Kitobni o'qish: «Dokuz Diyar»
YAZARIN ÖNSÖZÜ
İskandinav tanrılarını konu alan bu hikâyeler yazılırken Anderson’ın kaleme aldığı Norse Mythology, Rydberg’in Teutonic Mythology ile Younger Edda adlı eserlerinin çevirileri, Stallybrass’ın tercüme ettiği, Grimm tarafından yazılan Teutonic Mythology ve Thorpe tarafından tercüme edilen Saemund’un yazdığı Edda benim için zengin birer kaynak oldu.
Her yaştan insanın keyifle okuyabileceği hikâyeler yazmayı amaçladım. İskandinav mitolojisine olan ilgim, çok uzun seneler önce iki kitap sayesinde doğdu: Heroes of Asgard (A. & Keary) ve Wonderful Stories of Northern Lands (Julia Goddard). Bu kitap, birçok açıdan, aynı konu üzerine yazılan hiçbir kitaba benzemez. Bunu ise kısmen Rydberg’in araştırmalarına borçlu; çünkü mitolojinin kozmografisine dair belirgin düşüncüleri ilk kez ortaya koyarak ortada bulunan tutarsızlıkları gideren ilk isim Rydberg olmuştur.
Tanrıların hikâyesini, çok fazla sayıda okuma yaptıktan ve çok uzun süre düşündükten sonra zihnimde canlandığı şekliyle yazdım. Özellikle “Tanrıların Alacakaranlığı”nda olmak üzere, bazı bölümlerde Saemund’un Edda’sındaki şiirlerde yer alan sözcükler kullanıldı. “Vala’nın Kehaneti”nin ve diğer kehanetlerin bir kısmını Odin’e söyletme özgürlüğünü kendimde gördüm, çünkü Edda’larda Odin, gelecekte gerçekleşecek her şeyi bilen tanrı olarak tasvir edilmiştir. Baldur’un hikâyesinde, Younger Edda’nın yazarı yerine Rydberg’i esas aldım. Rydberg, Younger Edda’nın yazarının birçok örnekte eski mitolojiden ayrıldığını, Baldur mitinde ise bu durumun özellikle göze çarptığını öne sürüyor. Ayrık hikâyelerden dramatik bir bütün yaratmak için bunları birleştirecek bazı bağlantılar kurmak, bazı karakterleri ise öne çıkarmak gerekiyordu. Esas karakter olarak Loki’yi seçtim. Rydberg tarafından betimlenen haliyle Thiassi de önemli bir rol oynuyor. Eski hikâyelerde bayağı ya da şiirsellikten uzak olan her şey dışarıda bırakıldı; dışarıda bırakılanlardan daha fazlasıysa hayal gücüm tarafından hikâyelere dahil edildi. Örneğin, “Odin Bilgelik İçin Mimir’e Gidiyor” isimli bölümün tek dayanağını, “Odin’in Rün Şarkısı”ndan alıntılanan dizeler oluşturuyor.
Sorularımı nezaketle cevaplayan ya da eleştirileriyle bana yardımcı olan herkese, en içten teşekkürlerimi sunuyorum.
Giriş
Yüzyıllar önce yaşayan atalarımız çok sayıda tanrıya inanıyordu. Gelgelelim bu tanrıların hikâyeleri, kutsal kitaplarda değil, insanların hafızasında yazılıydı. Çünkü o eski günlerde, Kuzey Avrupa’da yaşayan Tötonların yazılı bir dili yoktu1. Atalarımız, önceki nesillerden teslim aldıkları gelenekleri yüzyıllar boyunca çocuklarına aktardılar; ta ki Hıristiyanlık gelip bu kadim dinin yerini alana dek.
Ne var ki bundan sonra bile, sözü edilen tanrılara duyulan inanç, en ücra köşelerde varlığını sürdürmeye devam etti. En nihayetinde, İzlanda’da, bu tanrılarla ilgili hikâyelerin bazıları toplanarak yazıya geçirildi. Bunların yazıldığı kitaplara Edda adı veriliyor. İki tür Edda bulunuyor: Birincisi, şiirlerden oluşan Elder Edda veya diğer adıyla Saemund’un Edda’sı; diğeri ise nesir halinde yazılmış Yeni Edda veya diğer adıyla Snorre Sturleson’un Edda’sı.
