Kitobni o'qish: «Eylül»
Halit Ziya’ya
“İlk eserim son üstadıma”
Mehmed Rauf
1
Salonda, bahçedekilerin kahkahaları işitilebiliyordu.
Süreyya canı sıkılanlara mahsus bir tahammülsüzlükle, “Çılgın kız!” diye söylendi.
Balkona açılan büyük kapıdan parmaklığa dayanmış dışarıya baktığı görülen karısı dönüp “Bu gece hava ne güzel!” dedi.
Bu nisan gününün akşama doğru başlayan yağmuru yarım saat sonra dinmişti. Yaş bir yeşilliğin üstünde şimdi altınlı incileriyle lacivert gökyüzü titriyor, toprağın, ağaçların ıslak soluğu her şeyin içine işliyordu.
Genç kadın pencerenin kenarına dayanarak bir iki uzun nefes aldı, her nefes alışında hayatı artıyormuş gibi göğüs geçiriyordu. Sonra hâlâ sigaranın dumanlarına bulanmış, kıştan kurtulamayan bir tepe gibi karanlık ve gamlı duran Süreyya’ya doğru gelerek kolundan tuttu, kaldırmak istedi:
“Hava bu kadar güzelken burada somurtup oturmak, gezip eğlenenlere haksız yere kızmak sanki daha mı iyi? Haydi, biz de çıkalım.”
Süreyya’nın bu gece canı sıkılıyordu, “Adam bırak!” dedi. Babasına dargınlığını bütün köye bulaştırıyordu. Sayfiyeye çıkacakları zaman o kadar ısrar etmiş fakat bu sefer de sahili olan bir yere gitmeye babasını razı edememişti. Büyük babalarının vaktiyle nasıl budala bir hesap ile “şu taş ocağında” yaptırdığı bu köşk onları her sene başka yere gitmekten alıkoyuyordu. Bütün kışın o Boğaziçi’ni kurarken yine koşup geldikleri “şu çöplük”, çocukluğundan beri yaşaya yaşaya usandığı bu ıssız çöl onu artık çıkıp gezmekten alıkoyacak kadar bıktırmıştı! Babasına karşı bir şey yapamamasının intikamını almak isteyerek hırsını başkalarından çıkarıyor, buradaki hayatın aleyhinde bulunmak için her şey kendisine bir vesile oluyordu. Bunun için her günkü hayatında ekseriya şen olan Süreyya buraya taşındıkları on günden beri hemen daima sisli, taşkın, hatta o kadar sevdiği karısı Suat’a karşı bile hemen hiçbir sebep olmayarak haksız davranıyordu.
Suat’ın kendi kolunu tutan elinden çekip yanı başına oturtarak ve kendisine dargın olmadığı için tebessüm etmek gerektiğini hatırlayarak firari, nursuz bir tebessümle:
“Şimdi hep çamur oluruz; toprak değil ki… İki dakika yağmur yağdı mı haddin varsa yürü! Bastığın yerden ayağın bir okka çamurla beraber kalkar.” dedi.
Genç kadın beş senelik derin bir yakınlığın verdiği nüfuzu nazarla pek iyi fark ettiği bu neşesizliğin giderilmesine artık yetmediğine üzülür gibi acıklı bir sesle sordu:
“Pek sıkılıyorsun galiba?”
“Evet, sorma! Burası zaten yaşanılacak bir yer mi? Allah’ın kırı! Hele bu yemekten sonraki saatler! Sabahleyin yemeğe kadar, akşamüstü… Hasılı her zaman insan boğuluyor! Herkes böyle birer köşede eziliyor! Kendimi bostan kuyusunda zannediyorum!”
