Kitobni o'qish: «Kayıp İtfaiye Arabası»
1
Düzgün toplanmış yatakta ölüsü yatan adam, önce ceketiyle kravatını çıkarmış, sonra da kapının yanındaki sandalyeye asmıştı. Ardından ayakkabılarının bağcıklarını çözmüş, sandalyenin altına yerleştirmiş ve ayağına siyah bir terlik geçirmişti. Ucuna filtre takılmış üç sigara içmiş ve yatağın başucundaki sehpada duran küllükte söndürmüştü. Arkasından sırtüstü yatağa uzanmış ve ağzından kendini vurmuştu.
O kısım pek hoş görünmüyordu.
En yakındaki komşusu, erken emekliliğe ayrılmış bir yüzbaşıydı. Geçen sene yabani geyik avında kalçasından yaralanmıştı. Kazadan sonra pek uyuyamıyordu ve genellikle geceleri oturup iskambil falı açardı. İskambil destesini kutusundan tam çıkarırken duvarın diğer tarafından silah sesini duyunca derhâl polisi aramıştı.
7 Mart sabahı saat dörde yirmi vardı, iki devriye polisi kilitli kapıyı kırarak eve girdi. İçerideki yatakta yatan adam, otuz iki dakikadır ölüydü. Adamın intihar ettiği apaçık ortadaydı, bunu idrak etmeleri uzun sürmedi. Ölüm haberini telsizden duyurmak üzere arabalarına geri dönmeden evvel, dairede sağa sola baktılar ama aslında bunu yapmamaları gerekiyordu.
Dairede yatak odası haricinde bir oturma odası, bir mutfak, hol, banyo ve gömme dolap vardı. Herhangi bir mesaj ya da veda mektubuna rastlamadılar. Görünen tek yazılı şey oturma odasındaki telefonun yanında duran not defterindeki iki kelimeydi. İki kelime bir isme işaret ediyordu. Oradaki polislerin çok iyi bildiği bir isme.
Martin Beck.
* * *
Ottilia’nın isim günüydü.
Sabah on biri biraz geçe Martin Beck Güney polis merkezinden ayrılıp Karusellplan’daki tekelin önünde uzayan kuyruğa dahil oldu. Bir şişe Nutty Solera satın aldı. Metroya yürürken aynı zamanda bir demet kırmızı lale ve bir kutu İngiliz peynirli kraker aldı. Annesi vaftiz edilirken ona verilen altı addan biri Ottilia’ydı ve Martin Beck annesinin isim gününü kutlayacaktı.
Huzurevi geniş ve çok eskiydi. Orada çalışmak zorunda olanlar için fazla eski ve rahatsız bir mekândı. Martin Beck’in annesi bir yıl önce oraya taşınmıştı. Tek başına idare edemediğinden değildi bu taşınma çünkü kadın yetmiş sekiz yaşına rağmen hâlâ hayat dolu ve gayet dinçti. Fakat tek çocuğuna yük olmak istememişti. Böylece sağlığı yerindeyken kendine huzurevinde güzel bir yer ayarlamıştı ve hoş bir oda boşalınca, yani eskiden içinde yaşayan kişi vefat edince o da eşyalarının çoğunu elden çıkarıp oraya taşınmıştı. Martin Beck, babasının on dokuz yıl önceki ölümünden bu yana onun tek dayanağıydı ve arada bir, annesine kendi bakmadığı için vicdan azabı duyardı. Derinde bir yerde, içten içe, annesinin kendi inisiyatifi eline alıp ondan tavsiye istemeden hareket etmesine minnettardı.
Martin Beck içinde asla hiç kimsenin oturduğunu görmediği, kasvetli küçük oturma odalarından birinin yanından geçti, iç karartıcı koridordan yürüdü ve annesinin kapısını tıklattı. Martin Beck içeri girince annesi şaşırarak baktı; kulakları ağır işitiyordu ve onun hafif tıklamasını duymamıştı. Yüzü aydınlandı, kitabını kenara koyup doğrulmaya kalktı. Martin Beck hızlıca yanına gitti, yanağından öpüp onu nazikçe tekrar koltuğuna oturttu.
