın, ölmenin ta kendisi…

Doktor’un karısı, elinde ışıkla odaya girdi. Onu biraz kırgın görüp sordu:

“Rahatsız mısınız?” dedi.

“Yok.”

“Yeni kibarlar evi beğendiler sanırım.”

“Ya!”

“Nadir Hanım Yusuf’a danışıp bize ahretlikle haber yollayacak.”

“Yollasın bakalım!”

“Bizim içerideki odaya bir sofa koyacaklarmış…”

“Ne demek?”

“Bilmem, öyle konuşuyorlardı. Sofayı da hol yapacaklarmış. Hol nedir Doktor?”

“Bilmem. O da sofa gibi bir şey olacak.”

“Çamaşırlığı da üst kata çıkaracaklarmış. Şimdi hep öyle yapıyorlarmış.”

“Canım, onlar evi alsınlar da…”

Doktor’un hanımı biraz sustuktan sonra, gene söze başlayıp:

“Ben bu sefer bunları hiç beğenmedim!” dedi. “Hâllerine baktım da kendi hâlimize bin şükrettim. Hele Nadir Hanım’ın yüzü! Yoluyor mu, ne yapıyor bilmem, pişik suratlı olmuş! Ya oğlan, delikanlı demeye bin şahit ister! Sevim Hanım’ı da alan, teller takınsın… Gene içlerinde en cana yakın o ahretlik kız!”

Doktor sesini çıkarmadı. Elini cama siper edip karşı kıyıların ışıklarına baktı.

RÜYA NASIL ÇIKTI?

Postacı Tevfik Efendi yirmi beş-yirmi sekiz yaşlarında, kendi hâlinde, gençten bir adam. Posta odasının kapısını kapadı, Bakkal Etem Efendi’den boş yağ tenekelerini aldı; eve giderken Kerim’in kahvesinden çağırdılar:

“Tevfik, Tevfik!”

Döndü:

“Ne var?” dedi.

“Seni istiyorlar.”

“Kim istiyor?”

Kahveye girdi, İzzet Bey istiyormuş. Az çok geliri olan bir hanım almış, çoluğu çocuğu olmamış, karısının parasını yer oturur, dünyanın alayında, kurnaz, kendinden başka kimseyi düşünmez bir adam; Tevfik Efendi’nin kapı karşı komşusu. Akşamüstü kahvede yalnız kalmış, kendine konuşacak birini arıyor. Tevfik Efendi’yi görünce:

“Nereye gidiyordun?” diye sordu.

“Hiç, eve gidiyorum…”

“Daha erken, otur. Beraber gideriz.”

Tevfik Efendi oturmak istemedi. Ayakta sallandı. “Gideyim.” diyecekti, İzzet Bey onu alıkoymak için ağır tavırla, yavaş bir sesle:

“Tevfik.” dedi. “Seni bu gece rüyada gördüm… Allah hayırlara tebdil etsin.”

Tevfik sarardı:

“Nasıl?” dedi.

“Seni rüyada gördüm diyorum.”

Tevfik Efendi elinde tenekelerle peykenin kenarına ilişti.

“Nasıl gördün? Pek fena mı?” diye sordu.

“Neden fena olsun, fena da olsa hayra yormalı.”

Kahvecinin çırağına seslenerek:

“Abdullah bir ateş ver!”

Tevfik Efendi tırnağını ne gün kestiğini düşündü. “Yanılıp da ters bir günde kesmiş olmayayım?” Kendince uğursuz saydığı işlerden birini işlemiş olmasından korktu. Fena… İçi sıkıldı. Cebinden posta odasının anahtarını çıkardı, baktı.

“Bir kahve de sana ısmarlayayım!”

“İçmem… Sen beni pek fena mı gördün?”

İzzet Bey, yan gözle Tevfik Efendi’nin yüzüne bakarak:

“İnsanın her gördüğü rüya çıkmaz ya.” dedi. “Kaynanan seni her akşam caminin keneflerine38 düşmüş görüyor da ‘Oğlum zengin olacak!’ diye bana tabir ettiriyor… Ne zengin olduğun var ne bir şey!”