Suat, kaşlarında endişeli bir kıvrımla, gözleri daha ziyade karararak, kaç senedir bu aynı yerde, aynı hayatta, şikâyet için hiçbir hâl görülmeden geçirilmiş mesut günleri düşünerek susuyordu. Bir aralık, “Evvelden hiç böyle söylemiyordun!” demek istedi. Fakat neye yarayacaktı? Ufak bir mazeret, adi bir sebeple geçiştirilmeyecek miydi? “Bari sen git, oralarda kal; biraz eğlenirsin!” diyecek oluyordu fakat beş senedir beraber bulunmaya, her şeyi beraber yapmaya o kadar alışmışlardı ki, kocasına karşı kalbindeki derin bağlılığın şevkiyle fedakârlığa razı olup söylese bile onun bunu fark ederek, kırıldığını görerek daha rahatsız olacağını, yine yeminlerin başlayacağını, hiçbir şey değişmeyerek sade meselenin dışıyla uğraşılmış olacağını düşünüyordu. Çünkü asıl kabahatin köşkte olmadığını hissediyordu. Kabahat şu sebebi düşünülünce kalbini sızlatan can sıkıntısında, ne kadar aşk ve bağlılık ile geçerse geçsin, beş senelik hayatın yıprattığı kalplerde, bu kalplerin beşer kalbinin eskimeye olan kabiliyetinde idi. Ve o kadın, bu acı düşünce ile başını eğip susarken Süreyya söyleniyor, şikâyet ediyordu. Belki ellinci defa olarak:
“ ‘Ah, büyük babalarımız!’ diyordu. Anlaşılmaz hesaplarla bu cehennem köşelerinde yaptıkları bağa gelip kapanacaklarına ne olurdu şu İstanbul’u İstanbul eden güzel yerlere gitselerdi… Sonra bir babanın budalalığı bütün bir aileye irsî bir hastalık oluyor; bütün torunlar gelip onlar gibi bu köşelerde çile doldurmaya mecbur oluyorlar… Bağ, üzüm… İşte filoksera hepsini berbat etti ya… Yer, yer değil ki… Bak babam elindeki avucundakini sarf etsin, bu tauna karşı koyabilir mi? Sonra birdenbire köpürerek; ‘Ah bu çöl.’ dedi. Şimdi farz et ki Boğaziçi’nde yahut mesela Adalar’dayız… Deniz yok mu deniz! En sıcak havalarda bile insana can verir! Serin… Mavi… Latif… Hâlbuki burada poyraz çıkacak diye ta saat sekizi, dokuzu beklemeli… Duman, duman… Külhan gibi! Sonra manzaranın dar sınırı, değişmez rengi… Düşün Suat; bir sandalımız olurdu. Sabahları erken yahut akşamları geç vakit sen şemsiyeni kapardın, ben küreklere sarılırdım… Mehtap olsun olmasın oranın geceleri ne güzeldir!”
Süreyya söylerken kendini hülyaya kaptırıyor, sahiden orada, denizde imiş gibi zevk duyarak tarif ediyordu. Kocasının yerine düşünen Suat “Mademki bu mümkün değil!” demek istedi. Fakat yine kendini tuttu; kocasının şu havalandığı sırada bu söz, kanatlarını tutmak gibi olacak, fazla olarak bu imkânsızlık düşüncesi onu yeniden kızdıracaktı. Bunu Süreyya kendi söyledi:
“Fakat işte mümkün olmuyor, babam razı değil… Çünkü… Çünkü istemiyor, sevmiyor; hepsi işte bundan! Eğer o istese biz mesut olacağız… Bak, saadetimize ne kadar ehemmiyetsiz bir engel var…”
Sonra elini kaldırıp görünmeyen bir düşmanı tehdit eder gibi “Ah para!” diye söylendi.
Hiç olmazsa elli lira lazımdı. “Elli lira!” diyor, sonra meyus olarak “Ve bunu bulmanın imkânı yok…” diye köpürüyordu. “İmkânı yok, elli lira bulmak kabil değil… Yoksa ben şimdiye kadar seni bin kere kapıp götürürdüm!”
Suat:
“Oh ne iyi olurdu.” diye sevindi.
Süreyya başını çevirip karısının sevinçle parlayan siyah gözlerine bakarak devam etti:
“Ne mesut olurduk Suat, ne mesut olurduk! Hem asıl senin için, vallah bütün senin için istiyordum… Sen söylemiyorsun fakat ben fark ediyorum ki, gelip burada kapanmak seni fena ediyor… Bir kere havasızlık… Sıkıntı… Biz papaz değiliz ki bu manastırda yaşayalım! Hayat, kalabalık, güzel hava içinde olur. Kalabalık içinde yalnız yaşamak, kalabalık içinde gezip beraber bir köşeye kaçmak, işte asıl zevk budur. İnsan kalpleri, birbirine bağlılığın ne demek olduğunu o zaman anlar. Ben seni ne kadar sevdiğimi, başka kadınları gördüğüm zaman anlıyorum. Bazen rast gelip hatta senden güzel bulduğum kadınlara bakıyorum da, kendi kendime hiçbirisini senin kadar, senin gibi sevemeyeceğime yemin ediyorum. Sende bir şey var, öyle bir şey ki, hiçbirinde rast gelmiyorum… Bu öyle bir şey ki, işte bütün endişelerim senin yanında yok oluyor. Ruhuma bir şifa, bir sükûn geliyor! Dudaklarını gözlerime dokundurduğun zaman bütün canımın koşa koşa gelip ruhumda toplandığını, orada seninle buluşmaktan mesut olarak kaldığını hissediyorum. Hele şimdi bana öyle geliyor ki, ben dünyada senden başka hangi kadını alsaydım hiçbirisiyle senin gibi olamayacaktım; senin gibi böyle samimi, ruhuma kadar, böyle canıma kadar samimi…”
Bunları söylerken hemen dudaklarının yanında duran Suat’ın gözlerini öpüyor, elindeki elini kaldırıp dudaklarından ayırmıyordu. Suat, kocasının sözlerini dinleyerek susuyordu. Süreyya bu elin ipek örgüsünü uzun uzun koklayarak bir inilti hâlinde:
“Ah Suat, dedi, sen de olmasaydın!”
