Kitobni o'qish: «Kilitli Oda»
1
St Maria’nın çanları saat ikiyi çalarken kadın, Wollmar Yxkulls Caddesi’ndeki metro istasyonundan çıktı. Acele acele Maria Meydanı’na doğru yürümeden önce durup bir sigara yaktı.
Kilise çanlarının sesinin havada yankılanması, ona çocukluğunun kasvetli pazar günlerini hatırlatmıştı. St Maria Kilisesi’nden birkaç blok ötede doğup büyümüştü, aynı zamanda bu kilisede vaftiz edilmiş ve on iki yıl kadar sonra da tasdik edilmişti. Tasdik edilmesine dair tek hatırladığı, papaza Strindberg’in, St Maria çanlarının ‘melankolik nağmesi’ hakkında yazarken ne demek istediğini sormaktı. Ama adamın cevabını hatırlamıyordu.
Güneş sırtına vuruyordu. St Pauls Caddesi’nden karşıya geçtikten sonra adımlarını yavaşlattı, terlemek istemiyordu. Birdenbire ne kadar gergin olduğunu fark edince evden çıkmadan önce bir sakinleştirici almadığına pişman oldu.
Meydanın ortasındaki çeşmeye ulaşınca kumaş mendilini serin suya daldırdı ve ağaçların gölgesinde bir banka oturdu. Gözlüğünü çıkarıp mendille yüzünü sildi, açık mavi gömleğinin eteğiyle gözlük camlarını temizledi ve gözlüğünü tekrar taktı. Kocaman camları ışığı yansıtıyor, yüzünün üst yarısını saklıyordu. Kadın geniş kenarlı, mavi kot şapkasını çıkardı, düz sarı saçlarını elinde toplayıp omuzlarına kadar kaldırdı ve ensesini mendille sildi. Sonra şapkasını takıp kaşlarına kadar indirdi, sessizce oturup mendili ellerinin ortasında dertop edilmiş hâlde durdu.
Bir süre sonra mendili açıp bankın üzerine koydu ve avuçlarını kot pantolonuna sildi. Kol saatine baktı. Saat iki buçuğu gösteriyordu. Kalkmadan önce sakinleşmek için son birkaç dakikası vardı.
Saat 2.45’i vurunca kucağında duran, omuz askılı, koyu yeşil kanvas çantasını açtı, artık kupkuru olmuş mendilini aldı ve katlamadan çantaya soktu. Sonra ayağa kalktı, çantanın deri askısını sağ omzuna astığı gibi yürümeye başladı.
Horns Caddesi’ne yaklaştıkça üzerindeki gerginlik azalmıştı; kendi kendini, her şey yolunda gidecek, diye telkin etti.
Günlerden cumaydı, haziranın son günüydü ve birçok kişi için yaz tatili yeni başlamıştı. Horns Caddesi’nde hem caddede hem de kaldırımlarda trafik vızır vızırdı. Kadın meydandan çıkınca sola dönüp evlerin gölgesinden yürüdü.
Bugünün akıllıca bir seçim olmasını umuyordu. Artıları eksileri tartmış ve planını önümüzdeki haftaya kadar ertelemek zorunda kalabileceğini fark etmişti. Kendini böyle bir zihinsel strese sokmayı pek istemese de bunda bir zarar yoktu.
Oraya planladığından daha erken vardı ve sokağın gölgeli tarafında durup karşısındaki kocaman vitrini inceledi. Parlak camı güneş ışınlarını yansıtıyor, yoğun trafik görüşünü kısıtlıyordu. Fakat bir şey fark etmişti. Perdeler kapalıydı.
Vitrinlere bakıyormuş gibi yaparak kaldırımda yavaş yavaş volta attı ve yakınlardaki bir saat tamircisinin dışında asılı duran bir duvar saati olmasına rağmen kadın kol saatine bakıp durdu. Tüm bu süre boyunca da gözleri sokağın karşısındaki kapının üzerindeydi.