“Benim için ayaklanma lütfen,” dedi.
Çiçekleri annesinin kucağına koydu, şişeyi ve krakerleri de sehpaya bıraktı.
“İsim günün kutlu olsun, anne.”
Annesi çiçeklerin kâğıdını açıp, “Ah, ne kadar güzeller. Hele şu krakerler! Peynirli mi? Ah, şeri. Vay canına!” dedi.
Annesi ayağa kalktı, Martin Beck’in itirazlarına rağmen bir dolaba gidip gümüş rengi bir vazo çıkardı, musluktan suyla doldurdu.
“Bacaklarımı kullanamayacak kadar yaşlı ve düşkün değilim,” dedi. “Asıl sen otur orada. Şeri mi içelim, kahve mi?”
Martin Beck paltosuyla şapkasını asıp oturdu.
“Hangisini istersen,” dedi.
“Kahve yapıyorum,” dedi annesi. “Şeri de şimdilik dursun, bizim ihtiyar hanımlara ikram edip oğlum getirmiş diye övünebilirim. Konuşacak neşeli şeyler bulmak lazım.”
Martin Beck sessizce oturdu, annesinin elektrikli ocağın düğmesine basmasını ve suyla kahveyi ölçmesini izledi. Annesi ufak tefek ve narindi. Onu her gördüğünde daha da küçülüyordu.
“Burada canın sıkılıyor mu, anne?”
“Benim mi? Benim sıkıldığım görülmemiştir.”
Cevap çok hızlı ve üstünkörü bir şekilde geldiğinden Martin Beck annesine inanamadı. Annesi oturmadan önce demliği elektrikli ocağa, vazodaki çiçekleri de masaya koydu.
“Sen beni merak etme,” dedi. “Yapacak bir sürü şeyim oluyor. Kitap okuyorum, diğer kızlarla sohbet ediyorum, örgü örüyorum. Bazen kasabaya inip bir geziniyorum, gerçi durum berbat, her şeyi yıkıyorlar. Babanın eski iş yeri de yıkılmış, gördün mü?”
Martin Beck başıyla onayladı. Babasının, Klara’da küçük bir nakliye şirketi vardı ve şimdi onun yerinde cam ve betondan bir alışveriş merkezi yükseliyordu. Martin Beck yatağın yanındaki şifonyerde duran babasının fotoğrafına baktı. Resim yirmili yılların ortalarında çekilmişti, Martin Beck daha bir iki yaşındaydı ve babası hâlâ uyanık bakışlı, yandan ayrılmış parlak saçları ve inatçı bir çenesi olan genç bir adamdı. Martin Beck’in babasına benzediği söylenirdi. Kendisi hiç benzetemese de bir benzerlik varsa eğer fiziksel bir benzerlikle kısıtlıydı. Martin Beck babasını açık sözlü, neşeli bir adam olarak hatırlıyordu, çoğu kişi tarafından sevilirdi, kahkahalar atar, espriler yapardı. Martin Beck kendini utangaç ve aslında sıkıcı biri olarak tanımlardı. Fotoğrafın çekildiği dönemde babası inşaat işçisiydi ama birkaç yıl sonra, ekonomik bunalım yaşanmış ve babası iki yıl işsiz kalmıştı. Martin Beck, annesinin o fakirlik ve kaygı yıllarını hiçbir zaman aşamadığını düşünüyordu; sonradan durumları iyileşse de annesi para endişesinden hiç kurtulamamıştı. Hâlâ daha eğer zaruri değilse annesi yeni bir şey satın almazdı. Hem giysileri hem de eski evinden getirdiği mobilyalar eskilikten dökülüyordu.
