Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Mendil Altında», sahifa 2

Shrift:

İKİ ZİYARET

1

Mütekait18 Asker Hekimi Şakir Mustafa Bey, bayramın üçüncü günü, İstanbul’da Çengelköyü’ndeki küçük yalısının selamlık odasında oturuyor, eline geçen, günü geçmiş bir gazeteyi okuyordu. Anadolu kıyısından Boğaz’a çıkan sabah postalarından biri geçti, dalgası rıhtım taşlarına vurdu, kayıkhane içine yayıldı; biraz sonra bir düdük sesi, dağlardan geri geldi. Aradan on dakika geçmeden sokak kapısı vuruldu. Taşlıkta kadın sesleri duyuldu. İstanbul’dan misafir gelmiş olacak! Aradan beş-on dakika daha geçti, bu sefer Doktor’un oturduğu odanın kapısı vuruldu. Doktor’un sesi boğazında düğümlendi, birdenbire “Giriniz.” diyemedi. Öksürdü, sonra:

“Buyurun!” dedi.

Odaya, piyade zabiti gibi giydirilmiş küçük bir çocuk girdi. Kapıyı kapadı, döndü, sert adımlarla ilerledi, Doktor’un önüne gelince topuklarını birbirine vurup selam verdi, elini uzattı. Doktor’un elini tuttu, salladı. Sonra, yarım sol etti, yan tarafta duran koltuğa tırmandı oturdu, gözlerini duvarın bir noktasına dikti, öylece hareketsiz kaldı.

Doktor, bu ziyaretten biraz şaşırmış gibi elinden gazetesini bıraktı, gözlüğünü düzeltti, biraz başını biraz da kaşlarını kaldırıp ziyaretçisine baktı. Ziyaretçi, dokuz-on yaşlarında, fena beslenmiş, kavruk, cılız bir çocuk. Şüphesiz tanıdıklardan birinin çocuğu olacak. Sırtında bir piyade zabiti ceketi var. Başında kabalak, belinde manevra kayışı. ayaklarında getirler, mahmuzlar, yanında da kasatura.

Doktor düşündü: “Eskiden de böyle özenen ana babalar, çocuklarına kılıçlı, sırma apoletli, yuvarlak püsküllü, kaloşfotin kunduralı bir müşür elbisesi giydirirler, omuzuna mavi boncuklu bir nazarlık takarlar, cebine de çörek otu, üzerlik tohumu korlardı. Yeni moda, müşürleri tasfiyeye tabi tutmuş, mülazimliğe indirmiş!” dedi.

Çocuğun öyle resmî, o kadar cansız bir duruşu var ki onunla konuşmak insana bir kukla ile konuşmak kadar manasız geliyor. Doktor ne söyleyeceğini, bu çocukla nasıl konuşabileceğini birdenbire kestiremedi. “Merhaba!” demek istedi, olmadı… “Hangi mektebe gidiyorsunuz?” diye sorsa pek damdan düşer gibi olacak. Sonunda yavaş sesle:

“Hoş geldiniz!” dedi.

Çocuğun cevabı hazırmış: Hani ya, nasıl asker bölük yoklamasında tek çift sayarsa nasıl kendilerini bölük, takım komutanlarına takdim eder; taburlarını, mangalarını, isim ve hüviyetlerini bildirirlerse o sesle, öyle yüksek, kati ve resmî sesle:

“Hoş bulduk, efendim!” dedi.

Doktor durdu, yan gözle çocuğa baktı. Çocuk susmuş duruyor. Bir söze başlamış olmadı. Bu sefer Doktor, ziyaretçisinin adını sormayı düşündü.

“Sizin adınız nedir?” dedi.

Çocuk gene o ses, gene o tavırla:

“Özdemir Selahattin Akyıldırımoğlu.” diye cevap verdi.

“Hımmmm! E, pederinizin adı nedir?”

“Yusuf Cengiz Akyıldırımoğlu!”

Doktor boynunu büktü.

“Hiç de tanıyamadım.” dedi… “Bu Yusuf Cengiz Bey ne iştetir?”

“Birinci Grup Birinci Mıntaka Eczacıbaşısı.”

“Haaa! Yusuf Bey… Anladım!”

Doktor, çocuğu tanıdı. “Eczacı Yusuf’un oğlu! Öyle ya son zamanlarda büyüdü, mühim adam oldu diyorlardı… Cengiz Akyıldırımoğlu… Akyıldırımı, da nereden bulmuş! İnsan kırk yıl düşünse aklına gelmez.” diye düşündü.

Bu Yusuf, hanımın sütninesinin oğludur. Anası Çerkez azatlılarından idi. Babası da galiba Arapkirlidir. Tefecilik eder, ev alır satar, açıkgöz bir adamdı. Yusuf’u, Doktor; Eczacı Mektebine yazdırmıştı. Mektebi bitirdi, kendi hâlinde, sessiz bir asker eczacısı oldu. Eğer bu dehşetli muharebeler, bu ihtilaller, bu istilalar olmasa kırk yıl Askerî Eczacı Yusuf Efendi olarak kalırdı. Şimdi, eski sıralar bozuldu, yeni sıralar, yeni nizamlar gelinceye kadar böyle olacak!.. Bak Yusuf da “Akyıldırım” olmuş!

Doktor, çocuğun anası ile birlikte bayram tebriğine geldiklerini anladı; sonra bunun anasını da hatırladı. Karaca kuruca, ufak tefek bir kadındı. Adı ne idi? Hatırlayamadı.

Çocuğu böyle tanıdıktan sonra, onunla konuşmak, Doktor için biraz daha kolaylaştı.

