Kitobni o'qish: «Karl Marx'ın Hayatı ve Öğretileri»
Giriş
1. Marx’ın Önemi
Karl Marx, dünyayı etkileyen güçlü fikirler üretmiş ve kitleleri harekete geçirmiş felsefi ve toplumsal düşünürlerden biridir. Bu düşünürler, açığa vurulmamış şüphelerin ve çelişkilerin ortaya konmasını sağlamış, yeni düşünce kalıplarının ve toplumsal biçimlerin doğuşuna öncülük etmiştir. Kurdukları sistemler eninde sonunda miadını doldursa da, zamanın acımasız işleyişi entelektüel yapılarını çökertse de, sayısız bireyi zihinsel faaliyetlere teşvik etmiş, sayısız bireyin kalbinin coşkuyla atmasına yol açmış ve insanların sonraki nesillere aktaracakları nitelikler edinmesini sağlamıştır. Bu, bir insanın ortaya koyabileceği en görkemli ve en güzel eserdir. Bu düşünürlerin yaşamları ve eserleri sayesinde, çağdaşları ve halefleri daha net düşünebilir, daha yoğun hissedebilir hale gelmiş, sahip oldukları bilgiler ve kendilerine yönelik fikirleri açısından zenginleşmişlerdir.
Felsefe ve toplumbilim tarihi, böyle sistemleri ve genellemeleri içerir. Bunlar, insanlığın başından geçen tarihsel olayların göstergeleridir. Bu sistemlerin hiçbiri tamamlanmamıştır, hepsi insani güdülerin ve yetilerin tamamını kapsamaktan uzaktır ve hiçbiri insan toplumunun tüm güçlerini ve akımlarını ele almamıştır. Hepsi bölük pörçük gerçekleri ifade etse de, onlara hayat veren neslin entelektüel karmaşasının ortasında parlak birer ışık vazifesi görmüş, o dönemin sorularının bilinçli bir şekilde ortaya çıkmasını sağlamış, daha kolay gelişmelerine olanak tanımış ve kritik dönemlerde en güçlü ruhların amaca odaklanarak dik bir duruş sergilemesini mümkün kılmıştır.
Hegel de görüşlerini bildirirken kendini benzer biçimde ifade etmiştir: “Bir felsefenin aksinin ispatlanmasından bahsedilirken, genellikle söz konusu felsefe artık hiçbir geçerliliğe sahip değilmiş, bir kenara atılıp unutulacakmış gibi, kuramsal olumsuzluk taşıyan (tamamen yıkıcı) bir görüş benimsenir. Öyle olsaydı, yapısı gereği felsefe tarihi araştırmalarının, (zaman içerisinde ortaya çıkan her felsefe sisteminin aksinin ispatlandığı göz önüne alınarak) epey iç karartıcı bir alan olarak görülmesi gerekirdi. Fakat tüm felsefelerin aksi kanıtlanmış olmasına rağmen, hiçbir felsefenin çürütülmediğinin ve asla çürütülemeyeceğinin belirtilmesi gerekir (…) çünkü her felsefi sistem, düşüncenin evrim sürecindeki belirli bir ânın ya da belirli bir aşamanın temsilcisi olarak değerlendirilmelidir. Felsefe tarihi (…) bir bütün olarak ele alındığında, insan kavrayışındaki sapmaların sergilendiği bir galeriden ziyade, antik bir tanrılar tapınağına benzetilmelidir.” (Hegel, Felsefi Bilimler Ansiklopedisi, 1. Cilt, 86. Kısım, 2. not)
Hegel’in burada felsefe hakkında söyledikleri, toplumbilim sistemleri, sanat stilleri ve formları için de geçerlidir. Bir sistemin yerini başka bir sistemin alması, toplumsal evrimin çeşitli aşamalarının tarihsel sıralamasını yansıtır. Tüm bu sistemlerin ortak özelliği canlılıklarıdır.
Kusurlarına ve sorunlarına rağmen, çağdaş felsefelerin etkilenmekten kaçınamadığı bu sistemlerin ruhlarının canlılığı günümüze kadar uzanmaktadır. Böyle sistemleri çürütmek için sonsuz zahmetlere girmelerine, onların yetersizliklerini ve tutarsızlıklarını açığa vurmalarına rağmen, tüm gayretleri boşa çıkan muhalifler amaçlarına ulaşamamıştır; mantık çürütme ve baltalama girişimleri ve şiddetli saldırıları, yaratıcı dehanın eserine kattığı canlı ruhla karşı karşıya geldiğinde yenilgiye uğramıştır. Bu canlılığın bizde bıraktığı yoğun izlenim, bilimsel ve sanatsal başarılara yönelik yargılarımızın oluşumundaki temel etmenlerden biridir. O dönemin canlılığını içinde barındırmayan bir biçimsel mükemmellik ve güzellik asla aynı izlenimi yaratamaz.
