Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Hava Parası», sahifa 2

Shrift:
Tevelioğlu

Murat Ali’nin Freda ile Pigmalyon arasına yeni düştüğü günlerde eski arkadaşı Nazif, onu, bir perşembe günü Nişantaşı’ndaki konağına, öğle yemeğine götürdü.

Bu Nazif ya Rodoslu yahut Kıbrıslı bir adamın oğludur. İzmir’e yerleşmişlerdi. Babası ağır ceza hâkimlerinden ağırbaşlı, temiz bir adam olduğu için Nazif’e böyle konak açacak bir para bırakamazdı.

Nazif, hukuğu bitirince avukatlığa başladı. Armanak Agopyan adında biri ile Galata’da, Hızırbey Hanı’nın birinci katında odaları vardı. Ticaret işlerine bakıyorlardı.

1915 yılında, Rizeli Kavşaracıoğlu Ahmet Bey adında birini de ortaklığa alıp alışverişe başladılar. İlkin Alamanlarla anlaşıp balık verdiler. Sonra bizim ordu hesabına balık yağı çıkarmaya başladılar. Daha sonraları ordu hesabına, Alamanlarla türlü işlere giriştiler, denizaltılara benzin taşıdılar. Mısır, Adalar, İtalya kıyılarında adamlar buldular, epeyce de para kazandılar.

Nazif ile arkadaşları, asker oldularsa da askerlik etmediler. Nazif Alamanya’ya gitti, sonra Romanya’ya geldi. Epeyce para bırakan bir kahve işi yaptılar. Tevelioğlu adı çok duyulmadı ise de hükümetin ileri gelen adamları onu tanıdılar.

1914 yılı başlarında Nazif, Beşiktaş’ta, Valide Çeşmesi’nde oturan, eski feriklerden Hafız Paşa’nın kızını almıştı. Valide Çeşmesi’ndeki evde oturuyorlardı. İşler gelişip Tevelioğlu bir ufak avukat olmaktan çıktıkça, bunlar da bu evde oturamaz oldular. Maçka’da, büyük apartmanlardan Kamelya Apartmanı’nın bir katını tuttular.

Tevelioğlu’nun hiç kimsesi kalmamıştı. Karısı Cavide’nin anası, babası yok ise de çok yaşlı bir teyzesi ile babası gününden kalmış emektar adamları vardı. Bunları da alıp gelince apartmanın dokuz odasına ancak sığabildiler. Daha girdikleri gün darlık yüzünden söylenmeye başladılar. Fazla oda olmadığı için bir erkek aşçı tutamadılar. Yalnız Cavide Hanım, perşembe günleri tanıdıklarına salonunu açtı.

Bir perşembe günü, Nazif, apartmanın kapısı önünü arabalarla dolmuş görünce, sevindi. Büyük bir ev bulup taşınmayı kararlaştırdı. Nişantaşı’nda, arka sokaklardan birinde bir bahçe içindeki bu eski ahşap konağı alıp tamir ettirdi, boyattı. Buraya taşındılar.

İşte Nazif’in Murat Ali’yi çağırdığı ev burasıdır.

Yemekte Nazif Bey, Murat Ali’yi karısı ile tanıştırdı. Murat Ali’nin “doktor” diye anılmak istemesi hakkıdır. Eğer kocası onun için “doktor” dememiş olsaydı, Cavide onun yüzüne, giyinişine bakarak daha kayıtsız davranacaktı.

Sofrada bir kadınla iki erkek daha vardı. Tanıştırırken adlarını da söylediler ise de Murat Ali’nin hatırında kalmadı. Yalnız sonradan anladı ki bu adamlardan biri, bir yerde sefir imiş. Geri getirmişler, bir daha da iş vermemişler. Kadın da onun karısı imiş. Öteki adam hiç ağzını açmadığı, kimse de ona bir söz söylemediği için, kim olduğu anlaşılamadı. Belli ki bu evin alışkanı bir adamdı.

Yemek boyunca sözün çoğunu bu sefir adam söyledi. Başı ağrıyor, yahut canı sıkılıyormuş gibi duran ev sahibi hanım, doktoru da konuşturmak istedi ise de elçi söze karıştı, doktora da başkalarına da, kendi karısına bile söz sırası bırakmadı. Her şeyi bildi, her güçlüğe bir kolaylık buldu; her derdin reçetesi koynunda, yalnız bizim işlerimizi değil, bütün devletlerin, milletlerin işlerini düzeltecek!

Karısı, kocasını susturmak istemiyor, yoksa bir kumaş lakırdısı açabilirdi. O elçiyi susturmak istemediği için ev sahibi hanım da başka söz açmaktan çekindi. Bir-iki kez doktora Alamanya’yı soracak oldu, elçi karşıladı.

Yemekten sonra da misafirler çok kalmadılar. Hiç ağzı açılmayan üçüncü adam da ortadan silindi. Cavide Hanım da doktor ile kocasını yalnız bıraktı. Nazif de Tokatlıyan’da birine söz vermiş, oraya inecekmiş, yayan yürümek istedi. İki arkadaş yolda konuştular. Nazif, işlerin bozulduğunu, alacaklarını alamadığını, hükümette alacağı kaldığını anlattı.