Saat 2.55’te kavşaktaki yaya geçidine doğru gitti. Dört dakika sonra, banka kapısının önündeydi.
Kapıyı iterek açmadan önce çantasının ağzını açtı. İçeri girince etrafı gözleriyle şöyle bir taradı. İsveç’in büyük bankalarından birinin yeni bir şubesiydi burası. Uzun ve dardı; öndeki duvar, kapıdan ve tek pencereden oluşuyordu. Kadının sağ tarafında, pencereden diğer taraftaki kısa duvarın sonuna kadar uzayan vezne ve sol tarafında da uzun duvara sabitlenmiş dört çalışma masası vardı. Masaların ilerisinde alçak, yuvarlak bir sehpa ve kırmızı dama desenli kumaşla kaplı iki tabure duruyordu. Daha da ileride muhtemelen bankanın kasalarına inerek gözden kaybolan, oldukça dik basamaklı merdivenler gözüküyordu.
Ondan önce sadece bir adam içeri girmişti. Veznede dikiliyor, parayı ve belgeleri evrak çantasına koyuyordu. Veznenin arkasında, iki kadın veznedar oturuyordu. Daha ileride, erkek bir görevli ayakta durmuş, bir kartoteğe göz atıyordu.
Kadın masalardan birine yaklaşarak çantasının cebinden bir tükenmez kalem çıkardı, göz ucuyla da bir yandan evrak çantası taşıyan müşterinin sokak kapısından çıkışını takip ediyordu. Kutudan bir ödeme formu alıp üstünü karalamaya başladı. Bir süre sonra, erkek bankacının kapıya doğru gidip kilitlediğini gördü. Sonra adam öne eğilip iç kapıyı açık tutan kancayı itti. Kapı kapanırken tıs diye bir ses çıkardı ve adam tekrar veznenin arkasındaki yerine döndü.
Kadın, mendilini çantasından çıkardı. Sol elinde mendili, sağ elinde de formu tutup vezneye doğru yaklaşırken burnunu silermiş gibi yaptı.
Sonra formu çantasına tıktı, içinden boş bir naylon poşet çıkarıp tezgâha koydu. Tabancasını tutup kadın çalışana doğrulttu ve mendilini ağzının önünde tutup şöyle dedi: “Bu bir soygundur. Tabanca dolu ve olay çıkarırsan vururum. Oradaki bütün parayı bu torbaya koy şimdi.”
Veznenin arkasındaki kadın ona dimdik baktı ve yavaşça poşeti alıp önüne açtı. Diğer kadın saçlarını taramayı kesti. Elleri yavaşça öne indi. Bir şey söyleyecek gibi ağzını açtı ama ses çıkmadı. Masasının arkasında hâlâ ayakta duran adamsa irkilerek yerinden sıçradı.
Kadın hemen tabancayı ona çevirip bağırdı: “Olduğun yerde kal! Ellerini görebileceğim bir yere koy.”
Tabancanın namlusunu, önündeki korkudan donakalmış kadına sabırsızca sallayarak devam etti: “Hadi çabuk koy parayı! Hepsini koy! Hadi, hadi!”
Veznedar para tomarlarını torbaya koymaya başladı. Bitince hepsini tezgâha koydu.
Birdenbire masadaki adam, “Bu asla yanına kalmaz. Polis…” dedi.
“Kapa çeneni!” diye haykırdı kadın.
Sonra mendilini açık çantasına attığı gibi naylon poşeti aldı. Poşet ağırdı, bu güzeldi işte. Yavaşça kapıya doğru geri geri çekilirken tabancanın namlusunu sırayla bütün çalışanlara tuttu.
Birdenbire odanın uzak ucundaki merdivenlerden biri yukarı koştu: Ütülü pantolonlu, parlak düğmeli ve göğüs cebinde kocaman altın rengi bir amblem olan mavi blazer ceketli, uzun boylu, sarışın bir adamdı.