Romanlarının yapısındaki kusurlar ve tutarsızlıklar yüzünden sık sık eleştirilere maruz kalan Walter Scott, kendisini eleştirenlere bir keresinde şu kısa hikâyeyle karşılık vermiştir: Roma’ya yerleşmiş Fransız bir heykeltıraş, İtalya seyahatine çıkmış sanata meraklı hemşerilerini Capitol Tepesi’ne götürüp onlara Marcus Aurelius’un atlı heykelini göstermekten keyif alır. Bu sırada atın kusurlu bir biçime sahip olduğunu, anatomik ölçütlere uymadığını ispatlamaya uğraşır. Bir gün yine bu eleştirilerini dile getirdikten sonra, ziyaretçilerden biri, doğru artistik prensiplere uyan bir at heykeli yaparak savını somut bir delille kanıtlamasını ister. Eleştirmen işe koyulur ve aradan bir yıl geçtikten sonra, arkadaşları yeniden Roma’yı ziyarete geldiklerinde atını onlara gösterir. Anatomik açıdan kusursuzdur. İki eseri birbiriyle kıyaslayıp zaferini kutlamak için heykelinin Capitol Tepesi’ne getirilmesini sağlar. Eleştirel kıyaslamasına kendini kaptıran Fransız heykeltıraş, bir süre sonra samimi bir sanatsal duygu patlamasına kapılarak ümitsizlik içerisinde şöyle haykırır: “Et pourtant cette bête-la est vivante, et la mienne est morte1!”
Marksist eleştirmenlerin birçoğu da kendilerini detaycı Fransız heykeltıraşla aynı durumda bulmaktadır. Onca titizlenerek detaylar ve tanımlarla destekledikleri düzgün ve mantıksal bütünlüğe sahip ekonomik doktrinleri ve tarihsel felsefe sistemleri, ölü ve etkisiz kalmayı sürdürmektedir. O dönemin koşullarıyla bağlantı kurmamızı sağlamazlar. Oysaki Marx, eğitimli ya da eğitimsiz, yazdıklarını okuyan ya da okumayan herkese, tüm dünyada geçerli düşünce akımı haline gelecek, toplumbilimle ilişkili çok sayıda fikir ve ifadeyi miras bırakmıştır.
Petrograd2, Tokyo, Berlin, Londra, Paris ve Pittsburgh’da insanlar kapitalden ve kapitalist sistemden, üretim araçlarından ve sınıf mücadelesinden, reform ve devrimden, proletarya ve sosyalizmden bahsetmeye başlamıştır. Dünya savaşının, tarihsel materyalizmin en inatçı muhalifleri tarafından bile kabul gören ekonomik açıklaması, Marx’ın etki alanının boyutlarını açığa vurmaktadır. Marx’ın ölümünden sonraki nesilde, Kapital’in egemenliğinde fark edilebilir bir azalma meydana gelmiş, işçi komiteleri ve sendika temsilcileri üretim süreçlerine sekte vurmuş, sosyalistler ve işçiler meclislere katılmış, işçiler ve temsilcileri devletler ve imparatorlukların en yüksek siyasi iktidar pozisyonlarına yükselmiş ya da bu pozisyonları ele geçirmiştir. Bu kazanımların çoğu Marx’ın pek de onay vermeyeceği niteliktedir. Ateşli ve zapt edilemez bir tutkunun eseri olan teorisi, insanlar için geçerli olacak yeni kanunların gök gürültüsü ve şimşekler eşliğinde yürürlüğe girmesini talep etmektedir. Ancak proletaryanın prangaları gürültüyle parçalara ayrılmasa da tutsak edici nitelikleri azalmıştır. Sosyalist toplumun evriminin ilk aşamaları ortaya çıkmıştır. Bu evrimsel süreç, mantıksal gelişimi içerisinde hangi biçimleri almış olursa olsun, ancak sosyalistlerin faal düşünceleri ve işçilerin sadık işbirliğiyle mükemmelliğe ulaştırılabileceği kesindir.
Hegelci ifadelere sıklıkla başvurduğumuz için, burada kısaca ara verip Hegel’in bu konuya katkılarından söz etmemiz gerekmektedir. Bu konuda bilgi sahibi olmadan, kimsenin Marx’ın yaşamındaki önemli etkenlerin ve yarattığı etkinin farkına varması, hatta onun öğrencilik yıllarındaki ilk entelektüel başarılarını kavraması mümkün değildir.
2. Hegel’in Çalışmaları
On sekizinci yüzyılın sonlarına dek, eğitimli ya da eğitimsiz, filozof ya da cahil herkes, birazdan söz edeceğimiz genel düşüncelere sahip olagelmiştir. Dünya ya yaratılmış ya da sonsuzlukta meydana gelmiştir. Ya bireysel, doğaüstü bir tanrı veya evrensel bir ruh tarafından yönetilmekte ya da incelikle işleyen bir makine gibi, varlığını doğal olarak sürdürmektedir. Tanrının kurallarıyla uyum içerisinde, bir tasarımın gereğini yerine getiren, sürekli ve mükemmel bir varoluşa sahiptir. Üzerindeki canlı ve cansız varlıklar cinslere, türlere ve sınıflara ayrılmıştır. Her şey sabit, sürekli ve sonsuzdur. Canlı ve cansız varlıklar uzayda ardışık bir haldedir ve ezelden beri yaptıkları gibi, zamanla birbirlerinin yerini alırlar. Dünyanın ve insanlığın başından geçen olaylar ve olgular için de aynısı geçerlidir. “Güneşin altında yeni bir şey yok,” ve “Tarih tekerrürden ibarettir,” gibi sıklıkla kullanılan atasözleri, bu görüşün popüler ifadeleridir.