Doktor, ilkin aldırmazken söz ilerledikçe, arkadaşının ağır bir duruma düşmüş olduğunu anladı. Ayrılırken de Nazif, hanımın her perşembe çayı olduğunu, isterse bugün de gelebileceğini söyledi.

Doktor o gün gitmedi ise de ondan sonra gelen perşembeleri de kaçırmadı.

Cavide

Yirmi yaşını geçmiş, iki de çocuk anası olmuş ise de Cavide’yi görenler, on sekiz yaşında bir kız sanırlar. Arkadaşlarından çoğu daha koca bekliyorlar.

Kara kaşlı, kara gözlü, sevimli yüzlü, genç kocaya vardığı, ev sahibi olduğu için biraz şımarık, açık yürekli, düşündüğünü çekinmeyerek söyler bir kadın. Genç kızken gönüllüsü, gözdesi yoktu, bugün de yoktur. Bundan böyle de olacak değildir. Bu yaradılışta kadınların sevişmeye akılları ermez.

Cavide, Hafız Paşa’nın torunu ise de anasını, babasını öldürdükleri için Cavide’yi büyükbabası büyütmüş olduğundan, herkes onu paşanın kızı diye bilir.

Cavide kocaya vardığı yıllarda, Hafız Paşa’nın hanımı sağ idi. Cavide’yi o gelin etmiş, birkaç ay sonra da ölmüştü. Büyükanası ölünce Cavide’nin yalnız bir teyzesi kaldı ki başka kimsesi olmadığı için Cavide’nin yanında oturur. Bir deniz albayının haremi imiş. Yalnız bir kızı olmuş, o da ölmüş. Kocası da Ertuğrul’da, Japon denizlerinde batmış. Teyze Afife Hanım çok yaşlıdır. Yerinden kalkamaz ama evin içinde geçen bütün dedikodular, onun odasında gözden geçirilip ballandırılır. Cavide Hanım’ın dadısı Dilbeste Kalfa da teyzenin başyardımcısıdır.

Bu ikisinin başlıca çekemedikleri de Münire Hanım adında bir kadındır ki uzaktan Hafız Paşaların hısmı da olur. Yaşlıca bir hanımdır. Kızları, oğulları, gelinleri vardır. Çırçır’da, konak yavrusu bir evi de vardır. Cavide kocaya varıp da apartmana çıkınca, Cavide’nin tutumuna, kocasının kazancına bakarak, kendisi gibi birinin bu eve gerekli olduğunu görüp buraya kapılanmıştır. Daha önce de eski maliye muhasebecilerinden Hüseyin Hamdi Efendi’nin yalısında, karısı Mahbube Hanımefendi’ye nedime, evde kâhya kadın gibi yıllarca kalmıştı.

Cavide’nin yanında da gece yatısına gelmiş bir misafir gibi gelip kaldığı iki gecede Cavide’yi hizmetçilerin, aşçının dedikodularından kurtarması ile kendini isteterek yerleşmiş, kilerin anahtarlarını beline takmış, evin idaresini eline almıştı. Hizmetçileri o değiştiriyor, çocukların, matmazellerin densizliklerini o dinliyor, her şeyin yerini o biliyor, odanın ortasına büyük bakır çamaşır leğenini koydurup teyze Afife Hanım’ın başını o yıkatıyor; bakkalın, çakkalın hesabını o biliyor, Nazif Bey, çekmesinin anahtarlarını kaybetse;

“Sorun bakalım, Münire Hanım görmüş mü?” diyorlardı.

Cavide’nin gelip gideni çoğalıp da kapısının önünde arabaların sayıları arttıkça, dışarı salonda da bu Münire Hanım gibi bir kadın daha peyda oldu. Bu da eski vezirlerden birinin kızı, asker paşalardan birinin karısı olan Seniye Hanımefendi’dir.

Gençliğinde Cavide’nin anasını tanırdı. Uzaktan bir tanışmış! Cavide’nin adı duyulmaya başlayınca onunla tanışmaya bir yol aradı. Rahmetli anası ile pek yakından tanışmış, sevişmiş oldukları sözleri kulağına geldi.

Bu Hanımefendi Cihangir’de bir eski konakta oğlu Fazlı Bey’in yanında oturuyor, yazları da Feneryolu’nda kızı Calibe Hanımefendi’nin köşküne gidiyor.

Bu Hanımefendi’nin kocası öldükten sonra babadan, kocadan her ne kalmış ise satıp savup yiyerek evini bozmamış, çocuklarını yetiştirmişti. Şimdi parası kalmadığından para kızlarının, gelinlerinin elinde bulunuyor; Seniye Hanımefendi işi idare edip dışardan kendisine saygı bulamazsa, evde Mahinur Kalfa’dan farksız olacağını görüyordu.

O günlerde Cavide gibi salon açmış kadınlar seyrek olduğu için göze çarpıyordu.

Seniye Hanımefendi Cavide ile tanışınca, onu, anasına pek benzetti. Temkinlice bir-iki damla da ağladı. Hiçbir şey söylemedi ise de bu kızın analığını üstüne almış oldu. Bundan sonra Cavide’nin salonu, Seniye Hanımefendi’nin kanadı altında idi.