“Sen hangi mektebe gidiyorsun?” diye sordu.

“Nümune Mektebine.”

“Nümune Mektebi mi? Hangi Nümune Mektebine?”

Çocuğun kurgusu bozuldu. Cevabını ezberlemediği bir sual karşısında kalmıştı. “Hangi Nümune mektebi acaba?” diye düşünür gibi oldu ve başını çevirdi, Doktor’a baktı. Deminden olduğu gibi yüksek sesle söylemeyi bırakarak asıl kendi sesiyle, kendi uslu çocuk sesiyle yavaşça;

“Bizim Nümune Mektebine.” dedi.

Nasıl aktörler sahnede rollerinden dışarı söz söylemekten korkarlarsa bu çocuk da onlar gibi ezberlemediği suallerin cevaplarını vermekten korkuyordu.

“Sen annenle beraber mi geldin?”

Çocuk başını salladı, “Evet.” demek istedi. Doktor, çocukla konuşabilmek için yeni şeyler sormak mecburiyetinde idi.

“Mektepte size ne okutuyorlar?” diye sordu.

“Mektepte… İşte ders okuturlar.”

“Ne dersi?”

“Hiç, bayağı ders işte!”

Çocuğun bu cevabından sonra, Doktor kendi sualini saçma buldu. “Ders işte! Her yerde, her mektepte ne okutuyorlarsa bilmiyor musun?” demek istiyordu. Bu sefer, çocuk:

“Babam da evde okuturdu.” dedi.

“Ne okuturdu?”

Hakan’ın eşiğinde, demir senin, iman benim, Mehmetçik’in kaygusu…

Doktor anlamadı.

“Bunlar nedir?” diye sordu.

Bu sefer çocuk ne cevap vereceğini bilmeyerek:

“Efendim?” dedi.

“Bunlar diyorum. Bu saydığın şeyler nedir?”

“Nedir, kim bilir?” demek ister gibi çocuk dudaklarını büktü.

“Bunları siz okuyor musunuz?”

Çocuk başı ile “Evet.” der gibi işaret etti.

“Bunlar kıraat mı?”

“Evet… Okumak işte…”

“Nasıl okumak?”

Çocuk durdu. Sonra Doktor’a bakarak:

“Okuyayım mı?” diye sordu.

“Oku ya!”

Çocuk, anlamadığı bir sorgu sualden sonra, işin tabii yoluna girdiğine sevinmiş gibi hemen koltuktan atladı, Doktor’a dönüp ayaklarını açarak, kollarını uzatarak, sesini titreterek, yalnız bu sefer keskin asker sesiyle değil hatip, şair, aktör sesiyle söylemeye başladı.

İman benim, demir senin dedi. Ah… Hudutta gene boru çalıyor, ölüm borusu! Hayır hayır, hücum borusu… Hücum borusu. Sus ey menhus19 düşman, ey menhus baykuş, bende iman var, bende iman var. Ben Türk yavrusuyum ölemem! Benim beynim bir volkandır. Benim başımda ilim irfan nuru, din nuru, iman nuru parlıyor. İlim ve irfan! Ah, ey ilim koş! (pek fazla bağırarak) Kooş! (sesini alçaltarak) Zira önümüz yokuş!..

Alt tarafını hatırlayamamış gibi biraz durduktan sonra yeniden başladı.

Kimdir şu viranede ağlayan? Şu viranede ağlayan kimdir? Hangi öksüz, hangi yetimdir? Hayır, hayır hakan ağlıyor, kaan ağlıyor… Ağlama hakanım, ben geliyorum. Seni ağlar görünce damarlarım koptu, kalbim çatladı hakanım! Bak, senin önünde, senin eşiğinde dize geldim… Ah, ey menhus düşman! Artık karşımdan çekil, durma git, yıkıl! Sen de ey baykuş sus… Sizde demir varsa bende de iman var. Ateş olsan toprak olur seni yutarım. Demir olsan ateş olur seni eritir, yakarım… İşte geliyorum! Nedir o? Top patlıyor (güler). Evet… Hücum hazırlanıyor. Lakin, ah lakin, beni görmüyor musun? Öyle ise al, al hain, o sendeki demirse bu da imandır! (Çocuk odanın köşesinde hücum eder, sanki vurulur, düşer, oyun da biter.)

Çocuk yorgun, eski oturduğu koltuğa tırmandı. Yorulmuştu, soluyordu. Doktor da geniş bir nefes aldı.

“Bunları sana, baban mı okutuyor?” diye sordu.

Çocuk soluyarak:

“Şimdi değil.” dedi. “Eskiden okuturdu.”

“Şimdi okutmuyor mu?”

“Şimdi işi çok, geç geliyor.”

“Haaa, eh… İsabet!..”

“Almanya’ya gitti.”

“Kim? Baban mı? Ya!”

“Bize mürebbiye getirecek.”

“Âlâ!”

“Ama annem Alamanca öğrenemez ki.”

“Neden?”

“Öğrenemez. Zaten annem hanım olmak istemiyor ki! Onun gözü hizmetçilikte…”

“Çok şey!”

“Mürebbiyeden belki biraz fason20 öğrenir.”

“Nasıl fason?”

Çocuk nasıl fason olduğunu bilmiyordu. Sustu, Doktor da sözünü tekrar etmedi. İkisi de düşündüler, kaldılar. Böyle bir zaman geçtikten sonra dışarıdan kadın sesleri duyuldu, biraz sonra da oda kapısı açıldı, Doktor’un hanımı: “Bakın, Nadir Hanım sizinle bayramlaşmaya geliyor.” diyerek girdi arkasından Nadir Hanım, kızı, beslemesi girdiler.