Mantık ya da düşünce yasaları bilimi de (Yunanca logos: hikmet, kelâm) bu felsefeyle bağlantılıdır. İnsanların mantığı nasıl kullanması gerektiğini, mantık çerçevesinde kendilerini nasıl ifade edebileceğini, kavramların nasıl ortaya çıktığını (örneğin taş, ağaç, hayvan, insan, erdem, ahlaksızlık gibi kavramların insan kavrayışında nasıl şekillendiğini) öğretir; dahası, böyle kavramların yargılarla (önermelerle) nasıl birleştirileceğini ve son olarak, bu yargılardan nasıl sonuçlara varılacağını ele alır. Bu mantık, insan zihninin entelektüel süreçlerini sergiler. Yunan filozof Aristo (MÖ 384-322) tarafından ortaya çıkarılmış bir kavramdır ve tıpkı evrene yönelik hiç değişmeyen genel kavrayışımız gibi, on dokuzuncu yüzyılın başlangıcına dek temelinde hiçbir değişikliğe uğramamıştır. İnsani entelektüel süreçleri konu alan bu bilim, kendisini en iyi tanımlayan üç asli düşünce yasasına dayanır. Tıpkı belirsizlik ve tutarsızlıklardan kaçınabilmek için bir mahkûmun yüzüne bakarak onun kimliğini saptayan bir sorgu hâkimi gibi, bu mantık da başvuracağı kavramlar için belirli tanımlar oluşturarak işe koyulmuştur. Bu nedenle, ilk düşünce yasasını Özdeşlik İlkesi olarak belirlemiştir. Bu ilke şöyle açıklanabilir: A=A, yani her şey, her varlık kendine benzer; kendine ait, kendine özgü bir bireyselliğe sahiptir. Daha açık ifade etmek gerekirse, bu ilke dünyanın dünya, devletin devlet, kapitalin kapital, sosyalizmin ise sosyalizm olduğunu doğrular.
Hegel
Bunun ardından ikinci düşünce yasası, Çelişmezlik İlkesi devreye girer. A’nın hem A olup hem de A olmaması mümkün değildir. Ya da yukarıda verdiğimiz örneğe uyarlarsak dünya, hem dünya hem de bir ateş topu olamaz; devlet, hem devlet hem de anarşi olamaz; kapital, hem kapital hem de yoksulluk olamaz; sosyalizm, hem sosyalizm hem de bireycilik olamaz. Buna göre, kendisiyle çelişki içerisindeki bir varlık anlamsız olduğu için, tanımlar arasında çelişkiye yer yoktur; bu durumun fiili ya da düşünsel olarak vuku bulduğu haller istisnai ya da geçici ve sıradışı olgular olarak kabul edilir.
Bu yasaları Üçüncü Halin Olanaksızlığı İlkesi izler. Bir şey ya A’dır ya da A değildir, arası yoktur. Ya da verdiğimiz örneğe uygun olarak, dünya katı bir kütledir ve eğer katı değilse dünya olamaz; arası yoktur. Devlet tekerkçidir ve eğer tekerkçi değilse, devlet olamaz. Kapitalizm ya baskıcıdır ya da kapitalizm olamaz. Sosyalizm ya devrimseldir ya da sosyalizm olamaz; arası yoktur. (Sosyalizm ya reformcudur ya da sosyalizm olamaz; arası yoktur.)
Bu yasalarla; özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncü halin olanaksızlığı ilkeleriyle, resmi mantık ortaya çıkmıştır.
Bu mantığın katı, sürekli, değişmez, dogmatik kavramlara, tıpkı geometri gibi kesin olarak sınırlandırılmış biçimsel yapılara başvurarak faaliyet gösterdiği açıkça ortadadır. Eski dünya felsefesinin altında yatan mantık budur.
On dokuzuncu yüzyılın başında dünyaya dair yeni bir kavrayış şekillenmeye başlamıştır. Gördüğümüz ya da kitaplardan öğrendiğimiz dünya ne yaratılmış ne de ezelden beri varlığını sürdürmüştür; binlerce yıl içerisinde meydana gelmiştir ve hâlâ oluşum sürecindedir. Birçok değişim, dönüşüm ve yıkımla karşılaşmıştır. Dünya bir gaz kütlesi olmuş, ardından bir ateş topuna dönüşmüştür. Dünyada varlığını sürdüren canlı ve cansız varlık türlerinin ve sınıflarının bir kısmı, dünya bir halden diğerine yavaş yavaş dönüşürken, bir kısmı da ani değişimler sonucu ortaya çıkmıştır. Aynısı insanlık tarihi için de geçerlidir; ailenin, devletin, üretimin, dinin, kanunun vb. biçimi ve önemi, bir gelişim sürecinden geçmiştir. Her şey değişim halindedir; var olma, gelişme ve yok olma süreçlerinden geçmektedir. Evrendeki hiçbir şey sabit, sürekli ve değişmez değildir.