İzlanda’da derlenen bu hikâyeler Avrupa’da yüzlerce yıl öncesinde anlatılan hikâyelere pek benzemiyor olabilir, çünkü ağızdan ağıza gerçekleşen aktarımlar her nesilde doğal olarak bir miktar değişikliğe uğrayacaktır. Yine de bu hikâyeler, savaşçı atalarımızın inandığı tanrıların gerçek özelliklerini bizlere genel itibarıyla sunuyorlar. Bu kitapta işlenen hikâyeler, büyük ölçüde, yukarıda anılan Edda’ları temel alıyor. Atalarımız, dünya hakkında çok az şey biliyorlardı, gördükleriyse Dünya’nın düz olduğunu düşünmelerine neden olmuştu; Dünya, Okyanus adını verdikleri bir nehir tarafından çevrelenen devasa, düz bir bölgeydi. Bir yerine, şu şekilde konumlanmış dokuz diyarın bulunduğuna inanıyorlardı:
Hepsinin üstünde, Odin ya da diğer adıyla Wodan tarafından hükmedilen; Æsir’in, yani tanrıların evi Asgard vardı. Hemen altında, etrafını Okyanus adı verilen nehrin çevrelediği, insanların dünyası Midgard geliyordu. Aynı düzlem üzerinde, Okyanus’un ötesinde ise üst dev diyarı Jotunheim bulunuyordu.
(1) Niflhel ya da Niflheim’de bulunan, Yggdrasil’in kuzey kökünün altındaki Hvergelmir Kaynağı.
(2) Yggdrasil’in orta kökünün altında, Mimir’in topraklarında bulunan Bilgelik Kuyusu.
(3) Urd’un topraklarında, Yggdrasil’in güney kökünün altındaki kuyu.
(4) Vanir’in yurdu.
(5) Mimir’in topraklarında yaşayan elflerin yurdu.
(6) Baldur’un Asmégir’le birlikte yaşadığı kale.
(7) Bifrost’un Heimdall tarafından korunan kuzey ucu.
(8) Bifrost’un Urd’un kuyusu yakınlarında bulunan güney ucu.
Bunların çok altında ise yeraltı diyarı uzanıyordu, üstündeki diyarlara kıyasla çok daha geniş topraklara sahipti; ayrıca dokuz diyarın dördüne ev sahipliği yapıyordu. Kuzeyde alt dev diyarı, soğuk, karanlık ve puslu Niflheim vardı. Güneyde Urd ve iki kız kardeşi, ölüler krallığına hükmediyordu. Bu iki bölge arasında ise Mimir’in toprakları bulunuyordu, burada yaşlı bilge devin yanı sıra birçok yüce yaratık varlığını sürdürüyordu. Bu yaratıklardan bazıları Gece (kadim ana), aydınlık Gündüz ve şafak elfi Delling’di.
Güneş ve Ay’ın bile evleri oradaydı, bazı bölgelerinde ise elfler ve cüceler yaşıyordu. Mimir’in topraklarının batısı, Æsir’e akraba olan asil ırk Vanir’in yuvasıydı. Vanir’in bazı üyeleri Asgard’da da yaşıyordu.
Daha aşağıda bulunan bölgeler de vardı: Urd’un toprakları altında bulunan yeraltı ateşi toprakları (Surt’un derin ateş vadileri) ve Niflheim’in altındaki işkence diyarı.
Tüm bu diyarları iki şey birleştiriyordu: Bir ağaç ve bir köprü.
Titrek köprü Bifrost’un2 azametli kemeri Asgard’ın üzerinden geçiyor, kuzey ucu Niflheim dağlarına, güney ucu ise Urd’un topraklarına ulaşıyordu. Bifrost, Urd’un topraklarındaki mahkeme salonuna her gün giden tanrılar için çok kullanışlı bir köprüydü; ancak düşman devler onun yardımıyla Asgard’a geçmesinler diye dikkatle gözetilmeliydi. Saf ve bilge bir Van olan Heimdall, bu köprünün kuzey ucunu kolluyordu. Kulakları öylesine hassastı ki çimlerin bitişini, koyunların sırtında gürleşen kılların sesini duyabiliyordu; üstelik kuşlardan bile daha az uyuyordu.