Yerden temennalar,21 iltifatlar… O aralık besleme kız da Doktor’un eteğini öptü ise de yan tarafa geldiğinden Doktor göremedi. Hepsi oturdular. Hatır soruldu.

Nadir Hanım, başında tülbent, başörtüsü, yüzü biraz çokça pudralı, saçları biraz kabartılmış, tepesine topuz yapılmış, esmer, kara kuru bir hanım. Hemen hiç değişmemiş, Doktor görünce tanıdı.

Kızı, on üç-on dört yaşlarında, anasına benzer, şımarık bir kız, anasının yanına oturmuş, sanki kendini saklamıştı.

Lakırtısı bol bir hanım olduğu, Nadir Hanım’ın yüzünden belli. Yalnız söze başlamak yeter. Son zamanlarda, Yusuf Efendi: “Adi sözler konuşuyorsun!” diye biçareye ağız açtırmıyordu. O da acısını, kocasının bulunmadığı yerlerde çıkarıyor.

Doktor söze başlamış olmak için, yeniden keyif sordu.

“Nasıl efendim, iyisiniz ya?”

Nadir Hanım:

“Rabbime bin şükür, Doktor Bey!” dedi. “Hamdolsun bir kederimiz yok. Bugün on beş gün oluyor, Yusuf Efendi gitti. Bir haber alamadık. Onu biraz merak ediyorum. Giderken de üstünüze afiyet, nezle olmuştu. Gitti, ne bir tel çekti ne de mektup yazdı. Yazı bilenlerin de hepsi böyle oluyorlar. Ne hikmettir bilmem! Ben yazı bilsem, her gün mektup yazardım. Doğrusu Doktor Bey, kimseler kocasının mesnedi22 arttığını istemesin. O Yusuf gitti, yerine başka biri geldi! Evde yüzünü görmek nasip olmuyor. Sırfen23 değişti. Diyorum ya keşke memuriyeti daha ufak olaydı da, evine de hayrı olaydı.”

Doktor gülerek:

“Canım efendim, canı sağ olsun da!” dedi.

“Amenna! Her işin başı sağlık ama böyle giderse Allah hemen sonunu hayırlara tebdil etsin… Ben kendim için değil, bana sorsan kendisine güvenen borazancıbaşı olur. Benim derdim, bunlar.”

Nadir Hanım, çocuklarını gösterdi. Doktor gene gülerek: “Nadir Hanım.” dedi. “Maşallah çocukları büyüttün!” Kız, büsbütün anasının arkasına saklandı. Anası kızına:

“Doğru otursana! Ayıp değil mi?” diye bir kumanda verdikten sonra, Doktor’a dönerek:

“Şükür yetiştirene Doktor Bey!” dedi. “Bunun boyu, benim boyumu geçiyor. ‘Bundan sonra soran olursa, hemşiremdir.’ diyeceğim, diyorum da bana kızıyor.”

Kız, anasına kızdığını gösterecek surette homurdandı.

“Baksanıza, işte böyle söylenir. Onlar büyüdüler ama Doktor Bey, biz küçüldük. Diyorum ya Rabb’im bize rahat kısmet etmemiş. Bu yaşta bakın ne hâle girdim…”

Doktor gözlüğünü düzeltti, kaşlarını kaldırdı. Nadir Hanım’ı tetkik edecek, teselli için birkaç söz söyleyecekti, Doktor’un hanımı vakit bırakmadı.

“İlahi Nadir Hanım.” dedi. “Daha dur bakalım. Önde biz varız…”

“Aa, hiç öyle değil, inan olsun, ben sizi değme tazelere değişmem…”

“Siz seversiniz de öyle geliyor. Hiç insan kendini bilmez mi?”

İki kadın uzun uzun birbirini methettiler, teselli ettiler. Doktor da yalan söylemekten kurtulduğuna sevindi.

Hanımların karşılıklı birbirini methetmeleri uzadı, sonunda Nadir Hanım’ın, çocuklarını ne mihnetler ve eziyetlerle büyütebilmiş olduğu hikâyesine karıştı. Ne uykusuz geceler geçmiş, kaynanasından ne sözler ne tekdirler24 işitmiş… Emzikli iken korkup sütü mü kaçmamış, üstelik bir de boğazı yara mı olmamış; kız bir yandan durmaz ağlar, kocası yatağı kapınca başka odaya kaçar… Uzun hikâyeler…

Nadir Hanım ağzını açtı; çürük kara dişlerini; çektiği üzüntülere, sıkıntılara, uykusuz gecelere şahit olarak gösterdi. Şimdi kocası, “Diş taktır!” deyip duruyormuş ama adamın ağzına ölü dişleri takarlarmış diye Nadir Hanım iğreniyor, dişlerini yaptırmıyormuş.

Doktor, bu yaşa kadar birçok kadından yüzlerce, binlerce defa dinlediği bu sözleri, bu hikâyeleri, şu şikâyetleri bir defa da Nadir Hanım’dan dinliyor. Doktor dinledikçe Nadir Hanım da hikâyesini büsbütün uzatıyor, gözlerini süzüyor, boynunu kırıyor, bütün ince kadın lügatlarını kullanıyor, çektiklerini büsbütün acıklı bir şekle sokmak için elinden ne gelirse yapıyordu.