Doğrusu da bu, Hanımefendi aklı ile, idaresi ile, bu takım insanlar arasında iyi tanınmış olması ile, eski hotozlu kibar giyinişi, parmağındaki zümrüt yüzüğü ile bu salonda herkesin saygı gösterdiği bir varlıktı. Buraya uğrayan nazırlar elini öpüyorlardı. Alaman subayları onu görmeye geliyorlardı. Kimseye değerinden fazla yüz göstermiyor, konuşmayı biliyordu…

Her perşembe günü Cavide arabasını yollayıp onu aldırıyor, yavaş yavaş yürüyerek, ayakları ağrıdığı için elinde taşıdığı abanoz oyma bastonuna dayanarak gelip, salonda kendi koltuğuna oturuyordu.

Seniye Hanımefendi gençliğinde orta boylu, sevimli bir hanımmış. Yaşlanmış, biraz da etlenmiş olduğundan boyu kısaca görünüyor. Eski kumaşlardan düz bir entari giyiyor, beline de sırma dokunmuş, sırma püsküllü bir kuşak bağlıyordu. Yanına gidenler hafif bir mis kokusu duyuyorlardı.

Kızları, gelinleri onun yanında çok hafif kaldıklarını görerek kıskandıkları için, biraz da Cavide için dedikodu çıkararak öç almış oluyorlardı.

Bu iki kadın; içerden Münire Hanım, dışardan Seniye Hanımefendi, Cavide’nin evini onun istediğinden daha çok düzgün, daha çok olgunlukla yürütmeye başladılar. Bu yıllar 1915-16 yılları idi. Nazif’in işleri her gün biraz daha gelişiyordu. Apartman dar geldi. Daha önce de yazdığımız gibi, konağa taşındılar. İki yıl, her gün biraz daha gelişerek, bu toplantılar yaşandıktan sonra 1918’lerde bir yorgunluk gelir gibi oldu. Buraya gelip giden birtakım hükümet adamları ortadan silindiler. İstanbul’un birçok evi yas içinde kaldı. Tevelioğlu’nun evinde hiçbir şey değişmemiş gibi davranıldı ise de yorgunluğa benzer bir tatsızlık çöktü. İşte Murat Ali’nin bu eve gelişi bu günlerde olmuştur.

Nasıl Karşıladılar?

Kendilerine bir ev kurup bu sonu bilinmeyen beklemekten kurtulmak isteyen kızlarla, bu kızların anaları, evlenebilecek çağa gelmiş delikanlıları gözden kaçırmazlar. Böyle evlenmeye elverişli gençler de çokçası böyle tanıdık, eş dost arasında aranır.

Bunun için daha ilk gelişlerinde doktor birtakım kız analarının gözlerine çarptı. Bunların içinde biri ertesi hafta çayında kızını da birlikte getirdi. Saadet adındaki bu kız da doktora sokulganlık gösterdi.

Bir başka hanım da bu doktorun kimin nesi olduğunu Cavide’den sordu. Cavide de kocasından sordu. Kocası da bildiği kadar söyledi. Daha sonra bu Saadet Hanım’la anası, sokulganlıklarını artırdılar. Doktoru evlerine çağırdılar. Geceleri alıp Şehir Tiyatrosu’na, sinemalara götürdüler. Ötede beride kızın anası;

“Çok ağırbaşlı, terbiyeli bir çocuk. Doğrusu, çocuğum da olsa bu kadar severdim.” dedi.

Bu söze bakarak her yerde Murat Ali’nin bu kızı alacağı sanıldı. Başka kızlar da uzak durur gibi oldular; ama Murat Ali kıza açılmamış, sıkı arkadaşlığa yanaşmamış. Görüşmek, konuşmak iyi; o kadar. Sevmek, evlenmek sözleri yok! Bir tutkunluk, manasız sözler, şairleşiş. Hiç böyle şeyler yok!

Kız ağzını arayacak olmuş, “Evlenmek kim, biz kim…” diyormuş.

Kızın babası sabırsızlık edip araya bir adam koyacak, Murat Ali’ye soracak olmuş. Eğer kızı alacak olursa, bir işe girmesi için de yardım edeceğini duyurmuş. Murat Ali bu alışverişe sokulmamış.

Kızın anası, kocasının, böyle araya başka adam koyup oğlanın armut gibi boğazına tıkılmasının işi bozduğunu söylemiş.

“Saadet pekâlâ onu yola getiriyordu. Genç adam dayanabilir mi, elbette yola gelirdi.”

Bu hanım belki doğru düşünüyordu; ama Freda ile Pigmalyon gibi iki güzel kadın arasında kalmış olan doktorun, baş döndürücü kadın isteği kalmıyordu. Ayrıca Saadet Hanım da yaradılıştan cılız bir kızdı. Bir de sanki pek şişman bir şeymiş gibi zayıflamak hastalığına tutulmuştu. Yalnız ne var ki iyi bir kızdı, kocaya varmak istiyordu.

