Kitobni o'qish: «Gödeli Mehmet»
Memduh Şevket Esendal, 28 Mart 1884’te Tekirdağ, Çorlu’da dünyaya gelmiştir. Rumeli göçmeni olan ailesi çiftçilikle uğraşan Esendal’ın çocukluğu burada geçmiştir. Mülkiye Mektebinin ikinci sınıfına kadar okumuş olmasına rağmen düzenli ve sürekli bir öğrenim hayatı olmamıştır. Kendi deyimiyle “alaylı”dır. Maddi sıkıntılarla birlikte, babası Mehmet Şevket Bey’in vefat etmesi eğitim hayatının yarım kalmasının başlıca sebeplerindendir. Ancak kendisini hayatın içinde ve okuma disipliniyle yetiştirmiş; kendi çabasıyla Fransızca, Rusça ve Farsça öğrenmiştir. Esendal, babasının ölümü üzerine ailesinin sorumluluğunu üstlenmiş ve uzun süre çiftçilik yapmıştır. İlk resmî memuriyeti Reji (Tekel) İdaresindedir. Balkan Harbi çıktığında ailesi ile birlikte İstanbul’a göç etmek zorunda kalmıştır. Aile, harpten sonra Çorlu’ya dönmüşse de bu sefer de I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla temelli İstanbul’a yerleşmiştir. Esendal’ın bu dönemde yaşadığı zorluklar, daha sonra kimi hikâyelerinde ve Miras romanında konu edilmiştir.
1906’da İttihat ve Terakki üyeliği ile başladığı siyasi hayatı uzun yıllar devam etmiştir. Esendal, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra cemiyetin İstanbul Merkez Heyeti’ne üye seçilmiş, ardından Esnaf Odaları Mümessilliği’ne getirilmiştir. Uzun süre İttihat ve Terakki’nin Anadolu Vilayetleri Müfettişliği görevini yürüten Esendal, müfettiş olarak Anadolu ve Trakya’yı gezip dolaşmıştır. Bu görevi ona mesleki tecrübe kazandırmasının yanında, Anadolu insanını yakından tanıma ve onun sıkıntılarını görme imkânını da sunmuştur. Yazdığı yüzlerce hikâyede, romanlarında bu tecrübenin izleri açıkça görülmektedir.
I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkılması üzerine İttihat ve Terakki Cemiyeti de itibarını kaybetmiş, İttihatçıların önde gelenleri yurt dışına kaçmak zorunda kalmışlardır. Bunlardan biri de Esendal’dır. İtalya’ya giden yazar, burada birkaç yıl kadar yaşamıştır. İtalya dönüşü, uzun yıllar sürecek elçilik görevinin ilk adımı olarak Mustafa Kemal’den bir mektup almış; yüz yüze görüşmelerinden sonra Azerbaycan Bakü Temsilciliği görevine getirilmiştir. Burada Anton Çehov’la tanışan yazar, kendisinden edebî anlamda derinden etkilenmiştir. Türkiye’ye dönüşünde Meslek adında bir gazete çıkarmış, Miras romanı ve çeşitli hikâyelerini bu gazetede yayımlamıştır. İzmir Suikastı’na karıştığı gerekçesiyle suçlansa da suçsuz olduğu anlaşılınca Tahran Büyükelçiliği’ne atanmıştır. Burada kendi gayretiyle Farsça öğrenmiş, Fars edebiyatını yakından tanıma fırsatı bulmuştur. İran’dan sonra Kâbil Büyükelçiliği’ne gönderilen Esendal için bu, son elçilik görevi olmuştur.
Yurda döndüğünde siyasi hayatına Bilecik Milletvekili olarak devam eden Esendal, 1942’de CHP Genel Sekreterliği görevine getirilmiştir. 1950 seçimleriyle de politik hayatına nokta koymuştur.
Esendal, 16 Mayıs 1952’de Ankara’da hayata veda etmiştir.
Türk hikâyeciliğinde çığır açan Memduh Şevket Esendal; Türk edebiyatına getirdiği yeni hikâye anlayışıyla büyük beğeni kazanmıştır. Eserlerini sade, anlaşılır, süsten uzak bir dille yazması ve diyaloglara yoğun olarak yer vermesi en belirgin özelliği olmuştur. Hikâyelerinde sıradan insanların en basit hareketlerini ve davranışlarını anlatmış, siyasi veya ideolojik unsurlara yer vermemiştir.
Romanları: Miras, Ayaşlı ile Kiracıları, Vassaf Bey.
Hikâyeleri: Otlakçı, Mendil Altında, Temiz Sevgiler, Hikâyeler, Ev Ona Yakıştı, Sahan Külbastısı, Veysel Çavuş, Bir Kucak Çiçek, İhtiyar Çilingir, Hava Parası, Bizim Nesibe, Kelepir, Gödeli Mehmet, Güllüce Bağları Yolunda, Gönül Kaçanı Kovalar, Mutlu Bir Son.
Anı: Tahran Anıları ve Düşsel Yazılar.