Genç kadının mesut ve sessiz, sorar gibi bakan gözlerine girerek kalbinden kopan samimi bir sesle:
“Sen de olmasaydın ölürdüm Suat!” dedi.
Sesinde bir hüzün ürperişi vardı.
Suat sessiz, coşkun duruyordu. Kocasının bu coşkun zamanlarında o daima sessiz durur, söylemek istediklerini onun gibi söyleyemediğinden, birdenbire kocasının boynuna sarılmak isteğiyle boğularak, bağlılık ateşlerini susmakla tutarak ezilirdi ve hâlâ böyle yeni gelin gibi kızarıp, duygularını ne bir sözle ne bir tavırla gösteremediği zamanlar olurdu. Heyecanı ile asıl ruhundan çıkan çığlıkları içine sindirirdi; bu hâl kalbini daha ziyade hararetle kocasına bağlayarak ruhu ona karşı, böyle zamanlarda, kayaları parçalayıcı bir çağlayan coşkunluğu ile hücum ederdi. Şimdi yine kendi kendine itiraf ediyordu ki bu anda Süreyya için hayatını isteseler mesut olarak verirdi. Beş senedir kendini nasıl sevgi ile andığını, bir erkek namına ne büyük fedakârlıklarla hiç başka kocalara benzemeyerek nasıl yalnız ve yalnız kendini sevdiğini, bütün muamelelerine, bütün tavırlarına kendisi için nasıl bir şefkat, nasıl bir yumuşaklık vererek yaşadığını pek güzel fark ediyordu. Çocukluk hayatı anasıyla babasının geçimsizlikleri içinde kahırlı geçtiği için her türlü tasavvurundan üstün bulduğu bu karı koca hayatı onu ebedî minnettar etmişti. Sözle o kadar münasebeti olmayanlara mahsus içlilik sayesinde yürüttüğü ince, derin düşünceleriyle bu münasebetin ne gibi şeylerle alakalandığını fark etmiyor değildi. Hele gittikçe eski ateşin azaldığını, eski hararetin her gün biraz daha soğukkanlılığa döndüğünü görüyor, tetkik eden ince bakışlarıyla hepsini hissediyordu. Fakat aralarında bir şey hiç azalmıyor, daima artıyordu ki, o da samimiyet idi. Kocasının samimiyetinden hiçbir zaman şüphe etmek ihtimali yoktu. Her gün, bir gün evvel yine şüphe etmediği samimiyeti daha çoğalmış görüyordu. O derece ki, evlendiklerinden bir sene sonrayı şimdi düşündükçe, o zaman birbirlerine bağlılıklarını teyit için pek kâfi, pek kavi gördüğü samimiyet derecesinin bugünküne göre hiç olduğunu anlıyor, bugün “O zaman nasıl emin olmuşum?” diyeceği geliyordu. O zamanın ateşi ve özleyişi bugün dağılmışsa da kendisi tedbirli, düşünceli bir kadın olduğundan, bugünkü samimiyeti dünkü samimiyete tercih ederek bu dağılıştan duyduğu hüznü gidermeye çalışıyordu.
Süreyya tekrar pervasızlıktan şikâyet ederek:
“Bak.” dedi. “Bak Suat, elli lira insanı nelerden mahrum ediyor? Sonra biz de erkeğiz değil mi? Karısını mesut etmek için elli lira bulamayan erkek…”
Kocasını böyle âciz görmek istemeyen Suat, o öyle düşünmesin, bitkin görünmesin diye:
“Fakat ben seni böyle daha çok seviyorum.” dedi. Herkes zengin olabilir fakat senin gibi olamaz!”
Sonra Süreyya’nın kederini dağıtmak için ilave etti:
“Mademki sen beni kapıp bir yalıya götüremiyorsun, bari ben seni alayım da balkona olsun çıkarayım… Gece o kadar güzel ki, istifade etmemek cinayet sayılır.”
Bu esnada bahçeden, gecenin bir köşesinden tiz, parlak bir kahkaha daha geldi.
Suat pencereye doğru yürüyerek:
“Bak kız kardeşine… O hiç senin gibi düşünmüyor!” dedi.