Tevfik hiç cevap vermedi. “Acaba posta odasının kapısını iyice kapadım mı?” diye düşündü, korkmaya başladı. “Neden Abidin anahtarları bana bırakıyor?” diye kızdı. “Kendi işine kendi baksın! Yarın anahtarı geri vereyim, başıma bir felaket gelirse bu postadan gelecek… Gidip posta odasını bir daha yoklamalı.”

“Abdullah, bu tenekeler burada dursun, ben şimdi gelirim.” dedi, kahveden fırladı.

“Nereye gidiyorsun? Gel bak ne diyeceğim…” diye İzzet Bey, arkasından seslendi ise de aldırmadı.

“Şimdi gelirim.” dedi, gitti.

Posta odasının kapısı kapalı, yokladı, sarstı, kapalı. Açıp açmamakta tereddüt etti. Ya birisi cıgara attı ise… Kapıyı açtı. Her şey yerli yerinde, ne duman var ne de kâğıt kokusu. Yerlere, tahta aralıklarına, dolapların altına bakıyordu. Sanki bir taraftan bir ateş çıkacakmış gibi bekliyor, odayı bırakıp gidemiyordu.

Muhabere Memuru Hakkı, kapıdan başını uzattı:

“Sen demin gitmedin miydi?” diye sordu.

“Gittimdi ya gene geldim.”

“Ne o, bir şey mi kaybettin?”

“Yook, bir şey kaybetmedim.”

“E, ne bakınıp duruyorsun?”

“Hiç, bir ateş filan olmasın diye bakıyorum.”

Hakkı ateşi işitince içeri girdi:

“Yoksa bir cıgara filan mı düşürdün? Vallaa hepimiz yanarız… Burası zaten çıra gibi…”

Hakkı da aranmaya başladı.

“Nereye düşürdün?” diye sordu.

“Ben bir şey düşürmedim. Ama olur ya belki biri düşürmüştür diye bakıyorum.”

Hakkı’nın gelişi ona kuvvet oldu. Eğer Hakkı gelmeseydi odayı güç bırakıp çıkardı.

“Haydi gidelim, bir şey yok!”

Çıktılar. Kapıyı kilitlerken Tevfik: “İzzet Bey beni rüyasında görmüş.” diyecekti, alay ederler diye korktu, sesini çıkarmadı. Kahveye döndü. İzzet Bey gitmiş.

“Nerede İzzet Bey?” diye sordu.

Abdullah:

“Bilmem, galiba eve gitti.” dedi.

Tenekeleri alıp o da evin yolunu tuttu. “Sabahtan beri zaten içimde bir sıkıntı var, İzzet Bey’in rüyası da boşuna değildir.” diye düşünüyor, kendisi için sanki bir uğursuzluk hazırlandığını sanıyordu.

Eve girdi. Karısı Tevfik’ten daha kuruntulu, hırçınlıktan kurumuş bir kadın. Bu haberi duyarsa sabaha kadar uyuyamaz. İzzet Bey’in rüyasını karısına, kaynanasına söylemedi.

“Nen var, niçin böyle küskün duruyorsun?” dediler.

“Hiç.” dedi. “Başımda bir sangılık39 var!”

Yaz gecesi sıcak, uyku uyunmuyor. Buna kuruntu da karıştı. Tevfik Efendi yatakta dönemez. Sağ yanına yatıp uyumalıdır. Yoksa ertesi gün başına bir felaket gelir. Kafasında hep İzzet Bey’in rüyası, biraz dalıyor; uyku ile uyanıklık arasında hep onu düşünüyor, İzzet Bey’i görüyor, uyanıyor, yeniden dalıyor. Bu sıkıntı içinde yarı geceyi geçirdi. Yarı geceden sonra da yağmur yağmaya başladı, her yeri tatlı bir serinlik kapladı. O serinlik içinde Tevfik dalmış. Uyandığı vakit güneş çoktan doğmuştu.

Kalktı, don gömlekle bahçeye çıktı. Karısı ile kaynanası çoktan kalkmışlar, bahçede pekmez kaynatıyorlar, Tevfik’i görünce karısı uzaktan gülümsedi. Kaynanası:

“Ay canım oğlum.” dedi. “Gel biraz yardım et de tavayı düzelteyim. Biz bu ocağı denk yapamadık.”