Olmadı. Kızın babası haber yollayınca, Murat Ali biraz daha çekingen davranmanın elverişli olacağını kestirdi. Başkaları da bu soğukluğun farkına vardılar. Bu sefer onlar doktora sokuldular. Alamanya’da okumuş bir iktisat doktoru, kolayca bulunur bir güvey değildir. Buraların kızları, bu yurda göre ucuza geçinir takımından değildirler. Herkes de Tevelioğlu gibi güvey bulamaz ama eh, hiç olmazsa hatırlıca bir memur olmalı! Doktor Murat Ali, şimdilik bir şey değilse de ortalığın bu karışıklığından yarın nasıl olsa bir işin başına getirilecek. Bundan da başka kadınlar onun yüzüne evlenecek, karısına boyun eğecek, uslu bir koca olacak adam damgasının vurulmuş olduğunu görüyorlardı.

Freda ile Pigmalyon olmasa, böyle de olacak idi, denilebilir!

Doktoru yalnız Saadet Hanım değil, başka kızlar da denediler. “Belki Saadet’i sevmemiştir. Doğrusu da sevilecek bir kız değildir. Belki onunla kaynaşmayan bizimle kaynaşır.” dediler. Kendilerini ona beğendirmek için ellerinden geleni yaptılar. Ağır, hülyalı göründüler. Şairleştiler. Şen, şakrak oldular, filozoflaştılar, iktisatçılığa bile ilgi gösterenleri oldu. Hiçbiri tutmadı.

Bunlar dört-beş kız idiler. Çoğu da Cavide gibi Fransız kız okulunu, yahut Amerikan kolejini, yahut Alaman kız okulunu bitirmişlerdi.

İstanbul’un en yüksek tabakasının kızları. Çoğu da kocaya varmak yaşını geciktirmiş değiller. Ancak kız olup da koca beklemek de kolay olmadığı için, karşılarına çıkan her genci tartmayı, denemeyi doğru buluyorlardı. Bunun için doktorun Saadet Hanım’la arası açıldıktan sonra, eskiden adı Nermiye olup da şimdi Necla diye çağırılan bir kız ortaya çıktı. Birkaç hafta o da kendini denedi. Yaradılışı daha şık olan bu kız sanıyordu ki kadınlar isterlerse erkeklerin baştan çıkmayanı olmaz. Bunun için doktorun baştan çıkacağına, bir kere de baştan çıkınca… Doktor, o serseri gençlerden değildir ki bırakıp savuşabilsin. Sonunda işi evlenmek temizler.

Bu yoldan yürümeye çalıştı ise de daha ilk adımda doktor ona yüz vermez göründü. Kız anladı ki benliğini ayak altına almadıkça doktor, sokulmayacak.

Bir başka yol aramak istedi. Onu da bulamayınca küstü. Bir dedikodu çıkardılar. Sanki doktorun Alamanya’da bir sevdiği, ondan da bir çocuğu varmış… İşler biraz düzelince onları getirtmeye çalışacakmış!

Evlenecek adama bu kadar benzeyen doktorun evlenmekten kaçınmasını anlayamayanlar;

“Evet.” dediler. “Böyle bir şey varsa… Ancak ne olursa olsun, evlenmek istemiyor ya! Hayırsız koyunu kurtlar yesin!..”

Kızlar da onu aramaz oldular.

Yalnız bunlardan biri, Cavide’nin çocukluk arkadaşı Nimet, daha genç, daha güzel bir kız; evlenmek için gözden geçirdiği erkekler arasında en elverişli bulduğu bu Murat Ali için çıkarılan dedikodulara inanmak istemedi. Onca, doğrusu şu idi ki bu Murat Ali’ye varmak istemiş Saadet gibi, Necla gibi kızlardan doktor kaçmış ise, akıllılık etmiştir. Bu kızları alıp da ev kuracağım diye uğraşmak boş şeydir. Bunlar kocaya varınca çekilmez baş ağrısı olurlar. Nimet ona eş olabilir; ama onun da güzelliği göze çarpmaz. Gösterişli değildir. Oysa Nimet’e öyle geliyordu ki eli ayağı, kaşı gözü, boyu bosu, saçları adamakıllı güzeldir. Huyu, anlayışı da çok iyidir. Yeter ki biri ona iyice bakmış, oturup onunla konuşmuş olsun! Yoksa o, bir salon dolusu kadının kızın içinde yıldız gibi parlayıp herkesin gözünü, gönlünü tutuşturacak bir ateş değildi. Öyle bir tesadüf olsa ki bir saatçik şu doktorla oturup konuşabilse! Kendisi isteyerek, yahut Murat Ali isteyerek değil, rast gele gibi! Bu rastlayışı Cavide hazırlayabilir.

Düşündüğünü Cavide’ye açtı, o beğenmedi.

“Ne konuşacaksın?” dedi.

“Hiç! O benimle konuşsun! Bir yerde baş başa kalırsak, put gibi oturacak değil ya! Elbet bir şeyler konuşur.”

Cavide dudak büktü:

“Bilmem.” dedi. “Düşünelim!” demek istedi.

Aradan biraz geçince Nimet bu isteğinden vazgeçmiş olacak ki Cavide sorunca;

“Yok.” dedi.“Düşündüm, beğenmedim. O da kendini bir şey sanır!”

Kahvecibaşılar

Bu Nimet’in ailesine Kahvecibaşılar derler. Yalnız bu eski adı mahallelerinde oturdukları eve veriyorlar da, kendileri anıldıkça Azizbeyler diye anılıyorlar.