HİKÂYELER
GÖDELİ MEHMET
İhtiyar bir mavnacıdan bir hikâye dinlemiştim; gayet sade, küçük bir hikâye. Fakat şimdiye kadar bakımsızlıktan onulmaz bir hâle gelmiş bunca dertlerinden şu mavnacıların hissesine düşen parçasının pek açık, pek acıklı bir tasviri olduğundan onu unutmam, saklarım.
Bu küçük hikâyeyi size de nakledeyim ama bilmem ki ondan benim duyduğum acıyı duyacak mısınız? Çünkü bunu siz benim ağzımdan dinliyorsunuz. Ben ise onu bir akşamüstü sular kararmış, ortalığa akşamın garipliği çökmüş bulunduğu bir zamanda ihtiyar bir dertli babanın dilinden dinlemiştim.
Serin bir sonbahar akşamı idi. Yüksek, sert bir gün doğusu yeli limanın sularını karıştırıyordu. Eski köprüden yavaş yavaş geçerken parmaklığın kenarına yığılmış bir kalabalık gördüm. Köprünün gözünde tıkılmış, birbirine yaslanmış kurtulamayan mavnaları seyrediyorlardı. Tezce bir işi olmayanlar gibi ben de sokuldum. Dört-beş yüklü mavna kendilerini, vapurlardan, sulardan kurtaramıyorlardı. Mavnacılar ellerindeki kancalarıyla öteye beriye dayanarak ve birbirine bağrışarak çıkmaya çalışıyorlar fakat bir yandan rüzgârla sertleşen akıntı, karışan akıntı, bir yandan iskeleye yanaşmaya ve kalkmaya çalışan iki şirket1 vapurunun suları zavallıları bırakmıyordu ki bir yol açılsın. Getirip birbirinin üstüne düşürüyordu.
Onların bu hâllerini, çektikleri meşakkatin bin türlüsünü her gün görürsünüz. Bu adamcağızlar denizlerle, rüzgârlarla, insanlarla boğuşurlar. Bereket versin Tanrı, ekmeğini alnının teriyle kazananlara kuvvet, sabrı tahammül veriyor. Yoksa bu vapurların önünden kaçmak, her dakika şuradan buradan çıkıp eğleniyor gibi düdük çekerek bağıran, söven Yunan römorkörlerinden sakınmak ve böylece bir yandan sular, rüzgârlarla uğraşıp bir yandan insanların insafsızlıklarından kurtulmak, korunmak çekilir dertlerden değildir.
Orada; gözümün önünde, kurtulmak istedikçe birbirine karışan bu mavnalarda çalışan adamların ekmeklerini ne kadar güçlükle kazanabildiklerini görüyordum. Ve dalgın dalgın düşünürken arkadan bir römorkör yetişti. Sanki bu zavallılar isterlerse kaçabileceklermiş gibi, onlara muttasıl2 düdük çekerek az yolla yanaştı. O zamana kadar şirket kaptanlarına bağıran, yalvaran mavnacılar bu sefer bana döndüler. Hem çalışıyorlar hem “Sokulma!” diye bağırıyorlardı fakat o hiç aldırmayarak mavnalardan birine dayanmaya başladı. Sular da yardım ediyordu. Mavnacı direğini indirmeye vakit bulamadı; çatırdayarak kopup düşen seren az kaldı mavnanın içinde çalışan birinin başına iniyordu.
“Hüseyin, kafanı kolla…”
Başımı çevirdim, baktım: Yanımda esnaftan ihtiyarca bir adam mavnacıya bağırıyor ve hayretle gördüm ki bu zavallı ihtiyar ağlıyordu.
Şaştım, hiç böyle bir adamın ağladığını görmemiştim fakat kendisinden bir şey sormayarak dalgın dalgın denizin kara sularına baktım.
“Ne olabilir, bu ihtiyar neden ağlar ki?” diye düşünüyordum. Bağrışa çağrışa bin meşakkatle kurtulabilen mavnacılar çekildikten sonra halk da dağılıyordu. Kimse o zavallının ağladığının farkına varmamıştı. Gözyaşlarını yeniyle silerek o da çekilip gidecekti ancak ben daha ziyade dayanamadım.
“İhtiyar, niçin ağladın?” diye sormuşum. Bana baktı, sonra tekrar gözlerini silerek cevap verdi:
“Bir oğlum vardı, aklıma geldiydi. Burada yiğit bir uşak kurban verdim.”
“Oğlun boğuldu mu?”
“Hayır.” dedi. “Kurtuldu ama elinden bir kaza çıktı. Gençlikle bir hata etti. Bizi batıran römorkörün kaptanını öldürdü. Mahpusa attılar, üç sene yattı, sonra öldü. O mahpusta inledikçe evde taze karısı içlendi, kocasının arkasından çok kalmadı. Şimdi bizde bir yetimleri var.”
“Şimdi senin mavnan yok mu?”
“Yok… Çocuk mahpusa girdikten sonra gediği3 sattık, şuraya buraya davaya verdik. Şimdi ihtiyar yaşımda başkasının mavnasında çalışırım.”
Beraber köprüyü geçip Karaköy’e gidinceye kadar bana hepsini anlattı.