Yeni kavrayışın bakış açısına göre, eski resmi mantık artık zihni tatmin edememektedir; evrim halindeki varlıkları artık olması gerektiği biçimde ele alamamaktadır. Düşünürler için, katı ve sabit fikirlerle ilerlemek giderek daha da imkânsız hale gelmiştir. On dokuzuncu yüzyılın başından itibaren yeni bir mantık arayışına girilmiş, kapsamlı ve son derece özenli çabalar sonucu Georg Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831), evrensel evrim süreciyle uyumlu yeni bir mantık geliştirmiştir. Tüm felsefesi, düşünce ve varlık, mantık ve evren arasında en yakın bağı kurmayı ve birbiriyle uyumlu hale getirmeyi, onları ayrılmaz bir bütün olarak ele almayı, aynı şey olarak görmeyi ve evreni mantığın somut hali olarak tasvir etmeyi amaçladığı için, bunu acilen yerine getirilmesi gereken bir görev olarak görmüştür. “Mantıklı olan gerçektir; gerçek olan mantıklıdır.” Felsefenin görevi, olanı idrak etmektir. Her birey kendi döneminin çocuğudur. Felsefeler bile kendi dönemlerinde kavranabilir. Hiçbir birey zamanının ötesine geçemez. (Tüze Felsefesi’nin önsözü.) Hegel’in gerçeklikten kopuk, genellikle kuramsal düşünen, soyut fikirlere sahip bir düşünür olmadığı aşikârdır. Daha ziyade, soyut ve tamamen ideal fikirlere elle tutulur bir içerik kazandırmayı, onları somut kılmayı amaç edinmiştir. Gerçeklikten yoksun fikirlerin ya da fikirden yoksun gerçekliklerin var olması, ona imkânsız görünmüştür. Bu yüzden mantığını sadece düşünce yasalarını değil, aynı zamanda evrensel evrim yasalarını da dikkate alarak kurmuştur. Özellikle de ortaçağdaki eski mantıkçılar gibi, sadece düşünce biçimleriyle oynamanın ve fikirlerle kendine set çekmenin ona yeterli gelmeyen, gereksiz, soyut, gerçekdışı bir uğraş olduğunu düşünmüştür. Bu yüzden, sadece düşünce yasalarını değil, aynı zamanda evrim yasalarını da göz önüne alan bir düşünme biçimini ortaya çıkarmış, ancak ne yazık ki bunu okuyucularının büyük zorluklar yaşamasına sebep olacak bir dille anlatmıştır.
Mantığının temeli diyalektiktir.
Antik Yunanlar diyalektiği kullanarak hitabet ve karşılık verme sanatını, savlarını ve kanıtlarını çürüterek, çelişkileri ve antitezleri ortaya çıkararak bir rakibe üstünlük sağlamayı öğrenmiştir. Dikkatle incelendiğinde, aykırı ve açıkça olumsuz (yıkıcı) entelektüel nitelikler taşımasına rağmen, bu münazara sanatının epey faydalı olduğu düşünülür, çünkü zıt fikirlerin birbiriyle mücadelesi sonucu gerçeğin ortaya çıkmasını sağlamış ve tarafları daha derin düşünmeye teşvik etmiştir. Hegel bu ifadeyi sahiplenmiş ve mantık metodunu böyle adlandırmıştır. Diyalektik metot, evrendeki canlı ve cansız varlıkları, birbiriyle çelişen unsurların mücadelesi ve çözüme ulaşmasıyla geçen bir gelişim süreci içerisinde değerlendirmek anlamına gelir. Bu metodun yardımıyla, daha önce bahsettiğimiz üç orijinal düşünce yasasını değerlendirmeye tabi tutmuştur. Özdeşlik ilkesi, bir varlığı diğer varlıklardan ayırarak ve onlarla olan ilişkilerini yok sayarak değerlendirdiği için soyut ve eksik bir gerçektir. Herkes bunun doğru olduğunu anlayabilir. Şu öneriyi ele alalım: Dünya dünyadır. Bu önermenin ilk kelimesini duyan herkes, doğal olarak dünyayı diğer varlıklardan ayıran bir tanımla karşılaşmayı bekleyecektir. Fakat bunun yerine içi boş, katı ve sabit bir kimlikle, bir fikrin ölü kabuğuyla karşılaşır. Özdeşlik ilkesi en iyi ihtimalle eksik bir gerçekken çelişmezlik ve üçüncü halin olanaksızlığı ilkeleri tamamen gerçekdışıdır. Bir düşünceyi anlamsız kılmaktan ziyade, onun ve ifade ettiği nesnenin serpilip gelişmesini sağlayan en önemli şey çelişkidir. Harekete geçilmesini sağlayan, evrimin başlıca etkeni vazifesi gören, gizli güçleri ve varoluş enerjisini ortaya çıkarıp geliştiren şey, tam olarak muhalefet ya da antitezlerdir. Dünya alevler içindeki bir gaz kütlesi olarak, hiçbir çelişkiye maruz kalmadan, yani soğuyup yoğunlaşmadan kalsaydı, üzerinde yaşam ortaya çıkmazdı. Devletler otokrasiyle yönetilmeye devam etse, çelişki, yani orta sınıf özgürlüğü hiç var olmasaydı, devlet sabit bir varlık haline gelecek, kültürel gelişimler meydana gelmeyecekti. Kapitalizm proletarya çelişkisiyle karşılaşmasaydı, endüstriyel feodalizme geri dönüş yaşanacaktı. Doğanın ve insanlığın tüm potansiyelini ve nimetlerini ortaya çıkaran unsur, çelişki ya da antitezdir. Daha yüksek bir düşünce ve varoluş seviyesine ulaşmak ancak çelişkilerin ortaya konmasıyla mümkündür. Esas konumuzun, muğlak düşünceler ya da doğru temsil edilmeyen gerçeklerin yarattığı karmaşa yüzünden ortaya çıkan mantıksal çelişkiler olmadığı ortadadır; Hegel ve onun ardından Marx, antitezleri ve çatışmalarıyla varlıkların ve koşulların evrim sürecinde ortaya çıkan gerçek çelişkileri ele almışlardır.