Evleri Maçka’da. Ihlamur Caddesi’ne doğru inen yokuşlardan birinde sol kolda, yanında genişçe bahçesi olan, iki katlı, yayvan bir evdir. Beyaz boyalı olduğu bugün de bellidir.

Bu evi Sultan Mecit, gününde kızlarağası olan bir zenciden alıp yahut yaptırıp Nimet’in babasının büyükbabası olan Aziz Bey’e bağışlamış. Sultan Mecit’in oradaki arsaları arşını yirmi paraya sattığını, kendisinin de birçoklarına ev, arsa bağışladığını söylerler. Anlaşılıyor ki kulları da padişahın tuttuğu yoldan gitmişler.

Sonradan tamir edilmiş de olsa, aslı ortalama bir hesapla doksan yıllık bir ev demektir. Ahşap olduğuna göre bu kadar dayanması çok görülmemelidir. İstanbul’un yangınları olmasaydı, böyle eski evler çok görülecekti. Şimdi, belki bugün bile bu eve “Kahvecibaşılar’ın evi” derler ama bu ailenin asıl evi İstanbul’da Dökmeciler’deydi. Nimet’in babasının hastalığında satılmış, bugün de artık yıkılmıştır.

Bu aileye adını bırakan Kahvecibaşı’nın kim olduğunu, hangi padişaha kahvecilik etmiş olduğunu bilen yoktur. Yalnız bu addan anlaşılıyor ki bu aileden yetişen adamlar yıllardan beri saray hizmetinde bulunuyorlarmış. Nasıl ki Nimet’in babası Saffet Bey, onun babası Aziz Bey saray hizmetinde idiler.

Bilinen bu üç babadan Aziz Bey, Mabeyn Hassa Hademesinden idi. Meddahlıkta kendinden önce gelenleri geçmiş bir adam olarak tanınmıştır. Ancak “Pişekâr Aziz Bey” diye anılmıştır. Bir gün huzurda oynanan bir orta oyununda Pişekâr’a çıkacak arkadaşının hastalanması ile ustası Çeşnigîr Ali Kalfa’nın emri ile Pişekâr’a çıkıp seyredenlere kendini pek beğendirmesi yüzünden kendisine bu ad takılmış, takıldığı gibi de kalmıştır. Ancak onun asıl ustalığı meddahlıkta idi.

Aziz Bey, Bursa Müftüsü diye anılan Akçaşehirli İshak Hoca’dan ders görmüş, Arif Dede’den Mesnevi okumuştu. Çıraklarından Nasuh Efendi, kölesi Arap Muhyi’ye yetişenler, Aziz Bey’in hikâyelerinden, gülbenklerinden, tekerlemelerinden, kıssalarından, fıkralarından, mesellerinden birtakımını işitmişlerdir. Yazık ki bu Muhyi de öldü, kimseyi de yetiştirmedi. Birçokları gibi, Aziz Bey’den kalan sanat eserleri de kaybolup gitti.

Aziz Bey’in oğlu İzzet Bey de babası gibi hademeden, güzelliği ile tanınmış bir adamdı. “Hünkâr Müezzini İzzet Bey” derlerdi. Genç yaşında öldü, bir oğlu kaldı: Saffet Bey. Nimet Hanım’ın babasıdır. Mabeyn muzikasında flüt hocasıydı. Dışarda da ders verirdi. Hocası bir İtalyan idi. Bütün ömründe dört yahut beş kere flüt konseri vermiştir. Bunlardan biri Atina’da, biri de Roma’dadır. O yıllarda bizim aramızda garp musikisi sevilmediği için bu konserler yabancı salonlarda verilmiş, Saffet Bey’in adı da Türkler arasında pek duyulmamıştır. Dinleyenler eşsiz bulurlardı.

Flüt dersi verdiği gençler, hocalarını severlerdi. Hastalandıktan sonra da onu bırakmadılar. Zaharyadis adında genç bir öğrencisi ona hastalığında büyük yardımlar etti. Bu delikanlının yardımı olmasa, Dökmeciler’deki ev satılamazdı. Saffet Bey’in yetişkin iki oğlu varsa da bunların babalarına yardımları dokunmuyordu.

Büyük oğlu Hikmet Bey, bu ailenin saray hizmetine girmeyen ilk çocuğu oldu. Asker olmak istiyordu, olamadı. Kuleli’den alaya çıktı. Yardımlar, iltimaslarla tabur kâtibi olup İstanbul’da, levazım dairesinde kaldı; sonra da bir hizmetle Taşkışla’ya verdiler. Oraya gidip gelir. Kendisi yakışıklı, oldukça güzel bir adamdır. Eve biraz yakın olduğu için becerebilirse kendine Harbiye Mektebi’nde bir iş bulmak ister. Eve yakın olmayı istemesinin de neden ileri geldiği anlaşılamaz. Evli değildir. Evdekilerle oturup konuşmaz. Bir iş düşmedikçe babasının yanına girmez. Eve ilgisi, olsa olsa beslediği Brahma yahut Koşinşin tavukları içindir. Bunlardan anlar. Nasıl besleneceğini, bakılacağını da bilir. Tavuk meraklıları Hikmet Bey’i tanır, bu evi de bilirler.