Kendisine Gödeli Hüseyin, oğluna Gödelinin Mehmet derlermiş. Baba oğul bir mavnada çalışırlarmış, babadan kalma Yağ Kapanı’nda4 bir gedikleri varmış. Bir gün nasılsa rıhtım önünde bir yük meselesinden dolayı Yunan bir kaptanla aralarında bir kavga olmuş. Mehmet uslu, sessiz bir çocukmuş. Babasını dinlemiş, kaptana bir şey dememiş. Fakat bu kaptan bundan sonra denizde, karada ne vakit Mehmet’i görse asılır, çatar, bindirir, sulara kaptırır, kâh bir vapura sıkıştırır kâh ağzı ile söylemedik söz komazmış.
Bir gün yine Galata’da bir tüccarın odasında rast gelmiş, Mehmet’e ağzına gelen hezeyanı etmiş. “Gediğiniz kalkacak, ekmeğinizi elinizden alacağız, siz batacaksınız.” demiş. “Sizi bu hâlde komayacağız, biz de yük alacağız.” diye bağırmış. Mehmet, bütün bunları babasına anlatmış:
“Tövbe, elimden bir kaza çıkacak, git uslulara, esnafa anlat, bir çaresine baksınlar.” demiş. Ve o gece ekmek yememiş, birkaç gün hep düşünmüş.
Hele bir gün onu kulübede kâhya ile konuşur görünce bütün bütün düşünceye varmış. Esnafa, öte beriye sormuş:
“Bu herif kâhya ile ne görüşüyor ki?”
Hiç kimse bir şey bilmiyormuş… Akşamüstü babasını bulmuş.
“Bu herif bugün kâhya ile görüşüyordu, bunda bir iş var. Esnafın ekmeğini satacaklar, bir yığın fukara burada aç kalacak. Ben karışmam.” demiş.
Babası da gitmiş esnafa söylemiş fakat değil şüphe etmek, bir hakikat bile olsa kâhyadan hesap sormak kimin haddine düşmüş…
O zamandan sonra bu çocuk bunu dert etmiş.
Bir gün yine böyle hava sert esiyormuş; vapur karnında geç kalmışlar. İskeleye yüklü dönerken o Yunan kaptan tam köprünün gözünde gelmiş bindirmiş, duba bir yandan dayanmış, mavna da biraz viranmış, su etmiş kaynamış. İhtiyar anlatıyordu:
“Ben römorköre sarıldım, çocuk da çıktı. Daha bir yana bakmadan şahin gibi atladı, kaptanı boğazından kaptığı gibi yere çaldı. Yunan’ın kafası bir demire mi geldi ne oldu, canı çıkıverdi. Çocuğu içeri attılar, o yana bu yana savaştık, kurtaramadık. Mahkeme mahkeme derken on beş sene yedi gitti.”
İşte ihtiyarın hikâyesi bu kadarcık. Onun ihtiyar, acıklı hâline yüreğim sızladı.
“Baba size esnaf bakmaz mı?” dedim.
“Hayır, o bir zamanmış. Ağalar toplanırlar, kayığı batana yardım ederlermiş. Hastasına, sağına bakarlar, yetişirlermiş. Şimdi nerede? Ağalar kendi işlerinin döndüğüne bakar, bildiklerini işlerler. Bir zaman orta sandığı5 yaptılar, herkes para verdi. Sonra bir gün açtılar, boş çıktı. Evvelleri ağalar lonca ederlerdi. Kahvelere haber gider, esnaf yığılır, uslular konuşur, gençler dinlerdi ama o zamanın usluları hak yemezlerdi. Şimdi ağaların işi: Zora kaldıkça gene lonca ederler ama kendileri söyler, kendileri dinler, ne baş var ne ayak…”
“Esnaf bu hâlleri bilmiyor mu?”
“Esnaf bilse de ne yapacak ki? Zaten esnaf korkar. Tahsildarlık onların elinde. Devlet, tahsildarlığını onların eline bırakmış; bir şey desen tezelden bir kulp takar, kayığını bağlar, yolsuz ederler, nöbet vermezler.”
İhtiyar, kendi hâliyle, kendi diliyle şu esnafın haraplığını, perişanlığını, bozgunluğunu bana ne güzel anlattı.
Eski kaide, esnafın kadim kanunu yıkılmış ve yerine yeni hiçbir şey yapılmamış. Bütün bu zavallı esnaf beş-on kişinin eline düşmüş ve ne yazıktır ki hükûmet de tahsildarlık demiş, kendi kuvvetini bunların eline bırakmış!..
Zavallıların ne fukaralarına verecek beş paraları var ne kendilerini düşünecek hâlleri…
Şimdi bir hayır sahibi çıkıp yol gösterse, öteden ağalar karşı çıkacak, esnafı korkutacak. Şikâyet edecek, “Yanlıştır.” diyecek. Çünkü onlar esnafın böyle kör, böyle sessiz kalmasını isterler. Hâlbuki dünya durmuyor, her gün yenileşiyor. Bu hâl ile zavallı Gödelinin Mehmet’in düşündüğü doğru çıkacak; bu sanat elden gidecek, yabancıların, düşmanların eline geçecek. Demek Mehmet bütün bu dertleri görmüş, bunlardan korkmuş fakat anlatamamıştı. Karaköy’de ihtiyardan ayrıldım.