Çelişkilerin gözlemlendiği canlı ve cansız varlıklar Hegel tarafından “Olumlama” olarak nitelendirilmiş, çelişki, muhalif unsur ya da antitez ise “Yadsıma” olarak adlandırılmıştır. Örneğimizden de anlaşılabileceği üzere bu yadsıma, ortadan kaldırma, yok etme anlamına gelmemekte; bir yapıyı yıkarken aynı anda yerine yeni bir şey inşa etme, ortadan kaybolup yeniden var olma, daha yüksek bir aşamaya ulaşma niteliği taşımaktadır. Hegel bu bağlantıyı şöyle açıklamıştır: “Günümüze dek, çelişkinin (düşünce ve varoluş açısından) özdeşlik kadar önemli ve temel bir nitelik olmadığı, mantığın en köklü önyargılarından ve yaygın inanışlardan biri olarak kabul edilmiştir. Ancak çelişkiyle kıyaslandığında, özdeşlik aslında basitçe ve doğrudan algılanan varoluşun bir niteliğinden, cansız varoluştan ibarettir. Buna karşın, çelişki tüm hareketin ve yaşamın kaynağıdır; bir şey ancak çelişkiyi içinde barındırdığı sürece harekete, güce ve etkiye sahip olabilir.”
Yüzeysel bir gözlemci, çelişkinin, antitezin ya da yadsımanın önemli rolünü kolayca gözden kaçırabilir. Aslında, dünyanın çeşitli kavramlarla dolu olduğunu ve her şeyin zıddıyla var olduğunu görür: örneğin varlık-yokluk, soğuk-sıcak, aydınlık-karanlık, yumuşaklık-sertlik, zevk-acı, neşe-keder, zenginlik-yoksulluk, kapital-işgücü, yaşam-ölüm, erdem-ahlaksızlık, idealizm-materyalizm, romantizm-klasisizm vb. Ama yüzeysel düşünce, çelişkilerle ve antitezlerle dolu bir dünyayla karşı karşıya olduğunu fark edemez; sadece dünyanın çeşitli kavramlarla dolu olduğunu anlayabilir. Hegel’in ifadesine göre: “Sadece aktif mantık, görüngünün çokluğunu ve çeşitliliğini antitezle açıklayabilir. Çok katmanlı görüngü ancak bu noktaya gelindiğinde aktifleşir ve karşılıklı uyarıcı bir etkiye sahip olarak, gelişimin ve yaşamın temelini oluşturan yadsıma halini ortaya çıkarır.” Ancak karşıt güçler ve etmenler olarak ayrışıp belirginleştiklerinde, antitezin ötesinde, daha yüksek bir olumlama aşamasına geçilebilir. Hegel sözlerine şöyle devam etmiştir: “Ancak çelişki üretme ve karar noktasına varma gücü yetersiz kaldığında, kavram ya da varlık çelişki karşısında paramparça olur.” (Hegel, Mantık Bilimi, 1. Bölüm, 2. Kısım, s. 66, 69, 70.)
Hegel’in bu düşüncesi Marksizmi anlama yolunda büyük önem taşır. Marx’ın sınıf mücadelesi doktrininin, hatta tüm Marksist sistemin özü budur. Marx-Hegel’e göre, çelişkinin görüldüğü her yerde (antitez-sınıf mücadelesi) daha yüksek bir aşamaya doğru gelişim meydana geldiği için, Marx’ın toplumsal gelişim içerisindeki çelişkilere her zaman dikkat gösterdiği söylenebilir.3
Diyalektik metodun iki ifadesine, olumlama ve yadsımaya aşina olduk. Düşünce ve gerçekliğin gelişim sürecinin ilk iki aşamasını işledi ancak süreç henüz tamamlanmadı. Hâlâ üçüncü bir aşamaya ihtiyaç duyuyor. Hegel bu üçüncü aşamayı Yadsımanın Yadsınması olarak tanımlamıştır. Yadsımanın sürekliliği sonucu yeni bir kavram ya da varlık ortaya çıkar.