Saffet Bey’in küçük oğlu Nüzhet’e gelince, ancak otuz yaşlarında, yakışıklı, güler yüzlü bir delikanlıdır. Bu bakımdan babası ile büyükbabasına benzer. Belli başlı hiçbir iş tutmamıştır. Ancak hiç işsiz, parasız da kalmamıştır. Bir aralık Beyoğlu’nda bir bar tutmuştur. Bir-iki otomobili de vardır. Ortakları ile Karadeniz’de motor işletirlerdi. Kalafat yerinde de ortakları vardı. Şimdi de asker olmuş, tersane havuzlarında bulunuyor.

Ara sira eve uğrar. Uğrayınca da, haftalarca sessizlik içine gömülüp uyumuş olan bu ev, gürültü içinde kalır. Nimet’e takılır, Arap Mesut Bacı’nın boynuna sarılır. Nüzhet’le Nimet analarından uzak kalmışlar, bu Arap Bacı onları büyütmüştür. Bacının yanına oturup;

“Kaynar su ile beni yıkayıp söğüş yapmaya çalıştığın aklına geliyor mu? Şimdi de yıkasana!” diye alay eder.

Eve de eli boş gelmez. Küfe ile et, zerzevat, sepetlerle çilek getirir. Mesut Bacı’nın beslemesi Peyker’e;

“Sallanma, git bana namuslu bir kahve pişir.” der.

Rasgelirse Hikmet’le eğlenir:

“Beybirader, nasıl, tavukların yumurtluyor mu?” der.

Babasının yanına dalar, ilkin elinden öper, sonra da boynuna sarılır, kendini öptürür. Nimet’e;

“Vay anam kadın, bu ne şıklık!” der.

Güler, söyler sonra da çıkar gider, iki hafta, üç hafta görünmez.

Mesut Bacı yalvarırdı:

“Ne olur, yavrum, iki gecede bir olsun eve gelsen de senin yüzünü görsek. Baban seni gördüğü gün sanki iyileşiyor!”

Nüzhet dinler mi?

“Üstüme varma, şimdi düşer bayılırım.” diye alay ederdi.

Nimet’in Üzüntüsü

Mesut Bacı çok yaşlıdır. Kendisi kaç yaşında olduğunu bilmez. Nöbeli imiş. Mısırlı Nazlı Hanımefendi’nin cariyelerindenmiş. Saffet Bey’in babası İzzet Bey’le yaşıt olduğunu söylerlermiş. Nazlı Hanımefendi bunu, İzzet Bey’in anası Zeynep Hanım’a vermiş, yahut satmış. Zeynep Hanım bacıyı büyütmüş. Utarit adında bir kızla bu bacıya kanun öğretmişler. Anlaşılıyor ki Pişekâr Aziz Bey’in gününde daire düzen yerinde imiş. Küçük yaşında iken Mesut Bacı kanun ile saza da girebilmiş. Çok yıllardır sazı eline almamış ise de bugün de odasında, duvarda asılı durur.

Bacı, Saffet Bey’in doğumunu hatırlıyor. Nimet’e göre yaşı doksandan aşağı değildir. Şimdilik elinde bir değnek ile ev içinde gezebiliyor ise de artık gözleri iyi görmüyor. Kulakları da gittikçe ağırlaşıyor. Arasıra saçma söylediği de Nimet’in gözüne çarpmıştır.

Saffet Bey’e gelen hekimler, bir kere Bacı’yı da gördü, belli başlı bir derdi olmadığını söylediler. Belki yaşar ama günden güne elden ayaktan düşmemesi sağlanabilir mi?

Daha şimdiden evin bütün işleri Mesut Bacı’nın beslemesi olan Peyker’in üstüne yüklenmiş bulunuyor. Bundan önce evde bir de Halime Kadın vardı. Saffet Bey’in hastalığı üzerine bu kadın, gelininin hastalığını söyleyerek çıkıp gitti.

Peyker sesini çıkarmıyor, çalışıyor ise de yüzü de hiç gülmüyor. Komşulardan birinin sözleri de kızı büsbütün kudurtuyordu. Afife Hanım denilen bu kadın Nimet ile Bacı’yı kimsesiz bırakmaktan acı bir tat bularak her gelişinde kızın yüzüne karşı;

“Buna da ne oluyor Allah aşkına!” diyordu. “Suratından düşen bin parça oluyor:”

Peyker, bu kadına bir şey söylemiyorsa da, bir gün ona kapıyı açmadı. Nimet de sesini çıkarmadı.

Günler geçtikçe Bacı çocuklaştığı için evin idaresi Nimet’in üstüne kalıyordu.

Nimet, babasının hastalandığı hafta mektebi bırakmıştı. Büyük kardeşi sanki bu evde yokmuş gibi hiçbir işe karışmıyor, yalnız yemekten yemeğe yüzü görülüyordu.

Nimet bir gün bunalarak küçük kardeşi Nüzhet’e açıldı. Eskiden eve bir çamaşırcı kadın gelirdi. Şimdi onu da getirmiyorlar. Peyker, tavan arasındaki odasında hem çamaşırlarını yamıyor, hem de ağlıyor. Nimet kendine güvenebilse, ev işlerinin hiç olmazsa yarısını üstüne alacak, bu gönül rahatsızlığından kurtulacaktı.

