Kitobni o'qish: «Hava Parası»
Memduh Şevket Esendal, 28 Mart 1884’te Tekirdağ, Çorlu’da dünyaya gelmiştir. Rumeli göçmeni olan ailesi çiftçilikle uğraşan Esendal’ın çocukluğu burada geçmiştir. Mülkiye Mektebinin ikinci sınıfına kadar okumuş olmasına rağmen düzenli ve sürekli bir öğrenim hayatı olmamıştır. Kendi deyimiyle “alaylı”dır. Maddi sıkıntılarla birlikte, babası Mehmet Şevket Bey’in vefat etmesi eğitim hayatının yarım kalmasının başlıca sebeplerindendir. Ancak kendisini hayat içinde ve okuma disipliniyle yetiştirmiş; kendi çabasıyla Fransızca, Rusça ve Farsça öğrenmiştir. Esendal, babasının ölümü üzerine ailesinin sorumluluğunu üstlenmiş ve uzun süre çiftçilik yapmıştır. İlk resmî memuriyeti Reji (Tekel) İdaresindedir. Balkan Harbi çıktığında ailesi ile birlikte İstanbul’a göç etmek zorunda kalmıştır. Aile, harpten sonra Çorlu’ya dönmüşse de bu sefer de I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla temelli İstanbul’a yerleşmiştir. Esendal’ın bu dönemde yaşadığı zorluklar, daha sonra kimi hikâyelerinde ve Miras romanında konu edilmiştir.
1906’da İttihat ve Terakki üyeliği ile başladığı siyasi hayatı uzun yıllar devam etmiştir. Esendal, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra cemiyetin İstanbul Merkez Heyeti’ne üye seçilmiş, ardından Esnaf Odaları Mümessilliği’ne getirilmiştir. Uzun süre İttihat ve Terakki’nin Anadolu Vilayetleri Müfettişliği görevini yürüten Esendal, müfettiş olarak Anadolu ve Trakya’yı gezip dolaşmıştır. Bu görevi ona mesleki tecrübe kazandırmasının yanında, Anadolu insanını yakından tanıma ve onun sıkıntılarını görme imkânını da sunmuştur. Yazdığı yüzlerce hikâyede, romanlarında bu tecrübenin izleri açıkça görülmektedir.
I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkılması üzerine İttihat ve Terakki Cemiyeti de itibarını kaybetmiş, İttihatçıların önde gelenleri yurt dışına kaçmak zorunda kalmışlardır. Bunlardan biri de Esendal’dır. İtalya’ya giden yazar, burada birkaç yıl kadar yaşamıştır. İtalya dönüşü, uzun yıllar sürecek elçilik görevinin ilk adımı olarak Mustafa Kemal’den bir mektup almış; yüz yüze görüşmeleri üzerine Azerbaycan Bakü Temsilciliği görevine getirilmiştir. Burada Anton Çehov’la tanışan yazar, kendisinden edebî anlamda derinden etkilenmiştir. Türkiye’ye dönüşünde Meslek adında bir gazete çıkarmış, Miras romanı ve çeşitli hikâyelerini bu gazetede yayımlamıştır. İzmir Suikastı’na karıştığı gerekçesiyle suçlansa da suçsuz olduğu anlaşılınca Tahran Büyükelçiliği’ne atanmıştır. Burada kendi gayretiyle Farsça öğrenmiş, Fars edebiyatını yakından tanıma fırsatı bulmuştur. İran’dan sonra Kâbil Büyükelçiliği’ne gönderilen Esendal için bu, son elçilik görevi olmuştur.
Yurda döndüğünde siyasi hayatına Bilecik Milletvekili olarak devam eden Esendal, 1942’de CHP Genel Sekreterliği görevine getirilmiştir. 1950 seçimleriyle de politik hayatına nokta koymuştur.
Esendal, 16 Mayıs 1952’de Ankara’da hayata veda etmiştir.
Türk hikâyeciliğinde çığır açan Memduh Şevket Esendal; Türk edebiyatına getirdiği yeni hikâye anlayışıyla büyük beğeni kazanmıştır. Eserlerini sade, anlaşılır, süsten uzak bir dille yazması ve diyaloglara yoğun olarak yer vermesi en belirgin özelliği olmuştur. Hikâyelerinde sıradan insanların en basit hareketlerini ve davranışlarını anlatmış, siyasi veya ideolojik unsurlara yer vermemiştir.
Romanları: Miras, Ayaşlı ile Kiracıları, Vassaf Bey.
Hikâyeleri: Otlakçı, Mendil Altında, Temiz Sevgiler, Hikâyeler, Ev Ona Yakıştı, Sahan Külbastısı, Veysel Çavuş, Bir Kucak Çiçek, İhtiyar Çilingir, Hava Parası, Bizim Nesibe, Kelepir, Gödeli Mehmet, Güllüce Bağları Yolunda, Gönül Kaçanı Kovalar, Mutlu Bir Son.
Anı: Tahran Anıları ve Düşsel Yazılar.
