Kitobni o'qish: «Savoy Cinayeti»
1
Sıcak ve boğucu bir gündü, neredeyse yaprak kıpırdamıyordu. Gün ortasında hava pusluydu ama şimdi gökyüzü açılmıştı, berraktı. Göğün rengi gül pembesinden toz mavisine dönüşüyordu. Güneşin kızıl çemberi birazdan Ven Adası’nın ardında gözden kaybolacaktı. Öresund Boğazı’nın ayna gibi yüzeyini kırıştırmaya başlayan akşam esintisi, Malmö sokaklarına hafif, hoş bir ferahlık taşımıştı. Hafif rüzgârla birlikte, Ribersborg Plajı’na vurup limandan kanallara sızmış, çürümüş atık ve yosun kokusu da çevreye yayıldı.
Burası, İsveç’in geri kalanına çok da benzemiyordu, özellikle konumundan dolayı. Malmö, gece yarısı güneşindense Roma’ya daha yakındır ve ufukta Danimarka kıyılarının ışıkları göz kırpar. Pek çok kış yağmurla karışık karlı, çamurlu ve rüzgârlı geçse de yazları uzun ve ılık olur. Bülbül sesleri eksik olmaz ve geniş parklardaki yemyeşil bitkilerin mis gibi kokuları kaplar etrafı.
İşte 1969 yılının Temmuz başında bu aydınlık yaz akşamı tam da böyleydi. Aynı zamanda ortalık sakin ve sessizdi, in cin top oynuyordu sanki. Turistler hiç fark edilmiyordu, zaten fark edilmezlerdi de. Aylak aylak dolaşan, eğitimsiz esrarkeşlere gelince daha ilk gruplar yeni yeni çıkmıştı ve çoğu, hiçbir zaman Kopenhag’ı geçip de buraya ulaşamadığından ortaya çıkan başkaları da olmayacaktı.
Limana yakın tren istasyonunun karşısındaki büyük otelin içi bile oldukça sessizdi. Yabancı birkaç iş adamı, ayırttıkları odalarla ilgili detayları resepsiyonda konuşuyordu. Vestiyer görevlisi, palto ve ceket askıları arasında rahatsız edilmeden klasiklerden birini okuyordu. Loş barda, alçak sesle konuşan düzenli iki müşteri oturuyor ve kar beyazı ceket giymiş bir barmen duruyordu.
Lobinin sağ tarafında kalan, on sekizinci yüzyıl tarzı, geniş yemek salonu da daha hareketli olmasına rağmen pek bir olay olmuyordu. Birkaç masa genelde tek takılan insanlarla doluydu. Piyanist çalmaya mola vermişti. Mutfağa giden çift kanatlı kapıların önünde bir garson dikilmişti, elleri arkasında, büyük açık camlardan dışarıya bakarken düşünceliydi. Muhtemelen fazla uzakta olmayan kumsalları hayal ediyordu.
İyi giyimli, farklı cinsiyet ve yaşlardan oluşan, yedi kişilik ciddi bir akşam kafilesi yemek salonunun arkalarında oturuyordu. Sofraları kadehler, alımlı tabaklar ve şampanya kovalarıyla doluydu. Restoran personeli çaktırmadan geri çekilmişti çünkü akşamın ziyafet sahibi konuşmak üzere ayağa kalkmıştı.
Orta yaşlı, uzun boylu bir adamdı. Koyu mavi ipek şantung takım elbise vardı üzerinde. Saçları demir grisiydi ve yanık tenliydi. Sakin ve etkin konuştu, hafif esprili cümleler kurarken sesinin dozunu ayarladı. Masada oturan diğer altı kişi onu sessizce dinledi, içlerinden sadece biri sigara içiyordu.
Açık camlardan yoldan geçen arabaların, kanalın karşısındaki istasyonda Kuzey Avrupa’nın en büyük demiryolu kavşağında makas değiştiren trenlerin, Kopenhag’dan gelen bir teknenin hızlı ve çınlayan düdüğünün ve kanal kıyısında bir yerde, kıkır kıkır gülen bir kızın sesi geliyordu.
Temmuzun bu ılık, yumuşak çarşamba akşamında, saat yaklaşık sekiz buçuk sularında manzara böyleydi. ‘Yaklaşık’ tabiri burada can alıcı bir ayrıntı çünkü hiç kimse olayın kesin saatini belirtemedi. Öte yandan, yaşanan olayı tarif etmek kolaydı.