Güçlü bir bam sesi odada yankılandı ve duvarlarda gümbürdemeye devam etti. Kadının eli tavana doğru hızla çekilirken ceketli adamın arkaya doğru yalpaladığını gördü. Ayakkabıları gıcır gıcır ve yeniydi, kalın, kauçuk tabanlıydı. Ancak adamın kafası korkunç bir küt sesiyle basamağa çarpınca kadın onu vurduğunu fark etti.
Tabancayı çantasına atıp veznenin arkasında korkudan ödü patlayan, gözleri pörtlemiş üç kişiye bakakaldı. Sonra soluğu kapının yanında aldı. Kilitle uğraşırken sokağa çıkmadan önce düşünecek kısa zaman bulmuştu: “Şimdi sakinleşmeli, sakin sakin yürümeliyim.” Fakat kaldırıma adım attığı saniye, kavşağa doğru koşar adım ilerlemeye başladı.
Etrafındaki insanları görmedi, sadece birkaçına çarparak geçtiğini ve kulaklarında çınlamaya devam eden silah sesini fark etti.
Köşeyi dönüp koşmaya başladı, naylon torba elinde, ağır çantası kalçasına çarpıyordu. Çocukken oturduğu binanın kapısını çekerek açtıktan sonra, eski bildiği yoldan avluya çıktı ve yürüme temposunu yavaşlattı. Dik bir merdivenden bodrum katına inip en alt basamağa oturdu.
Naylon torbayı çantasının içindeki otomatik silahın üstüne tıkmaya çalıştı ama yer yoktu. Şapkasını, gözlüğünü ve sarı peruğunu çıkardı, hepsini çantaya sokuşturdu. Kendi saçları kısa ve kahverengiydi. Ayağa kalktı, gömleğinin düğmelerini açıp çıkardı ve onu da çantaya soktu. Gömleğin içine kısa kollu, siyah koton bir bluz giymişti. Çapraz çantayı sol omzuna atıp naylon torbayı aldı ve merdivenlerden gene avluya çıktı. İki duvarın tepesinden tırmandı ve sonunda kendini sokakta, bloğun sonunda buldu.
Arkasından küçük bir bakkala girdi, iki litre süt aldı, sütleri büyük bir kâğıt torbaya koydu ve naylon poşetini de onların üstüne koydu.
Sonra Slussen boyunca yürüdü ve metroya binip evine döndü.
2
Gunvald Larsson olay yerine şahsi arabasıyla gelmişti. Kırmızı bir BMW’si vardı, İsveç için sıra dışı bir modeldi ve çoğu insana göre bir dedektif komiser için fazla havalıydı, özellikle de işe giderken kullandığında.
Bu güzel cuma akşamüstü, tam evine dönmek üzere direksiyonun başına kurulmuştu ki Einar Rönn merkezin kapısından avluya koşmuş ve Bollmora’daki evinde, sessiz bir akşam geçirme planlarını tuzla buz etmişti. Einar Rönn de Ulusal Cinayet Masası’nda dedektif komiserdi ve muhtemelen Gunvald Larsson’un tek arkadaşıydı; bu yüzden Gunvald Larsson’un bu boş akşamını feda etmek zorunda kalacağı için üzgün olduğunu söylerken ciddiydi.
Rönn, polis arabasıyla Horns Caddesi’ne geçti. Oraya vardığında birkaç araç ve Güney Bölgesi’nden birkaç kişi çoktan oradaydı. Gunvald Larsson ise bankanın içindeydi.
Banka dışında küçük bir grup insan toplanmıştı ve Rönn karşı kaldırıma geçerken orada dikilen, izleyenlere bakan üniformalı polislerden biri yanına gelip, “Silah sesi duyduğunu söyleyen iki şahit var. Onlarla ne yapayım?” diye sordu.
“Bir dakika beklet,” dedi Rönn. “Diğerlerini de dağıtmaya çalış.”