Süreyya da balkona çıkmıştı, orada bir hasır koltuğa düşer gibi oturarak:
“Yanında Necip mi var?” diye sordu.
Suat öbür sandalyeden pelerinini almış örtünüyordu, gülerek cevap verdi:
“Galiba.”
“Kocası babamın yanında değil mi? Tuhaf evlenme, tuhaf koca, tuhaf karı… Hususiyle tuhaf karı…”
Suat gülerek:
“Hususiyle tuhaf koca.” dedi.
Bunun üzerine birbirlerine karşı fikirlerini müdafaa ettiler.
Süreyya’nın iddiasınca her işte olduğu gibi bunda da babasının fena bir tedbiri neticesi olarak fena bir koca bulmuş olan kız kardeşi Hacer, evlendiğinin bu daha ilk senesi olduğu hâlde kocasından soğumuş; aralarında aleni bir kayıtsızlık hüküm sürüyordu. Fatin, her türlü tasavvurun fevkinde bayağı bir efendi çıkınca bir kuş gibi şen, biraz ince ve hoppaca olan Hacer’de bu derin bir nefret uyandırmıştı.
Süreyya, tek tük ağaçlarla uzayıp, ta karşıki dağların eteğine kadar giden bağa doğru bakarak tekrar ediyordu:
“Çılgın kız! Zavallı Necip, geldi geleli elinden çekmediği kalmadı. Geldiğine bin kere pişman olmuştur…”
Necip, Süreyya’nın halazadesi idi ki, ara sıra köşke misafir gelirdi.
Ve Süreyya genç, güzel, zarif Necip’i düşünerek eniştesi Fatin Bey’i görüyor, yağlıymış gibi parlayan ensesi, yüzü, daima bir istifade ümidiyle yan bakan küçük, hilekâr gözleri, biraz yüksek omuzlarının üstünde yemek yerken ona bir hayvan şekli veren öne eğilmiş büyük başıyla nasıl iğrenç bir sima olduğunu kabul ederek Hacer’e hak vermek istiyordu. Fatin Bey ötede, gayretli bir namzet gibi beyefendinin gözüne girip evde demirbaş olmak için her şeyi yaparken, uysal görünür gibi ateşli, titiz Hacer’in Necip’i kederine bir intikam vasıtası yapmasından ürküyordu. Sonra dedi ki:
“Yok, bana öyle geliyor ki, Fatin’in yerinde kim olsaydı, Hacer yine böyle olacaktı. Onda hâlâ çocukluktan kalma bir afacanlık var ki, artık mazeret falan kabul etmez. Kendisini gören mektepten kaçmış, komşu evinde oyun oynayan bir mahalle kızı zanneder.”
Suat müdafaa etti:
“Yoo, rica ederim bey, haksızlık etme… Hacer’i daima kabahatli görmeye o kadar alışmışsın ki, artık her ne yapsa fena görüyorsun. Hele düşün, zavallı kız! O güldükçe bir şey beni tırmalıyor gibi geliyor.”
O zaman Hacer’in düğünden evvelki hâlini tarif etmeye başladı; genç kızın söylediği, itiraf ettiği ümitlerini, emellerini, bütün o genç kızların kadın olacakları zamana dair hülyalarını anlattı. Bugün o genç kız, karşısında birden böyle kaleminde otura otura, ihtiyar memurlar arasında büyüyerek ihtiyarlamış, tembelleşmiş bir koca bulunca ne hâle geldiğini gösteriyordu.
“Şimdi düşün.” diyordu. “Farz edelim… İşte mesela Necip Bey, ona pekâlâ koca olabilirdi. Öyle biri ile birleşip otursaydı zanneder misin ki Hacer böyle olurdu? Daha doğrusu böyle olsa belki tabii gelirdi. Vakıa şimdi Hacer evvelkinden titiz, evvelkinden hırçındır ama yemin ederim ki fena kalpli değildir. Sen kardeşisin ama benim kadar bilemezsin, kadın kadını daha iyi tanır.”
Süreyya kendi kendine söylenir gibi:
“Necip, evet, Necip pek iyi olurdu… Hatta annem de hep onu ileri sürüyordu… Fakat babam ‘Aile içinde böyle izdivaç iyi olmaz!’ dedi gitti… Ondan başka ben de düşündüm ki, Necip Hacer’e pek muvafıksa da kız kardeşim Necip’e hiç layık değildir. Layık olmak şöyle dursun, hatta uygun bile değildir. Necip’e daha iyi terbiye görmüş, daha ağırbaşlı, daha ince bir kadın lazımdır. Hem Necip evlenmekten ölümden kaçar gibi kaçar.”
Suat gülüyordu:
“Aman, Necip Bey tuhaftır; ‘Bence evlenmek ölmektir!’ der, durur.”