Ana girişten bir adam içeri girdi, yabancı iş adamlarının ve üniformalı görevlinin olduğu resepsiyona şöyle bir bakış attı, vestiyerin ve bar dışındaki lobideki uzun dar masanın önünden geçti ve gayet sakin, kararlı adımlarla yemek salonuna yürüdü, temposu öyle hızlı falan değildi. Şu ana kadar adamla ilgili akılda kalacak hiçbir şey yoktu. Kimse ona bakmadı, o da etrafına bakma zahmetine girmedi.
Hammond marka orgun, kuyruklu piyanonun ve dikkat çeken tatlılarla dolu büfenin önünden geçip tavanı destekleyen kocaman iki sütunun yanına doğru devam etti. Aynı kararlılıkla, köşede oturan yedi kişilik gruba doğru ilerledi, davet sahibi ayakta, ona arkası dönük konuşuyordu. Adam yaklaşık beş adım ötedeyken sağ elini takım elbisesinin ceketinin cebine soktu. Masadaki kadınlardan biri ona bakınca konuşan kişi, kadının dikkatini dağıtan nedir diye anlamak için ona doğru yarı döndü. Yaklaşan adama hızlı, ilgisiz bir bakış fırlattıktan sonra, yaptığı yorumları bir saniye bile kesmeden tekrar misafirlerine döndü. Aynı saniye, içeriye yeni giren adam oluklu kabzalı ve uzun namlulu, çelik grisi bir şeyi cebinden çıkardı, dikkatlice hedef aldı ve konuşmacıyı başından vurdu. Mermi sesi öyle kulak yırtıcı değildi. Daha çok panayırlarda atış alanında patlayan o tabancaların huzurlu sesine benziyordu.
Kurşun, konuşmacının sol kulağının arkasına girince adam öne doğru, masanın üstüne yığıldı. Sol yanağı şahane bir à la Frans Suell balık güvecinin yanındaki patates püresinin içine girdi.
Adam, silahını cebine sokup sağa doğru keskin bir dönüş yaptı, en yakındaki açık pencereye doğru yürüdü, ayağını pencerenin pervazına koydu, alçak pencereden dışarıya sarktı, dışarıdaki pervaza bastı ve kaldırıma atladığı gibi gözden kayboldu.
Üç pencere ötede bir masada oturan, ellili yaşlarında, yemek yiyen bir adam kaskatı kesilmişti. Hayretle bakakalmış, viski kadehini ağzına götürürken donmuş gibiydi. Önünde, okuyormuş gibi yaptığı bir kitap açık duruyordu.
Yanık tenli ve koyu mavi şantung takım elbiseli adam ölmemişti.
Kıpırdayarak, “Ah! Çok acıyor,” dedi.
Ölüler genellikle sızlanmaz. Üstelik adamdan kan akıyor da denemezdi.
2
Per Månsson, Regements Caddesi’ndeki bekâr evinde oturmuş, karısıyla telefonda konuşuyordu. Malmö emniyetinde komiserdi ve evli olmasına rağmen haftanın beş günü bekâr hayatı yaşıyordu. On yıldan uzun süredir her boş hafta sonunu karısıyla geçirmişti. Aralarındaki bu düzenden ikisi de memnundu.
Ahizeyi sol omzuyla çenesinin arasına kıstırıp kendine sağ eliyle bir Gripenberger hazırladı. Bu onun en sevdiği içkiydi, bir miktar cin, buz ve üzüm suyunu büyük bir bardakta karıştırıyordu.
Karısı sinemaya gitmişti, ona Rüzgâr Gibi Geçti’nin konusunu anlatıyordu.
Biraz uzun sürmüştü ama Månsson sabırla dinledi çünkü karısı konuşmasını bitirir bitirmez, hafta sonu bir araya gelme planlarını, çalışmak zorundayım bahanesiyle savuşturacaktı. Yani yalan söyleyecekti.
Akşam saat dokuzu yirmi geçiyordu.
Månsson ince giyinmiş olmasına yani üzerinde sadece file atlet ve dama desenli şort olmasına rağmen terliyordu. Konuşmanın başında, sokaktan gelen trafik uğultusu dikkatini dağıtmasın diye balkon kapısını kapatmıştı. Güneş sokağın karşısındaki çatıların üstünden batalı çok olmuştu ama odanın içi çok sıcaktı.
İçkisini çatalla karıştırdı. Bu çatalı ne yazık ki Översten adlı bir restorandan yanlışlıkla almıştı ya da çalmış da olabilirdi. Månsson yanlışlıkla çatal nasıl alınabilir ki diye düşünürken şöyle dedi, “Evet, anladım. Leslie Howard’dı, sonra… Hayır mı? Clark Gable mı? Hımmm…”
Beş dakika sonra karısı lafını bitirdi. Månsson beyaz yalanını söyleyip telefonu kapattı.