Memur başıyla onayladı ve Rönn de bankanın içine girdi.
Uzun veznenin ve çalışma masalarının ortasındaki mermer zemindeki ölü adam, kolları iki yana açık, sol dizi kırık, sırtüstü yatıyordu. Pantolonunun bir bacağı sıyrılmış, üstünde lacivert bir çapa sembolü olan, sakız gibi beyaz orlon çorabı ve sarı kıllarla dolu, bronz bacağının bir kısmı ortaya çıkmıştı. Kurşun tam suratına isabet etmişti, kafasının arkasından kan ve beyin parçacıkları saçılmıştı.
Banka personeli odanın uzak ucunda bir arada oturuyordu ve önlerinde Gunvald Larsson, yarı ayakta dikilmiş, yarı oturur vaziyette bir bacağını bir masanın kenarına yaslamıştı. Kadınlardan biri tiz ve hiddetli bir sesle konuşuyordu.
Gunvald Larsson, Rönn’ü görünce kadına sağ avucunu kaldırdı, kadın da sözünü yarıda kesmek zorunda kaldı. Gunvald Larsson kalktı, veznenin arkasına geçti, elinde defteriyle Rönn’e doğru yürüdü. Yerdeki adamı başıyla işaret edip konuştu:
“Pek iyi görünmüyor. Sen burada kalırsan, ben de tanıkları başka yere götürebilirim, belki Rosenlunds Caddesi’ndeki eski emniyete. Sen de rahat rahat çalışırsın burada.”
Rönn başıyla onayladı. “Soyguncu, bir kadınmış,” dedi.
“Nakit parayla kaçmış. Nereye gittiğini gören olmuş mu?”
“Banka personelinden gören yok,” dedi Gunvald Larsson. “Anlaşılan dışarıda dikilen bir adam, bir arabanın uzaklaştığını görmüş ama plakayı alamamış ve modelini de tam hatırlamıyor, bu yüzden buradan pek bir yere varılamaz. Onunla daha sonra konuşacağım.”
“Bu kim peki?” diye sordu Rönn, kafasıyla ölü adamı işaret ederek.
“Kahraman rolüne soyunmaya kalkan salağın teki. Kendini soyguncunun üstüne atmak istemiş, tabii ki kadın da o anlık panikle ateş etmiş. Bankanın müşterilerinden biriymiş, çalışanlar onu tanıyor. Buraya özel kasası için gelmiş ve olayın tam ortasında, şuradaki merdivenlerden yukarı çıkıyormuş.” Gunvald Larsson not defterine göz attı. “Bir jimnastik okulunda müdürmüş, adı Gårdon, å harfiyle.”
“Kendini Flash Gordon zannetmiş sanırım,” dedi Rönn.
Gunvald Larsson ona soru soran gözlerle baktı.
Rönn kızarıp konuyu değiştirmeye çalıştı: “Eh, şu şey sayesinde kadının nasıl göründüğünü görebiliriz diye umuyorum.” Tavanın altına yerleştirilmiş kamerayı işaret etti.
“Eğer düzgün bir şekilde çalışıyorsa ve içinde film varsa tabii,” dedi Gunvald Larsson şüpheyle. “Ve veznedar düğmeye basmayı aklına getirebilmişse.”
Bugünlerde İsveç bankalarının çoğu, görevdeki veznedarın yerdeki bir düğmeye ayağıyla basmasıyla kayda geçen bir kamerayla donatılmıştı. Soygun sırasında personelin yapması gereken tek şey buydu. Silahlı soygun sayısı arttıkça, bankalar personellerine istenen paraları teslim etmelerini ve soyguncuları durdurmak ya da kaçmalarını engellemeye çalışmak için kendi canlarını riske atacak şeyler yapmamalarını emretmişti. Bu emir, göründüğü gibi insaniyet namına ya da banka personelini düşünmenin bir sonucu değildi. Yalnızca edinilen tecrübenin semeresiydi. Banka ve sigorta şirketleri için, soyguncuların aldıkları nakitle kaçmalarına izin vermeleri, ortaya çıkan hasarı onarmaktan ve belki de kurbanların ailelerine ömürlerinin sonuna kadar maddi destek vermekten daha ucuza geliyordu. Birisi yaralanır ya da ölürse maddi destek sağlamaları gerekiyordu.