Dokuz diyarı bağlayan ağaca Yggdrasil3 diyorlardı. Üç ana kökü, yeraltı diyarında bulunan üç kaynakla sulanıyordu. Bu ağacın kökçükleri Surt’un derin vadilerine ve işkence diyarına kadar ulaşıyordu. Bu muhteşem ağacın dalları en ücra topraklara bile uzanıyor, özüyle her yere hayat taşıyordu. Yılanlar onun kökleriyle besleniyor; geyikler, sincaplar ve kuşlar onun dalları arasında yaşıyordu. Asgard’ın çok çok üstünde yer alan en üstteki dalında ise horoz Vidofnir tüm ışığıyla göz alıyordu. Yggdrasil, tam anlamıyla bir “hayat ağacı”ydı.
Şu Kuzeyli insanlar, çok tuhaf bir yaratılış hikâyesine inanıyorlardı. Bununla beraber bu hikâye çok, çok eski olduğu için bir hayli ilginçtir.
Başlangıçta iki diyar vardı: Kuzeyde donduran sis diyarı; güneyde ise hırçın alev diyarı. Bu iki bölge arasında da geniş boşluk Ginungagap bulunuyordu; her yanı karanlık ve bomboştu.
Soğuk diyar Niflheim’de bulunan büyük bir kaynaktan on iki nehir doğdu. Bu nehirlerden bazıları boşluğa doğru akmaya başladı ve Niflheim’e yakın olan bölgeyi donmuş buhar tabakalarıyla doldurdu. Ateş diyarı Muspelheim’de ise alevler öylesine hırçındı ki Ginungagap’a doğru saçılmaya başladılar, yanlarında bir dolu kıvılcımı taşıyorlardı. En sonunda bu kıvılcımlar donmuş buhar tabakasıyla buluştu ve kocaman bir dev ortaya çıktı. Bu devin adı Ymir’di.
Bu dizeler, eski şiirlerden birinin tercümesinden alınmıştır:
Kadim zamanlarda Ymir’in
ne kumda ne denizde
ne de buz gibi dalgalarda
yaşadığı bir zaman vardı;
dünya yoktu
gökler de öyle,
sadece kaos dolu bir boşluk.
Böyleydi işte
Bur’un oğulları gelip
gökkubbeyi yükseltmeden önce
orta dünyayı şekillendiren de
bu asil varlıklardı yine 4.
Ymir’in yaratılışından çok kısa bir zaman sonra bir inek, Audhumla, ortaya çıktı ve dev Ymir bu ineğin sütüyle beslendi. İnek, donmuş buhar kütlelerini yalamaya başladı, zira bunlar esasında tuzdu. Audhumla buzları yalarken, ilk akşam, bir adamın saçı göründü, ikinci akşam başı göründü, üçüncü akşamda ise adam tümden görünür hale geldi. Adı Bur’du. Oldukça heybetli, hoş bir adamdı; epey de güçlüydü. Bor adında bir oğlu vardı.
Muazzam dev Ymir’in kolunun altından biri oğlan, biri kız iki çocuk peydah oldu. Onlar da devdi, yine de özlerinde iyilik vardı; birçok müthiş canlının atası oldular. Erkek çocuk Mimir, büyüyüp tüm Dokuz Diyar’ın en bilgesi oldu. Ne yazık ki büyük bir savaşta hayatını kaybetti. Odin, Mimir’in başını kesip sakladı; bu baş da sanki Mimir’in kendisi hayattaymış gibi Odin’e güzel tavsiyeler vermeye devam etti. Yüce tanrıça Gece, Ymir’in kızıydı. Ymir’in kolunun altından doğan kızın adıysa Bestla’ydı. Bu kız, Odin’in annesiydi.
Mimir ve Bestla’dan iyi ve bilge devler, Ymir’in altı başlı oğlunun soyundan ise kötü devler ve yaratıklar türüyordu. Bu yaratık, Ymir’in ayağından peydah olmuştu. Onun soyundan gelenler o kadar güçlüydü ki en sonunda Odin’i yenip dünyanın yıkımına sebep olacaklardı. Gelgelelim tanrıların çöküşü, biraz da kendi eksikliklerinden dolayı gerçekleşecekti; çünkü kendilerine karşı büyüyen kötülük tohumlarına karşı koyacak kadar güçlü ve asil değillerdi.