Telefon çaldı. Månsson hemen açmadı. İşten yeni gelmişti ve geri dönmek istemiyordu. Akşam havanın kararışını izlerken ahizeyi kaldırıp, “Månsson,” dedi.
“Ben Nilsson. Amma da uzun konuştun. Yarım saattir sana ulaşmaya çalışıyorum.”
Nilsson komiser yardımcısıydı, o gece Davidshall Meydanı’ndaki polis merkezinde nöbetçiydi. Månsson iç geçirdi.
“Eee?” dedi. “Hayırdır?”
“Savoy’un yemek salonunda bir adam vurulmuş. Maalesef buraya gelmelisin.”
Bardak boştu ama hâlâ soğuktu. Månsson bardağı alıp avucuyla alnının üstünde gezdirdi.
“Ölmüş mü?” diye sordu.
“Bilmiyorum,” dedi Nilsson.
“Skacke’yi gönderemez misin?”
“Yok. Ona ulaşamıyorum. Aramaya devam edeceğim ama. Backlund şu anda burada ama herhâlde senin de…”
Månsson irkildi ve bardağını bıraktı.
“Backlund mu? Tamam, hemen çıkıyorum,” dedi.
Hemen bir taksi çağırdı, sonra ahizeyi masaya koydu. Giyinirken ahizeden gelen ve mekanik şekilde, “Taksi Merkezi, bir saniye lütfen,” cümlesini tekrarlayan çatlak sesi dinledi, nihayet operatöre bağlandı.
Savoy’un kapısında, bir sürü araba vardı ve iki polis memuru, akşam yürüyüşe çıkmış, merdiven dibinde toplanmış meraklıların girişin önünde kalabalık etmesini önlemeye çalışıyordu.
Månsson taksiye ödeme yaparken bu manzarayı inceledi, makbuzu cebine koydu, memurlardan birinin oldukça kaba olduğunu gözlemledi. Çok geçmeden Malmö polisinin adının da Stockholm’lü meslektaşları kadar kötüye çıkacağını düşündü.
Ne var ki hiçbir şey demedi, üniformalı polislerin yanından geçip lobiye girerken onlara baş selamı verdi. Orası da şimdi gürültülüydü. Otelin bütün personeli orada toplanmış, birbirleriyle ve dışarıya akın eden müşterilerle sohbet ediyordu. Bu manzarayı bir sürü polis tamamlıyordu. Çevreleriyle uyumsuz, allak bullak görünüyorlardı. Anlaşılan, hiç kimse onlara nasıl davranmaları ya da ne yapmaları gerektiğini anlatmamıştı.
Månsson ellili yaşlarında, iri bir adamdı. Özensiz giyinmişti, üzerinde polyester pantolon ve sandalet vardı, gömleğini de dışarıda bırakmıştı. Göğüs cebinden bir kürdan çıkardı, kâğıdını soyup ağzına soktu. Çiğnerken durumu kafasında oturtmaya çalıştı. Kürdan Amerikan malıydı, mentollüydü; Malmöhus isimli tren feribotundan almıştı, orada müşterilere böyle şeyler dağıtılıyordu.
Büyük yemek salonuna açılan kapının yanında, Elofsson adında bir devriye memuru dikiliyordu ve Månsson onun diğerlerinden bir derece daha zeki olduğunu düşünürdü.
Yanına doğru yürüyüp, “Olay ne?” diye sordu.
“Birisi vurulmuş anlaşılan.”
“Herhangi bir talimat aldınız mı?”
“Hayır.”
“Backlund ne yapıyor?”
“Tanıkları sorguya çekiyor.”
“Vurulan adam nerede?”
“Hastanede herhâlde.”
Elofsson hafiften kızardı. Sonra şöyle dedi, “Ambulans polisten önce varmış.”
Månsson iç geçirdi ve yemek salonuna girdi.
Backlund, parlak gümüş rengi kâselerin olduğu masanın yanında durmuş, bir garsonu sorguya çekiyordu. Gözlüklü ve gayet sıradan yüz hatları olan, yaşı geçkin bir adamdı. Bir şekilde dedektif komiser olmayı başarmıştı. Defteri elinde açıktı, not almakla meşguldü. Månsson duyabileceği bir mesafede durdu ama hiçbir şey demedi.
“Peki olay saat kaçta oldu?”
“Iıı, sekiz buçuk civarında.”
“Civarında mı?”
“Yani, kesin bilmiyorum.”
“Saat kaçta olduğunu bilmediğini mi söylemek istiyorsun?”
“Evet, bilmiyorum.”
“Garip,” dedi Backlund.
“Ne?”
“Dedim ki, bana garip geldi. Kol saatin var, öyle değil mi?”
“Tabii ki.”