Karısı düz bir taş buldu, getirdi. Tevfik Efendi’nin içi sıkılıyor… Gönülsüz yaklaştı. Tavada kara pekmez kaynıyor, sarı köpükler veriyor, hafif bir duman çıkarıyordu. Biraz kaldırmak için tavanın kulpuna bir odun geçirdiler. Kaynanası bir yandan tuttu, bir yandan da Tevfik, karısı da ocağın taşlarını düzeltiyor.

“Yok onu değil, bunu, bunu. Hah, it bu yana. Sen kaldır, çek çek…”

Kaynanası ile Tevfik Efendi, ikisi de kumanda verirlerken nasıl oldu ise tava eğrildi, kaynar pekmez Tevfik’in ayaklarına döküldü. Hepsi şaşırdılar. Tavayı bir yana bırakıp telaşa başladılar. Tevfik Efendi duvarın dibine çöküverdi.

Pekmezi ayaklarından silecek oldular, derileri beraber kalkacak! Su döktüler, çamur sıvadılar, komşulara seslenip ilaç sordular, herkes ayrı bir şey söyledi. Petrol sürdüler, pamuk sardılar. Tevfik Efendi bir taşın üstüne oturmuş hem can acısı çekiyor hem de içinden gizli gizli seviniyordu. İzzet Bey’in rüyası bununla geçmiş oldu. Demek başına gelecek felaket bu imiş.

Birkaç saat sonra Tevfik’in acıları biraz savuşmuş, sundurmada bacaklarını uzatmış oturuyor, dinleniyordu. Karısı ona kahve getirdi. Kadın acıyarak kocasının yüzüne baktı, o da karısına baktı, güldü.

“Ben sana söylemedim.” dedi. “Dün gece İzzet Bey beni rüyasında görmüş!”

“Nasıl görmüş?”

“Nasıl görmüş bilmem ama fena görmüş olacak. Bak bugün nasıl çıktı!”

“Sen bana niye söylemedin; sadaka verirdik, adak adardık.”

“Merak edersin diye söylemedim.”

Ertesi günü dostlardan, ahbaplardan gelip yoklayanlar oldu. Komşu değil mi, bir aralık İzzet Bey de uğradı. Tevfik ona rüyadan söz açınca:

“Canım Tevfik.” dedi. “İyi çocuksun, hoş çocuksun ama bu rüyalarla bozmuşsun. Ben onu sana mahsus söyledim. Oturasın diye!”

Tevfik Efendi kendi bildiğinden şaşmadı:

“Mahsus söyledin ama bak nasıl çıktı!” dedi…

ANA BABA

Kış gecesi, komşu kadınlar bize oturmaya gelmişlerdi. Onları dinledim. Geç kalmışım. Yatmaya giderken babamın çalıştığı odaya uğradım. Babam, gündüz ders okutur, geceleri saatçilik ederdi. Gene bir saatle uğraşıyordu. Beni görünce:

“Sen daha yatmadın mı?” dedi.

“İçeride masal söylüyorlardı, onu dinledim.” dedim.

Benimle konuşmaya başladı.

Bana güvercinleri sordu. O günlerde babamın okuttuğu çocuklardan birine bir uçurtmayla içine kurşun akıtılmış bir ceviz meşe vermiş, biri dişi biri erkek iki güvercin almıştım. Babam bu güvercinlere, gaz sandıklarından genişçe bir yuva yaptı. Dişi güvercin yumurtlayıncaya kadar güvercinleri yuvalarında kapadık. Dişi, iki yumurta yumurtladı. Kuluçka oldu. Yakında yavruları çıkacak.

Kaç güne kadar yavruları olacağını hesapladık. Sonra babam, çocukluğunda beslediği güvercinleri anlatmaya başladı.

Babamı dinlerken masanın üstünde duran anahtar zincirini elime almış, çevirip, parmağıma sarıp çözmeye başlamışım. Sözleri arasında babam dedi ki:

“Onu çevirme, lambanın şişesine değerse kırar.”

“Peki!” dedim.

Durdum. Zinciri elimden bırakmalı idim, bırakmamışım. Biraz sonra dalmış, gene çevirmeye başlamışım; çok geçmedi, zincirin ucundaki anahtar lambanın şişesine değdi, şişenin karnında bir ufak delik açtı. Ben şaşırdım, ne diyeceğimi bilemedim.