Odin ve iki erkek kardeşi, Dev Ymir’i katledip bedenini boşluğun ortasına taşıdılar. Ymir’in bedeninden evreni yarattılar.
Ymir’in etinden toprağı,
kemiklerinden tepeleri,
kafatasından gökkubbeyi,
o buz gibi dev kanından ise
denizi yarattılar 5.
Ymir’in beyninden “hüzün bulutları” yaratıldı. Ginungagap’ın içine doğru uçan kıvılcımlardan bazıları ise gökkubbeye yerleştirildi, insanlar da bu kıvılcımlara yıldız adını verdiler.
Bir gün Odin ve erkek kardeşleri6, denize yakın bir yerde yürürken iki ağaca rastladılar; biri dişbudak, diğeri karaağaçtı. Bu ağaçlardan ilk insanları (bir kadın ve bir erkek) yarattılar.
Toprakta buldular,
kaderin boşluğu
Ask ve Embla’yı
neredeyse cansız bir halde.
Ruhları yoktu,
duyuları yoktu,
kanları ya da itici bir güçleri de yoktu,
renkleri bile soluktu.
Odin verdi ruhu,
Hœnir verdi duyuyu,
Lodur verdi kanı
ve rengi, canlılık dolu 7.
Ymir öldürüldükten sonra bedeni, elfler ve cücelerle dolup taşmaya başladı; bu yaratıklar tanrılar tarafından yaratılmamışlardı.
Avrupa’da insanlığın Thor ve Odin’e inandığı zamanlara uzanan eski gelenekler ve eski deyişler hâlâ mevcut. Çok yakın zamana kadar Almanya’nın bazı bölgelerindeki köylüler, hasat zamanı geldiğinde Odin’in atı için bir tahıl yığını ayırıyorlardı. Hatta Amerika’da da eski tanrıları hatırlatan bir şeyler var. Tuesday (Salı), halkını tehlikeli kurttan kurtarmak için sağ elini feda eden tanrı Tyr’ün isminden geliyor. Wednesday (Çarşamba), “Wodan’ın (Odin) günü” anlamına geliyor. Odin, bilgeliği her şeyin üstüne koymuş, hatta Mimir’in kuyusundan bir yudum su içebilmek için gözünü vermeye bile razı olmuştu. Thursday (Perşembe), hiddetli yıldırım tanrısı Thor’a ait. Friday (Cuma) ise Frigga, Frey ya da Freyia’ya atfedilmiş, ancak hangisi olduğuna emin değiliz.
İnsanlar, tüm bu tanrılara inanmaya nasıl başladılar? Kimse bu inancın nasıl başladığını ya da nasıl geliştiğini bilmiyor, buna dair bir şeyler öğrenmek mümkün.
İçinde bulunduğumuz çağda birçok gerçek bizim için ortaya çıkarılmış vaziyette, bu yüzden çok az şey bilen insanların dünyayı nasıl gördüğünü hayal edemiyoruz; bu insanların ya her şeyi kendileri bulmaları ya da en azından bu şeyler hakkında tahminde bulunmaları gerekiyordu. İlk çağlarda insanlar gizem dolu bir dünyada yaşıyordu; güneş, ay, deniz ve rüzgâr garip, fakat aynı zamanda muhteşemdi. Yaşam bir mücadeleden ibaretti. Kuzeyde insanlar, uzun ve soğuk kışın beraberinde getirdiği ihtiyaçları karşılamakta güçlük çekiyorlardı. İnsanlık, doğanın güçlerini kontrol altına almayı henüz öğrenememişti, sürekli olarak bu güçlerle savaş halindeydi. Dağlar etraflarını kapatıyordu, ormanlar karanlık ve korkunçtu; kar, buz ve çorak araziler ise sanki kendilerini, insanların en iyi gayretlerini boşa çıkarmaya adamışlardı. Bu düşman güçlerin tüm o neşeye, zarafete ve insanlığa düşman olan soğuk, kalpsiz devleri andırması tuhaf mı? İşte buz ve dağ devleriyle ilgili inanç böyle ortaya çıktı.