“Şuradaki duvarda da duvar saati duruyor, yanılmıyorsam.”
“Evet ama…”
“Ama ne?”
“İkisi de yanlış. Neyse, saate bakmak aklıma gelmedi zaten.”
Backlund bu cevaba şaşırmıştı. Defteriyle kalemini elinden bırakıp gözlüğünü temizlemeye koyuldu. Derin bir nefes aldı, not defterini alıp tekrar yazmaya başladı.
“Gözünün önünde iki saat olmasına rağmen, olayın saat kaçta olduğunu bilmiyorsun.”
“Şey, bir nevi.”
“‘Bir nevi’ cevaplar bir işe yaramaz.”
“Ama saatler doğru değil ki. Benimki ileride, oradaki saat de geri.”
Backlund, kendi Ultratron’una baktı. “Tuhaf,” dedi, bir şey yazarak.
Månsson ne yazdığını merak etti.
“O hâlde suçlu içeri yürüdüğünde sen burada dikiliyordun?”
“Evet.”
“Bana mümkün olduğunca ayrıntılı bir tarifini verebilir misin?”
“Adama doğru düzgün bakmadım.”
“Adamı görmedin yani?” dedi Backlund, hayretler içinde.
“Şey, evet, pencereden dışarı çıkarken gördüm.”
“Nasıl birine benziyordu?”
“Bilmiyorum ki. Bayağı uzaktaydı ve o masa, sütunun arkasında kalmıştı.”
“Yani adamın nasıl göründüğünü bilmiyorsun?”
“Evet.”
“Ne giymişti peki?”
“Kahverengi spor ceket galiba.”
“Galiba mı?”
“Evet. Sadece bir saniye gördüm.”
“Başka ne giymişti? Pantolon mesela.”
“Ah, evet, pantolon da giymişti.”
“Emin misin?”
“Eee, aksi takdirde senin de dediğin gibi biraz… tuhaf olurdu. Altında pantolon olmasa yani.”
Backlund sinirli sinirli yazdı. Månsson kürdanın diğer ucunu dişlerinin arasında çiğneyerek sessizce şöyle dedi, “Ah, Backlund…?”
Diğer adam arkasını dönüp ters ters baktı.
“Önemli bir tanığı sorguya çekmekle meşgulüm…”
Aniden durup suratı düşerek, “Ah, sensin demek,” dedi.
“Neler oluyor?”
“Burada bir adam vurulmuş,” dedi Backlund büyük bir ciddiyetle. “Ve kim olduğunu biliyor musun?”
“Hayır.”
“Viktor Palmgren. Holding başkanı.” Backlund bu unvanın altını çizmişti.
“Ah, o demek,” dedi Månsson. Bu vakanın bir kâbus olacağını düşünüyordu. Dışındansa şöyle devam etti, “Bir saatten uzun zaman önce olmuş ve silahlı adam pencereden çıkıp kaçmış.”
“Öyle olmayabilir de.”
Backlund hiçbir şeye kesin gözüyle bakmazdı.
“Dışarıda neden altı tane polis arabası var?”
“Bütün alanı kapattırdım.”
“Bütün blok boyunca mı?”
“Olay yerini işte,” dedi Backlund.
“Üniformalı herkesi gönder,” dedi Månsson bezgin bezgin. “Bekleme salonunda ve sokakta polisin dolaşması, otel için pek hoş olmasa gerek. Ayrıca başka yerde işe yarayabilirler. Sonra adamın eşkâlini almaya çalış. Bu adamdan daha iyi bir tanık olmalı.”
“Doğal olarak, herkesi sorguya çekeceğiz,” dedi Backlund.
“Hepsi sırayla,” dedi Månsson. “Ama söyleyecek önemli bir sözü olmayan kimseyle zaman kaybetme. İsimleri ve adresleri al, yeter.”
Backlund ona şüpheyle baktı. “Kafanda ne var?”
“Birkaç yere telefon açacağım,” dedi Månsson.
“Kime?”
“Gazetelere, ne olduğunu öğrenmek için.”
“Şaka mı bu yani?” dedi Backlund soğuk bir ifadeyle.
“Tamam,” dedi Månsson dalgın dalgın, etrafına bakındı. Yemek salonunda gazeteciler ve fotoğrafçılar dolanıyordu. Bazıları buraya polisten çok önce gelmişti, bazıları bu meşhur silah ateş ettiğinde barda takılıyordu belki de. Muhtemelen. Eğer Månsson yanılmıyorsa.
“Ama yönetmeliğe göre…” diye başladı Backlund.