KENDİNİ DENİZE AT
(Çamaşırcı Kadının Öksüzü)
Bir kimsesiz çamaşırcı kadının öksüzü idi. Dünyada elinden tutacak kimsesi kalmadığı gün ona komşular acıyıp barındırmışlardı. Onu evinin bir köşesinde yatıran ihtiyar kadın aşağıdaki bu sözleri tekrarlar, dururdu:
“Yazık bu çocuk ziyan olacak, onu bir mektebe koyan olsa!..”
Mahalleden bir hayrat sahibi çıktı, gitti yalvardı yakardı, onu gece yatısına bir mektebe verdiler ve bundan herkes de sevindi.
Öksüz, sessiz, içli, sakin, zavallı bir çocuktu, terbiyeli ve düşünceliydi. Gitti, bütün komşuların elinden öptü. Kendisine ödenmez iyilik ettiklerine inanmıştı. Mektebe gidip gelmeye başladı. Haftada bir gece gelir, ihtiyarın yanında kalırdı.
“Kalk Hayri, esvaplarını süpür, seni bir dilenci sanıp kovmasınlar… Kalk Hayri derse çalış, seni mektepten kovmasınlar..”
İhtiyar kadın her hafta böyle söyleyerek onu giydirir, mektebe yollardı.
“Aman Hayri, mektepte bir kusur edersen, artık mahalleye uğrama. Herkese ne yüzle bakarsın. Kendini denize atmalı. Sakın hocalarından şikâyet getirme, kendini denize at daha âlâ!..”
Bir zaman oldu, bunu ihtiyar kadın o kadar diline doladı ki biçare öksüz, denizi, nihayet kendine bir mezar olacakmış gibi görmeye başladı!..
Bir gün mektepte, yemekhanede bir gürültü oldu. Bütün çocuklar kaşıklarını tabaklarına vuruyorlardı, gülüşüyorlardı. Hayri’nin bir dakika yüzünden biçareliği, öksüzlüğü silinmiş gibiydi. O da gülüyordu. Kapıdan onları gözetleyen bir mubassır,1 birdenbire içeriye atıldı ve ilk hamlede zavallı öksüzü kolundan tutarak dışarıya sürükledi.
“Müdür Beyefendi, işte bütün talebeleri azdıran bu melundur. Kendi gözlerimle gördüm!”
Müdürün odasında bir tahkikat, bir divan… Hayri’nin bohçasını eline, kitaplarını koltuğuna verip bir saat içinde mektepten kovdular.
Şaşırmıştı. Bu kadar büyük bir felaketin, bir yıldırım gibi bir anda gelişi, onu âdeta sersemleştirmişti.
Yanına kattıkları bir hademe onu götürüp evine teslim edecekti. Fakat Hayricik memnun, elbette Üsküdar’a gitmek için vapura bineceklerdi. O zaman o da kendisini denize atacak zaman bulacaktı.
Bir aralık hademe dalmış iken çocuk yanından kaçtı ve yolcuların girdiği iskele yanından kendini denize attı.
“Amanın! Denize bir çocuk düştü, yetişin.”
Çımacılar koştular, halk birikti, bir-iki kişi denize atladı. Güç hal ile yarı ölmüş, baygın halde öksüzü ölümden kurtardılar.
Karakolda ayılttılar, ifadesini aldılar, oradan bir polisi eve gönderdiler. Öksüz, karşısında ihtiyar kadını görünce, kendini tutamayarak;
“Ben kendimi denize attım ama boğulmadım, ne yapayım kurtardılar, zaten kabahat bende değildi ki.” diye ağlıyordu.
Nûruosmaniye, Eylül 1913
ÇAMAŞIRCI KADIN
“Bu şimdiki tazeler, hanımım, sabah karanlığı başlarını örttükleri gibi, seyir seyran, yatsı ezanlarına kadar gezmedikleri gezme, dolaşmadıkları çarşı pazar kalmıyor… Onların bildiklerini, bu yaşda kadın oldum, Allah inandırsın, ben bilmem! Ama bana sorarsan kabahat, analarda babalarda… Bizim zamanımızda… Rahmet olsun babam sert adam! İzinsiz bir yere gitmek ne haddimize… Duysa kıyametin son günü kopar, nur içinde yatsın anacığım, bir cuma günü Hastane Çayırı’na gidecek olsak, kırk defa izin alırdı. Öldü gitti, ağabeylerim yanında sigara içmezlerdi. Babam rahmetli, esnaftı. Öyle okuyup yazması yoktu; ama ağır adamdı, herkes Zarcı Rıza Efendi diye hatırını sayardı. Kocaya verdiler de hanımım, bir kerecik olsun sormadılar; biz böyle idik. Şimdikiler, kocalarını da kendileri buluyor. ‘Verirseniz verirsiniz; vermezseniz kaçarım.’ diye kesinkes cevabı dikiyorlar. Biz zavallılar nerede?.. Benim kısmetim çıkmış; rahmetli anacığım ölmüştü, eve misafir diye gelmişler, beni görmüş beğenmişler, söz kesmeye babama gitmişler, benim hâlâ bir şeyden haberim yok! Komşular gelip söylediler, şaşakaldım… Yedi ay nikâhlı durduk, sekizinci ay düğün… Adamın yüzünü o gece gördüm. Eh! Rahmetli de güzel adamdı. Boylu boslu, yakışıklı, üzüm gibi kara bıyıklı idi. Esnaftı ama tendürüst2 adamdı, temiz pak giyinirdi. Yalnız bir içkisi vardı. O da babam sağ iken ondan çekinir, fazla kaçırmazdı. Babam öldükten sonra da hani eve geç geldiği olurdu, geç gelirdi ama helali hoş olsun, öyle dövüp sövmesi yoktu. Tazelik hanımım, ben merak ederdim, gece yarılarına kadar yolunu beklerdim. Ah bir ramazan olsa, bir kandil gelse diye o günleri iple çekerdim; rakıyı bıraksın diye hep adaklar adardım. Keşke bu kaza başına gelmeseydi de her gün elimle ben içirseydim!”