“Bu kıza verdiğim emek, hanım… Ne olacağı daha o zamandan belli idi. Tıpkı rahmetli kaynanam! İnat, Çerkez damarı. Nuh der peygamber demez. Hanımı büyüttük, şimdi bakalım ne mürüvvetlerini göreceğiz. Tutumunu hiç beğenmiyorum ya… Bu yaşta, kürek kürek pay. Neyse artık, Doktor Bey’in yanında söylemeyeyim. Yalnız, gücüme gitmiyor mu? Allah biliyor ya! Kalbim kırılıyor. Bu oğlan bile, babasından ne görse onu yapmaya kalkar.”

Doktor’un hanımı, dönüp çocuğun çenesini okşadı.

“O büyüsün, bak ne akıllı bey olur.” dedi. “Artık, sekizini bitirdi mi?” diye de Nadir Hanım’dan sordu.

“Bu Receb-i Şerif Kandili’nde dokuzunu bitirdi, onuna bastı.”

Nadir Hanım, bir dakika önce oğlundan şikâyet ederken şimdi döndü, methetmeye başladı.

“Yaşı ufaktır ama Doktor Bey, hocaları pek beğeniyorlar. Bu sene mektepte tiyatro oldu, artık görseniz, herkes nasıl el çırptılar. Benim kör olsun tabiatım, ağlamaktan hiçbir şey göremedim.”

Çocuğa:

“Kalkıp okusana oğlum, Doktor Bey işitsin!”

Doktor karşıladı:

“Siz gelmeden biz, onları okuduk bitirdik.” dedi.

Nadir Hanım bu sefer de kızını anlatmak isteyerek:

“Bu da…” dedi. “Ut dersi alıyor. Sesi de pek güzeldir. Ama okumaz ki! Bir şeyi ‘Yap.’ dedin mi inadına yapmaz.”

Kızına:

“Bak, okusana, Doktor Bey işitir, Allah ömürler versin, o da bugüne bugün bir pederiniz sayılır, iftihar eder. Hani, neydi o geçen gün söylüyordun?”

Kız, kafasını anasının arkasına sokmuş, homurdanıyordu. Nadir Hanım:

“Aman ne kadar ayıp! Unuttun mu, baban sana ne diyordu? Vallahi kimseler görmesin. Ben senin yerine Doktor Bey’den utanıyorum.”

Nadir Hanım sözünün geçmeyeceğini, kızının okumayacağını biliyordu. Ancak bu mevkide, anaların çocuklarına böyle demeleri âdetti, kaide idi, böyle denirdi. Ona da böyle demişlerdi, o da şimdi çocuklarına söylüyor.

Nadir Hanım, kızına söyleyeceklerini söyleyip bitirdikten sonra, Doktor’un hanımına döndü:

“Yalan dünya, hanımefendi.” dedi. “İnsan gözünü açıp kapayıncaya kadar gelip geçiyor.”

İçini çekti. Doktor’un hanımı da onun arkasından derin bir nefes aldı. Onlara bakarak Doktor da içini çekti. Bu iç çekişler, sözün bir dönüm noktasına geldiğini gösteriyordu. Bu arada Doktor, besleme kızın kapı yanında, hâlâ ayakta durduğuna dikkat etti. Saçları kesilmiş de yine uzamış, gürbüz, açıkgöz bir kız. Nadir Hanım’ın çocukları ne kadar uçuk benizli, yeşil renkli iseler, bu kız o kadar al yanaklı, o kadar sağlam bir çocuktu.

Doktor, beslemeye:

“Otursana kızım!” dedi. “Neden ayakta duruyorsun?”

Kız da hemen olduğu yere oturdu. Nadir Hanım, kızın oturmasını terbiyeye muvafık bulmamış olacak ki:

“Baksana, hazırmış.” dedi. “Kız! Ölüyor mu idin? Otur deyince hemen oturulur mu? Ben bu kıza bir türlü nezaket öğretemedim!”

Besleme kız utandı, bütün kanı yüzüne çıktı, hemen de ayağa kalktı. Bu sefer Doktor sıkıldı. Kızı oturtmak için Nadir Hanım’dan müsaade istedi. O da izin verdi ise de kız bir daha oturmadı. “Hiç olmazsa dışarı çıksın da, orada otursun.” dediler, besleme kız dışarı çıktı. Arkasından Nadir Hanım’ın kızı da fırladı, onun arkasından da çocuk gitti. Doktor’a öyle geldi ki dışarıda Nadir Hanım’ın çocukları, beslemeyi azarlayacak, belki de dövecekler. Ancak arası çok geçmeden anlaşıldı ki kızın maksadı sesini işittirmekmiş. Dışarıda okuyor:

 
Emdim lebini 25 bir gece tenhâda felekte,
Yâdında mı cânım, hani bir evde Bebek’te…
 

Nadir Hanım sırıttı.

“Burada Doktor Bey’den sıkıldı da efendim…” dedi.

Doktor’un hanımı da:

“Sıkılacak ne var, Doktor onun babası yerinde…” diye karşıladı.

Kızın şarkılarına aldırmayarak, konuştular. Hemen hep, Nadir Hanım söylüyordu. Hele söz Yusuf Efendi’ye gelince kimseye sıra vermiyordu. Nadir Hanım, bir bakıma, kocasının büyük adam oluşuna seviniyor. Bu yıllarda, herkes yemeye ekmek bulamazken onlar rahat geçiniyorlardı. Ancak ne faydası var ki kocası onun eski kocası değil! Etyemez’de otururlarken Yusuf Efendi bir eczacı parçası idi ama onun kocası idi. Şimdi ne oldu? Yusuf Efendi ve bu iki çocuk ondan uzaklaşıyorlar, onu beğenmiyorlar. O, evde hizmetçi gibi kalıyor. Yusuf Efendi ne istiyor? Bunu anlamaya çalışıyor, herkesten bunu sormak istiyordu. Nadir Hanım’ın bugünkü bütün bu uzun hikâyeleri, bu dertleşmeleri, bu anlayamadıği karanlık noktayı sanki aydınlatmak içindi.