Martin Beck arada sırada ona para vermeye çalışıyor, düzenli aralıklarla evinin faturalarını ödemeyi teklif ediyordu fakat annesi gururluydu, inatçıydı ve bağımsız bir kadın olmak için ısrar ediyordu.
Kahve kaynayınca Martin Beck demliği getirdi, annesi kahveyi döktü. Oğlunun hep üstüne titrerdi. Martin Beck çocukken onun bulaşıklara yardım etmesine ya da yatağını toplamasına hiç izin vermezdi. Annesinin düşünceli tavrının nasıl kötü sonuçlar doğurduğunu, ancak yıllar sonra en basit ev işini yapmayı bile beceremeyince anlayıvermişti.
Martin Beck annesini keyifle izledi, annesi kahvesinden bir yudum içmeden önce ağzına bir adet küp şeker attı. Martin Beck onun kahveyi ‘kıtlama’ içtiğini daha önce hiç görmemişti. Göz göze gelince annesi şöyle dedi:
“Ah, benim kadar yaşlanınca bazı konularda kendine özgürlük tanıyor insan.”
Annesi fincanı tabağına koyup arkasına yaslandı, incecik çilli ellerini kucağında gevşekçe bağladı.
“Eh,” dedi. “Torunlarım nasıl, anlat bakalım.”
Martin Beck bu günlerde annesine çocuklardan bahsederken olumlu şeyler dışında bir söz kullanmamaya dikkat ediyordu, ne de olsa annesi torunlarını diğer bütün çocuklardan daha akıllı, daha zeki ve daha güzel görüyordu. Martin Beck’in çocukların iyi özelliklerini yeterince takdir etmediğinden şikâyet eder, hatta onu anlayışsız ve katı bir baba olmakla itham ederdi. Martin Beck ise şahsen çocuklarını gayet gerçekçi bir biçimde algıladığı ve onların da diğer çocuklar gibi olduğu kanısındaydı. On altı yaşındaki Ingrid ile ilişkisi daha iyiydi; okulunda başarılı, hayat dolu, entel bir kızdı. Rolf yakında on üçüne basacaktı ve daha büyük bir sorundu. Tembel ve içine kapanıktı, okulla yakından uzaktan alakası yoktu ve özel bir ilgisi ve yeteneği olduğu da söylenemezdi. Martin Beck oğlunun ataletinden endişeleniyordu fakat yaşından ötürü olduğunu, oğlunun zamanla miskinlikten silkineceğini umuyordu. Şu anda Rolf hakkında söyleyecek olumlu bir şey bulamadığından ve doğruyu söylese annesi inanmayacağından konuyu değiştirdi. Ingrid’in okuldaki en son başarılarını anlattıktan sonra annesi beklenmedik bir biçimde şöyle dedi:
“Rolf okulu bitirince polis olmayacak, değil mi?”
“Sanmıyorum. Neyse, zaten daha on üç bile değil. Böyle konuları dert etmek için biraz erken.”
“Eğer isterse onu durdurmalısın çünkü,” dedi annesi. “Sen neden polis olacağım diye tutturdun, hiç anlamadım. Bugünlerde hele, senin ilk başladığından da beter bir meslek olmalı. Ya Martin, sen neden katılmıştın polis teşkilatına?”
Martin Beck annesine hayretler içinde baktı. Doğru, annesi yirmi dört yıl önceki meslek seçimine karşıydı fakat konuyu şimdi gündeme getirmesi Martin Beck’i şaşırtmıştı. Bir yıldan kısa süre önce Cinayet Masası şefi olmuştu ve iş koşulları, genç bir memurken çalıştığı koşullardan tamamen farklıydı.
Martin Beck öne eğilip annesinin elini sıvazladı.
“Şimdi iyiyim, anne,” dedi. “Bugünlerde çoğu zaman masa başındayım. Ama tabii ki ben de aynı soruyu kendime sık sık soruyorum.” Yalan değildi. Martin Beck sık sık kendine neden polis olduğunu soruyordu.