Belki bugün bütün mavnacılar Gödelinin oğlunun nasıl olup bir adam öldürdüğünü, sonra bir dul kadınla bir yetim bırakarak hapishanede öldüğünü unutmuşlardır. Bu, o kadar eski bir şey olmadığı hâlde daha o zaman bile ehemmiyetsiz görülmüş ve hatırlardan çıkmıştı.
Lakin ben günden güne çoğalan o römorkörleri gördükçe, o yabancı, düşman gemilerinin çalıştıklarını ve biçare esnafın birkaç akılsız insan elinde günden güne perişanlığını, dağıldığını duydukça Mehmet’i unutamıyorum. Onun için ne zaman akşam sularında denizlere baksam onun ihtiyar babasının akan gözyaşlarını, sonra bilmezlik ile yavaş yavaş batıp giden bir sanatın arkasından yetim kalan çocukları, dul kalan kadınları görür, dertlenirim.
1913
BAYRAM GÜNLERİ
“Allah emsal-i kesiresiyle6 müşerref etsin!”
Böyle yılın emsal-i kesiresi hiç de hoş olmasa gerek. Fakat böyle cevap vermek de hoş bir şey olmayacağından bayramı şöyle, odamda kapalı geçirmek istedim. Ne kadar isabet olmuş. Üç günümü herkesten uzak, tatlı bir bayram içinde geçirdim.
Evimizin önü büyük bir çayırdır. Bayram gecesi idi, köylüden arabacılık eden iki kişi sabaha kadar çalışarak iki büyük ağacın arasına bir kalın tel gerdiler. Bir de salıncak kurdular.
Sabaha kadar uyuyup uyandıkça onların tak tuk çayıra kazık çaktıklarını, konuşup söyleştiklerini duydum. Sabah erken, bizim mahallenin bekçisi davulu ile ortaya çıkmamış iken çayırda çocuk sesleri duydum. Hele aradan birkaç saat geçtikten sonra, çayıra baktığım vakit fevkalade memnun oldum. Orası çocuk dolmuş, bunu görmek benim için ne bahtiyarlık! Şu son senelerde en ziyade mahzun olduğum, dertlendiğim şeylerden biri de artık yavaş yavaş mahallelerimizden çocuklarımızın azalmakta olduğunu görmek idi. Ellerde çocuklar çoğalıyor, bizde azalıyor, bizim çocuklarımız korkaklaşıyor, beceriksiz oluyor. Düşse kalkamıyor, sokaklarımız tenhalaşıyor, bunlara herkes gibi ben de dikkat ediyor ve yeriniyordum. Geçen son otuz-kırk yılın bize gizli gizli ne fenalıkları olmuş. Yalnız küçüklerimiz değil, büyüklerimiz de böyle. Bir zamanlar İstanbul'da kibarların ata binmesi, kibar delikanlıların servetlerine göre birden bir tavlaya kadar at beslemesi vardı. Şimdi ise kibarlardan birinin ata bindiğini, binebildiğini gördüğüm yoktur. Çok genç beylerin doğdukları günden beri ata binmediklerine yemin edilebilir.
Şu geçen otuz-kırk yıl içinde kolu ve gönlü güçlü adamlardan pek çok ziyanımız olduğu muhakkaktır. Buna karşılık, belki şık beyler yetiştirerek Avrupa’nın salon adamlarının taklidi… Kazandık mı, kaybettik mi?
Bu bayram beni kaplayan kara keder bulutlarından bir büyük parçasını savurdum attım. Çayır çocuk doldu, bizim taraflarda bu kadar çocuk bulunabildiği beni bahtiyar etmiştir. Hem nasıl çocuk, içlerinde vücudu sakat, eğri büğrü biçimsiz bir çocuk yok. Hâllerine göre hepsi güzel giyinmişti. Miniminilerinden ki bunların bir kısmı daha yeni yürümeye çalışan halisi yeni zamanın yeni fikirlerin çocukları idi. Onlardan bayağı büyümüş kızlara, hanım kızlara ve yarın delikanlı olacak, askere gidecek beylere kadar hepsini üç gün böyle uzaktan doya doya sevdim.
Bunların hepsi benim çocuklarım gibi gönlümde yer tutmuştu. Asıl sevinilecek tarafı şu ki: Bunların hepsi temiz, çevik, yaramaz çocuklardı. İnsan bunlarla ne kadar memnun oluyor. Bir bayram ki o zaman Fatih’te oturuyorduk. Cami avlusunda bir baba oğul görmüştüm, böyle günlerde daima aklıma gelen odur. Babası kara çember sakallı, otuz beş-kırk yaşlarında idi, bir memura benziyordu; mesela bir kalem mümeyyizi7 idi. Redingotunun kolları, pardösüsünün kollarından uzun düşmüştü. Koltuğuna şemsiyesini sıkıştırmış, şu şemsiyeden başka ayağındaki galoş potin kundura, taze kalıplanmış fesine kadar üstünde her şey pek yeni idi. Burnu akmış, fesi kulaklarına kadar geçmiş, elinde kırmızı horoz şekeri bulunan beş-altı yaşında bir çocuğun elinden tutuyordu .