Doktor sustu, Doktor’un karısı da açık bir fikir veremedi.

“Dünya değişti hanım hele erkekler bir acayip oldular. Hemen Allah sonunu hayır etsin…”

Bu sözler doğru mu? Nadir Hanım dünyanın nasıl değiştiğini bilmek istiyor. Kimse ona kandırıcı bir söz söyleyemiyor. Kocası için konuştukça konuşacağı geliyor, söz uzayıp gidiyordu.

Yemek vakti oldu. Birlikte yemek yediler. Doktor bir aralık savuştu, öğle uykusunu uyudu. Geldi. Hâlâ Yusuf Efendi’nin “sırfen değiştiğini” konuşuyorlardı. En sonra, pek çok sıkılan çocukların zoru ile akşam, altı postasına dar yetiştiler.

2

Bu ziyaret, Büyük Muharebe’nin ikinci, yahut üçüncü yıllarında olmuştu. Aradan sekiz-dokuz sene geçti. Bu arada İstanbul işgal olundu, Milli Mücadele’miz başladı, birçokları gibi Yusuf Efendi’nin de başından epeyce korkular, sıkıntılar geçti. Hapsettiler, kaçtı. Bir zaman kaçak gezdi, sonra bir yolunu bulup kendini Anadolu’ya attı. Bir zaman sonra da İzmir geriye alındı, ordularımız İstanbul’a girdiler; Yusuf Efendi de karısını, kızını Ankara’ya aldırdı. Yalnız oğlu Selahattin -kendini Doktor’a Selahattin Akyıldırımoğlu diye tanıtan çocuk- İstanbul’da mektepte kaldı. O zamandan beri, Yusuf Efendi ailesi Ankaralı oldular. Ara sıra da İstanbul’a geliyorlarmış.

Bir aralık Doktor, Çengelköy’deki yalısını satacak, karısının Çamlıca’daki evinde oturacak oldu. Ne suretle ise bu haber, o günlerde İstanbul’da bulunan Nadir Hanım’ın kulağına gitmiş. O da öteden beri bir yalı almak istiyormuş, Doktor’un yalısını almak fikrine düşmüş, bu münasebetle de hem görüşmek hem de yalıyı bir alıcı gözüyle görmek istemiş.

Bir sabah erken Doktor, bahçesinde güllerini ayıklamakla meşgul iken kapı çalındı. Doktor kendisi açtı. Başına gayet ince bir tül bağlamış, güzel yüzlü, güzel gözlü bir kız kapının önünde duruyordu.

“Burası Şakir Mustafa Bey’in yalısı değil mi, efendim?”

“Onun evi!”

“A, siz Doktor Bey değil misiniz?”

“Ya benim…”

“Ben hanımefendiyi görmek istiyorum.”

Doktor biraz düşünür gibi:

“Eh, görüş!”

“Beni Nadir Hanım gönderdi, mahsus hürmetler etti. Sizi ziyaret etmek istiyorlardı da…”

“Hangi Nadir Hanım? Ha, haaa… Ey?”

“Eğer müsaade ederseniz ziyaret edecekler… Ben Nadir Hanım’ın evlatlığıyım. Eskiden de size geldimdi. Siz tanıyamazsınız ki o zaman küçüktüm!”

Doktor, gözlüğünü düzeltti. Kızın güler yüzüne dikkatle bakarak:

“Ya tanıyamadım. Vah, vah!” dedi.

Kız, Doktor’un bakışından gıcıklanıyormuş gibi güldü.

“Hanımefendi evde yoklar mı?” diye sordu.

Doktor, hep o dalgın bakışla:

“Evde olmasına evdedir, istersen git gör.”

Kız, Doktor’un yanından geçti, eve gitti. Doktor gene gülleri ayıklamaya başlayarak düşündü: “ ‘Gönül kocamaz.’ derler, doğrudur! Ne güzel de kız… Eh, yalan dünya…”

Yemekte bu güzel kızın getirdiği haber konuşuldu. Doktor dedi ki:

“Nadir Hanım bizim evi bilmiyor mu?”

“Bilir ama olsun… Alacak olunca insan elbette bir can gözü ile görmek ister.”

Biraz sustuktan sonra Doktor’un hanımı:

“Nadir Hanım.” dedi. “Haber vermeden gelecekmiş ama Sevim Hanım ‘Olmaz.’ demiş.”

“Sevim Hanım da kim oluyor?”

“Canım, hanımın kızı değil mi? Kaç defa gördünüz!”

“Nadir Hanım’ın bir şımarık kızı olduğunu biliyorum, adının da Sevim olduğunu ilk defa işitiyorum.”

“Asıl adı Behice idi. Şimdi Sevim diye çağırıyorlar!”

“Bu Yusuf’ta da ad değiştirmek merakı var.”

“Aa, bir Yusuf’ta mı? Şimdi herkes adını değiştiriyor. Selim Efendilerin Niyazi’ye şimdi Kara Efe diyorlarmış. Yusuf da buradan kaçtığı vakit adını değiştirmiş, ona Sungur Alp Bey diyorlarmış. Gazeteler bile Sungur Alp Bey, diye yazıyorlar. Siz, hiç görmediniz mi?”

“Hiç görmedim.”

“Dikkat etmemişsinizdir.”