Örneklerimize başvuracak olursak: Dünyanın tamamen soğuyup katılaşması, orta sınıf devletlerin ortaya çıkması, proletaryanın zaferi… Bu olgular yadsımanın askıya alınmasını ya da bertaraf edilmesini temsil eder; çelişki böylece çözüme ulaştırılmış, evrim sürecinde yeni bir aşamaya varılmıştır. Olumlama (ya da doğrulama), Yadsıma ve Yadsımanın Yadsınması ifadeleri, tez, antitez ve sentez olarak da bilinir.
Bu konuyu daha iyi anlamak ve gözümüzde canlandırabilmek için bir yumurtayı düşünelim. Olumlu bir varlık olsa da, yavaşça hayat bulup yumurtanın içeriğini tüketen (yani yadsıyan) bir organizmayı içinde barındırır. Ancak bu yadsıma, yok oluş ve yıkım anlamına gelmez; aksine, organizmanın canlı bir varlığa dönüşmesiyle sonuçlanır. Yadsıma tamamlandığında, civciv yumurtanın kabuğunu kırarak dışarıya çıkar. Organizma bakımından yumurtadan daha üstün bir varlığın ortaya çıktığı bu durum, yadsımanın yadsınmasını temsil eder.
İnsan düşüncesi, doğa ve tarihi gelişim içerisindeki bu işleyişi Hegel, diyalektik metot ya da diyalektik süreç olarak tanımlamıştır. Diyalektiğin aynı zamanda bir araştırma ve felsefe metodu olduğu ortadadır. Hegel diyalektiğini şu sözlerle açıklamıştır:
“Bilimsel ilerleme açısından tek gereklilik, insanın anlamak için çaba göstermesi gereken temel ilke, yadsımanın da bir olumlama olduğunu, çelişkinin yok oluşla, soyut bir hiçlikle sonuçlanmayacağını, aslında sadece özel bir içeriğin yadsınması olduğunu ortaya koyan mantık ilkesinin benimsenmesidir (…) Sonuç olarak yadsıma, belirli bir yadsımadır, bir içeriğe sahiptir. Öncekinden daha yüce ve daha zengin, yeni bir kavramdır; çünkü onun yadsıması ya da antiteziyle beslenmiştir; bu yüzden onu ve daha fazlasını kapsamakta, aslında onun ve zıddının sentetik birliği halini almaktadır. Kavram sistemleri böyle şekillendirilmelidir ve dış etkenlerden bağımsız, sürekli ve tamamen entelektüel süreçlerle mükemmelliğe ulaştırılmalıdır.” (Hegel, Mantık Bilimi, [Almanca baskısı] 1. Cilt, Giriş.)
Diyalektik süreç kendini sadece yavaş dönüşümlerle değil, sıçramalarla da tamamlar. Hegel şöyle ifade etmiştir:
“Doğada ani sıçramaların yaşanmadığı söylenir ve varlıkların yavaş ilerlemeler ya da gerilemelerle öz biçimini aldığı yönünde yaygın bir görüş hâkimdir. Ancak nicelikten niteliğe yönelik ani dönüşümler de meydana gelmektedir. Örneğin, su soğutulunca yavaşça sertleşmez; önce yoğun bir sıvıya dönüşüp ardından buzun sertliğine ulaşmak yerine bir anda sertleşir. Isı belirli bir derecenin altına inerse, su aniden buz halini alır, yani nicelik (ısı derecesi) niteliğe (varlığın yapısındaki bir değişime) dönüşür. (Mantık [Almanca baskısı], 1. Cilt, 1. Kısım, s. 464, 1841.)
Marx bu metodu benzersiz bir ustalıkla ele almıştır; metodun yardımıyla sosyalizmin evriminin yasalarını formüle etmiştir. Tarihin materyalist yorumunu şekillendirdiği dönemde yazdığı Kutsal Aile (1844) ve Felsefenin Sefaleti (1847) adlı ilk eserlerinde ve Kapital’de, bu yasaları Hegel’in diyalektiğine başvurarak irdelemiştir.