Babam hiç istifini bozmadı, sözünü de kesmedi; sesinde, yüzünde de hiçbir şey değişmedi. Sanki o söylememiş, ben de şişeyi kırmamışım. Yalnız uzandı, is çıkarmaya başlayan fitili kıstı. Şişe kırılmadan iyice aydınlık olmayan oda büsbütün karardı.

Babam, güvercinleri anlatıyordu ama ben artık dinleyemiyordum. Tatlı tatlı konuşurken bu aksilik nereden başıma geldi! Ne dedim de uğursuz zinciri elime aldım. Babam söyledikten sonra hemen atmalı idim. Şeytan beni dürttü…

Bu uğursuzluklar, hiç beklenilmeyen saatte adamın başına gelir!

Babam, sözlerini bitirdi, sonra bana dedi ki:

“Hadi, kalk bir ışık arayalım. Bununla artık çalışılmaz.”

Büyükçe lambamız misafirin yanında. Başka lambamız da yok. Babam, mutfakta kullandığımız idare kandilini yaktı. Odaya döndük. Babam, bu idare kandili ile çalışabilecek mi? Ben suçluyum. Babam da hiç sesini çıkarmıyor. “Ben sana söyledim, benim sözümü dinlemedin.” dese ben de “Evet, suç bendedir!” desem yahut yalnızca “Suç benimdir, senin sözünü dinlemedim.” diyebilsem gidip rahat yatacağım. Babam:

“Sen artık yatarsın, ben görebilirsem, biraz daha çalışırım. Gecen hayırlı olsun!” dedi.

Başka hiçbir söz söylemedi. Ben sesimi çıkaramadım.

Sıkıntılı günlerin gecesinde yatak, bana her yerden daha iyi gelir. Başka yerde düşünmesinden üzüldüğüm sözleri, işleri, yatakta üzüntüsüzce uzun uzun düşünürüm. Bu düşünceler arasında kendimi avuttuğum da olur.

O yıllarda ben, sekiz-dokuz yaşlarında idim. Oturduğumuz yer bir ufak kasabacıktı. Babam hesap okutuyordu. Saatçilik de ederdi. Ekmek paramızı ancak çıkarabiliyorduk. Aç, açık kaldığımız yok ise de babam bir aylığını alamadığı günlerde aç kalmak korkusu da kendini gösteriyordu. Babam, alacaklıları ile bizim aramızda eziliyordu. Evinde oturduğumuz adamın, alışveriş ettiğimiz bakkalın kapıya kadar gelip acı sözler söyledikleri de olurdu. Haklı olmadıklarını da şimdi anlıyorum. Bizde alacakları kalmıyordu. Geç kalıyor ama bütün borçlarımızı veriyorduk.

Bu yoksulluktan anam, her gün hasta. Babamın hocalık etmesine, sessizliğine kızıyor, hamallık etse bizi daha rahat geçindireceğini söylüyor, yok yere ablamı, beni haşlıyor; bunlar bittikten sonra da oturup ağlıyordu.

Yokluk içinde yüzen bu evde bir lamba şişesi kırmanın ne acıklı bir şey olduğunu anlarsınız. Bunun daha acıklısı, babamın hiç sesini çıkarmaması oldu. Benim ne kadar üzüleceğimi bilirdi. Suratını biraz asar, öğüt verir kılıklı birkaç söz söyler, ben de suç işlemiş, karşılığını da görmüş olurdum. Şimdi de rahatça uyurdum. Babama hem acıyor hem de ona kızıyorum. İçimdeki bu üzüntüyü susturmak için yarın güvercinleri satıp bir lamba şişesi almayı düşünebildim. Bu düşünce bana biraz rahatlık vermiş olacak ki uyumuşum.

Ertesi sabah yatakta uyandım. Biraz sonra akşam kırdığım şişe aklıma geldi. Güvercinleri satmak, bana akşam düşündüğüm kadar kolay olmayacak gibi geldi ise de biraz düşündükten sonra gene en yapılabilecek bir şey varsa o da bu olduğuna inanarak hemen bu işi bitirmek için yataktan fırladım, giyinmeye başladım.