Tam o esnada Benny Skacke telaşla salona girdi. Otuz yaşındaydı ve komiser yardımcısıydı. Önceden Stockholm’deki Cinayet Masası ekibindeydi fakat üstlerinden birinin neredeyse hayatına mal olan, aptalca bir risk aldıktan sonra, başka bir birime atanmayı talep etmişti. Çalışkan, işine sadıktı, biraz da saftı. Månsson onu severdi.
“Skacke sana yardım edebilir,” dedi.
“Stockholm’lü mü?” dedi Backlund şüpheyle.
“Aynen,” dedi Månsson. “Ve eşkâlini almayı da unutma. Şu anda en önemli mesele bu.”
Lime lime olmuş kürdanını çöp kutusuna attı, lobiye gidip resepsiyonun karşısındaki telefonun yolunu tuttu.
Månsson hızla ve peş peşe beş arama yaptı. Sonra başını iki yana sallayıp bara girdi.
“Ah, kimler kimler buradaymış!” dedi barmen.
“Nasıl gidiyor?” dedi Månsson otururken.
“Bugün ne istersiniz? Her zamankinden mi?”
“Hayır. Sadece üzüm suyu. Düşünmem lazım.”
Bazen her şey nasıl da ters gider, diye düşündü Månsson. Bu hadise de çok kötü başlamıştı. Her şeyden önce, Viktor Palmgren önemli ve çok tanınmış bir isimdi. Doğrusu neden olduğunu söylemek güçtü ancak bir şey kesindi. Adamın çok parası vardı, en az bir milyon. Avrupa’nın en meşhur restoranlarından birinde vurulmuş olması da durumu hepten yokuşa sürüyordu. Bu olay birçok kişinin dikkatini çekecekti, işin ucu nerelere gider hiç belli değildi. Olayın hemen ardından otel personeli yaralı adamı televizyon salonuna taşımış ve ona derme çatma bir sedye yapmıştı. Polis ve ambulansa aynı anda haber vermişlerdi. Ambulans çok hızlı gelmiş, yaralı adamı alıp Devlet Hastanesi’ne götürmüştü. Bir süre, polisten eser görünmemişti. Hem de tren istasyonuna park edilmiş bir devriye aracı olmasına rağmen. Yani, olay yerine iki yüz metreden yakın mesafede olmalarına rağmen. Bu nasıl olmuştu? Månsson bu bilgiyi daha yeni edinmişti ama polisin lehine bir bilgi sayılmazdı bu. Yapılan ihbar ilk başta yanlış yorumlanmış, pek de önemli görülmemişti. Tren istasyonundaki iki polis bu yüzden tamamen zararsız bir sarhoşla uğraşarak zaman geçirmişti. Ancak polis ikinci kez alarma geçirildikten sonra, otele arabalar ve üniformalı polisler gönderilmişti. Backlund korkusuzca bu ekibin başını çekiyordu. Soruşturma için yapılanlar, tam manasıyla baştan savmaydı. Månsson ise oturup karısıyla kırk dakikadan uzun süre Rüzgâr Gibi Geçti hakkında konuşmuştu. Ayrıca, iki içki içmiş ve üstüne taksi beklemek zorunda kalmıştı. İlk polis içeri girdiğinde olayın üstünden yarım saat geçmişti. Viktor Palmgren’in durumuna gelince, burada da belirsizlik vardı. Malmö’de acil serviste muayene edilmiş, sonra yaklaşık yirmi beş kilometre uzaktaki, Lund’daki beyin ve sinir cerrahına sevk edilmişti. En önemli tanıklardan biri olan Palmgren’in karısı da ambulanstaydı. Büyük ihtimalle masada kocasının karşısında oturuyordu ve saldırgana en düzgün bakabilen kişiydi.
Çoktan bir saat geçmişti. Boşa harcanmış bir saat, ki her saniyesi kıymetliydi.
Månsson yine başını iki yana sallayarak barın üstündeki saate baktı. Dokuz otuz.
Backlund sert adımlarla bara girdi, Skacke de hemen arkasındaydı.
“Sen de burada böyle oturuyorsun?” dedi Backlund şaşkınlık içinde.
Gözlerini kısıp Månsson’a baktı.
“Eşkâlini alabildin mi?” dedi Månsson. “Elimizi biraz daha çabuk tutmalıyız.”
Backlund defteriyle oynadı, barın üstüne koydu, gözlüğünü çıkarıp temizlemeye başladı.
“Bak,” diye söze girdi Skacke çabucak, “şu anda ulaşabildiğimiz en iyi bilgi bu. Orta boylarda, ince yüzlü, ince tel koyu kahve saçları var, saçları arkaya taranmış. Üzerinde kahverengi spor ceket, pastel tonlarda gömlek, koyu gri pantolon, kahverengi ya da siyah ayakkabı. Yaklaşık kırk yaşında.”