“Proletarya ve Zenginlik (Marx sonradan “Kapital” olarak adlandırmıştır) birbirinin antitezidir. Bir araya gelerek bütünü oluştururlar; her ikisi de özel mülkiyet dünyasının göstergesidir. Göz önünde bulundurulması gereken asıl soru, her ikisinin de antitezdeki özel konumlarıdır. İkisini bir bütünün parçaları olarak tanımlamak yeterli bir açıklama değildir. Özel mülkiyet, özel mülkiyet ve zenginlik olarak kendi varlığını, onun bir uzantısı ve antitezi olarak da proletaryayı sürdürmek zorundadır. Özel mülkiyetin halinden memnuniyeti, antitezin olumlu yanıdır. Diğer taraftan proletarya, proletarya olarak kendini, onun bir uzantısı ve şartlara dayalı antitezi olarak da kendisini proletarya yapan özel mülkiyeti yürürlükten kaldırmakla yükümlüdür. Antitezin olumsuz yanlarından biri, proletaryayı bölen ve bölmeye devam eden içsel huzursuzluk kaynağı budur (…) Buna bağlı olarak antitez içerisinde, özel mülkiyet sahibi muhafazakârı, proletarya ise yıkıcı tarafı temsil etmektedir. Birincisi antitezi sürdürmek için, ikincisi ise onu yok etmek için eyleme geçer. Ulusal, ekonomik deviniminin bakış açısına göre, özel mülkiyet şüphesiz kendi yıkımına doğru durmadan sürüklenmekte, fakat kendisinden bağımsız, isteği dışında varlığını sürdüren, nesnelerin doğasıyla kısıtlanan, bilinçsiz bir gelişim aracılığıyla buna karşı koymaktadır. Ancak proletaryayı proletarya kılarak, yoksulların kendi fiziksel ve ruhsal yoksulluklarının bilincine varmasını, cesareti kırılmış insanlığın kendi cesaretsizliğinin bilincine varmasını ve sürekli bununla mücadele etmesini sağlayarak bundan kaçınabilir.”
“Proletarya, özel mülkiyetin Proletaryayı yaratarak kendinden uzak tutmayı başardığı yargıları temsil eder; aynı şekilde ücretli işçilik de zenginliğe yabancılaşıp onu kınayarak benzer yargıları karşı tarafa mal eder. Proletarya ancak kendini ve zıddını ortadan kaldırması halinde zafer kazanacağı için, zafere ulaştığında toplumun bir parçası olmayacağı kesindir. Bu şekilde, hem Proletarya hem de onun şartlara dayalı zıddı özel mülkiyet ortadan kaldırılmış olacaktır.”4
Kapital’in (Almanca) üçüncü cildinin 420 ve 421. sayfalarında diyalektik metot yeniden şu şekilde tanımlanmıştır: “Emek süreci sadece insan ve doğa arasında faaliyet gösterdiği için, basit unsurları toplumsal gelişiminin her formunda kendini gösterir. Fakat bu sürecin tüm tarihsel formları, onun materyal temellerini ve toplumsal yapısını daha da güçlendirir. Belirli bir olgunluk derecesine ulaştığında, daha yüksek bir seviye için yer açmak üzere söz konusu tarihsel form bir kenara atılır. Böyle bir krizin yaşanması, dağılım koşulları arasında giderek derinleşen ve genişleyen bir çelişki ve antitez ortaya çıktığında gerçekleşir ve sonuç olarak, onlarla ilişki içerisindeki üretim koşullarının hâlihazırdaki tarihi formu ve üretim güçleri, üretim kapasitesi ve üretim birimlerinin evrimsel durumu da bundan etkilenir. Ardından, üretimin materyal gelişimi ve onunla ilişkili toplumsal yapı arasında bir çatışma ortaya çıkar.”
Fakat Hegelci diyalektiğe en çarpıcı şekilde başvurduğu yer, kapitalizmin küçük orta sınıf mülkiyetçiliğinden sosyalist devrime uzanan evriminin kapsamlı bir biçimde, cesurca anlatıldığı, Kapital’in (Almanca) birinci cildinin ünlü yirmi dördüncü bölümüdür (7. Kısım): “Kapitalist üretim metodundan kaynaklanan kapitalist edinim metodu, buna bağlı olarak da kapitalist özel mülkiyet, bireyin kendi işgücüne dayanan bireysel özel mülkiyetin ilk yadsımasıdır. Fakat kapitalist üretim, kaçınılmaz bir doğal süreç içerisinde kendi yadsımasını yaratır. Yadsımanın yadsınması bu şekilde gerçekleşir.” Üç aşama bu süreçte şöyle tanımlanır: Tez-özel mülkiyet; antitez-kapitalizm; sentez-ortak mülkiyet.
Hegelci diyalektiğe başvurma girişiminde bulunan, Almanya dışındaki eleştirel toplumsal yazarlardan biri de, özellikle Mülkiyet Nedir? ve Ekonomik Çelişkiler Sistemi ya da Sefaletin Felsefesi (1840-1846) eserleriyle tanınan Proudhon’dur. En önemli kitabına Ekonomik Çelişkiler Sistemi adını vermesi, Proudhon’un Hegel’den epey etkilendiğini gösterir. Yine de konuyu derinlemesine ele almamış, Hegelci formüle epey mekanik biçimde başvurmuş, dahili bir gelişim süreci kavramına (toplumsal organizma içerisindeki ilerlemeye sevk eden güce) değinmemiştir.