Belki babam, güvercinlerin satıldıklarını iyi karşılamayacaktır. Daha iyi. Ben de ondan öç almış olacağım.

Ben bunları düşünürken anam odaya girdi. Öfkesi yüzünden belli oluyordu.

“Lambanın şişesini sen mi kırdın?” diye sordu. “Ben kırdım.” dedim.

“İyi halt ettin!” dedi. “Ben de kızların günahlarına girdim.”

Nasıl olmuşsa gece anam şişenin kırıldığının farkına varmamış, babam da söylememiş olsa gerektir ki anam sabahleyin şişeyi kırılmış görünce ablama ve gündüzleri gelip boğaz tokluğuna hizmet edip geceleri evine giden Naime adındaki kıza tutunmuş. İkisini de ağlatıncaya kadar söylenmiş.

Benim kırdığımı anlayınca bana söylenmeye başladı:

“Babanın hazineleri olsa sizin ziyankârlığınıza yetişmez.” dedi. “Bana acımıyorsanız, bari babanıza acıyınız. Biz de çocuk olduk! Evde bir şey kırılacak diye ödümüz kopardı. Size bakıp şaşıyorum. Bak! Daha evin kirasını veremedik. Herif her gün kapıda.”

“Ben şişeyi isteyerek mi kırdım?” dedim.

“Zahir, bir de isteyerek kıraydın! Baban parayı sokaktan topluyordu! Gidin bir komşu çocuklarına bakın! Bak sizin gibisi hiç var mı?”

Anam doğru söylemiyor; komşularımızın çocukları, hemen hepsi kötü terbiye almış, haylaz, haşarı, yalancı çocuklar. Bunları, bizim bildiğimiz kadar anam da bilir. Göz göre göre yanlış söylüyor.

“Bak, Sait Kalfaların Ahmet, kız çocuğu gibi anasına hizmet ediyor.” diyor. “Bizim sanki kızımız var! Kendiliğinden bir kahve fincanı yıkadığını görmedim. Ama suçun başı babanızda… Baba olup da kendini saydırmaz ki! Evde yenilmiş, içilmiş, kırılmış, dökülmüş, sokağa atılmış… Haberi bile olmaz. Bırak, akşama kadar köpek yavrularıyla güvercinlerle oynasın! Bir gün kafam kızarsa yapacağımı bilirim. Birini çağırıp o güvercinleri vereyim de sen de görürsün!”

Ben yüzümü yıkadım geldim, giyindim, zeytin ekmek yedim, anam hep söylendi ve o söylendikçe ben de kızdım. Hem de hafifledim. Anam, lamba şişesini kırmak üzüntülerini yüreğimden sildi. O kadar ki “Ne iyi etmiş de kırmışım!” diyesim geliyor gibiydi. Nasıl ki güvercinleri vereceğini söyleyince dayanamamışım:

“Ben de evde ne kadar şişe varsa kırarım.” dedim.

Benden böyle sözler işitmeye alışık olmadığı için annem çok gücendi. Ben, çantayı kapınca kaçtım. Kim bilir arkamdan ne kadar söylenmiştir. Bereket versin ki öfkesi tez geçer. Bir suç yaparsam babamın susuşundan korkar, beni kızdırsa da anamın yürekte üzüntü bırakmayan söylenişlerini arar ve sanırım ki anamı daha çok severdim.

ŞAİR TAVÂFİ

İlkyaza yakın bir kış günü, bir yaylı içinde, beş-altı saat, oldukça sıkıntılı bir yolculuktan sonra geceleyeceğimiz kasabacığa varıp arabamızı hanın genişçe avlusuna çekince başka yerlerde olduğu gibi burada da han kahvesinde işsiz oturanlardan birkaç kişi arabacıya sokulup nereden, ne için geldiğimi sormaya başladılar. Ben, hancıyı çağırdım; yer, yatak, yemek ısmarladım. Yukarıda bir oda açıp temizleyecekler. Evden yatak getirecekler. Bir de kavurma pişirip üstüne yoğurt dökecekler. Karnımı doyurunca yatacağım, ertesi sabah erken yola çıkıp akşama Osmancık’ı tutacağız.