“Nasıl kaza?”
“Aa, öyle ya! Bir adam öldürdü dediler ya! Bir akşam meyhanede kavga olmuş, birini vurmuşlar. Kim vurduya gitmiş, Sait vurdu demişler. Güya vurulan adam da, ‘Beni Sait vurdu.’ diyesi!… O zavallı sessiz adamdı, hakkını ispat edemedi. On beş seneyi yedi gitti. Avukat tuttuk, para etmedi. Sonra arkadaşları söylemişler, asıl vuran bizimki değil, Yorgancı Sait imiş. Ben o akşam bekledim, gelmedi. Hani ne kadar sarhoş olsa, ne kadar geç kalsa gene de gelirdi. Sabahlara kadar köşe penceremden ayrılmadım, meğerse onu daha gündüzden, dükkânından kaldırmışlar. O zaman bunun kırkı çıkmamış idi.”
Bu dediği, köşeye büzülmüş oturan kara kuru, zayıf, sıska, sakat kalmış çocuğu idi.
“Büyük de üçünü bitiriyordu. Bir de ertesi gün komşular gelip haberi verince, ben düşüp kalmışım. Ne ise, Allah eksik etmesin, komşular kaldırıp ayılttılar, o günden sonra genç yaşımda bu iki çocukla kaldım, bir başıma!.. Kederle sütüm de kaçtı mı?.. Bu oğlanı o zaman görseydiniz, beyaz, tombalak bir çocuktu. İnek sütü, keçi sütü derken bu da oldu mu bir sıska!.. Üstüne, evlerden ırak bir de çocuk hastalığı gelir mi? Eh, artık dedim ya… Çocuk kucağımda yay gibi bükülüp ağladıkça, bana hep fenalıklar gelirdi. Oturur ağlarım, ağlarım… O vakit ufak tefek kırıntı vardı, satar yeriz. O da biter. Hazır yemeye ne dayanır?.. Kör boğaz durur mu? Çaresiz hanımım, düşeriz el kapılarına. Bu böyle sakat olur kalır. Ötekinin de üstünde bir baskı yok. Ben bugün tahtada, yarın çamaşırda. Hastalanacağım diye ödüm kopar. Bir hastalanacak olsam, hepimiz aç, bir kaşık çorba verecek adamımız yok. O zaman da gencim, sancılanırım. Her gün su içinde kolay mı! Zavallı hasta hasta işe giderim, ne yapayım! Ben sabah akşam işte gezdikçe, büyük oğlan başıboş kaldı hanımım, oldu bir âlâ külhanbeyi!.. Şimdi artık beni hiç dinlemiyor. Gün olur haftalarca kayıp… Sonra gelir zilzurna. Neyse, şeytan kulağına kurşun, bana hakareti yoktur. Ne kadar sarhoş olsa da, söver sayar ama bana el kaldırmaz. Analık hanımım, kim ister evladının böyle genç yaşta rakı ile ciğerlerini kavurduğunu!.. Ama ne yaparsın? Ben kadınım, elbet onun da babacığı sağ olsaydı, böyle olmazdı. Bir zaman mektebe de giderdi, ne de güzel okuyordu. Sonra bırakmış, kaçmış. Benden de gizledi. Haber alıp sıkıştırınca, ‘Gitmem!’ diye diretti. Sonra ne ise yalvardım, yakardım matbaaya verdim. Mürettiplik ediyordu, birkaç para faydası da oluyordu. Onu da bıraktı. Şimdi artık bilmem, oyuncu olmuş diyorlar. Bizimkini on beş seneye attılar. Burada Mehterhane’de iken iki haftada bir çamaşırını götürür, yoklardım, yine iyi idi. Sonra bilmem ne oldu, bir gün habersiz Bodrum zindanına kaldırmışlar. Çok çalıştım, yalvardım, arzuhal verdim. Tekrar buraya getirmediler. Eh vaktimiz yok ki arkasından kalkıp gidelim. Sonra da orada merhum olmuş… Üzerinde bir buçuk lirası varmış. Ağladık ağladık, oturduk. Hiç gençliğimi bilemedim hanımım, hiç… Yirmi yaşımda dul kaldım, işte o gün bugündür, bak ellerime!.”
Elleri şişkin, cildi beyazlaşmış, kabarmış ve iltihaplı bir kırmızılık bileklerinden yukarı çıkmış idi. Onun ne kadar şedit bir işkenceye maruz bulunduğu pek güzel anlaşılıyordu.
“Bunlar, sabahlara kadar zonklar, bazen açılır, akar. Acısından hep oturur, ağlarım!”