Şimdi polis doktoru olay yerine varmış ve Rönn arabasına gidip cinayet setini getirmişti. Eski moda yöntemler kullanırdı ve böyle iyi de iş çıkarıyordu. Gunvald Larsson, banka personeli ve kendilerini tanık diye ortaya atan dört kişiyle birlikte Rosenlunds Caddesi’ndeki eski emniyetin yolunu tuttu.
Kullanması için izin verdikleri sorgu odasında süet ceketini çıkarıp bir sandalyenin arkasına astıktan sonra, öncü incelemelerine başladı. Banka personeli tarafından verilen ilk üç ifade, birbirinin tıpatıp aynısı sayılırdı; diğer dört ifade ise farklıydı.
Dört tanıktan birincisi kırk iki yaşında bir adamdı ve silah ateşlendiğinde bankadan beş metre uzakta, bir kapı eşiğinde dikiliyordu. Siyah şapkalı ve güneş gözlüklü bir kızın aceleyle oradan geçtiğini görmüştü ve onun ifadesine göre, yarım dakika sonra sokağa baktığında yeşil bir arabanın, muhtemelen bir Opel’di, on beş metre ötede kaldırım kenarından trafiğe karıştığını görmüştü. Araba Hornsplan istikametinde hızla gözden kaybolmuştu ve adam, sanki siyah şapkalı kızı arka koltukta otururken görmüştü. Arabanın plakasını alamamıştı ama ‘AB’ ile başladığını düşünüyordu.
Sıradaki tanık bir kadındı, bir butik sahibiydi. Ateş edildiğini duyduğunda dükkânının açık kapısında dikiliyordu, dükkânın bir duvarı bankayla ortaktı. Kadın ilk önce sesin, butiğinin içindeki kilerden geldiğini zannetmişti. Gaz ocağının patladığından korkup anında içeri koşmuştu. Patlamadığını anlayınca kapıya geri dönmüştü. Caddeye doğru bakınca büyük, mavi bir arabanın patinaj çekerek trafiğe karıştığını görmüştü. Aynı saniye, bir kadın bankadan dışarı çıkmış ve biri vuruldu diye haykırmıştı. Kadın, arabanın içinde kimin oturduğunu ya da plakayı görememişti ama araba sanki taksiye benziyordu.
Üçüncü tanık, otuz iki yaşında bir metal işçisiydi. Onun ifadesi daha detaylıydı. Ateş edildiğini duymamıştı ya da en azından farkında değildi. Kız bankadan çıktığında, adam kaldırımda yürüyordu. Kızın acelesi vardı ve yanından geçerken onu iteklemişti. Adam kızın yüzünü görmemişti fakat otuz yaşlarında olduğunu tahmin ediyordu. Üstünde mavi pantolon, gömlek, bir şapka vardı ve elinde koyu renk bir torba taşıyordu. Kadının, iki tane 3 rakamı olan ‘A’ plakalı bir arabaya gittiğini görmüştü. Araba bej rengi bir Renault 16’ydı. Direksiyonda yirmi yirmi beş yaşlarında zayıf bir adam oturuyordu. Uzun, siyah saçlıydı ve kısa kollu koton tişört giymişti. Dikkat çekici bir şekilde solgundu. Biraz daha yaşı büyük, başka bir adam da kaldırımda duruyordu ve kıza kapıyı açmıştı. Kapıyı arkasından kapattıktan sonra, ön koltukta sürücünün yanına oturmuştu. Bu adam da güçlü yapılıydı, yaklaşık bir seksen boyunda, uzun, kül rengi saçları vardı, kıvırcık ve çok gür. Cildi kırmızıydı ve siyah İspanyol paça pantolon ve parlak kumaştan siyah bir gömlek giymişti. Araba U dönüşü yapmış, Slussen istikametinde gözden kaybolmuştu.