Nüzhet, kız kardeşini dinleyince üzüldü ama belli etmek istemedi. O günden başlayarak Peyker’e de kendince bir aylık bağladı.

Kızın yüzü düzeldi. Saffet Bey’in ayağa kalkabilmesi, hizmetin ağırlığını azalttı ise de yalnız bununla olur mu?

Kız, yaşının geçtiğini görüyor. Bu da bir ev kurmayı düşünür. E, ne olacak? Bu evde bir koca bulup varabilecek mi? Büyük bey yarım oldu. Küçük beylere inan olmaz. Nimet, Peyker’in buradan kaçıp kendine bir koca, bir kucak bulmayı düşündüğünü sanıyordu.

Peyker bir yolunu bulur da buradan kaçarsa Nimet ne kadar ağır yük altına gireceğini görüyor, bir yandan da Peyker’in bu suratından kurtulacağına seviniyordu.

Peyker Gülnarlı bir kızdır. Orada kadılık eden bir adamın karısı bu kızı anasız, babasız bulup evlatlığına almış, İstanbul’a da getirmişti. Beşiktaş’ta, oğlu ile bir evde oturuyorlardı. Gelini, kaynanası ile kavgalı olduğu için kaynana, gelinine inat, az çok işe yaramaya başlayan Peyker’i Mesut Bacı’ya verip gelininden kaçırmıştı.

Mesut Bacı kıza baktı, büyüttü, terbiye, iş öğretti, yemek öğretti, nesi varsa onları da bu kıza bırakmaya karar verdi ise de bu kararını Peyker’e söylemedi. “Mesut Bacı’nın bırakacağından ne olur!” dememelidir. Bacı’nın sandığında, sepetinde toplanan kırıntı Peyker’e çeyizler, eline de beş-on para koyardı. Ancak Pey-ker bunları bilmez. Nimet’in de iyi yürekli olduğunu sanmaz.

Peyker, sağlam yapılı bir kız ise de güzel değildir. Onu alırlarsa, şimdi, genç iken alırlar. Yarın yaşı geçince gene alan bulunur ama onları da Peyker istemez.

Nimet bir yandan bunları düşünürken, bir yandan da kendisini düşünüyordu. Babası yarın gözlerini kaparsa ne olacak? Büyük kardeşine hiç güvenemezdi. Bugün bile, ev için bir para istemek gerekse Nimet onun vereceğini bilmekle beraber Peyker’i yolluyor.

Küçük kardeşi açık yürekli bir adamdır. Ancak bir taş parçası gibi onun boynuna asılı kalmak da kolay değildir. Babasından kalacak aylık, ne kadar kısılsa, bu evi geçindirmez. Bunun en iyisi gençlik, güzellik varken bir koca bulup varmaktır. İnanıyordu ki bir kocası olursa, bu evi döndürmek kolay olacaktır. İnanılacak bir koca!

Evdeki durumunu Cavide’ye açmıştı. Bunun için doktorla baş başa bir konuşma yapmak istediğini söyleyince Cavide bu konuşmayı niçin istediğini biliyordu. Yalnız Nimet’e de nasıl olsa bir koca çıkacağını sandığı için, görüşmesini pek yerinde bulmamıştı.

Yalnız o gece soyunurken, kocasına dedi ki:

“Bu senin doktor evlenecekse, bizim Nimet’i alsa ya! Daha iyisini mi bulacak?”

O günlerde ortalığı karanlık görmeye başlamış olan kocası da;

“Tamam.” dedi. “Evlenecek günü buldu!”

“Niçin, günün nesi var? Herkes evlenip duruyor, bugün evlenmezse yarın daha mı iyi olacak?”

Kocası;

“Ben sana şaşıyorum.” dedi. “Ortalığın tasası bize mi düştü.”

Sonra da lafı uzatmamak için;

“Ben bu işleri hiç bilmem.” dedi. Yorganı başına çekerek sırtını döndü.

Nimet ile Murat Ali Konuştular

Nimet, Murat Ali ile görüşmeyi ilkin istemişken sonra düşünüp vazgeçmişti. Ancak bir tesadüfle bu görüşme kendiliğinden oldu.

Bir gün Nimet, Cavide’ye gitmişti. Cavide de berbere gidecekmiş. Nimet’e;

“Otur da ben şimdi gelirim.” dedi.

Gitti. Üç saat gelmedi. O gidince doktor geldi. Nazif bir iş için onu çağırmış, bekleyecekmiş. Onu da küçük salona aldılar. Nimet, pencere önünde oturmuş bir şey işliyordu. Murat Ali de geldi, oturdu. Cebinden gazetesini çıkardı, okuyacaktı. Sonra konuşmaya başladılar. Murat Ali kendisiyle evlenmek isteyen kızlar içinde Nimet’in de bulunduğunu bilmiyordu. Öteden beriden konuşurken söz evlenmeye geldi. Murat Ali söyledi, kız dinledi. Bütün düşündüklerini söylemek için, biraz da onu yüreklendirdi. Doktor da coştu. Çoktandır böyle uzun söylevler vermeye, içinde yaşayan kutlu sosyalistlikten, eşitlik yüksek isteklerinden doğma görüşlerini, kendi sosyalist tarikatinin bu evlenmek bölümünü hemen söylerken doğan yüksek buluşlarla anlattı. Beğenerek dinlendiğinizi söyleyen duyar, inanırsa ilhamlaşır, dervişler gibi hallenir. O güne kadar hiç düşünmediğini düşünür, düşünüp de söyleyeceğini de söyler. Murat Ali coşkunlukla konuştu. Bu arada evlenmek için düşündüğünü de anlattı.