Diyalektik metoda burada temsil edildiği şekilde yaklaşılacak olursa, Hegel’in materyalist bir düşünür olduğu zannedilebilir. Bu hatalı bir düşünce olacaktır. Çünkü Hegel idealisttir: Ona göre gelişim sürecinin kökeni ve özü materyal güçlerde değil, mantıksal fikirde, akılda, evrensel ruhta, mutlak varlıkta ya da -dini ifadesiyle- Tanrı’da aranmalıdır. Onun dünyayı yaratmadan önceki hali, içinde diyalektik olarak geliştirdiği tüm mantık formlarını barındıran bir fikir olarak kabul edilebilir. Fikir kendine materyal bir tezahür yaratır; kendini önce inorganik yapılı nesnelerle ifade eder; sonra bitkilere, yaşamın ortaya çıktığı organizmalara dönüşür; ardından fikrin mantığın doğuşuna evrimleştiği hayvan formunu; son olarak da mantığın bilince dönüşerek bireysel farkındalığa ve özgürlüğe kavuştuğu insan formunu alır. Onun en son ve en yüce nesnesi olarak Devlet içerisindeki varlığının farkına varana dek, bireysel farkındalığa sahip bir bilinç olarak, kendini insan tarihi, din, sanat ve felsefe, insan kurumları, aile ve yasalar aracılığıyla ifade eder.
O halde Hegel’e göre, materyal dünya inorganik nesnelerden organik varlıklara ve nihayet insana dönüştükçe, evrensel fikir de tanrısal nitelik kazanır. İnsan bilincinde, fikir bireysel farkındalığa ve özgürlüğe ulaşarak tanrıya dönüşür. Kozmoloji konusunda Hegel, Alman mistikler Sebastian Franck ve Jakob Böhme’nin izinden gitmektedir. Leibnitz’den beri dünyaya gelmiş Alman filozoflardan çok daha fazla Almandır.
Ancak ne tuhaftır ki Alman hayranlığı, Protestanlık ve Prusya Devleti Hegel’e göre evrensel bilincin en yüce ifadesidir. 1848’in Mart ayına dek olduğu şekliyle, tüm orta sınıf reformlarını ve (her türden) liberalizmi reddetmesiyle ve devlet kuvvetinin gücüne dayanan temelleriyle, özellikle de Prusya Devleti’ni bu şekilde görmektedir.
Hegelci kozmolojiyi mantıksal bir kavrayışla anlamaya çabalamanın pek manası yoktur. Sadece idealist değil, aynı zamanda, daha önce bahsettiğimiz gibi, mistiktir; tıpkı Kutsal Kitap gibi, insan aklının almayacağı bir niteliğe sahiptir; mantıksızdır ve akıl sınırlarının dışında yer alır. Evreni saf mantıktan, mantıksal fikirden ortaya çıkarmasına, diyalektik süreçte özgür bir bireysel farkındalığa ulaştırmasına rağmen, vardığı sonuç manasızlık ve inatçı bir nedenselliktir. Hegel liberalizmde sadece basit bir yadsıma, devletin bütünlüğünü bozarak onu bireylere ayıran, böylelikle tüm uyumunu ve örgütleme gücünü ortadan kaldıran, tamamen yıkıcı bir etmen görmüştür. Parlamenter sistemi şu şekilde suçlamıştır: “Parlamenter sistem, her şeyin onların (bireylerin) ifade gücü ve onayıyla şekillenmesini şart koşar. Çoğunluğun iradesi yönetimi ele geçirir ve muhalefet kontrolü ele alır, fakat söz konusu devlet olduğunda, muhalefet ona karşı çıkan birçok unsur bulacaktır. Böylece galeyan ve huzursuzluk devam eder. Tarih boyunca karşı karşıya gelinmiş bu çatışma, bu güçlük, bu sorun, gelecekte çözüme ulaştırılması gereken bir problemdir.” İçinde barındırdığı huzursuzluk ve galeyanla, antitez ve uzlaşmazlıklarla, özellikle de parlamenter sistemin Hegel’e göre özel bir çekimi olduğu düşünülebilir, ancak buna rağmen konuya ilgisini yitirmiştir. Bu durum nasıl açıklanabilir?
Hegel’in Prusya Devleti’yle ilişkisi, güçlü vatansever duygularına bağlanabilir. Mizacı siyasi açıdan güçlü bir biçimde milliyetçiliğe eğilimlidir. Gençlik yıllarında Alman İmparatorluğu’nun tamamen dağılmasına şahit olmuş, Almanların sefaleti karşısında derin bir üzüntüye kapılmıştır. Bu durumu şöyle ifade etmiştir: “Almanya artık bir devlet değildir; Almanya’nın girdiği savaşlar bile, onun açısından onurlu bir biçimde sona ermemiştir. Burgundy, Alsace, Lorraine yıkıma uğramıştır. Vestfalya Barış Anlaşması’ndan sık sık Almanya’nın koruyucusu olarak söz edilse de, onunla birlikte Almanya’nın tamamen dağıldığı kesinleşmiştir. Almanlar iktidarlarını yerle bir eden Richelieu’ye minnettar kalmıştır.” Diğer taraftan, Yedi Yıl Savaşları ve Fransızlarla mücadele ettikleri Özgürlük Savaşı’nda Prusya’nın gösterdiği başarılar, bu devletin Almanya’yı kurtarabileceği yönünde umutlanmasına yol açmıştır. 1818’in Ekim ayında Berlin’deki konferanslarının açılışında ve Büyük Friedrich hakkındaki konferansında, bu düşünceyi dokunaklı ve coşkun bir tavırla ifade etmiştir. Bu yüzden Hegel, Prusya Devleti’nin iktidarını zayıflattığını düşündüğü her unsuru reddetmiştir.