Uzun uzun baba oğlu seyrettim, sonra birçok bayramlarda böyle daha birçok çocuklara tesadüf ederek mükedder8 olurdum. Bir kere de Kadıköy’de tesadüf ettiğim bir çocuğa bayramda beygire binip binmeyeceğini sormuştum. Bana, tiyatroya gideceğini söyledi idi! Hasan’ın Tiyatrosu’na kanto dinlemeye gidecekti. Sonra da, biraz sonra anladım ki anası, ablası, hepsi bütün yaz, bütün kış Hasan’ın Tiyatrosu’na gitmişlerdi, Hasan’ın bütün kantolarını söylüyor ve oynuyorlardı. Hatta çocuk bile… Bir mucize çıkmazsa bu çocuktan kolu kuvvetli, gönlü kuvvetli bir babayiğit çıkacağına kim inanır?.. Yeni senelerin çocukları hakkında gönlüm böyle elemlerle, fena fikirlerle dolu olduğu için çayırı dolduran yavrulara dikkat ettim. Benim gibi haşarı, yaramaz, kuvvetli çocukları sevenlere tebşir9 ederim. Çocuklar, istediğimiz kadar yaramazdı. Ucunda bir makara bulunan bir halkayı, on ayak bir merdiveni çıkarak akşamdan gerilen tele geçirip iki elleriyle halkaya asılıp kendilerini bırakıyorlardı. Tel, biraz eğri gerilmişti. Çocuk, çayırın bir başından öte tarafa uçuyor, öte tarafta iki kişi tutup indiriyorlardı. İhtimal, bu oyunu tehlikeli bulanlar da vardır. Fakat ilkin söyleyebilirim ki üç gün içinde yüzlerce kere uçan yüzlerce çocuk içinde beceriksizlik eden, düşen, ellerini bırakanlar olmadı. Kısa etekleri, parlak botları, ince bacaklarını örten siyah çorapları ile kızların; feslerinin yanından püskülleri dalgalanarak kayan erkeklerin bir tel üstünde çayırı bir baştan öteye uçtuklarını görmek bana bir cambazhanede oynayan güzel çocukları seyrederken duyduğum garip heyecanı veriyordu. Kızlar hızla tel üstünde giderken saçlarını yandan bağlayan kurdele rüzgâra kapılmış bir yaprak gibi çırpınıyordu. Çayırda atlar, eşekler de vardı. Çocuklardan biri inince beş-onu birden hücum ediyordu. Eşekler, bu kadar çocuk arasında kaldıklarına şaşırmış gibi idiler. Salıncak üç gün doldu boşaldı.
Bu salıncakların bende ne kadar garip bir hatırası vardır. Babam bana bu salıncaklar hakkında mümkün olduğu kadar fena şeyler söyler, beni bunlardan soğutmak isterdi. Bizim her bayram, Fatih Camii avlusuna onları seyretmeye çıkışımız vardı. Çok sene vardır ki onları görmedim. Şimdi hatırlarım, kenarı püsküllü perdeleri vardı. İçinde çığırtkan kızlar darbuka, zilli maşa çalarlardı. Bu kızlar pek ahlaklı, hayırlı şeyler olmasa gerek. Birtakım softa kırıntılarının, salıncakların etrafında bu kızlar için toplandıkları, bu kızlar için sarıklarını bir yana eğerek göz süzdükleri, hafifçe dil döktükleri şüphesizdir. Fatih avlusunu dolduran eşekler de vardı. Ben onlara binerdim. Fatih’ten Beyazıt’a kırk para ile çocukları taşıyan talikaları10 da bilirim. Bayram deyince çok defa bunlar birer birer hayalimden geçer. Eyüp’te bir büyük teyzemiz vardı, kocaman bir konakta oturur eski kibarlardan bir hanımdı. Her bayram ona gider, mendil alırdık. Şimdi şu önümde gülen oynayan çocuklarla o zamanki beni yan yana getiriyorum. Elbette bu yavrular benden çok daha iyi oynuyorlardı. Çocukluğum İstanbul’un ufak evlerinden birinin küçük bahçesinde geçmişti; pek ziyade sıkıldığım, lanet ettiğim mektep ile bu bahçe arasında geçen ömrümün ne kadar sıkıntılı, azaplı olduğunu tarif edemem. Sokak çocuğu olmasından korkularak çocuklara tatbik olunan bu işkence, insanın tahammülünün fevkindedir.
Parlak bir sema altında bu kocaman çayırda başıboş koşup eğlenen yavruların hâllerini gördükçe İstanbul’un rutubetli bahçelerinde hapsedilen arkadaşlarına derin derin acıdım.
Öğleden sonra çayıra, çocukların bu hâlini görmeye kadınlar da geliyordu. Rengârenk yeldirmeler, bir sürü kelebek gibi koşup kaçan çocuk fırtınasının arasında ne kadar hoş bir şey oluyor.