“Güzel,” dedi Månsson. “Tarifi hemen gönderin. Derhâl. Bütün ana yolları kapatın, trenleri, uçak ve vapurları, gemileri kontrol edin.”
“Olur,” dedi Skacke.
“Adamın şehirden çıkmasını istemiyorum,” dedi Månsson.
Skacke oradan çıktı.
Backlund gözlüğünü tekrar taktı, Månsson’a gözlerini dikip sorusunu tekrar etti. “Sen neden burada böyle oturuyorsun?”
Sonra bardağa baktı, daha da büyük bir hayretle, “Hem de içki içiyorsun?” dedi.
Månsson cevap vermedi.
Backlund dikkatini barın üstündeki saate çevirdi, kol saatiyle karşılaştırıp, “Bu saat yanlış,” dedi.
“Tabii ki,” dedi barmen. “İleridir. Tren ya da gemiye yetişmek için acelesi olan müşterilerimize küçük bir hizmetimiz.”
“Hımmm,” dedi Backlund. “Bu olayı asla çözemeyeceğiz. Saate bile güvenemiyorsak, doğru zamanı nasıl bilelim?”
“Çok kolay olmayacak,” dedi Månsson dalgın bir hâlde.
Skacke geri döndü.
“Eh, o iş halloldu,” dedi.
“Herhâlde çok geç,” dedi Månsson.
“Sen neden bahsediyorsun?” dedi Backlund, not defterini kavrayarak. “Şu garsonla ilgili…”
Månsson elinin tersiyle onu başından savarak konuştu, “Bekle. Onu sonra alırız. Benny, Lund’daki polise gidip hastaneye bir adam göndermesini söyle. Yanında kayıt cihazı olsun, belki de Palmgren bir şeyler söyleyebilir. Eğer bilinci açılırsa tabii. Ayrıca Bayan Palmgren’i de sorguya almalı.”
Skacke tekrar ayrıldı.
“Garsona gelince. Bana sorarsan, içeri Drakula girse ruhu duymazdı,” dedi barmen.
Backlund sinirle çenesini tuttu. Månsson, Skacke geri dönene kadar bir şey demeden bekledi. Backlund, resmî anlamda Skacke’nin üstü olduğu için Månsson soruyu dikkatlice ikisine de yöneltti.
“Sizce en iyi tanık kim?”
“Edvardsson adında bir adam,” dedi Skacke. “Üç masa ötede oturuyormuş. Ama…”
“Ama ne?”
“Ayık değil.”
“Alkol başımızın belası işte,” dedi Backlund.
“Tamam, onu yarına kadar bekletelim,” dedi Månsson.
“Merkeze beni kim atabilir?”
“Ben,” dedi Skacke.
“Ben burada kalırım,” dedi Backlund inatçı bir şekilde.
“Bu resmen benim vakam zaten.”
“Tamam,” dedi Månsson. “Sonra görüşürüz.”
Arabanın içinde mırıldandı, “Trenler, tekneler…”
“Sence adam kaçtı mı?” diye sordu Skacke tereddütle.
“Kaçmış olabilir. Neresinden tutarsan tut, aramamız gereken bir sürü insan var. Kimseyi uyandırmayalım diye düşünme lüksümüz yok.”
Skacke, Månsson’a yan yan baktı, yeni bir kürdan çıkarıyordu. Araba polis merkezinin bahçesine saptı.
“Uçaklar,” dedi Månsson kendi kendine. “Zor bir gece olabilir.”
Merkez günün bu saatinde büyük, kasvetli ve çok boş görünüyordu. Heybetli bir binaydı. Geniş taş basamaklı merdivende adımları kof bir şekilde yankılandı.
Månsson uzun boylu olduğundan ağır hareket ederdi. Zorlu gecelerden nefret ederdi ve ayrıca kariyerinin büyük kısmını geride bırakmıştı.
Skacke içinse tam tersi geçerliydi. Ondan yirmi yaş gençti, kariyerini çok sık düşünürdü, hevesli ve hırslıydı. Fakat bir polis memuru olarak daha önceki deneyimleri, bekleneni yapma konusunda onu daha dikkatli ve kaygılı olmaya yöneltmişti.
Dolayısıyla, birbirlerini iyi tamamlıyorlardı.
Odasına giren Månsson hemen pencereyi açtı, penceresi emniyetin asfalt bahçesine bakıyordu. Sonra masasına oturup birkaç dakika sessizce durdu, eski Underwood daktilosunun silindirini döndürürken düşünceliydi.
En sonunda şöyle dedi, “Bütün telsiz mesajlarını ve aramaları buraya yönlendir. Kendi telefonundan cevapla.”