“Necip için gelip böyle bir bucağa kapanarak kalmak; baharı, bütün yazı böyle geçirmek… Bunun imkânı yoktur. O serbest alışmış; gezmeye, eğlenmeye alışmış… Ona bekârlık hayatının cazibelerini unutturup kendine bağlamak için, ben kadın isterim! Hacer mi? Hacer, Necip’e kendini bir ay sevdiremezdi. Bizim terbiye ettiğimiz kızlar ne olacak?”
Suat yeniden güldü:
“Aman beyefendi duymasın, yine neler söyler!”
Süreyya omuzlarını kaldırarak sustu.
Hava gittikçe serinliyor, durgun hava sanki hep su oluyordu; gece berrak, altın pullu mavi tülleriyle titreyerek donuyordu.
Suat pelerinin içinde büzüldü:
“Soğuk.” dedi. “İstersen içeri girelim…”
O anda aşağıdan yükselen bir ses:
“Pek soğuk, pek!” diyordu.
Bu Necip’in sesi idi. Suat eğilerek:
“Biz içeri kaçıyoruz.” dedi.
Hacer soğuktan büzülmüş sesiyle:
“Ama bütün bütün kaçmayınız, biz de salona geliyoruz.” dedi.
Salona geçtikleri zaman Suat camları kapadı; Hacer’le Necip dışardan gürültüyle geliyorlardı. Kapı şiddetle açılarak Hacer içeri atıldı; pelerininin yüksek yakasında kaybolmuş küçük yüzü mosmor kesilmişti. Koştu, elini Suat’ın boynuna uzatarak:
“Üşümüş müyüm bak?” dedi.
Necip pardösüsünü çıkarmış, oraya bırakıyordu. Süreyya ona doğru yürüyerek:
“Eğer Hacer hasta olursa seni sorumlu tutacağım Necip.” dedi; sonra elini alarak, bak senin elin de donmuş!” dedi.
Necip gülüyordu:
“O hâlde beni yine Hacer Hanım kurtarır; zira bu kabahatte ne kadar az suçum olduğunu herkesten iyi o bilir. Bir türlü kandırıp buraya getiremedim. Evvelden böyle değildi; şimdi şair olmuş… Elinden gelse biçilmiş, tartılmış şiir söyleyecek.”
Hacer lambanın yanında, ayakta, ellerini ağzına götürmüş, nefesiyle ısıtmaya çalışarak kardeşine bakıyordu. Sonra omuz silkerek Necip’e döndü:
“Sen korkma, nafile.” dedi. “Onlar hep sözdür… Biz o sözleri hep dinledik… Şimdi asıl senin yapacağın şey sobayı yaktırmaktır.”
Necip sobayı yaktırmaya giderken Suat dedi ki:
“Durun Necip Bey, hizmetçiler onu bir saatte yakamazlar, bırakın bana… Siz yalnız söyleyiniz de ateş getirsinler.”
Süreyya, Hacer’in yanına gelmiş, ellerini eline almış tutuyordu. Hacer, Süreyya’dan korkmamakla beraber ondan daima çekinirdi. Kabahatli çocuklara mahsus bahis değiştirmek fikriyle aynanın önündeki saate bakarak:
“Ooo, saat dokuz buçuk… Yatmamıza daha vakit var. Bezik oynayalım mı çocuklar?”
Süreyya bu teklife cevap vermeyerek:
“Sen küçük olmalıydın da Hacer.” diyordu. “Seni minimini şamarlarla iyice bir dövmeliydim; o zaman belki Necip Bey’in de intikamını alırdım…”
Necip sobayı yakmak için Suat’a yardım ediyordu:
“Benim intikamımı mı?” dedi. “Dünyada intikam kadar tanımadığım bir his yoktur. Bugün beni döven birini yarın biri döverken görsem ağlayacağım gelir.
Şimdi soba alev almış, odunlar telaşlı bir çıtırtı ile yanmaya başlamıştı.
Hacer, Süreyya’nın elinden kurtularak bezik masasını düzeltmeye başladı:
“Haydi beziğe, beziğe.” diyordu.
Suat:
“Ben oynamam, bakarım.” diye masaya oturdu.
Hacer de seyirci kalmayı tercih etti. Necip ile Süreyya oynamaya karar verdiler. Onlar oynarken o seyrediyordu. Birden o kadar dalmış, gözlerinin önündeki şeylere dikilen gözleri onları görmeyerek başka âlemlere o kadar uzayıp gitmişti ki, kendinin orada olduğunu oyun bittiği zaman fark etti.
Necip Bey kâğıtları devşirerek:
“Dur bakalım daha.” diyordu.
Süreyya önündeki kâğıtları iterek:
“Benim canım sıkıldı.” dedi.