Merak ettim, acaba köyümüzün çocukları yalnız bu kadar mıdır? Bayramın ikinci günü evimize gelen misafirlerden sordum. Onlar haber verdiler ki büyük tepe buradan daha çok kalabalık imiş… Oh, çok şükür! Demek ki bizim köy çocuk doludur. Bizim köy, İstanbul’un pek zengin bir köyü değildir. Kadınları Zühre11 ile çok az tanışırlar. Görülüyor ki daima meşru sebeplerle kanaat ederek bol çocuk yetiştiriyorlar! Zengin yerlerde ise bu hâl galiba aksi olup gitmektedir. Hanımlar, taravetlerinin bozulmasından, gençliklerinin zevalinden korkuyorlar. Memnu meyveye dudaklarını pek az sürüyorlar…
Bu bayram bununla teselli buldum, kendi kendime çocuklara dualar ettim.
Çocuklar neşedir, sevinçtir. Hayatın manasıdır. Bahtiyarlığın ölçüsüdür. Yaşayacak memleketlerin sokakları çocuk doludur. Mahallelerimizin, sokaklarımızın onlarla dolduğunu görmek beni ne kadar sevindirecek…
1913
ÇAMLICA’DAKİ KONAK
Hıfza çalışmak ve cami derslerine devam etmek için babasından pek çok dayak yedi ve işkence gördüyse de ne hafız oldu ne de derse gitti.
On üç-on dört yaşına gelmişti; bir gün babasının evinden kaçtı, mahallede şunun bunun yanında birkaç gece kaldı. Bir-iki geceyi de teyzesinin evinde geçirdi. Herkes babasından korkardı; onu hep iade etmek istediler, nasihat verdiler, oralardan da kaçtı. Nihayet kahve peykelerinde yattı, daha sonra sabahçı kahvelerine, kumar yataklarına, esrarhanelere düştü. Babasının evine dönmedi. Çünkü babası zalim, amansız, şerir bir adamdı. İmamlık ettiği mahallede ve hocalık ettiği mahalle mektebinde herkes ondan titrerdi. Âdeta mahallenin teneşire uzanmış ölülerini, onun ellerinin teması ürpertecek gibi gelirdi. Ona Arap Hoca derlerdi. Hakikat Arap mıdır, kimse bilmez ve dili çalmazdı; çehresi ise Arap’tan ziyade Acem’e benziyordu. Uzun bir sakalı vardı. Kaşları bitişik ve çoklukla çatık dururdu.
İsmail, babasından ayrıldıktan sonra bir gün, bir tesadüfle paşalardan birinin konağına bahçıvan olarak girdi. Bütün gün bahçede meşgul olur, acemiliğine rağmen çabucak öğrendiği çiçek yetiştirme merakıyla güzel, renkli renkli çiçekler yetiştirirdi. Paşa, onu mektebe de göndermiş, okuyup yazmayı böylece öğrenmişti. Konağın arkasındaki tahta kulübelerden birinde yatıp kalkardı; orada bahçıvanlık aletleri de dururdu. Bir gün, bahçede çalışırken genç bir kız gördü. Bu, konağa yeni alınan beslemeydi. İsmail, ondan sonraki günlerde hep onu görmek istedi, her yerde onu arıyordu. Günler böylece geçti. Besleme kız da ona yakınlık duyuyor, zaman zaman bahçede çalışırken gelip onunla konuşuyordu. Bu yakınlık, herkesin dikkatini çekmişti. Sonra paşa da buna muttali oldu.
Paşa, bir gün İsmail’i çağırttı ve kendisinin besleme Şemsifer ile izdivaç edip etmeyeceğini sordu. İsmail, önce utandı, yüzünü yere eğdi, ellerini göbeğinin üstünde bağladı. Duyulur duyulmaz bir sesle “Uygun bulursanız.” dedi. Büyük hanımefendi de Şemsifer ile konuştu. O da kabul edince ikisini evlendirmeye karar verdiler.
İsmail akıllı bir delikanlı idi. Paşa, onu, Posta Nezareti’ndeki kalemlerden birine yerleştirdi. Oraya çabuk alıştı. Bir süre sonra da düğünlerini yaptılar. Şemsifer ile İsmail, Zeyrek taraflarında bir eve taşındılar. Seneler böylece geçip giderken İsmail de Şemsifer de yaşlanıyorlardı. Derken günlerden bir gün Şemsifer hastalandı, yataklara düştü. Bir zaman sonra da öldü.
İsmail, artık İsmail Efendi olmuştu. Amma bu ölüm onu harap etti. Neredeyse eriyip gidiyordu o da. Bereket, çocukları olmamıştı.