Hancının temizlediği odada ceketimi çıkardım, sundurmaya çıktım, çırak su döktü, ben yüzümü gözümü yıkadım. Sonra odaya döndüm, soba başında oturur ısınırken kapı açıldı, içeriye yaşlıca başlıca adamlardan beş-altı kişi girdiler.

“Bunlar buranın ileri gelenleri olsalar gerek.” diye düşündüm. Başıma gelecekleri de kestirir gibi oldum. İstedim ki bu adamlara yalvarayım, diyeyim ki: “Ağalar, efendiler! Yolcuyum, yorgunum, yarın sabah da erken kalkacağım. Belki adımı duymuş beni bir şey sanmışsınızdır. Kimseye hayrı dokunabilecek bir adam değilim. Eski edebiyatla uğraşır, ders verir, arada şiir miir de söylerim. Ama bunların size hiç faydası olmaz. Sevdiklerinizin başı için çok oturmayın!” Utandım, söyleyemedim. Yalnız ağlar gibi yüzlerine baktım, bunun da hiç faydası olmadı.

Geldiler, sıralanıp oturdular, cıgara verdik, kahve ısmarladık. Konuşmaya başladılar. Bu adamların çoğu sakallı, başları tıraşlı. Birbirlerini de “Hacı” diye çağırıyorlar. Hepsi de hacı mı? Yoksa adlarını mı Hacı koymuşlar, bilmem! Bir aralık, aralarından biri bana dedi ki:

“Bizim, teşrif-i alinizden40 haberimiz olmadı. Sizi karşılardık. Hiç buraya inip rahatsız olmazdınız.”

“Amanın, bunlar beni eve mi götürecekler?” diye düşün-düm, hemen:

“Eksik olmayın. Buradan pek hoşlandım, birkaç saat kalacağım. Hancı da her şeyimi hazırladı.” dedim. Aklıma gelmedi ki “Yeminliyim.” diyeyim de dayanayım.

Bu sefer bir başkası:

“Burası size layık değildir. Olsa bile biz bırakmayız, buyurunuz gidelim.” dedi.

Anlaşıldı ki bu adamlar beni almaya gelmişler. Sıkıldım. Dedim ki:

“Ben artık buraya yerleştim, hiç zahmet etmeyiniz. Dönüşte artık haberli geliriz de…”

Yüzlerine de bakıp sırıttım ama hiç aldırmadılar.

“Her şeyiniz hazırdır, buyurun gidelim.” dediler.

Bizim çantaları da alıp götürmüşler. Gördüm ki burada kalmanın bir tek yolu var; tabancayı çekip köşeye durmalı, bunlara da “Benim buradan ölüm çıkar.” demeli, sonra da yiğitçe dövüşmeliyim!

“Sizi hiç han bucağında kor muyuz, herkes bize ne der!” diyorlar.

“Siz bilirsiniz.” dedim.

Hep birden ayağa kalktılar, bizi de önlerine kattılar. Çarşı içinden biraz yürüyüp solda bir sokağa saptık. Genişçe bir meydanı geçip mahalle içine girdik. Bozuk kaldırımlı darca, eğri büğrü sokaklar arasında eski biçimde, saçaklı bir çeşmenin yanında, büyükçe bir evin kapısında bizi bekliyorlardı. Girdik.

Hepsi ayaklarını çıkardılar, biz de çıkardık. Bizi genişçe bir odaya aldılar. Tabanı baştan başa Kırşehir seccadesi ile örtülü. Üstüne de şilteler, onların üstüne de gene seccadeler döşenmiş. Pencere önünde uzun, yüksekçe bir sedirle ot yastıkları var. Beni bu sedire oturtmak istediler. Oda soğuk olduğu için sac sobaya yakın bir şilteye yerleştim. Arkama yastıklar getirdiler.