Necip Bey:
“İşte gördünüz ya, bizim Süreyya ile oyun olmaz.” diye kâğıtları toplamakta Süreyya’ya yardım ediyordu.
Hacer:
“Efendim, Allah rahatlık versin!” dedi ve o gittiği zaman Necip kâğıtları bırakarak:
“Size tuhaf gelir ama hakkı da var ya.” dedi. “Burada oturup da insan yine neşesini muhafaza edebilmek için sizin gibi olmalı. On gün kalmak kararıyla gelmiştim, galiba yarın ilk trenle kaçacağım… Burada nasıl hayat geçiriyorsunuz bilmem ki! İnsan zorla cehenneme girer mi?”
O zaman Suat, yarın istediği zaman buradan kaçabilmenin, kocası tarafından da bir saadet telakki edileceğini düşündü. Süreyya’ya baktı; o, demin karısına ettiği şikâyetleri şimdi Necip’e dinletmeye başlamıştı. Necip hep hak veriyor, kendinin bir an duramayacağını söyleyerek gittikçe kuvvet bulan kararıyla:
“Aman, hemen yarın kaçayım!” diyordu.
Suat:
“Buradan nereye gidersiniz?” diye sordu.
“Ada’ya… Şimdi Ada gittikçe güzelleşir, İstanbul’un en güzel yeri bu ayda Adalar’dır. Dayıma gider kalırım… Hele pazar günleri o kadar kalabalık oluyor ki…”
Süreyya daldığı sükûndan uyanarak:
“Ben olsam Büyükada’ya gitmem… Daha tenha bir yere… Öyle bir yer olsun ki, ben kalabalık içinde olayım da yine orada yaşamayım… Ben gitsem mesela Heybeli’ye yahut Burgaz’a…”
Necip gülerek:
“A, orada bir gün yaşayamam!” diyordu.
Sonra ikisine de bakarak ciddi bir tavırla:
“Sizin için oraları âlâdır… Fakat benim gibi yalnız yaşayan bir adam için… Eğer ben de sizin gibi olsam hatta buradan ayrılmam.” dedi.
Süreyya gülerek reddediyor, burada insanın boğulduğundan, yaşamanın imkânı olmadığından bahsediyordu. O zaman Necip kabul etti:
“Evet evet, öyle bir yer olmalı ki, insan kalabalıkta yaşamalı,fakat içine girmeden…”
Onlar konuşurken Suat düşünüyordu ki, kocası gibi kalabalığı sevmez bir adam değil, kalabalık içinde büyümüş Necip Bey bile kendine bir eş bulursa burada kocasının cehennem dediği bu köşede yaşamaya razı idi ve Süreyya’yı böyle, daima neşeli ve yalnız beraber olmaktan başka her türlü endişeden kurtulmuş tutamamak ona büyük bir felaket gibi geliyordu. Düşüncelerinin ta derinlerinde bir ateş, bir küçük korku, bu felaketin sahiden büyümesi fikrinden doğan bir acı gittikçe kendini hissettirmeye başlıyordu. “Ne yapmalı Yarabbim?” diyordu ve Necip söz söylerken hep kendilerinden mesut ve uygun bir eş gibi bahsettikçe, ona memnun ve minnettar bir nazarla bakarak teşekkür etmek istiyordu. Hâlâ saadet rengini muhafaza eden bu müşterek hayatlarının derinliklerinde kendi hissolunmaz, görülmez bezginlikler duyduğundan, o söyledikçe gerçekten onun zannettiği kadar mesut olmadıklarına kanmak istiyordu. Hiç, hiçbir kederleri, ayrılıkları, hiçbir şeyleri yoktu. Fakat işte bu kadar samimi, bu kadar bağlı bir hayata alıştığı için en hissedilmez şeyler ona bir tehdit gibi geliyordu.
Birden Necip’in “Kabahat daima aynı hayatı sürmekte…” sözü kulaklarını yırttı. Evet, değişmek lazım değil mi idi? Eğer bugün yalnız vücuduyla kocasını her emelden uzak tutamıyorsa ve bunun sebebi hayatlarının daima tek renk olması ise… Bundan sonra o korktuğu geleceği hükmü altında tutabilmek için hayatını değiştirmeli değil miydi? Şimdiye kadar hayatlarını hiçbir hesapla tertip etmemiş, hep vakaların akışına bırakmıştı fakat bundan sonra idare etmek, tertip etmek gerekeceğini anlıyordu. Hatta saadetlerinin bir hâlde devamı onları bezdirmese bile bezginliğe götüren bu duygu içinde tutmakta idi; bu kendisine kâfi bir ders oluyordu. Evet, artık biraz suni olmalı idi. Ve bunu derin bir acı ile hissediyordu. Geçirdiği tabii, endişesiz hayat, hiç kayıtlanmadan bile umulduğundan üstün bir neşe ile daima beklenmedik tebessümlerle gelen, hep güzelliklerle, hep sevinçlerle gelen o sade hayat ona şimdi ele geçmesi imkânsız acı bir lütuf gibi görünüyor; o günlerin yoksunluğu, içine matem gibi çöküyordu.