Paşa, konağından yetişmiş İsmail Efendi’nin bu durumuna gerçi çok üzülüyordu. Zaman içinde paşanın nüfuzu da kalmamış gibi idi. Varidatı da gittikçe azalıyordu. Bu sırada İsmail Efendi’yi, konakta çalışanlardan bir kızla, bir Çerkez halayıkla evlendirmek istedi. İsmail Efendi, paşanın konağından çıkmış bir kadınla ikinci defa evleniyordu. İzdivaçtan sonra Zeyrek’teki evde yaşadılar. İsmail Efendi, bu zevcine de çok iyi muamele ediyordu. Fakat karısı hamile kaldıktan sonra hastalanıverdi. Hamilelikle bu hastalık kadını fena yapıyordu. İsmail Efendi, komşulardan yaşlıca bir kadından yardım istedi. Bu yaşlı kadın, zevcine bir ana gibi bakıyordu.
Doğum sancıları başladığında zevci iyice kötü olmuştu. Bütün gayretler semere vermiyordu. Nihayet bir sabah, doğum oldu. Ama karısı, doğan kızını göremeden gözlerini yumdu. İsmail Efendi’nin çırpınmaları semereli olmadı. Bütün bu gayretleri, o ihtiyar kadın bilir. İsmail Efendi’nin hayatını, izdivaçlarını, evdeki çabalarını, çocuğuna bakmak için çırpınışlarını, üzüntülerini, ağlayışlarını da bilir. Delikanlılık günlerindeki İsmail ile şimdiki İsmail Efendi’yi de iyi bilir. Fakat ondan ziyade bunu bilen bir ihtiyar Çerkez dadı idi, bu kadın da aynı konaktan çırak edilmiş eski bir kalfa idi. Onu vaktiyle bir adama vermişler, üç-dört sene onunla birlikte yaşamış, sonra o adam ölmüş, bu kalfa da üvey kızıyla eski efendilerinin evine dönmüştü. Bu kalfaya Emsal Kadın ve daha sonraları Emsal derlerdi. Üvey kızı Talât da on iki-on üç yaşına girdikten sonra babasının uşaklık ettiği efendilerinin yanına dönmüş ve üvey anasını terk etmiş idi; ancak ara sıra gelir, yoklar ve bütün bütün onu da bırakmazdı.
Kadının vefatına İsmail Efendi ağlamadı, zaten hiçbir şeye ağlamazdı; onun için bundan mükedder veya memnun olduğunu kimse anlayamadı, kızını baktırmak için bu ihtiyar kadını yanında alıkoydu.
Bu esnada Acıbadem yolunda ve Çamlıca’nın eteklerinde hali12 arsalar arasında bir de köşk yaptırmış idi. Güya neticeyi biliyormuş gibi bu tenha yerde tabına pek muvafık olan bu evi de yaptırdıktan biraz sonra Nezaret’te13 onca pek mühim bir değişiklik vuku buldu ve hiç de anlaşamadığı bir amir ile çalışmak mecburiyetinde kaldı. Bir müddet idare edecek gibi iken ve yavaş yavaş ümitleri de var iken günün birinde ona gizlice bir haber gönderildi ve istifa teklif olundu. Çehresinde hiçbir değişme yoktu, derin derin düşündü, kösece olmasına rağmen babasının sakalına benzeyen sakalını karıştırdı. Çünkü izdivaç ettikten sonra sakal salıvermişti ve çabucak silahını teslim etmedi. Ara yerde birçok haberler gitti, geldi; anlaşılan onun da tehdit edecek, korkutacak otları, tüfekleri varmış lakin pek az bir şey koparabildi ve tekaüde sevk olundu. Takriben elli beş yaşlarında bulunuyordu. Esmer, kuru bir adamdı ve saçlarında karadan ziyade ak vardı.
Bu köşk tozlu bir yolun kenarında ve birtakım boş arsaların ortasında yapılmıştı. Nadiren, tek bir uzun arabanın, perdeleri sallanarak yolun bozuk taşları üstünden geçip aşağı Kadıköy tarafına yahut Çamlıca’ya bir müşteri götürdüğü ve arkasında büyük bir toz bulutu bıraktığı görülüyordu. Yoldan insanların ayakları, arabaların tekerlekleri ile yahut rüzgârın savurması suretiyle kalkan bu toz bulutu, yazın sıcak günlerinde bir müddet havada kalır, sonra yavaş yavaş ağaçların yapraklarına, yolun kenarında çıkan otların, civardaki ekili bahçelerin sebzelerinin üstüne yahut odalarına, dolaplarına, çekmecelerine hatta kutularına kadar nüfuz eder ve onları hastalandırırdı.
Bu yapışkan ve nüfuz edici bir şeydi; bir-iki yağmurla bu otların, yaprakların üstünden çıkmaz ve onları cılızlaştırırdı.
Bu köşke taşındıktan sonra artık bütün günleri birbirine benzedi. Kız, ihtiyar dadının odasında büyüyordu, babası onu okşamaz, yüzüne gülmezdi ve evin içinde çocuk gürültüsü yoktu. Besime ya bahçede köşk kapısının önünde yahut dadının yaz kış içinden mangal çıkmayan sıcak odasının köşesinde kendi kendine oynar, söylenir bir çocuktu.
Evde daima bir hizmetçileriyle bir de aşçıları bulunurdu. Besime’nin çocukluğunda hesapsız aşçılar, uşaklar ve hizmetçiler bu evden gelip geçtiler; içinde az duranlar, çok duranlar oldu ancak hiçbiri buranın mutat olan sükûnunu bozamadı.