Doğal olarak, o dönemde, savaş yıllarında, askeri hizmetten kaçmak için iyi bir yoldu polis olmak. Ciğerlerindeki sorunlardan dolayı iki yıllık tehir süresinden sonra sağlığı onaylandığında artık muaf değildi, bu da gayet önemli bir sebepti. 1944 yılında askerliğe karşı olmak pek hoş karşılanmazdı. Askeri hizmetten onun gibi kaçmış çoğu kişi, o günlerden bu yana meslek değiştirmişti fakat Martin Beck yıllar içinde başkomiserliğe yükselmişti. Buna bakılırsa iyi bir polis olduğu düşünülebilirdi ama kendisi bundan pek emin değildi. Polis teşkilatında, daha az becerikli bir sürü adamın yönettiği kıdemli koltuk mevcuttu. Martin Beck iyi bir polis olmak isteyip istemediğinden de emin değildi zaten. Eğer bu, görevine bağlı olacağı ve mevzuattan zerre kadar sapmayacağı anlamına geliyorsa bunu istemiyordu. Lennart Kollberg’in uzun zaman önce ettiği bir laf geldi aklına: “Etrafta bir sürü iyi polis dolaşıyor. İyi polis olmuş aptal adamlar. Esnek değiller, kıtlar, sertler, hâllerinden memnunlar ve şuna bak ki hepsi de iyi polisler. Aslında içlerinde polis olan birkaç tane daha iyi adam olsaydı daha iyi olurdu.”
Annesi onunla dışarı kadar geldi, birlikte biraz parkta dolaştılar. Çamurumsu kar yürümeyi güçleştiriyordu ve buz gibi esen rüzgâr, yüksek ağaçların çıplak dallarını çıngırak gibi sallıyordu. On dakika dolaştıktan sonra Martin Beck annesini ön kapıya kadar götürüp yanağından öptü. Arkasını dönüp bayır aşağı inmeye başlarken annesinin girişte durup ona el salladığını gördü. Küçücük kalmıştı, çökmüştü ve griydi.
Martin Beck metroyla Västberga Allé’deki Güney polis merkezine geri döndü.
Ofisine giderken Kollberg’in odasına şöyle bir baktı. Kollberg, Martin Beck’in hem yardımcısı hem en yakın arkadaşıydı ve hem de komiserdi. Oda boştu. Martin Beck kol saatine baktı. Saat bir buçuktu. Günlerden perşembeydi. Kollberg’in nerede olduğunu çakmak büyük bir yetenek gerektirmiyordu. Martin Beck kısa bir an için orada ona katılıp bezelye çorbası içmeyi aklından geçirdi ama sonra midesini düşünüp vazgeçti. Annesinin ısrarla içirdiği bir sürü kahveden zaten rahatsız olmuştu.
Not defterinde, o sabah intihar eden adamla ilgili kısa bir not duruyordu.
Adamın adı Ernst Sigurd Karlsson’du ve kırk altı yaşındaydı. Evli değildi, en yakın akrabası Boras’ta yaşayan yaşlı teyzesiydi. Pazartesi gününden beri sigorta şirketindeki işine gitmemişti. Gripti. İş yerindeki arkadaşlarına göre yalnız bir tipti ve bildikleri kadarıyla yakın arkadaşı yoktu. Komşuları onun sessiz sakin, baş ağrıtmayan biri olduğunu, belli zamanlarda evine girip çıktığını ve nadiren ziyaretçisi olduğunu söylemişti. El yazısı üstünde yapılan testlere bakılırsa, telefonun yanındaki deftere Martin Beck’in adını o yazmıştı. İntihar etmiş olduğu da ayan beyan ortadaydı.