Sabahın karanlığından beri çamaşır yıkayan bu kadın şimdi, öğle vakti bir lokma yemek yemiş, kendisine ikram edilen bir fincan kahveyi içiyor, bizimle dertleşiyordu. Sakat çocuk köşede, iri kafası bir tarafa eğrilmiş, şüphesiz anasının bütün söylediklerini anlıyor ve gözlerinde derin, müessir bir hüzünle anasının yüzüne bakıyordu. Bu sakat mahlukun kaç yaşında olduğunu tahmin etmek de mümkün olmazdı. Eğri büğrü bacakları ile yürürken belki on iki yaşında, böyle bir köşede otururken sekiz, dokuz yaşlarında görünüyordu.
Zavallı insanlar!.. Bir çürük yemiş için bir ağacı deviriyor, bir kimseyi tecziye etmiş olmak zehâbı içinde bir sürü insanı hidemât-ı şâkkaya3 mahkûm etmiş bulunduklarını fark etmeyerek rahat uyuyorlar. Adalet hakkındaki fikirleriyle tabiatın bu acı istihzasını görmek istemiyorlar. Hiç kimse, tabiatın eza ve cezaya müstahak gördüğü birtakım masumlar mevcut olduğuna göre, insanların cürüm ve ceza hakkındaki fikirlerinin boşluğundan şüphelenmiyor. Bu zavallıların günden güne adetlerinin çoğaldığı görülmüyor. Sanki merhamet, kapılarını bu biçarelerin yüzlerine kapamış idi.
Kadın erkence bitirilmesi arzu edilen çamaşırları düşünerek yerinden kalktı, sanki arkasında düğümlü kamçısını savuran bir gardiyan varmış gibi, bu zavallı mahkûmun yüzünde derin bir tazallüm, gözlerinde ayân bir zulmet4 belli oluyordu.
“Hanımım, bunun beteri nedir? Bunun beteri ölüm… O da rahatlıktır. Haydi tutalım babasının bir günahı vardı, çekti. Beni de bir tarafa bırak!.. Ya şunun ne taksiratı vardı acaba? Bize ölüm ne devlet!.. Rabbim onu bile çok görüyor.”
22 Nisan 1919
AHMET BESİM EFENDİ
Fakir bir mürekkepçinin oğlu idi. Babası mektep hocalığı da ederdi. Kendi halinde sessiz, miskin, manasız bir adamdı. Ancak kendi kendini geçindirebiliyordu.
Oğlunu hafız yapmak için pek çok dövdü. Zaten okuttuğu çocuklar için de bir parça zalim, hain bir adamdı; tırnaklarını çocukların kulaklarına batırırdı. Ahmet Besim, böyle kulakları delinerek hafız oldu.
Günün birinde mürekkepçi on beş gün hasta yattı ve öldü. Onu mahalle camisinin bir köşesine gömdüler.
Ahmet Besim’in anası köylü bir kadındı. Sessiz, fazla olarak dürüst, ters, aksi bir çehresi vardı. Kocası öldükten sonra pek yalnız ve fakir kaldı; komşulara tahta silerek, çamaşır yıkayarak geçinmeye başladı. Ötekine berikine yalvarıp çocuğunu Beyazıt Rüştiyesi’ne yazdırmaya muvaffak oldu.
Ahmet Besim babasına ve anasına pek benzerdi. Onlar gibi kuru, esmerce, kara saçlı, kara gözlü bir adamdır. Esmer derisi yüzünün kemiklerine yapışmış gibidir. Korkak, gizlice hıyanet etmeyi sever bir çocuktur.
Derslerine kayıtsızdı, arkadaşlarını sevmezdi. Oyun oynarken bağırıp hiddet eder, lakin dayak yiyeceğini anlayınca da kaçardı.
Rüştiyeyi bitirdi. Anası komşu mümeyyiz beye yalvardı, o da arkadaşına söyledi, bir taraftan da bir tavsiye mektubu tedarik ettiler, Ahmet Besim’i Harbiye’ye koydular.
Ahmet Besim, buraya girdiği sene bir parça çapkınlaşıp, hayatla bağı bir mana peyda etti. Çünkü itiraf etmelidir ki Ahmet Besim çocukken bile dünyadan bezgin gibi yaşardı. Hiçbir şey onu eğlendirmiyor zannolunurdu.
Bir gün mektepte bir vukuat oldu. On beş kadar efendi alaya gitti. Bu arada Ahmet Besim’i de alaya çıkardılar. Kabahatsizdi, kendini müdafaa edemedi, derin bir yeise boğuldu kaldı, ahlakı da bozuldu, daha fena bir adam oldu. Haddehaneye hayli zaman devam etti, bu zamanda eve aylarca uğramamaya, anasına bakmamaya başladı. Anası da ona karşı pek düşkün değildi.
Bir aralık Tavukpazarı’nda yatıp kalkmaya başladı. Sesi pek fena değildi. Bir ramazan semai kahvelerine gidip geldi. Sonra nasılsa Serasker Kapısı’na5 perde çavuşluğuna girdi.