İsmail Efendi ayrı yemek yerdi. Sabahleyin kalkınca kahvesini kendi pişirir sonra bahçeye çıkardı. Bu bahçe şimdi artık onun yegâne eğlencesi, işi. Patlıcan karıklarının arasında gezer, kabaklarını, fasulyelerini dolaşır, saatlerce onlarla oynar ve dünyada en ziyade köstebeklerle uğraşırdı. Onu, civardan geçenler, ekseriya başı açık, arkasında uzun bir entari, belinden kuşağı bağlanmış, gözlerini açarak köstebeğin yeni oynadığı topraklara dikmiş, fevkalade mühim bir heyecan içinde, âdeta çenesi titrerken görürlerdi. Köstebeklere, onun bakla tarlalarının arasında eşinen kedilere cezası pek şiddetli idi. Bazısını ökçesinin altında çiğner, doyamaz; birtakımını diri diri ateşte yakardı.
Onu Tophanelioğlu’nda, yolun kenarındaki arabacıların kahvesinde, arkasında Şam hırkası ve hâlâ asker püskülüyle sallanan rengi uçuk fesiyle, elindeki ekşi elmadan dikenli bastonuna dayanmış su terazisinin önünde otururken görenler, kendisinin hayvanata karşı gösterdiği nefreti, hele böyle onun tarlalarının içinde oynayan köstebeklere gösterdiği cezayı hiç tahmin edemezlerdi.
Öğle zamanları, ekseriya, bu kahveye çıkıp akşamüstüne kadar oturuyor, kışın ise ya bahçesinde geziniyor yahut odasından dışarı bile çıkmıyordu.
Odasında ne yapardı? Bunu kimse bilmez. Parası nerededir? Ne kadar maaş alır? Nerelere saklar, kimseye göstermez. Odasında yerli kilitlere inanmayarak bir de asma kilit kullanırdı.
Dadıya gelince; o da acayip bir Çerkez’di. Burnunda gözlüğü, ekseriya bir şey dikmeye uğraşır ve pek muntazam bir hayat sürerdi. O da bir büyük hanımefendi olduğuna memnun görünüyor ve fazla bir şey istemiyordu. En ziyade dikkat ettiği şey vaktinde yatmak ve kalkmak, vaktinde yemek yemektir.
Kış, etraftaki harap bağ yerlerini karla örtüyor, uzaklar, Gazhane’nin üstünden görünen Maltepe’ye, Kayışdağı’na kadar bütün manzara zaman zaman dumanlanıyor; yazın, bütün uzaktan kırmızı kiremitleri görünen evlerin damlarından dalgalanan sıcak bir havanın olduğu belli oluyordu.
Besime yedi-sekiz yaşında Altunizade’de mektebe gidip gelmeye başladı. Her sabah, yaz kış köşkün arka taraf kapısından çıkar, koşa koşa duvarın yanında uşakların ve bahçıvanın oturduğu kulübeye gider, elindeki çantayı, sefer tasını verir, sonra kestirme olsun diye arka taraftaki tel kapıdan çıkıp boş arsalardan arka yola çıkar, gider, akşam da hemen aynı yoldan döner gelirdi.
Onun için mektep, sıkıntılı bir yer değildi. Otuz-kırk kadar kız erkek çocuk karışık oturuyor ve okuyorlardı. Dersler güç değil ve hoca pek müsait bir adamdı. Mektepten dönüp geldikten sonra bir parça daha serbest, biraz daha şen görünüyor, dadısına hevesle bazı şeyler anlatıyor ve bazen babasına bahçede tesadüf ettikçe bir şey söyleyecekmiş gibi ağzını açıyor lakin hiçbir şey diyemiyordu. Bu gevezelikler bir-iki saat bu evin mutat olan sükûnunda boğulur kalırdı. Yalnız, mektepten dönerken ve ekseriya mektepten aldığı neşeyle uşakları lakırtıya tutar, onlarla konuşur hatta şakalaşır ve gülerdi. Yaşı büyüdükçe, uşaklara karşı olan bu meyil ve heves, bu konuşma ve şakalaşmalar da arttı ve hepsinden ziyade Nail isminde genç bir çocuktan memnun olmaya başladı. Hatta ilk defa onun elinden tuttu, belki o zamana kadar diğer birinin de elinden tutmuş idi; ancak herhâlde bu defa onda başka bir hâl vardı. On bir yaşında bir çocuk olduğu hâlde kendisinde garip bir hâl husule geliyordu, bu heyecan bir iptila, bir meyil ve arzu-i deruni14 idi ki onun sahih sebebi, hakiki amili asla keşif olunamaz.
Besime, Nail denilen bu uzunca boylu, kuru yüzlü, irice sivri burunlu, adaleli delikanlıya alaka etmiştir denilebilirdi. Hele onun üstünde damarlar teressüm15 eden elleri, âdeta mukavemetsiz bir heyecan veriyor, bazen mektepte dalıp bazen gece dadının odasında kitaplarını karıştırır yahut karalamalarını yazarken onu düşünüyordu.