Dosya hakkında söylenecek başka bir şey yoktu. Ernst Sigurd Karlsson kendi hayatına son vermişti ve İsveç’te intihar suç sayılmadığından polisin yapacağı pek bir iş yoktu. Bütün soruların cevabı vardı işte. Bir soru hariç. O raporu yazan kimse, o da aynı soruyu sormuştu: Başkomiser Beck’in bu bahsi geçen adamla herhangi bir ilişkisi var mıydı ya da Martin’in durumla ilgili eklemek istediği bir şey olabilir miydi?
Martin Beck’in ekleyeceği bir şey yoktu.
Ernst Sigurd Karlsson diye birini hayatında hiç duymamıştı.
2
Gunvald Larsson, Kungsholms Caddesi’ndeki polis merkezindeki ofisinden çıktığında saat gece on buçuktu ve kahraman olma gibi bir planı yoktu. Ne de olsa Bollmora’daki evine gitmek, duş almak, pijamalarını giyip, yatıp uyumak ahım şahım bir olay değildi. Gunvald Larsson keyifle pijamalarını düşündü. Pijamaları yeniydi, daha yeni satın almıştı ve iş arkadaşlarının çoğu, kaça patladığını duysa kulaklarına inanamazdı. Gunvald Larsson eve dönerken beş dakikasını bile almayacak küçük bir görevi yerine getirecekti. Pijamalarını düşüne düşüne Bulgar işi koyun postu ceketine büründü, ışığı söndürdü, kapıyı arkasından kapatıp oradan çıktı. Ahı gitmiş vahı kalmış asansör her zamanki gibi tutukluk yapmıştı, hareket etmeye ikna edilmesi için Gunvald Larsson ayaklarını iki kere sertçe yere vurdu. İri bir adamdı Gunvald, ayakkabısız bir doksan beşti, yaklaşık yüz kiloydu ve ayaklarını bir vurdu mu fark edilirdi.
Dışarısı soğuk ve rüzgârlıydı, kuru kar tanecikleri havada uçuşuyordu. Gunvald Larsson arabasına birkaç adımda ulaştı yani hava durumunu dert etmesine pek gerek kalmadı.
Vaster Köprüsü’nden geçti, ilgisizce şöyle bir sol tarafa baktı. Belediye binasını gördü, kulenin en üstündeki minik kubbenin altın rengi üç tacına sarı ışık vurmuştu ve binlerce, binlerce başka minik ışık yanıyordu. Köprüden çıkınca dümdüz Hornsplan’a devam etti, sola Horns Caddesi’ne döndü ve sonra da Zinkensdamm metro istasyonundan sağa saptı. Ringvägen boyunca güney yönünde beş yüz metre kadar gitti gitmedi, frene bastı.
Hâlâ Stockholm merkezde olmasına rağmen neredeyse hiç bina kalmamıştı. Sokağın güney tarafında Tantolunden’de, tepelerle dolu bir park vardı, genişçeydi ve doğu tarafına doğru kayalık bir uzantı, bir otopark ve benzinci yer alıyordu. Buranın adı Sköld Caddesi’ydi. Aslında bir cadde bile sayılmazdı, bir parça yoldu. Anlaşılmaz bir sebepten ötürü, şehir planlamacılar büyük bir hevesle şehrin bu bölgesini diğer bölgeler gibi yerle bir ettiği, özgün değerini yok ettiği ve özel karakterini sildiğinden beri bu yol el değmeden duruyordu.
Sköld Caddesi yılankavi bir yoldu, üç yüz metreden kısaydı. Ringvägen’i Rosenlunds Caddesi ile birleştiriyordu ve en çok birkaç taksi şoförü ya da arada bir kaybolmuş polis arabaları bu yolu kullanıyordu. Yaz mevsiminde, lüks yol kenarı bitkileriyle bir nevi vahaydı. Bölgenin yaşı geçkin mutsuz çocukları, Ringvägen’deki yoğun trafiğe ve elli metre ileride gümbür gümbür giden trenlere rağmen şarap şişeleri, biraz sosis ve yağlı iskambil kâğıtlarıyla kimse tarafından rahatsız edilmeden bu büyümüş bitkiler arasında takılabiliyordu.