Skacke’nin koridorun sonunda bir odası vardı, tam Månsson’un odasının karşısındaydı.
“Kapıları açık bırakabilirsin,” dedi Månsson.
Saniyeler sonra hafif bir alaycılıkla, “Böylece gerçek bir operasyon merkezi kurmuş oluruz,” dedi.
Skacke odasına gidip telefonu kullanmaya başladı. Bir süre sonra Månsson onu takip etti. Ağzının köşesinde kürdanıyla, tek omzunu kapının eşiğine yaslamış, ayakta durdu.
“Olay hakkında ne düşünüyorsun, Benny?” diye sordu.
“Pek bir şey diyemiyorum,” dedi Skacke dikkatlice.
“Nedense bana imkânsız gibi geliyor.”
“İmkânsız tam da doğru kelime,” dedi Månsson.
“Anlamadığım şey, ardında yatan neden.”
“Ayrıntıları oturtana kadar nedene pek takılmamalıyız bence.”
Telefon çaldı. Skacke not aldı.
“Palmgren’i vuran adamın, sonrasında yemek salonundan kaçma şansı sadece binde birmiş. Ateş edilme anına değin adam tam bir radikal gibi davranmış.”
“Bir nevi suikastçı gibi mi demek istiyorsun?”
“Aynen. Sonrasında? Ne olmuş? Kaçışı tam bir mucize ve artık radikal biri olmaktan öte tam panik olmuş.”
“Bu yüzden mi şehirden ayrılacağını düşünüyorsun?”
“Kısmen. İçeri girip yürüyor, adamı vuruyor ve sonrasında olanlar umurunda bile değil. Ama sonra, tıpkı çoğu suçlu gibi panik yapıyor. Korkuya kapılıyor ve oradan bir an evvel kaçmak istiyor, olabildiğince uzağa.”
Bu bir teori tabii, diye düşündü Skacke. Oldukça gevşek bir temeli vardı gerçi.
Ama hiçbir şey demedi.
“Tabii bu sadece bir teori,” dedi Månsson. “İyi bir polis, sadece teorilere bel bağlamaz. Fakat şu an üstünde çalışabileceğimiz başka bir şey göremiyorum.”
Telefon çaldı.
Çalışmanın sonu yok, diye düşündü Månsson. Hiç bitmiyordu.
Üstelik de izinde olması gerekirken!
Zorlu bir geceydi, asıl zorluk, hiçbir şey olmamasından dolayıydı. Eşkâle aşağı yukarı uyan bazı insanlar otoyolda şehirden çıkarken ya da tren istasyonunda durdurulmuştu. Hiçbirisinin bu olayla alakası yok gibiydi ama isimleri alınmıştı.
Bire yirmi kala, son tren istasyondan ayrıldı.
İkiye çeyrek kala, Lund’daki iki polis, Palmgren’in hayatta olduğu mesajını gönderdi.
Saat üçte, aynı kaynaktan bir mesaj daha geldi. Bayan Palmgren şoktaydı ve sorguya almak mümkün değildi. Ancak saldırganı net bir şekilde görmüştü ve onu tanımadığından emindi.
“Lund’daki şu herif, çok uyanık birine benziyor,” dedi Månsson esneyerek.
Sabaha karşı dördü biraz geçerken Lund’daki polisler gene temasa geçti. Palmgren’i tedavi eden doktor ekibi şu an için ameliyat yapmamaya karar vermişti. Kurşun, sol kulağının arkasından içeri girmişti; ne tür bir hasar verdiğini anlamak imkânsızdı. Yaralının durumu nispeten iyi olarak bildiriliyordu ki beklemeyi tercih etmişlerdi.
Månsson’un durumuysa hiç iyi değildi. Yorgundu, boğazı kupkuruydu, suyunu doldurmak için sık sık lavaboya gidip durdu.
“Başında bir kurşunla nasıl hayatta kalabilirsin ki?” diye sordu Skacke.
“Olabilir,” dedi Månsson, “daha önce yaşandı. Bazen dokular üstünü kapatır, işte o zaman iyileşebilir. Ama doktorlar kurşunu çıkarmak istese adam ölebilirdi.”
Backlund anlaşılan uzun süre Savoy’da kalmıştı çünkü saat dört buçukta teknik ekibin olay yerini inceleyebilmesi için büyük bir alanı kapattığını açıklamak üzere telefon etti, bu da en erken birkaç saat sonra yapılacaktı.
“Burada ona ihtiyaç var mı diye soruyor,” dedi Skacke, elini ahizenin üstüne koyup.
“Şimdi onu isteyebilecek tek kişi evde yatağındaki karısıdır,” dedi Månsson.