“Dikkat de etsem Sungur Alp Bey’in, Yusuf olduğunu nereden bilirim? Kendisini eskiden tanıyanlar ne diyorlarmış?”

“Bilmem, eskiden tanıyanlar olsa bile… Onu eskiden öyle bir tanıyan var mıydı? Belki tanıyanlar da adını bilmiyorlardı.”

“Yusuf da evi gezmeye gelecek miymiş?”

“Yusuf burada yok ki… O Anadolu’da. Ankara’da bir ev yaptırıyorlarmış. Nadir Hanım, ‘Bir de İstanbul’da olsun.’ diyormuş.”

“Çok isabet!”

Doktor’la hanımı, cuma gününe kadar her gün biraz Nadir Hanım’ı ve ev satılması işini konuştular.

Nadir Hanım, bu sefer öğleden sonra saat üç buçukta geldi. Doktor gene deniz üstündeki küçük odasında oturuyordu. Vapur geldi, biraz sonra da kapı çalındı, gene taşlıkta kadın sesleri oldu, sonra da odanın kapısı vuruldu.

Bu sefer odaya beyaz başörtülü bir Nadir Hanım, bir şımarık kız, bir sıska çocuk yerine; iki süslü Nadir Hanım, lacivert ceket ve kül rengi pantolon giymiş, beyaz gömleğinin geniş yakasını ceketinin üstüne çevirmiş delikanlı bir çocuk, bir de o güzel yüzlü besleme kız girdiler. Hepsi Doktor’a el verdiler, besleme kız da verdi. Kısarak boylu, kara kuru Nadir Hanım’ın yerinde şimdi, şişman denilecek kadar etlenmiş, toplanmış, yağlanmış bir hanım var. Dudaklarını hafifçe boyamış, başına güvez26 bir tül bağlamış, iki yanından iki zülüf, alnından bir tutam saç çıkarmış. Sanki fena da olmamış! Eğer bu kadar şişman, bacakları da eğri olmasa eski Nadir Hanım’a bakarak çok güzelleşmiş denilebilir.

Doktor, selamlaştıktan sonra yerine oturdu. Gözlüğünü düzeltti, Nadir Hanım’ı, kızını yukarıdan aşağıya süzdü. Ana kız, birbirine benziyorlar. İkisi de koyu renk kostüm giymişler. Kara eldiven, kara pabuç. Şık iki hanım.

Oturur oturmaz, daha ilk lakırtı başlamadan çantalarını açtılar, ufacık beyaz birer mendil çıkardılar, hafifçe burunlarını, ağızlarını siler gibi yaptılar. Birkaç dakika sonra besleme kız da onlar gibi yaptı. Her kabuğun içinde ayrı bir yaşayış var. Bu burun, ağız siliş, onların bugünkü yaşayışlarının bir icabı. Bu şekil içinde böyle yapmak lazım. Herkes böyle yapıyor.

Nadir Hanım’ın kızı belki anasından biraz daha güzelce. Yüzü biraz daha pudralı, dudakları biraz daha boyalı, başına bağladığı tül de biraz daha ince. Bu hanımın, şımarık mahalle kızı olduğu zamanları bilenler, onu rahatça tanıyabilirlerdi. Ancak şakaklarından aşağı uzanan favorileri ile Meksikalılara benzeyen bu renksiz delikanlının o sıska çocuk olduğunu tanımak güçtü. Bu, o hitabe okuyan çocuğa hiç benzemiyor. Saçlarını iki yana ayırmış, kaşlarının ucundan dönüp kulaklarının arkasına takılıyor.

Nadir Hanım, Doktor’un karısı ile kapı önünde başlayan söze devam ederek:

“Bizim, ziyarette kusurumuz çok hanımefendi!” dedi. “Bilmiyorum ki olmuyor işte!..”

Kız sözü anasının ağzından alarak:

“Zaten biz geleli daha kaç gün oldu!” dedi. “Benim tayyörüm27 vardı, annemin mantosunu yetiştiremediler. On beş gün hep provaya gittik. Burada o kadar tanıdıklarımız varken hiçbirine uğrayamadık. Daha Ankara’da adamakıllı bir terzi yok. Tekmil ecnebiler28 tuvaletlerini İstanbul’da diktiriyorlar. Gülseren Hanım’ın Hilal-i Ahmerlikleri29 Paris’e yazıldı. Oradan, ölçü üstüne gönderdiler. Elbette onların makastarları başka ama ne olsa noksan oluyor. İnsan Paris’e kendi gidip diktirmeli…”

Sevim Hanım’ın fikrince, anası bir ziyarette nasıl konuşulacağını bir türlü öğrenememiştir. Her zaman Sevim Hanım onun sözünü, lakırtısını kesmeye mecbur oluyor! Bugün de kızı ona konuşulacak sözü işaret etmiş oldu. Nadir Hanım, kızının bıraktığı yerden başlayarak:

“Evet.” dedi. “Ankara’daki terzilerin hiçbiri bir şeye benzemiyorlar. Ben maron30 tuvaletimi diktireyim dedim, (kızına sorarak) neydi o Yahudi madamının adı?”

“Aa, anne o Yahudi mi? Halis ecnebi madamı. Bir kelime Türkçe bilmiyor.”

“Bilmiyor da bizimle nasıl konuşuyor?”

“Tuhafsın, o da Türkçe konuşmak mı? ‘Biğ tuvağet, vağburğda biğ güğ…’ diye konuşuyor!”

Nadir Hanım kanmadı ama kızı ile çene yarışına girmek istemedi.

“Bilmem.” dedi.

Biraz sustuktan sonra, gene Nadir Hanım:

“Ecnebi madamıdır da neden diktiklerini beceremiyor?” diye sordu.