Sac soba çıtırdıyorsa da yeni yakılmış olacak ki oda ısınmamıştı. Ben bu hacılardan hangisinin misafiri olduğumu ancak gece yarısından sonra anlayabildim. Daha önce benim ev sahibi sandığım adam, ev sahibinin kardeşi imiş. Ne ise oturduk. Kahveler de geldi “Ne söz bulmalı da bu adamlarla konuşmalı?” diye düşünceye daldım. Suratım ne kadar ekşi, bilmiyorum. Sırıtmaya çalışıyorum. Bana öyle geliyordu ki bu adamların ayrı ayrı birtakım işleri var; bana anlatmak, benden yardım görmek isteyecekler. Ben ise bu gibi işlerin hiçbirinden bir şey anlamam. “Bir tatsızlık olmadan sabah olsa da buradan kaçsam.” diye düşünüyordum. Çok da sıkılmıştım. Hızır yetişti, beni kurtardı. Eskiden İstanbul camilerinden birinde ders hocası iken şimdi burada oturan bir yaşlıca adam, söze başladı. Sultan Hamit gününde Şeyhislam olan Cemâlettin Efendi için o yıllarda İstanbul’da hocalar arasında çıkmış dedikoduları anlatmaya başladı. Ben, kurtuldum. İş yalnız dinlemeye kalınca kolay! Herkes gibi ben de dinlemeye başladım. Akşam namazı oldu, bu adamlar birer ikişer gidip başka bir odada namazlarını kıldılar, gene geldiler. Beni de yalnız bırakmamış oldular.

Gece oldu, ışıklar yandı, yatsı vakti geldi, hep eskiler konuşuluyor. Ara sıra ben de söze karışıyorum.

Biraz sonra yemek getirildi. Yere iki sofra kuruldu, benim önüme leğen, ibrik getirdiler; ellerimizi yıkayıp sofra başına oturduk.

Ev sahibi buranın varlıklı adamlarından olacak, bize tatlısı, tuzlusu ile güzel bir yemek hazırlatmış. Çorbası var, kızartma eti var, börülce aşı var, yaprak sarması var, böreği var, bir hamur tatlısı var, pilavı var, pestil ezmesi var. Neyse yedik içtik, yeniden yerlerimize oturduk, konuşmaya başladık. Benden kimsenin bir şey istemediğini, sormadığını görünce ben de biraz açıldım. Yemekten sonra da gelenler oldu ama çok oturmadılar, birer birer çekildiler gittiler. Biz, ev sahibi olan Hacı ile yalnız kaldık. İşte ondan sonra işin en ağır yeri başladı. Bizim ev sahibimiz Hacı’nın şairliği varmış, bana açıldı. Hacı Mekke’ye gitmeye niyet edince ne demiş, arabaya binip buradan çıkarken ne demiş, gemi kıyıdan ayrılınca ne demiş…

Yazık ki bu deyişlerin hepsini size yazamıyorum ki benim ne çektiğimi anlayasınız. Yalnız şu birkaç örneğe bakınız:

 
Geldim işte kapına ey ulu Resul!
Kıl şefaatin bizlere ey ulu Resul!
Âsiler düşer ah-t zârına,
Şefaat kılmaz isen yaman olur,
Ey ulu Resul!
 
 
Sensin büyüklerin büyüğü,
Sensin resullerin büyüğü,
Âhirette vardır şefaatin büyüğü,
Şefaat kılmaz isen yaman olur,
Ey ulu Resul!
 

Çocuklardan ayrılırken de şunları söylemiş:

 
Ayâlim 41 ben gittim, yüzün gülsün;
Yârime kavuştum yüzün gülsün.
 

Bunlar böyle bir-iki, beş-on değil, defterler…

Ağaç Bayramı olmuş. Hacı ona ne demiş! Bir gece rüyasında Teccal’ı görmüş, ne demiş!

Bir aralık diyecek oldum ki:

“Bunlar çok güzel ama Hacı, vezinleri biraz şey gibi bir de kafiyeleri pek belli olmuyor!”

“Ya.” dedi. “Ben hiç vezne kafiyeye bakmam, bu bana bir Allah vergisi, içimden gelir söylerim. Bana hep şaşarlar. Bir gün bulutları gördüm, bak ne dedim…” deyip okuyor!