Ahmet Besim’in hayatında bu zaman, büyük bir tahavvül noktasıdır ve kendi tab’ına muvafık, bir işe başlamıştır. Kâğıt takibinden başladı, ufak tefek bahşiş gördü, gözü açıldı. Para kazanmak ihtimalleri vardı ve şüphesiz bu, onun için pek tatlı bir şeydi. İş takip etmek, paşanın yanına adam sokmakta büyük bir dirayet göstermeye başladı. Üstünü başını düzdü, birçok adamla tanıştı, birtakım hileye vâkıf oldu. Göze girdi. İşler yolunda gidiyordu, nihayet kalem efendilerine ödünç para vermeye, maaş kırmaya başladı. Sessiz, dairede oradan oraya, akşama kadar gider gelir, sofalarda ötekiyle berikiyle konuşur, işlerini yoluna koyardı.
Biraz geçtikten sonra kalemlerden birine mülazemetle, otuz kuruş maaşla sokuldu. Ona otuz kuruş ne yapacak? O, sekiz yüz, bin kuruş da dışardan kazanıyordu. Bu esnada herkesten uzak yaşıyordu. Candan dostu yoktu. Tavukpazarı’ndaki handa yatmakta devam ediyor, orada bir aşçıdan yemek yiyordu. Bu esnada anası öldü. Tabii müteessir olmadı. İhtiyar bir kadın ölmüş demekti. Evi sattı, kalan kırıntıyı ziyan etmedi, hepsini para yaptı.
Zaten dünyada hiçbir emeli olduğunu bilmiyordu. Bütün zevki para kazanmaktan ibaret kaldı. Ne kadar mümkün ise o kadar hırsla etraftan kazanmaya çalışarak yaşıyor, fakat eski sessizliğine halel gelmiyordu.
Mahalledeki eski komşuları, Ahmet Besim’i Harbiye’ye yazdırmıştı, bir aralık Mubayaat6 Reisi oldu. Bunu iltizam etti, Ahmet Besim’in maaşı altı yüz kuruş oldu. Günden güne işler açılıyordu. Başı da yükseliyordu. Nihayet bu yoldan mümeyyiz dahi oldu. Kaleminde âmir olduğu zaman, daha ziyade fena bir adam oldu. Kalem efendileri bu sinsi mümeyyizden hoşlanmazlardı, lakin Reis Paşa onu tutuyordu.
Bir gün, yaşı tam kırk iki olmuş idi ki garip bir teklif karşısında kaldı. Ona, Reis Paşa tarafından genç bir dul teklif ettiler. Paşa’nın azatlarından imiş de güya kocası yakında ölmüş!
O evlenecek adam değildi, hayatını kimseye açmak niyeti yoktu. Lakin paşanın teveccühünü kaybetmek de vardı; kabul etmekte çaresiz kaldı.
Paşa, kadına Çamlıca’da, koşu yolunda bir köşk vermiş; Ahmet Besim’in maaşı da birden dört yüz kuruş artırılmıştı. Meğer kadın paşanın gözdelerinden imiş ve bunu kendi oğlundan kıskanıp kaçırıyormuş!
Bu evlenme ötekini berikini güldürdü. Ahmet Besim pek ziyade hiddetleniyor ve kendisi ile kimlerin eğlendiğini pekâlâ biliyordu. Hatta bunlardan bir genç çocuğu haksızca lekeleyip birah-mane7 bir surette ezdi, daireden kovdurdu.
Kadın, Ahmet Besim Efendi’ye hasta olarak geldi. Yanında halayığı da vardı. Aşağıda bir odada bir minderin üstünde bu genç, güzel kadın inler, ağlar otururdu. Dokuz ay sonra bir kız doğurdu. Tam bir sene sonra da bir oğlan çocuğu düşürdü ve kadın, anlaşılmaz bir dert ve keder içinde öldü, gitti. Kızı, dadısı ve Ahmet Besim Efendi yalnız kaldılar. Kızının adı Besime idi.
Ahmet Besim Efendi ne karısını ne de kızını sevmiştir. Paşa reislikten düştükten sonra her gün kendisine târize ve gizli gizli eğlenmelere sebep olan bu genç kadın ile kızına âdeta husumet ederdi. Karısı öldükten biraz daha geçince, bir gün, Ahmet Besim Efendi bir açık meselesinden, birtakım hesaplardan az daha fena bir surette mesul oluyordu. Hayatının bu kadınla, sonbaharı gelmiş gibiydi. Her gün yeni bir uğursuzluk çıkıyordu.
Nihayet bir gün Serasker değişti. Hesaplara bakılacak, daireler değişecek dediler. Ahmet Besim Efendi bundan pek ziyade müteessir oldu. Birçok düşmanı vardı, kendi kendine kuruntu etti; artık vakti de dolmuş idi, çekilmeyi münasip gördü, tekaüt edildi.
O zamandan beri asla sevmediği, yüzünü pek az gördüğü kızı ve dadısı ile birlikte, karısından kalan beyaz köşkte yaşar. Bir bahçıvanı bir de uşağı vardır. Bahçesinde lahana ekmekten, patlıcan ve pırasa yetiştirmekten hoşlanır, onlarla uğraşır.