“Kadın pekâlâ modayı biliyor ama işçisi yok!”

Nadir Hanım gene kanmadı, yeniden:

“Bilmem!” dedi.

Ana kız konuşurlarken Doktor biraz kaşlarını, biraz da başını kaldırmış, onları dinliyor ve Sevim Hanım’la konuşmanın kolay olmayacağını anlıyordu. Nadir Hanım’ın tecrübesi olmak lazım gelir. Öyle iken bak bir satır sözde bir âlem yanlışı çıkıyor! Bunun için söz sırası geldiği hâlde Doktor sustu. Doktor’un hanımı da ancak bir şey sormakla lakırtıya karışabileceğini anladı;

“Bey afiyettedir inşallah?” dedi.

Birkaç yıl var ki Nadir Hanım kocasını “Sungur” diye çağırıyor. Bu yeni sözlere alışmak kolay olmuyor ama başka çaresi var mı? Kızıyla, kocasıyla her gün uzun uzun münakaşalar etmek, biraz da hakaret görmek istemezse bunlara alışmalı, yeni hayatları öğrenmeli.

Doktor’un hanımı kocasını sorunca Nadir Hanım saşırmadı:

“Sungur mu?” dedi. “Bilmem. Biz onu bir buçuk ay var ki görmedik. Kızına her vakit mektup yazar. Konya’dadır.”

Doktor’un hanımı sordu:

“Onlar artık Konya’da mı kalacaklar?”

Sevim Hanım cevap verdi:

“Muvakkaten.”31 dedi. “Tahkikat Komisyonu ile… Babam hiç istemedi ama ‘İlle Sungur Bey, sen de olacaksın.” demişler.”

Nadir Hanım da ekledi:

“Zaten şimdi onsuz bir iş olmuyor ki…”

Sevim Hanım yeniden sözü alarak:

“Oradan Ereğli’ye geçeceklermiş, gazete yazdı. Oradan da artık buraya gelir, birlikte Ankara’ya gideriz diyorum.”

Doktor söze karışmak istemiyordu ama boş bulundu:

“Tahkikat Konya’da ise…” dedi. “Gidecekleri Ereğli de belki Konya Ereğlisi’dir; bu takdirde de İstanbul’a uzak düşer, doğru Ankara’ya giderler.”

Sevim Hanım, Doktor’un sözlerini bir latife sandı, ne demek istediğini de iyice anlayamadı. Hafifçe gülerek:

“Hiç Konya’da Ereğli olur mu?” dedi. “Konya’da deniz var mı?”

“Deniz yoktur ama Ereğli vardır.”

Sevim Hanım’a kalırsa: “Hiç Konya’da Ereğli olur mu? Ereğli, deniz kenarında olur. Hem olsa bile bunu Sungur Bey’in kızı Sevim bilmez de bu bunak Doktor mu bilir?”

“Ah, gazete yanımda olsaydı da gösterseydim!” dedi.

Doktor, Sevim Hanım’ı sinirlendirmekten korkarak:

“Yok yavrum.” dedi. “Ben bilerek söylemiyorum, belki Karadeniz Ereğlisi’dir. Siz, Konya dediniz de, benim aklıma Konya Ereğli’si daha muvafık geldi. Olabilir, belki de Marmara Ereğlisi’dir.”

Doktor, Marmara Ereğlisi deyince artık büsbütün saçmaladı. Nadir Hanım dayanamayarak:

“İlahi Doktor Bey!” dedi. “Şakacısınız!”

Nadir Hanım’a göre: “Elbette Sevim’in dediği doğrudur; neden mi? Çünkü gazeteyi okuyan o, babasının da mektuplarını o okudu! Bundan başka, kız mektepte harita da okudu. Doktor’un acaba dünyadan ne haberi var?”

Doktor sırıtarak Sevim Hanım’a bakıyordu. Bu bakışta: “Yanlış anlamışsın, Konya Ereğlisi olacak.” diyen bir mana vardı.

Bir dakika hepsi sustular. Sevim Hanım’ın kanı oynamış, yüreğine de şüphe girmişti.

“Konya’da da bir Ereğli var mı acaba? Varsa ne fena, bu bunak Doktor’un karşısında cahil, aptal oluyorum. Ereğli’yi bilmemek bir şey değil ama olsun. Ben neler biliyorum ki Doktor onları rüyasında bile görmemiştir. Ne yapmalı da bunun altında kalmamalı? Hınzır kâfir Ereğli, Allah canını alsın inşallah. Babam da yazmaz olaydı!”

Doktor, Sevim Hanım’ın içinden geçenleri gözlerinden okuyarak söze karıştığına pişman oldu. Yanlışını düzeltmek için bir kolayını aramaya başladı. Biraz düşündükten sonra, başka bir söz bulamayarak:

“Nadir Hanım.” dedi. “Hanımlar, beyler büyüdüler; bunları gördükçe iftihar ediyoruz. Nasıl Yusuf Efendi ihtiyarladı mı?”

“A, görseniz Sungur’u tanımazsınız. Eskisinden daha genç. Geçen sene giydiği pantolonlara bu sene sığmıyor, işi olmasaydı zayıflamak için Avrupa’ya gidecekti. Maşallah onun gönlü de geniştir.”

Söz gene kesildi. Sevim Hanım’ın kanı oynadığı pek belliydi. Ne çare bulmalı? Doktor, Nadir Hanım’a oğlunu göstererek:

“Bu bey.” dedi. “Büyüdükçe size benzeyecek; hanım, pederine çekmiş. Burnu, gözleri babasını hatırlatıyor.”