Cavide gelince bunları konuşur buldu. Gözleri ile Nimet’e, “Nasıl, anlaştınız mı?” diye sordu. Nimet de dudak büktü. “Sonra anlatırım.” demek ister gibi baktı. Cavide de oturdu. Çay getirdiler, biraz sonra da Nazif geldi. Hep birlikte çay içtiler. Sonra Murat Ali, Nazif’in tercümesini istediği bir kâğıdı, oracıkta dilimize çevirmeye başladı. Nimet de kalkıp evine gitti.

Ertesi günü Nimet’le Cavide konuştular. Cavide;

“Ee, ne diyor senin doktor?” diye sordu.

“Ne diyor! Onun dediği çok! Bilmem ki doğru mu söylüyor. Eğer söylediği gibi düşünüyorsa, bence çocuk gibi. Bir kere Alamanya’da karısı marısı yokmuş. Burada evlenecekmiş. Bunu düşünüyormuş ama evlenmek önce herkesin anladığı gibi değilmiş. Evlenmek dinlenmek, rahat etmek demek değilmiş. Ekonomik de değilmiş. ‘Evlenmek’ sözü, burjuvalar içinde erkek için yanlış, kadın için doğru imiş! Anladın mı?”

Cavide;

“Anlamadım.” dedi.

“Dur. Anlarsın! Bir kere doktor bize, burjuva diyor. Biz burjuva kadınların kuracağımız evlerde erkeklere düşen çalışıp kadının başına toplayacağı bir sürü hizmetçileri, dadıları, süt nineleri, çocukların matmazellerini, hanımın dostlarını, tanıdıklarını besleyip doyurmakmış! Erkeğin payına düşen ise yatacak bir yer, sabahları bir fincan çay, akşama acı, tatlı, daha doğrusu tatsız bir yemek. Hepsi bu kadar! Erkek yemeğin tatsızlığını söyleyecek olsa, hanım daha önce başlar, aşçıyı çekiştirir, yahut kocasına dermiş ki: ‘Yavrucuğum, evde ne yapılsa sana tatsız geliyor. Huyunu bilmesem, mahsus yapıyorsun diyeceğim.’ ”

Nimet bunları söyleyince Cavide kendi sözlerini tanıdı. Kızdı.

Yüzü değişti. O da kocasına böyle şeyler söyler, o da Nazif’e, “Yavrucuğum.” der, kocası da onu “Kızım.” diye çağırırdı.

“Bak miskine!” diye mırıldandı. “Neler de biliyormuş.”

“Evlendim, diyen adam, istediği kadar da zengin olsun çorabını giyince parmakları dışarı çıkarmış. Biraz söylenecek olsa karısı ona dermiş ki: ‘Her şeyine ben bakıyorum, çorabını da sen düşünüver!’ Yeni yakalıklar kolacıda değişmiş olsa, Mari’nin suçu! Bir temiz mendil aranır da bulunmazsa, hanım dermiş ki: ‘Benim işim başımdan aşıyor, sen de biliyorsun. Her gün sokaktasın, kendine iki düzine mendil alıver. Aranınca bulunmuyor işte. Hepsi eskimiş, yırtılmış olacak. Kimbilir, kız nereye koymuştur. Sen de her şeyi bana düşündürmek istersin!’ Sonra aylık masrafları sayıyor… Salona bir yeni vazo, çalınmayan piyanoya bir yeni örtü, çocuğa yeni araba, çocukların matmazeline yılbaşı hediyesi, erkeğe de üstelik bir metres masrafı. Daha neler, bilmiyorum! Ha, diyor ki: ‘Bugünün burjuva kadınının evlenmesi, kendine, yanına toplayacağı bir sürü adamı besletecek bir herif bulmak’ demekmiş.”

Söz buraya varınca Cavide dayanamadı.

“Saçma.” dedi. “Geçineceği olanlar kocaya varmıyorlar mı? Yazık ki bunlar, para verip okutuluyor, sonra da bunlardan iş bekliyorlar!”

Kalktı, piyanonun üstünden bir cıgara alıp yaktı. Kendi kendine de “Bu aptalın bir bildiği mi var? Sakın Nazif’in bir metresi olmasın!” diye düşündü. Kaşları çatıldı. Başı ağrımaya başladı.

“Aman.” dedi. “Bunlar erkek değil mi, hepsi iğrenç şeyler. Kimbilir aralarında neler konuşuyorlar da bu aptal da bunları söylüyor.”

Bu sözlerinden anlaşılıyor ki Cavide kocası ile doktor arasında kendisi için bir dedikodu yapılmış olmasından işkilleniyor. Nazif’in bir kapatması bulunmasını da olmaz bir şey gibi görmüyor.

Bepul matn qismi tugad.

30 235,18 soʻm