Bu bahsettiğimiz gecede, 7 Mart 1968’de ise bir adam, yolun güney kısmında çıplak kalmış çalıların arasında donmuş duruyordu. Olması gerektiği gibi uyanık değildi ve dikkatini sokaktaki tek eve, iki katlı eski bir ahşap binaya doğru kısmen yöneltmişti. Kısa süre önce, ikinci kattaki iki pencerede ışık yanıyordu ve müzik sesleri, bağırış çağırışlar, kahkahalar duyuluyordu ancak şimdi evin bütün ışıkları sönmüştü ve tek duyulabilen rüzgârın uğultusu ve uzaklardaki trafiğin gürültüsüydü. Çalıların arasındaki adam orada kendi isteğiyle durmuyordu. Adam polisti ve adı Zachrisson’du, o sırada başka bir yerde olmayı canı gönülden diliyordu.
Gunvald Larsson arabasından indi, paltosunun yakasını kaldırıp kürk beresini kulaklarına indirdi. Sonra geniş yolda yürüdü, benzinciyi geçti, çamurlu karın içinde ayak sürüdü. Karayolu yetkilileri belli ki bu işe yaramaz yol parçasını tuzlamaya değer bulmamıştı. Ev yaklaşık yetmiş beş metre ötedeydi, yoldan azıcık yüksekti ve keskin bir açıyla yola dikeydi. Gunvald Larsson evin önünde durup etrafına bakındı ve sessizce konuştu:
“Zachrisson?”
Çalılardaki adam silkinip ona doğru yaklaştı.
“Kötü haber,” dedi Gunvald Larsson. “İki saatin daha var. Isaksson hasta.”
“Kahretsin!” dedi Zachrisson.
Gunvald Larsson manzarayı süzdü. Ardından homurtuyla karışık suratını ekşitip, “Yokuşta dursan daha iyi olur,” dedi.
“Evet, kıçım donsun istiyorsam,” dedi Zachrisson hevessizce.
“İyi görebilmek için. Herhangi bir şey oldu mu?”
Zachrisson başını hayır anlamında salladı.
“Tek bir halt olmadı,” dedi. “Az önce orada bir parti veriyorlardı. Şimdi sanki uyumuş kalmış gibiler.”
“Ya Malm?”
“O da. Işığını söndüreli üç saat oluyor.”
“Bunca zamandır yalnız mıydı?”
“Öyle görünüyor.”
“Görünmedi mi hiç? Evden çıkan oldu mu?”
“Ben kimseyi görmedim.”
“E ne gördün öyleyse?”
“Ben geldiğimden beri üç kişi içeri girdi. Bir adam ve iki kadın. Taksiyle geldiler. Bence onlar da partiye geldi.”
“Sence mi?” diye sordu Gunvald Larsson merakla.
“Eh, başka ne düşüneyim? Ben şey miyim…”
Adamın dişleri birbirine çarpıyordu, konuşmakta güçlük çekiyordu. Gunvald Larsson onu eleştirel bir bakışla süzüp şöyle dedi: “Ne misin?”
“Röntgen cihazı mıyım,” dedi Zachrisson sinerek.
Gunvald Larsson’un tersi tersti ve insanların zafiyetlerine karşı anlayışı kıttı. Bir memur olarak pek popüler değildi ve insanlar ondan korkardı. Zachrisson onu biraz daha iyi tanısaydı, asla böyle, yani doğal davranmazdı; fakat Gunvald Larsson bile bu adamın yorgunluktan bittiğini ve üşüdüğünü, durumunun ve gözlem yeteneğinin önümüzdeki saatlerde iyiye gitmeyeceğini göz ardı edemezdi. Ne yapılması gerektiğinin farkındaydı ancak bu sebepten ötürü konunun peşini bırakmaya niyeti yoktu. Sinirlenerek homurdandı ve şöyle dedi:
“Üşüyor musun?”