Bu ifadeden sonra, Gunvald Larsson’un kafası çorba oldu. Sonuncu tanığı çağırmadan önce notlarını dikkatlice okudu.
Sonuncu tanık, elli yaşında bir saat tamircisiydi, bankanın tam önünde, arabasının içinde oturmuş, karşı kaldırımdaki bir ayakkabıcıda olan karısını bekliyordu. Penceresi açıktı ve ateş edildiğini duymuştu fakat Horns Caddesi gibi bir cadde her zaman çok gürültülü olduğundan bir tepki vermemişti. Kadının bankadan çıktığını gördüğünde saat üçü beş geçiyordu. Kadın dikkatini çekmişti çünkü yaşlı bir kadına çarpıp ‘affedersiniz’ bile dememişti ve adam da içinden, böyle acelesi olup da kibarlığı umursamamak, tam tipik Stockholm’lü davranışı diye düşünmüştü. Adam Södertälje’liydi. Kadın pantolon giymişti ve başında kovboy şapkasına benzer bir şapka, elinde de siyah bir torba vardı. Kavşağa koşmuş, köşeyi dönüp gözden kaybolmuştu. Hayır, herhangi bir arabaya binmemişti, hiç durmadan doğruca köşeye gitmiş ve gözden kaybolmuştu.
Gunvald Larsson, telefon edip Renault’daki adamların eşkâlini tarif etti, ayağa kalktı, belgelerini toparladı ve saate baktı. Altı olmuştu.
Muhtemelen boşu boşuna bir sürü iş yapmıştı. Olay yerine ilk ulaşan polis memurlarına farklı araçlar görüldüğüne dair ifadeler verilmişti. Tanıkların ifadeleri birbiriyle tutarlı değildi. Elbette her şey rezil durumdaydı. Her zamanki gibi.
Bir an için Gunvald Larsson, şu sonuncu tanığı alıkoysam mı diye düşündü ama bu düşüncesinden vazgeçti. Herkes bir an evvel evine gitmeye can atıyordu. Doğrusu en çok can atan da kendisiydi. Bu yüzden bütün tanıkları gönderdi.
Ceketini giyip bankaya geri döndü.
Cesur jimnastik hocasının cesedi kaldırılmıştı ve genç bir polis memuru arabasından inip ona Dedektif Komiser Rönn’ün onu odasında beklediğinin haberini verdi. Gunvald Larsson derin bir iç çekip arabasına yöneldi.
3
Hayatta olduğuna şaşırarak uyanmıştı. Yeni değildi bu his. Tamı tamına son on beş aydır her gün gözlerini aynı kafa karıştırıcı soruyla açıyordu: Nasıl olur da hâlâ hayattayım?
Tam uyanmadan evvel bir rüya gördü. Bu da on beş aylık bir durumdu. Durmadan değişse de hep aynı sıralamada ilerliyordu. Ata binmişti. Soğuk esen rüzgâr saçlarını savururken Martin Beck atın üstünde öne eğilmiş, dörtnala gidiyordu. Arkasından bir istasyonda, platformda koşuyordu. Tam önünde silahını çekmiş bir adam görüyordu. Adamın kim olduğunu ve neler olacağını biliyordu. Adam Charles J. Guiteau idi; silah bir nişancı tabancasıydı, Hammerli International modeldi.