Her gün Tophanelioğlu’na, arabacıların oturdukları kahveye çıkar, orada, yatırın önünde arkasını su terazisine dayar, çenesini, elindeki dikenli elma ağacından yapılmış bastonuna iliştirir; kimse ile sohbet etmez, oturur. Evde bahçe üstüne bakan odasının penceresinden lahanalarını seyreder, ömrünün bu son günlerini geçirirdi. Kızıyla, onun dadısı ile pek az konuşur, evde en çok bahçıvanını severdi.
Ahmet Besim Efendi kızını, ta çocukluk mahallesinden tanıdığı, dairesinde mümeyyizi, sonra da reisi olan zâtın oğluna verdi ve kızı kocasından boşandıktan sonra da öldü.
O da babası gibi, beş on gün hasta yattı ve gece yarısı da öldü. Sabaha kadar ölüsü yatakta, ağzı, kolları açık kaldı. Ertesi gün ikindi vakti kaldırıp Karacaahmet’e gömdüler, bir taş diken olmadı. Biraz sonra yanına bir yük arabacısını gömdüler, bir sene sonra da Ayşe Hanım isminde bir kadını tam onun mezarına soktular. Bir tarafına da bir çocuk defnolundu. Yarı çürümüş etleri ile kemikleri onlara karıştı, vücudunun bir kısmı da başucundaki büyük selviye çıktı.
MURAT ALİ
Murat Ali kimdir?
Murat Ali, tanıdıkları arasında “Nüfusçu Ali Efendi” diye anılan bir adamın oğludur. Bu Ali Efendi Gümülcineliydi, İzmir’de tütün eksperliği ederdi.
Attan düştü, öldü. Karısı da Gümülcineliymiş. Murat Ali iki yaşında iken, ölmüş.
Babası ölünce Murat Ali üvey anası ile Manisa’ya gitti. On yaşına kadar da orada kaldı. On yaşında iken üvey anası da öldüğünden, kimsesiz sokakta kalacak diye hayır sahipleri bunu, Darüşşafaka’ya yazdırdılar.
Orada okudu, bitirdi. Sonra hocalarından biri Murat Ali’ye İttihat Cemiyeti yardımı sağladı. Hukuka girdi. Daha sonra da Alamanya’ya yolladılar. Orada dört buçuk yıl kalıp okudu.
1918 yıllarında iktisat doktoru oldu. Ancak okumayı bitirip işe başlamak günleri gelince, çoklarında olduğu gibi Murat Ali de kendini boş buldu. Bilgisi derlenip toplanmamış, kararları verilmiş değildi. Dört buçuk yıl çabuk geçtiğinden kendini dört yıl önce ne ise gene öyle buluyordu. Biraz da çalışabilmek için, bir yıl daha Alamanya’da kalmak istiyordu. Bunun bir yolunu ararken Alamanlar silahlarını bıraktılar. Her iş, her hesap karıştı. Birtakımları sosyalist, yahut komünist partilerine girdiler. Murat Ali girmedi. Yalnız sosyalist gibi konuşuyordu.
1919 yılında, ne yapacağını, nasıl bir iş tutacağını bilmeyerek İstanbul’a döndü.
O günlerde İstanbul’da hükümet yoktu denilse yanlış olmaz. Murat Ali’den önce gelmiş birkaç genç, birer iş bulmak için boşuna çalıştılar. “Daha müfettiş raporunu alamadık.” gibi sözlerle karşılaştılar. Murat Ali de boşuna kendini denedi. Devlet durumu düzelmedikçe söz anlatamayacağı anlaşıldıktan sonra, boş oturup bekleyecek paraları da olmadığı için gençler dışarda iş aradılar. Bu arada Murat Ali de hukuktan tanıdığı Tevelioğlu Nazif adında hem avukat olup hem de ticaret eden bir arkadaşının yardımı ile Felemenk Bankası’nda kendisine ufak bir iş bulup girdi.
Bu bankada çalışan Yakop adında genç bir çocuğun bulduğu bir odaya taşınıp otelin masrafından da kurtuldu.
O yıllarda Murat Ali yirmi beş yaşını bitirmişti. Orta boylu, geniş omuzlu, gür, kara saçlı idi. Tıraştan sonra da bıyık, sakal yerleri belli olurdu. Bunu çirkin bulanlar olduğu gibi, güzel bulanlar da vardır. Yüzü, hemen her görene uysal, iyi yürekli bir adam duygusu vermiştir. Dinleyen bulunursa, kendini övüp anlatmaktan, kendi düşüncelerini, bilgilerini dökmekten hoşlanır.
Yeni tanıştığı adamlar karşısında ilk üzüntüsü, kendi iktisat doktorluğunu anlatabilmek için bir fırsat bulmaktır. İster ki onu görenler, “İşte, genç bir iktisat doktoru.” diye düşünsünler. Aynada kendine bakarken bu yüzü arar. Bir aralık, kalın kara çerçeveli bir gözlü takmayı denemesi de yüzüne istediği ağırlığı vermek içindi. Yazık ki gözlük taşımaya alışamadı.
Bir yıldan beri kendine göre sosyalisttir. Hiç ihtilalci değildir.