Zachrisson kof bir kahkaha atıp kirpiklerindeki buz saçaklarını silkelemeye çalıştı.
“Üşümek mi?” dedi can sıkıcı bir ironiyle. “Kendimi cayır cayır yanan şömine başındaki biri gibi hissediyorum.”
“Buraya komiklik yapmaya gelmedin,” dedi Gunvald Larsson. “Görevini yapmak için buradasın.”
“Evet, affedersiniz, ama…”
“Bu arada kendini sıcak tutmak, düzgün giyinmek ve düzenli aralıklarla ayaklarını oynatmak da görevinin bir parçası. Aksi takdirde herhangi bir şey olduğunda burada böyle kahrolası bir kardan adam gibi donuk kalırsın. O zaman belki de… sonrası pek komik olmaz.”
Zachrisson bir şeyden şüphelenmeye başladı. Tuhaf bir şekilde titreyip özür dilercesine şöyle dedi:
“Evet, tabii, sorun değil ama…”
“Sorun değil denemez,” dedi Gunvald Larsson öfkelenerek. “Bu görevin sorumluluğunu alma işi bana düştü ve sıradan bir beceriksiz yüzünden bu iş mahvolsun istemem.”
Zachrisson daha yirmi üç yaşındaydı ve rütbesiz bir polisti. Şu anda İkinci Bölge’nin Koruma Birimi’ndendi. Gunvald Larsson ondan yirmi yaş büyüktü ve Stockholm Cinayet Masası’nda komiserdi. Zachrisson cevap vermek için ağzını açtığında Gunvald Larsson kocaman sağ elini kaldırıp sertçe konuştu:
“Başka laga luga istemem, sağ ol. Rosenlunds Caddesi’ndeki polis merkezine gidip bir fincan kahve filan iç. Tamı tamına yarım saat sonra gene burada olacaksın, kendine gelmiş ve uyanık olacaksın, hemen harekete geçsen iyi olur.”
Zachrisson gitti. Gunvald Larsson kol saatine baktı, iç çekti ve kendi kendine, “Çaylak şey,” dedi.
Sonra arkasını döndü, çalılara yürüdü ve bayırı tırmanmaya başladı. Bıyık altından mırıldanıyor ve küfür ediyordu çünkü İtalyan üretimi kauçuk ayakkabılarının kalın tabanı buzlu taşlarda tutunamıyordu.
Zachrisson bu çıkıntının, acımasızca ısıran kuzey rüzgârına karşı korunaklı bir yer sağlamadığı konusunda haklıydı ve Gunvald Larsson da buranın en iyi gözlem noktası olduğunu söylediğinde haklıydı. Ev tam karşısındaydı ve biraz aşağıda kalıyordu. Gunvald Larsson binada ve en yakın çevresinde olanları gözlemlemeden edemedi. Pencerelerin hepsi ya tümüyle ya da kısmen buz şeridiyle kaplıydı, arkalarında ışık yanmıyordu. Tek yaşam izi bacadan çıkan dumandı, ki soğuktan rengini değiştirmeye vakit bile bulamadan rüzgâr tarafından parçalanıyor, yıldızsız gökyüzünde koca koca pamuk öbekleri şeklinde uçup dağılıyordu.