Ah çocukları sağ olsaydı… Ve bunu düşünür düşünmez her vakitki gibi ta ciğerlerinden bir şey sızlayarak gözlerini yaşlarla doldurdu. Ah çocuk! Bunu anlıyordu, bir çocuğun, bir ailede nasıl bir rabıta olduğunu, telafisi imkânsız zannolunan neşelere benzeyecek bir başkalık, bir yenilikle, kalpleri nasıl mahzuz ve mesut ettiğini düşünüyor, düşündükçe çocuğunun ölümüne şimdi bunun için de ayrı bir matem tutuyordu. Ah sağ olsaydı, onların hayatını nasıl daima sıcak, daima genç tutacaktı… Bu ölüm kendilerinde o kadar derin bir yara açmıştı ki, Suat tekrar doğurmak için büyük bir korku duyuyor, doğurmaktan çekiniyordu. Ey o hâlde? Bırakacak mıydı? Saadetlerinin hiç böyle görülmeyen, hissedilmeyen fakat tesir eden, tahrip eden ve bir gün bir büyük yara hâlinde meydana çıkacak olan bu kurdunu bırakacak mıydı?
Kocasını gittikçe bu melale mağlup, gittikçe bu melalin pençesinde o daha güzel geçen zamanlara hasret çeker görüyor, hasret çekişi arttıkça kendine ait duyguları azala azala belki bir gün asıl engel kendisi sayılarak bütün bütün ihmal edileceğini farz ediyordu ve kendi nüfuzunun kaybolmaktan ziyade kocasının başka bir nüfuza, daha kuvvetli bir nüfuza mağlup olması ihtimali onu yakıyordu. Tekrar sormaya başladı:
“Ey o hâlde?”
Evet, uğraşmak gerekiyordu. Fakat nasıl? Evvela onun istediğini yapmalı idi; birden kocasına karşı kalbinde yer tutmuş muhabbet o kadar kaynadı ki, “Peki, sen de git, Necip Bey’le beraber sen de eğlen…” diyeceği geldi. Fakat sonra kadınlığı ona birtakım manzaralar gösterdi. Daima her zevkte müşterek oldukları hâlde şimdi onu, kendisinin bigâne, mahrum kaldığı zevkler içinde gördü. Adi bir kıskanç, pek inhisarcı bir kadın olmadığı hâlde de buna tahammül edemedi; onu hiçbir eğlenceden mahrum etmek istemez fakat hep eğlencelerine iştirak isteğini de önleyemezdi. Birden fikrinde bir nur titredi; bu kendine o kadar beklenmedik bir şevk verdi ki, oturamayarak kalktı, gezinmeye başladı.
Süreyya ile Necip hâlâ sözlerine devam ediyorlardı. Şimdi Necip ona bir vaka anlatıyor, Süreyya dayanmış, dalgın dalgın onu dinliyordu. Ve genç kadın kocasını bahtiyar ve sevimli görmek için o kadar samimi bir arzu hissediyor, onu mesut etmek, onu hiçbir kadının mesut edemeyeceği kadar mesut etmek için o kadar sonsuz bir kalp kuvveti duyuyordu ki, artık her türlü engele karşı gelmenin kendisi için bir sıkıntı değil bir haz olacağını düşünüyordu.
Yavaşça çıktı, kocası görmeden babasına mektup yazmak için hemen odasına kapandı. Mektubunu o şimdi gelip görecek diye bin heyecan içinde yazıp bitirdikten sonra hemen zarflayıp dadısının odasına gitti. Küçükten beri elinde büyüdüğü bu ellilik kadın, kocası öldükten sonra Suat’ın rızasıyla buraya, yanına gelmişti. Birçok ricayla onu yarın erkenden İstanbul’a kadar gitmeye razı ettikten sonra yukarıya çıkıp Süreyya’yı hâlâ Necip Bey’le salonda bulunca şimdiden muvaffak olmuş gibi memnun, yanlarına oturdu.
Sabahleyin uyanır uyanmaz Suat’ın ilk işi hizmetçiye “Dadım gitti mi?” diye sormak oldu. Kız, ihtiyar kadının erkenden indiğini haber verince memnun, kalkıp camları açtırdı. Bol bir güneş gecenin rutubetini silip, bitap buharlar hâlinde oraya buraya dolamış, rüzgârsız havada bunlar asılmış kalmıştı. Ta uzakta, üzerinde tek tük köşklerle ağaçlar kaynaşan bir ovanın ötesinde ufka kadar deniz görünüyordu.