Edebiyatla, resimle, musiki ile uğraşmış değildir. Gürültülü eğlence yerlerinden, danslardan hoşlanmaz. Alamanya’da bulunduğu dört yıl içinde çok kızların, kadınların sevgilerini çekmiş ise de oturduğu evde yaşayan yaşlı bir belediye memurunun karısı ile anlaşabilmiş, onunla da kalmıştır.
İstanbul’da evinde bir oda tuttuğu Naum Şalem’in karısı ile anlaştı.
Naum Şalem
Naum Şalem, Murat Ali’ye bu evi bulan Yakop’un öz babası, Freda da Yakop’un üvey anasıdır.
Yakop, oda bulduğu için hem Murat Ali’den, hem de üvey anasından tellallık hakkını almıştır. Ufak dükkânında kırk yıldır kitapçılık eden bu adam, Yakop’un öz babası kitapçı Naum, kısa boylu, ufak tefek, az söyler bir ihtiyardır. Üç kere evlenmiştir. İlk karısından olan büyük oğlu Sör Abraham Makam, İngiltere’de hatırı sayılır zenginlerdendir. P. T. L. C. vapur şirketinin İdare Meclisi Başkanıdır.
Elleri ekmek tutacak yaşa gelince, Naum, çocuklarını yanında istemediği için on altı yaşında baba evini bırakmış olan bu zengin adam bir daha babasını aramamış, babası da onu arayıp sormamıştır.
Naum’un gene ilk karısından ikinci çocuğu Elyazar, Çiçek Pazarı’nda bir kâğıtçı mağazasında kâtiptir. Güçlükle geçinir. Elli yaşına yaklaşmış, bir kolayını bulup başlı başına iş tutacak bir sermaye yapamamıştır.
Gene bunların analarından bir kızı Sofya’da evli, bir kızı da İstanbul’da zengin bir komisyoncunun karısıdır. Ortaköy’de oturur.
Naum’un ikinci karısı tek bir çocuk doğurdu. O da bu Yakop’dur. Kadın, kırk yaşından sonra da ağır bir kanser ameliyatı olmuş, ölmüştür.
O yıllarda Naum gene böyle bir ev tutup, oda oda kiraya verirken, evi bıraktı, dükkânın üstündeki ufak odada tek başına yaşamaya kalktı. Birkaç ay sonra Şişhane Yokuşu’nda bir evde bir oda tuttu. Daha sonra da bu Freda ile evlenip bu şimdi tuttuğu evi kiralayıp odaları kiraya vermeye, burada yaşamaya başladı.
Freda; Hasköy’de oturan, İstanbul Balıkpazarı’nda bir ortağı ile balıkçılık eden Yeşua Fiş adında birinin kızıdır. Kurtuluş’ta bir kutu fabrikasında çalışıyordu. Naum Şalem’in torunu denilecek kadar gençtir. Boyu, bosu, rengi, gözleri, saçları ile sayılı güzellerdendir. Sabahtan akşama kadar mukavva kesip kutu yapıştırmak, ihtiyar bir kocaya karılık etmekten daha güç gelmiş olmalıdır ki büyükbabası denilecek yaştaki bir adama varmıştır. Naum’a gelince, bir hizmetçi de tutsa, ihtiyar değil, bulursa bir gencini tutacaktı. Kendisi de ilkin yaşlı bir kadın almayı düşünmüş idi. Sonradan bu düşüncesini değiştirdi. Hesabı şu idi: Evin kirası çıkıyor, üste kalan para ile geçiniyorlar. Bu işlere de bir yaşlı kadın yerine genç bir kadın bakıyor.
Murat Ali, tutacağı odayı görmeye gelince Freda hiç gizlemeyerek, gözlerini kaçırmayarak onu tepeden tırnağa kadar süzdü. Sonra odayı gösterdi. İkinci katta, merdivenin karşısında büyük, bir tek penceresi sokağa bakan sevimsiz bir oda…
Bu büyük pencere yerden yüksek, tavana yaklaşan geniş, uzun bir pencere. Odaya bir çukurluk veriyor.
Freda gözlerini Murat Ali’nin gözleri içine dikerek çok karışık bir Fransızca ile;
“Bu odayı tutunuz, rahat edersiniz, bana inanınız!” dedi.
Yakop, Murat Ali’nin bu karışık cümleyi anlamadığını sanarak Alamancaya çevirdi.
Pencerenin yanında iki eski bez parçası sarkıyordu. Belli ki bunlar yeni asılmış şeyler değil! Yıllardan beridir burada sarka sarka sanki pörsümüşler.
Tahtadan alçak bir karyola, karşısında genişçe eski bir kanepe var. Yere de toprak rengini almış bir halı parçası serilmiş! Kapının sol yanındaki köşede yüz yıkamak için ufacık bir masa konulmuş. Belli ki odaları boş kiralayan Freda, döşeli bir oda tutmak isteyen yeni müşterisi için, bütün bunları bir eskici mağazasından getirmiş, yahut kiralamış!
Duvarlar, kirli mavi rengi badana edilmiş. Karyolanın ayak ucunda yuvarlak, paslı bir soba duruyor.
Murat Ali, yahut onun gibi başka birisi, Freda olmasa bu odayı tutmazdı. Burası soğuk, ıslak yer altı odası, eski bir su sarnıcı gibi bir oda. Böyle olmakla beraber Murat Ali ucuz, elverişli buldu.