Skacke bu mesajı iletti fakat biraz yumuşattı. Bunun üstüne Skacke, “Bence Bulltofta’yı eleyebiliriz,” dedi. “Oradan en son uçak, on biri beş geçe kalktı. O tarife uyan kimse yoktu. Bir sonraki de altı otuzda kalkacak. İki gün önceden bütün biletler satılmış ve bekleme listesinde bekleyen yok.”
Månsson bunun üzerine bir süre kafa yordu. “Hım-mm,” dedi sonunda. “Sanırım yataktan kaldırılmaktan hiç hoşlanmayacak birine telefon açmam gerekecek.”
“Kime? Müdüre mi?”
“Hayır, herhâlde o da en fazla bizim kadar uyumuştur.
Bu arada, sen dün gece hangi delikteydin?”
“Sinemada,” dedi Skacke. “Her gece evde oturup ders çalışacak hâlim yok ya.”
“Ben hayatımda hiç evde oturup ders çalışmadım,” dedi Månsson. “Şu deniz otobüslerinden biri saat dokuzda Malmö’den çıkıp Kopenhag yoluna çıktı. Hangisi olduğunu öğrenmeye çalış.”
Bu da beklenmedik derecede zor bir görevmiş meğer. Yarım saat geçtikten sonra Skacke raporunu verebildi: “Adı Springeren ve şu anda Kopenhag’da. Bazı insanları arayıp yataktan kaldırınca amma huysuzlanıyorlar.”
“Şu anda benim çok daha kötü bir işim olduğunu düşünerek içini rahatlatabilirsin,” dedi Månsson.
Odasına gitti, telefonu açıp Danimarka’yı, 00945’i ve sonra Danimarka İstihbarat Teşkilatı’ndan Polis Yüzbaşı Mogensen’in evini aradı. On yedi kere çaldırdıktan sonra, kalın bir ses cevap verdi, “Mogensen.”
“Ben Malmö’den Per Månsson.”
“Ne istiyorsun be?” dedi Mogensen. “Saatin kaç olduğunun farkında mısın?”
“Evet,” dedi Månsson, “ama çok önemli olabilir.”
“Bayağı önemli olsa iyi olur,” dedi Danimarkalı adam tehdit edercesine.
“Dün gece burada, Malmö’de bir cinayet teşebbüsü oldu,” dedi Månsson. “Saldırganın uçakla Kopenhag’a kaçmış olma ihtimali var. Eşkâli elimizde.”
Sonra tüm hikâyeyi aktarınca Mogensen acı acı, “Tanrı aşkına ya, benden mucize mi bekliyorsun?” dedi.
“Neden olmasın?” dedi Månsson. “Bir şey duyarsan, haber et.”
Mogensen, oldukça net bir sesle, “Canın cehenneme,” dedikten sonra telefonu çat diye kapattı.
Månsson esneyerek silkelendi.
Hiçbir şey olmadı.
Backlund biraz sonra arayıp olay yerini incelemeye başladıklarının haberini verdi. Saat o sırada sekizdi.
“Hay aksi, tam cin gibi,” dedi Månsson.
“Şimdi nereye gideceğiz?” diye sordu Skacke.
“Hiçbir yere. Bekleyeceğiz.”
Saat dokuza yirmi kala, Månsson’un özel hattı çaldı. Telefonu açtı, bir iki dakika dinledi, bir teşekkürler ya da hoşça kal bile demeden konuşmayı sonlandırıp Skacke’ye seslendi, “Stockholm’ü ara. Hemen.”
“Ne diyeceğim?”
Månsson saate baktı.
“Mogensen aradı. Adının Bengt Stensson olduğunu söyleyen bir İsveçli dün gece Kastrup’tan Stockholm’e bilet almış ve sonra saatlerce yedekte beklemiş. En sonunda 8.25’te kalkan bir SAS uçağına binmiş. Uçak en fazla on dakika önce Arlanda’ya inmiş olmalı. Adam elimizdeki tarife uyuyor olabilir. Havaalanından şehre giden otobüsün terminalde durdurulmasını ve bu adamın gözaltına alınmasını istiyorum.”
Skacke telefonun başına geçti.
“Tamam,” dedi yarım dakika sonra nefes nefese. “İş Stockholm’de.”
“Kiminle konuştun?”
“Gunvald Larsson.”
“Ah, o mu?”
Beklediler.
Yarım saat sonra, Skacke’nin telefonu çaldı. Ahizeyi anında kulağına götürdü, dinlerken elinde aletle kalakaldı. “Kaçırmışlar,” dedi.
“Ah,” dedi Månsson kısaca.
Oysa tam yirmi dakikaları vardı, diye düşündü.