Adam tam silahı ateşlerken Martin Beck öne atılıp kurşunu gövdesiyle durduruyordu. Kurşun bir balyoz gibi göğsünün tam ortasına iniyordu. Kendini feda ettiği ortadaydı; tam o sırada, bu hareketinin beyhude olduğu kafasına dank ediyordu. Başkan çoktan yere yığılmıştı, başındaki parlak melon şapka düşmüştü ve yerde yuvarlanıyordu.
Her zamanki gibi, kurşun ona değdiği an uyandı. Önce her şey karardı, arkasından beyninden kavurucu bir sıcak geçti. Sonra gözlerini açtı.
Martin Beck, sessizce yatağında uzanıp tavanı seyretti. Odanın içi aydınlıktı. Rüyasını düşündü. Pek anlamlı bir rüyaya benzemiyordu, en azından bu versiyonu. Ayrıca saçmalıklarla doluydu. Silah mesela, bir altıpatlar ya da kısa namlulu bir cep tabancası olmalıydı; ayrıca Garfield nasıl orada ölümcül hâlde yaralanmış olarak yatabilirdi ki, ne de olsa kendisi kurşunu göğsüyle görkemli bir biçimde durdurmuştu?
Katilin gerçekte nasıl göründüğü hakkında hiçbir fikri yoktu. Adamın fotoğrafını görmüşse bile, zihnindeki imge çoktan silinmişti. Guiteau genelde mavi gözlü, sarı bıyıklı ve arkaya taranmış, derli toplu saçlı olurdu ama bugün daha çok, meşhur bir rolde oynamış bir aktöre benziyordu. Martin Beck bunun hangi rol olduğunu anında hatırladı: Cehennemden Dönüş filmindeki kumarcı rolüyle John Carradine. Tüm sahne son derece romantikti.
Gelgelelim, göğsünüzdeki kurşun, o romantik duruşunu hemen kaybeder. Martin Beck, bunu tecrübeyle biliyordu. Eğer sağ göğsü teğet geçip omurganın yakınına yerleşirse, hem çok acı hem de uzun vadede çok zahmetli bir tesiri olurdu.
Fakat aynı zamanda rüyanın içinde, kendi gerçekliğiyle uyuşan kısımlar da mevcuttu. Nişancının namlusu mesela. Mavi gözlü, sarı bıyıklı ve saçları geriye taranmış, işten çıkarılmış eski bir polis memuruna aitti. Soğuk, karanlık bir bahar günü bir çatıda karşılaşmışlardı. Aralarında tek kelime konuşmamışlardı. Sadece bir silah patlamıştı.
O akşam Martin Beck, beyaz duvarlı bir odada uyanmıştı. Tam olarak belirtmek gerekirse, Karolinska Hastanesi’nin göğüs cerrahisi kliniğinde. Orada ona hayatının tehlike altında olmadığını söylemişlerdi. Öyleyken bile, Martin Beck kendi kendine nasıl hâlâ hayatta olduğunu sormuştu.
Daha sonra, aldığı yaranın hayatını artık tehdit etmediğini söylemişlerdi fakat kurşun iyi bir yerde değildi. Martin Beck, ‘artık’ kelimesini algılamış fakat kabullenmemişti. Doktorlar haftalar boyu röntgen filmlerini inceledikten sonra yabancı cismi vücudundan çıkarmışlardı. Arkasından, aldığı yaranın hayatı için kesinlikle herhangi bir tehlike oluşturmadığını söylemişlerdi ve ağırdan alırsa, tamamen iyileşecekti. Fakat artık o noktada Martin Beck onlara inanmayı bırakmıştı.
Yine de her şeyi bayağı ağırdan alıyordu. Başka seçeneği yoktu.
Şimdiyse ona tamamen iyileştiğini söylüyorlardı ama sadece: “Fiziksel olarak.” Ayrıca sigara içmemeliydi. Soluk borusu zaten çok sağlıklı değildi, ciğerinden geçen bir kurşun yarası da durumu hiç de iyi yapmıyordu. Yarası iyileştikten sonra, kabuğun etrafında gizemli izler çıkmaya başlamıştı.