Çıkıntıda duran adam otomatik bir hareketle ayaklarını sağa sola oynattı, kuzu derisi eldivenlerinin içindeki parmaklarını oynattı. Polis olmadan önce Gunvald bir denizciydi, önce donanmada sıradan bir bahriyeliydi. Sonradan Kuzey Atlantik kargo gemilerinde çalışmış ve açık köprülerde tuttuğu birçok kış nöbeti ona kendini sıcak tutma sanatını öğretmişti. Aynı zamanda bu tür bir görevde de uzmandı. Gerçi bugünlerde kendini bu görevleri planlama ve uzaktan yönetmekle kısıtlıyordu. Çıkıntıda bir süre dikildikten sonra, ikinci katta en sağdaki pencerenin arkasında titreşen bir ışık seçebildi, sanki birisi sigara yakmak ya da saate bakmak için bir kibrit çakmıştı. Gunvald Larsson da otomatik olarak kendi kol saatine baktı. On biri dört geçiyordu. Zachrisson görev noktasından ayrılalı on altı dakika olmuştu. Şu anda tahminen Maria polis merkezindeki kantinde oturmuş, kendine kahve koyuyor ve polis arkadaşına homurdanıyordu. Kısa bir keyif anı yaşıyordu çünkü tam yedi dakika sonra adam gene gerisin geri dönecekti. Eğer asrın paparasını yemek istemiyorsa tabii, diye düşündü Gunvald Larsson öfkeyle.
Ardından birkaç dakikalığına, tam o saniye binanın içindeki insan sayısına kafa yordu. Eski binada dört daire vardı, ikisi birinci kattaydı ve ikisi ikinci kattaydı. Sol tarafta, otuzlu yaşlarında, evlenmemiş bir kadın yaşıyordu, üç çocukluydu ve üçü de farklı bir babadandı. Gunvald Larsson’un kadın hakkında bildikleri aşağı yukarı bundan ibaretti ve bu da yeterliydi. Onun altında, birinci katın sol tarafında evli bir çift yaşıyordu, yaşlılardı. Yetmiş yaşlarındaydılar ve üst katlardaki, sık sık değişen kiracıların aksine, bu çift neredeyse yarım asırdır orada oturuyordu. Koca, içki içiyordu ve ileri yaşına rağmen, Maria polis merkezinin nezarethanesinin düzenli misafiriydi. İkinci katta sağda, aynı zamanda iyi tanınan bir adam oturuyordu ancak cumartesi gecesi içki alemi suçlarından daha farklı sebeplerden tanınıyordu. Yirmi yedi yaşındaydı ve arkasında çoktan çeşitli uzunluklarda altı hapis deneyimi bırakmıştı. İşlediği suçlar alkollü araç kullanmaktan eve girip hırsızlık yapmaya ve saldırıya kadar değişiyordu. Adı Roth’tu ve bir erkek, iki kadın arkadaşına parti veren kişi oydu. Şimdi plakçaları kapatmışlar, ya uyumak ya da eğlenceye başka biçimde devam etmek için ışığı söndürmüşlerdi. Şimdi onun dairesinde birisi kibrit çaktı.
Bu dairenin altında, en sağ altta, Gunvald Larsson’un izlediği adam yaşıyordu. Bu şahsın adını ve eşkâlini iyi biliyordu. Öte yandan, ne gariptir ki adamın neden izlendiği hakkında fikri yoktu.
Şöyle olmuştu: Gunvald Larsson gazetelerin o güzelim günlerde tam bir katil avcısı adını verdikleri tarz biriydi ve tam şu anda iz sürülecek bir katil yoktu, kendi görevi dışında, başka bir departman tarafından bu işten sorumlu olarak görevlendirilmişti. Dört adamdan oluşan bir grup ve basit talimatlar verilmişti kendisine: Bahsi geçen adamın gözden kaybolmamasını ve ona bir şey olmamasını sağla, kiminle buluşursa not al.
Gunvald Larsson konunun ne olduğunu sorma zahmetine bile girmemişti. Muhtemelen uyuşturucuydu. Bugünlerde her taşın altından uyuşturucu çıkıyordu.
Şimdi takip işi için on günü geçmişti ve bahsi geçen adamın başına gelen tek şey bir fahişe ve iki buçuk şişe içkiydi.
Gunvald Larsson kol saatine baktı. On biri dokuz geçiyordu. Sekiz dakika kalmıştı.
Esnedi, kollarını kaldırdı ve vücudunun etrafında sallamaya başladı.
Tam o saniye ev patladı.