Süreyya’ya “Acaba Necip Bey gitti mi?” diye sordu. Süreyya bir koltuğa uzanmış düşünüyordu; bunun üzerine kalktı, “Sahi… Ama daha gitmemiştir. Gidecek olsaydı gece veda ederdi. Dur bir kere bakayım…” dedi ve camlı kapıyı açarak, köşkün üç tarafını çevreleyen balkonda yürüyüp öbür cephede bir pencerenin önünde durdu. Necip, pencerenin yanındaki koltukta dalgın oturuyordu.
“Ben seni uyuyor zannetmiştim.”
“Ooo! Saat bir, bu zamana kadar uyumak için insan miskin olmalı! Hele ben buranın asıl sabahını severim. Şehrin gürültüsü içinde yaşadıkça insana biraz sükûn, biraz kır, bir iki kuş sesi pek hoş geliyor.”
“Evet, burada eğreti oturduğunu bildiğin için sana öyle gelir…”
Necip ileride kütüklerin arasında entarisiyle dolaşarak yanındaki bağcı ile bir şeyler konuşan beyefendiyi göstererek:
“O hiç sizin gibi düşünmüyor!” dedi.
Süreyya hiddetle omuzlarını kaldırdı:
“O da eğer bu sene bir salkım üzüm alabilirse…”
Güneş tatlı bir okşayışla sıcaklığını duyurmaya başlamış, pencerelerden giren ışık içerinin yarı gölgesinde güler yüzlü parıltılarla resimleşiyordu. Sessizlik içinde hafif sesle bahçede konuşan beyefendinin lakırtılarını işitiyorlardı. Süreyya:
“Annem geliyor.” dedi.
Balkonun öbür tarafından annesi geliyordu. Gülerek bahçede kocasını gösterdi. Süreyya başını sallayarak:
“Gördük.” dedi.
Hanımefendi, Necip’e rahat edip etmediğini soruyor, Süreyya ona vakit bırakmayarak:
“Garip sual.” diyordu. “Sanki burada boğulmaktan başka bir şey varmış gibi… Şimdi sıcak gittikçe ateşlenerek, her taraf bir fırın, ağaçsız, rüzgârsız bir külhan gibi şiddetle yanmaya başlar… Hiç o zaman gelip sormazsınız. ‘Nasılsınız? Terliyor musunuz? Boğuluyor musunuz?’ demezsiniz… Rüzgâr çıksın diye saatin dokuzunu beklemeli…”
Arkadan Suat’ın sesini işittiler. Gülerek hanımefendiye:
“Vallahi benim kabahatim yok anneciğim.” diyordu. “O kabil değil, bu sene burada oturmayacak…”
Hanımefendi gülerek:
“Öyle ya, bir yalı tutar, alır seni götürür.” dedi.
Necip dedi ki:
“Ne iyi olur vallah. Bir küçük yalı… Karı koca istediğiniz gibi bir yalıyı otuz liraya tutarsınız.”
Suat, birden kalbi atarak sordu:
“Otuz liraya mı?”
Süreyya annesinin elini tutmuş, ona şikâyet ediyor, yalvarıyordu. Annesi gülerek başını sallıyor:
“Kabil değil, imkânı yok.” diye tekrar ediyordu.
Babasının elindekini avucundakini çubuklara verdiğini, hatta parasızlıktan şikâyet ettiğini söylüyor, kendisine gelince, “Ben nereden bulurum?” diyordu.
Süreyya:
“Ah sizde ne çıkınlar vardır!” diyor.
Annesi gülerek:
“Otuz lira… Mümkün değil… Sen erkek değil misin, bir karını besleyemiyorsun?” diye eğleniyordu.
O zaman Süreyya hiddetle:
“Evet hakkın var.” dedi. “Fakat ben maaşımla ancak boğazımızı temin edebilirim… Peşin otuz lira… Bunun için borç mu etmeli?”
Onlar konuşurlarken Suat kocasına işittirmemeye çalışarak Necip’e dedi ki:
“Bugün gidiyor musunuz?”
Necip tereddüt ederken, burada kalmanın onun için bir fedakârlık olduğunu düşünerek rica eden bir sesle ilave etti:
“Bugün kalınız!”
Sonra bunu da kâfi görmeyerek:
“Kalınız, size ihtiyacım var.” dedi.
Bu ses, bu eda o kadar esrarengiz, o kadar tatlı idi ki Necip hatta şaşmış bile görünmeden baş eğdi.