Freda
Yeni odasında ilk kaldığı gece Freda’nın ayak seslerini dinleyerek, başka odalardan gelen anlaşılmaz gürültülere kulak kabartarak, belki biraz de yerini yadırgayarak geceyi hemen hemen uykusuz geçirdi. Ertesi, daha ertesi geceler de evin, sokağın tanımadığı sesleri, uyku arasında bile Murat Ali’yi kuşkulandırıyor; kendisini dalgın uykuya veremiyor, her dakika yabancılık duyuyor, bu evde kalıp kalamayacağını kendisi de bilmiyordu.
Murat Ali’nin odasının yanında, sokak üstündeki büyükçe odada ana, baba, kızları, kızlarının kocası ile bir aile yaşıyor. Bunlardan baba ile kızı işe gidiyorlar. Güvey, evde çalışıp pantolon dikiyor; yalnız, biten işleri terzilere vermek, yeni işlerini getirmek için dışarı çıkıyor. Akşamları derinden mırıltılarla dua ettikleri duyuluyordu.
Bu odanın karşısına gelen karanlık aralıkta, ışıksız oturulamayan bir odada, Pigmalyon adında biri oturuyor, gece giyimlerine, şapkalara takılan çiçekler yapıyordu. Örneklerini, renklerini gün ışığında görmek isterse, Freda’nın odasına geçip pencereye sokuluyordu. Tanıştıktan sonra Murat Ali’nin odasına da gelmeye başladı.
Bu kadın, çiçeklerini odasında satıyor, pazarlığı da Freda yapıyor, birtakımları da ona örnek getirip çiçek ısmarlıyorlardı.
Arasıra giyinip Freda ile sokağa çıkar, hemen her çıkışlarında da sinemaya giderlerdi.
Bu kadınların sokakta giydikleri paltoları, güzel şapkaları, giyimlerini görseniz şaşarsınız. Bunları bu pis odaların neresinden çıkarırlar, anlayamazsınız.
Giyinince Freda daha güzel, ancak daha adi; Pigmalyon daha kibar, daha yakışıklı olur.
Pigmalyon’un odasına Kuzma adında orta yaşlı bir adam gelir gider, arasıra Freda’nın odasında oturup piket oynarlardı. Sonraları Murat Ali bunlara karıştı. Bu adam, Pigmalyon’un sevgilisi midir, hısmı mıdır, bilinmez.
Karanlık aralıkta, en sondaki büyük odada Freda ile ihtiyar kocası Naum Şalem yaşarlar. Bu odanın üç büyük penceresi, arkadaki iki apartman ile bu evler arasında kalmış şekilsiz, dar bir aralığa açılır. Freda’nın pencerelerinden hava, bir kuyu içinden görünür gibi görülebilir.
Bu aralığın dibinde apartman kapıcılarından biri, bir beyaz ada tavşanı ile bir horoz besler. Freda’ya gelip giden Agafi adındaki bir kız, bu horoz ile tavşana merak sarmıştır. Her gelişinde pencereyi sürüp bunlara bakar, her bakışında da bunların kendisinden daha bahtsız olduklarını söylerdi.
Freda’nın odası ile Pigmalyon’un odası arasında dar, uzun, gün ışığı hiç almayan bir yerde Freda yemek pişirir, ara sıra burada öteberi yıkadıkları da olurdu.
Naum Şalem odasına gece olduktan sonra gelir. İlk işi karısından o günün hesabını alır, sonra yemeğini yiyip yatar. Odada Freda’nın misafirleri olsa da aldırmaz. Peylediği bir berber vardır, oraya gidip tıraş olur. Buna meraklıdır.
Dükkâna gidip çayını içer.
Freda da çok erken kalkıp Murat Ali’nin odasına bir fincan çay getirir. Sonra saatlerce de onun odasında kalmaktan çekinmez. Murat Ali tıraş olur, giyinir, işine gider. Freda gene onun odasında kalır, ortalığı toplar, yatağı düzeltir, çantaları bavulları karıştırır, resimlere bakar.
Birkaç hafta geçince Pigmalyon da Murat Ali’ye alıştı. Geceleri onun odasına geliyor, saatlerce oturup konuşuyor, dertleşiyordu.
Pigmalyon, Freda gibi değil. Gülüyor, kızarıyor, utanıyor. Sevilmek, okşanmak istiyor, kadınlık gösteriyor. Freda böyle değil. Murat Ali’nin parasını çekiyor, ondan da kendi hesabına faydalanıyor. Ne var ki Freda çok gençtir, kadınlığının çok elverişli çağındadır. Murat Ali, bu kadının çekinmez bakışlarından, utanmamasından hoşlanıyordu.
Şimdi her akşamüstü, Freda’nın odasında piket oynuyorlardı.
Freda’nın odasına aşağı kat, yukarı kat kiracılarından da gelenler oluyordu. Murat Ali yavaş yavaş evin bütün oturanlarını tanımaya başlıyor, bu evin ağır kokularına alışıyor, bu evde konuşulan Rumcaya, İspanyolcaya, bozuk Fransızcaya, Hebru dualarına da kulak dolgunluğu gün geçtikçe artıyordu.