Martin Beck kalktı. Oturma odasından hole geçti ve paspasta duran gazetesini alıp mutfağa devam etti, bu arada da ön sayfadaki manşetleri gözleriyle taradı. Hava güzeldi ve meteorolojiye göre öyle kalacaktı. Bunun haricinde her şey, her zamanki gibi, daha kötüye gidiyor gibiydi. Gazeteyi mutfaktaki masaya koyup buzdolabından bir kutu yoğurt çıkardı. Tadı her zamanki gibiydi, ne iyi ne kötü, sadece bir nebze küflü ve yapaydı. Kutu muhtemelen uzun zamandır bekliyordu. Belki de satın aldığında da bayattı. Stockholm’lülerin özel bir çaba göstermeden ya da ateş pahası bir fiyat ödemeden taze bir ürün alabildiği günler çoktan mazi olmuştu. Sıradaki durak banyoydu. Martin Beck yüzünü yıkayıp dişlerini fırçaladıktan sonra yatak odasına döndü, yatağı topladı, pijamasının altını çıkarıp giyinmeye başladı.
Bunu yaparken de huzursuz huzursuz etrafa bakındı. Şehir merkezinde Köpman Caddesi’nde bir binanın en üst katındaki bir dairede oturuyordu. Çoğu Stockholm’lü buraya rüya gibi bir ev derdi. Martin Beck üç yıldan uzun zamandır burada yaşıyordu ve ne kadar rahat olduğunu hatırlayabiliyordu, ta ki o bahar günü çatının tepesinde yaşadığı şeye kadar.
Bugünlerdeyse onu ziyaret edenler olmasına rağmen kendini çoğunlukla eve kapanmış ve yalnız hissediyordu. Muhtemelen dairenin bir kabahati yoktu. Martin Beck son zamanlarda, açık havadayken bile kendini klostrofobik hissediyordu.
Belli belirsiz bir sigara içme isteği duydu. Doktorlar ona kesinlikle bırakmasını söylemişti ama o umursamıyordu. İçmemesinin asıl nedeni, Devlet Tütün İdaresi’nin her zaman içtiği markanın üretimini durdurmasıydı. Şimdi artık piyasada karton filtreli sigara bulmak imkânsızdı. Bir iki kere diğer çeşitleri denemişti ama onlara bir türlü alışamamıştı. Kravatını bağlarken huzursuz bir şekilde gemi maketlerini süzdü. Yatağının üstündeki rafta üç tanesi duruyordu, ikisi tamamlanmış, birisi yarımdı. Bunları yapmaya sekiz yıldan uzun zaman önce başlamıştı ama geçen yılki o nisan gününden beri onlara el sürmemişti.
O günden bu yana epey tozlanmışlardı. Kızı pek çok defa bunlara el atmayı teklif etse de Martin Beck bırakmasını söylemişti.
Sabah saat 8.30’du, 3 Temmuz 1972, Pazartesi’ydi. Çok mühim bir tarihti. Tam bugün, Martin Beck yeniden işe dönüyordu.
Hâlâ polisti; daha doğrusu, Ulusal Cinayet Masası’nın başkomiseriydi.
Martin Beck ceketini giyip gazeteyi cebine soktu, metroda okumaya niyetliydi, normalde günlük rutini böyleydi.
Güneşin altında Skeppsbron’da yürürken kirli havayı ciğerlerine çekti. Kendini yaşlı ve kof hissediyordu. Fakat bunların hiçbiri dışarıdan bakıldığında anlaşılmazdı. Tam aksine, sağlıklı ve dinç bir havası vardı, hareketleri atletik ve hızlıydı. Uzun boylu, yanık tenli, çenesi kaslı ve sakin, gri-mavi gözlü, geniş alınlı bir adam olan Martin Beck kırk dokuz yaşındaydı. Ellisine merdiven dayamıştı. Ama çoğu kişi onu daha genç sanıyordu.