Rüyasında büyük bir kuşa binmiş; cennetlerde uçup gezdiğini gören bir adamı “Yanlış şeyler görüyor.” diye uyandırmak ister misiniz? Ben kıyamadım. Belli ki bu şiirler, Hacı’nın belki bütün varlığıdır, bunları beğenmediği, bunların hiçbir değeri olmadığını anladığı gün Hacı, pörsüyüp sönecektir. Buralılara belki bunları hiç okumamıştır yahut komşuları dinlemekten bıkmışlardır, belki de şiirle uğraşmak hacılara yakışmaz diye onlara okumak istememiştir. Hacılar, hocalar burada iken defterlerini açmadı, şimdi anlıyorum ki beni evine getirdiği, bu kadar masraf ettiği, bu şiirlerini dinletmek içinmiş. Bu benim de başımdan geçmiştir. Ben de yazıp hoşlandığım bir şiiri, dinletecek arkadaşlar ararım. Bunu düşünüp Hacı’yı dinlemeye katlandım. Sıkılsam, rahatsız da olsam bunları dinleyeceğim. Gece yarısı geçti, soğuk çok, üşüyorum. Bir aralık o bana acıdı:

“Sizi de uykusuz bıraktım.” dedi.

Beni yatmaya götürdü. Bir başka odaya yatak sermişler. Baş ucuna da bir mangal ateş koymuşlar. Yeni getirmiş olacaklar ki hiç faydası olmamış. Gözlerinden uyku akan bir hizmetçi su getirdi. Soyunmaya başladım. İki saatçik uyuyabilsem, razıyım.

Daha soyunmamı bitirememiştim ki elinde bir fenerle Hacı geldi.

“Dışarı çıkarsanız yerimiz uzakçadır.” dedi. “Size fener getirdim.”

“Zahmet ettiniz, dışarı çıkacak değilim. Arabacı erken kalkarsa beni uyandırsa da erken yola çıksak, siz sabahleyin rahatsız olmayın, şimdiden Allah’a ısmarladık, bizi gönülden çıkarmayın!” dedim.

“Ne demek.” dedi. “Biz hepimiz ayaktayız. Siz rahatınıza bakın. Bizim buraların havası güzeldir, sabah uykusu tatlı olur.”

Bunları söyledi, bir de şiir okudu:

 
Çile sabah kuşu çile,
Yâr uyusun güle güle;
Mecnunî’yiz düştük dile
Çöller bize meskân oldu!
 

Kulağıma bir hoş geldi.

“Bu da sizin mi?” diye sordum.

“Yok.” dedi. “Bizim mahlasımız ‘Tavâfi’ oluyor, bu ‘Mecnunî’nindir, eskidir. Ama bizim de bülbüle demişliğimiz vardır.”

 
Ne ötersin ey bülbül, hasret ile yürek deler,
Sesin ıraktan gelir, yürek deler.
 

Yeniden kendi dediklerini okumaya başladı. Ben yatağa girdim, yorganı dizlerime, paltoyu da sırtıma aldım, cıgarayı da yaktım, Tavâfi’nin dediklerini dinledim. Bu sefer defterden değil, ezberden okuyordu. Ortalık ışımaya başladı, Hacı dedi ki:

“Sizi de uykusuz koduk. Ben gideyim, siz de uyursunuz.”

“Zararı yok.” dedim. “Şiir tatlıdır.”

“Ya.” dedi. “Ben de ne geceler uykusuz kalmışım!..”

Beni uykusuz bıraktı, rahatsız oldum diye bu şaire gücenmedim. Ne yapsın! Yazılmıştır, okuyacak! Yalnız ben yazdıklarımı arkadaşlara okumamaya ant içtim. Kendileri sıkıntıya katlanıp okurlarsa ne yapayım! Okumasınlar.

Arabacıyı uyandırdık, giyindik, bana da bir kahve getirdiler içtik, gittik.

1945
33.Fokstrot: Tempolu bir sans türü.
34.Çarliston: Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da yaygıblaşan dans türü.
35.Tango: Özel ritimli bir dans.
36.Vanstep: Tek adın dansı.
37.(İng.) Black bottom: Tahta ayakkabılarla tempo tutarak ve kalça hareketiyle yapılan bir dans türü.
38.Kenef: Tuvalet.
39.Sangılık: Sersemlik, şaşkınlık.
40.Teşrif-i aliniz: Yüce kişiliğinizin gelişi.
41.Ayâl: Eş.

Bepul matn qismi tugad.

30 235,18 soʻm