Nadir Hanım itiraz etti:

“A, Doktor Bey!” dedi. “Sevim’i kim görse bana benzetiyor, asıl Salâ babasına benzer.”

Salâ Bey de anasına benzetilmeye razı olmadı. Söze karıştı.

“Ben, babama benzerim.” dedi.

Doktor’un hanımı da çocuklara baktı, tetkiki sonunda o da Nadir Hanım’a hak verecek gibi oldu. Sevim Hanım dayanamadı, anasına:

“Babamı bilmeyenler beni, sana benzetiyorlar.” dedi. “Asıl benim hatlarım babama benzer!”

Salâ Bey cevap verdi.

“Affedersin.” dedi. “Kime istersen sorarız. İstersen babama soralım!”

Sevim Hanım kızgın:

“Soralım.” dedi. “Sen kendin ‘Ben Valantino’ya32 benziyorum.” demiyor muydun? Daha dün bana söylüyordun!”

“Ben ‘Benziyorum.’ demedim, ‘Çocuklar beni, Valantino’ya benzetiyorlar.’ dedim.”

“Senin bir sözün bir sözüne uymuyor ki! ‘Valantino’ya benziyorum.’ diyordun, şimdi ‘Babama benziyorum.’ diyorsun.”

“E, ne olur? Belki babam da gençliğinde Valantino’ya benziyordu.”

“Hiç değil. Babamın gözleri mavi olsa tıpkı Paşa’ya benzer. Kime istersen sor!”

“Paşa’nın babam gibi karnı var mı?”

“Sen karna ne bakıyorsun, yarın Paşa da şişmanlasın, onun da karnı çıkar. Senin karnın var mı da babama benzerim diyorsun?”

“E, senin var mı?”

Sevim Hanım gene sinirlendi.

“Aman Salâ!” dedi. “Seninle konuşulmaz ki! Sen hep böylesin! Dün kendin, ‘Ben Valantino’ya benzerim.’ diyordun. Bugün dönmüş ‘Babama benzerim.’ diyorsun. Sen bir daha Valantino’ya benzerim de de, bak ben sana ne derim.”

“Sen ne dersen de çocukların hepsi bana ‘Valantino Salâ’ diyorlar. İstersen Silindir’i sana getireyim, sor! Hem Valantino’ya benziyorum hem babama…”

Sevim Hanım ne yapsın da bunu sustursun? Burada kendine Doktor’dan başka hak verecek yok. Doktor’a sordu:

“Siz, babamın gençliğini tanırsınız.” dedi. “Babam hiç Valantino’ya benzer mi idi?”

“Kızım, ben babanın gençliğini bilirim ama Valantino’yu tanıyamadım!”

“Aa, Valantino’yu bilmiyor musunuz? ‘Elmas Rüyası’nı oynayan!”

Salâ ilave etti:

“ ‘Kumar ve Sevda’yı oynayan!”

Anlaşıldı ki bu Doktor’un da dünyadan haberi yok. Bütün âlem Valantino için öldü bayıldı, arkasından bir sürü kız kendini öldürdü, Avrupa birbirine girdi, Doktor daha adını işitmemiş…

Salâ cebinden bir kart çıkardı, Doktor’a getirdi. Doktor gözlüğünü çıkardı, resme baktı. Sevim Hanım da uzandı, resmi gördü, beğenmedi.

“Bu hiç kendine benzemez.” dedi. “Şapkasız resmi yok mu? Bilsem, ben getirirdim.”

Salâ:

“Nasıl benzemez.” dedi. “Atmasana! Bu tam kendisidir.”

Doktor ilkin resmi, sonra da Sevim Hanım’ı, Salâ Bey’i süzdü, gözden geçirdi, dedi ki:

“Valla, bana kalırsa bu resim, biraz bu beye benziyor. Ama ben bunun hiçbir yerini Yusuf Efendi’nin gençliğine benzetemiyorum.”

Sevim Hanım memnun.

“Gördün mü?” dedi. “Sen boş yere inat edersin. Kim olsa seni Valantino’ya benzetiyor.”

“Ben ‘Valantino’ya benzemiyorum.’ demedim ki…”

Bu vesile ile Sevim Hanım Doktor’la barışmış oldu. Sevim Hanım babasına benzer, Salâ da Valantino’ya. Sevim Hanım’ın babası da Paşa’ya benzer. Sözün sonu budur. Nadir Hanım’a hiç benzeyen yok! Hâlbuki Nadir Hanım’a sorulsa, bu kız pekâlâ kendisine benzer. Oğlan da erkek çocuktur, olabilir ki babasını andırsın. Valantino ne bildikleri ne de tanıdıkları! Bari bu memleketin adamı olsa… Gebe iken yüzüne bakılmış olur da!.. Doktor da kırk yıllık adam, o da oğlanı Valantino’ya benzetti!

18.Mütekait: Emekli.
19.Menhus: Uğursuz.
20.Fason: Kesim.
21.Yerden temennalar: Yerden selam.
22.Mesnet: Mevki, makam.
23.Sırfen: Tümüyle, tamamen.
24.Tekdir: Azarlama, paylama.
25.Leb: Dudak.
26.Güvez: Mora çalan kırmızı renk.
27.Tayyör: Ceket ve etekten oluşan kadın giysisi.
28.Ecnebi: Yabancı.
29.Hilal-i Ahmer: Kızılay.
30.Maron Kestane rengi.
31.Muvakkaten: Geçici olarak.
32.Valantino: Sessiz sinema döneminin ünlü sinema oyuncusu.
30 235,18 soʻm