İyi güçler de vardı tabii, bunların başında ise insanın en iyi arkadaşı güneş geliyordu. İnsanlara ışık ve sıcaklık bahşediyordu. Onun etkisiyle nehirler prangalarından kurtuluyor, çimenler yeşeriyor, mahsuller olgunlaşıyordu. Güneş’in hüküm sürdüğü günlerde yaşamak mutluluk vericiydi. Gelgelelim Kuzey’de, yılın belli bir zamanında güneş gücünü yitiriyor hatta Kuzey’in çok uçlarında gözden kayboluyor, dünyayı karanlığa mahkûm ediyordu. Güneş’in kaybolduğunu gören insanların kalbi, kim bilir nasıl bir endişeyle doluyordu! Yaşamlarının bağlı olduğu bu gizemli varlığın tekrar geri döneceğinden nasıl emin olabilirlerdi ki? Güneşin yolunu kim bilir ne denli büyük bir hevesle gözlediler. O ilk cılız kızıllığı gördüklerinde kim bilir ne büyük bir sevinç duydular! Bu nedenle, geri dönen güneşi bir tanrı, onlara ışık ve neşe bahşeden bir tanrı olarak görmelerine hiç şaşmamalı.
Odin karakterinin, insanlığın güneş hakkındaki hislerinden doğduğu söylenir. Bazı kitaplarda Odin’in, Mimir’in kuyusundan bir yudum içebilmek için gözlerinden birini verdiği, güneşin de Odin’in tek gözünü temsil ettiği yazar. Ayrıca Iduna’nın hikâyesinin de yazın gitmesi ve tekrar geri gelmesiyle alakalı olduğunu çok kolay bir şekilde anlayabiliriz.
Baldur, uzak kuzeyde yaşayan insanların güneşe duyduğu hislerin bütününü temsil eden bir tanrıdır. Baldur, saf ve ışıl ışıl bir tanrıydı. Güneş, gözden kaybolup dünyayı karanlığa mahkûm ettiğinde, yani Baldur ölüp yeraltına gittiğinde, Asgard ve Midgard’a eşi benzeri görülmemiş bir keder çökmekteydi.
Yıldırım, alevli saçları ve sakalıyla demir savaş arabasını süren ve kudretli çekicini kayalarla dağlara savuran güçlü, haşin bir tanrı olarak resmedilmişti: devlerin düşmanı Thor.
Tüm tanrıları doğadaki bir şeyle özdeşleştirmek kolay değil. Aslında, yıllar geçtikçe birçoğu özgün kişiliklerini kaybederek nitelikleriyle iyiden iyiye insan haline geldiler. Bu yüzden tanrıların, onlara tapan insanlara kendilerini yalnızca doğanın bir öğesiymiş gibi sunduklarını düşünmemeliyiz. Erkekler ve kadınlar, o çetin günlerde zor hayatlar yaşıyor; hayat, ölüm ve bilinmeyen gelecek hakkında çokça kafa yoruyorlardı. İnandıkları ve umut ettikleri şeylerin hepsi, tanrılarının karakterlerinde ya da kendileri için çizdikleri, görülmemiş dünyaların resimlerinde ifade buluyordu. Bu insanların şiirlerini ve hikâyelerini okuduğumuzda onların, yaşamın sırrını, o günlerden bu yana dünyaya gelen “ışık”ın yardımıyla bile kimsenin bütünüyle tahmin edemediği o büyük ve açık sırrı elde etmek istediklerini hissediyoruz.
Savaş çağlarıydı. Kahramanlar, savaş alanında ölmeyi iple çekiyorlardı çünkü bundan büyük bir lütuf yoktu. Savaşta öldüklerinde Valkürlerin gelip onları Odin’in, orada çağlar boyunca savaşıp ziyafet çekebilecekleri, Valhalla saraylarına götüreceğine inanıyorlardı. Buna rağmen, tüm o savaş aşkının aksine, gücün hükmetmek için var olduğuna ya da kötünün iyiyi yeneceğine inanmadılar. Güçlü tanrıların rahat içinde yaşayacağı dönemler olacak ancak Ragnarök’te alt edileceklerdi; sonra yeni ve daha iyi bir dünyanın hükümdarı Baldur çıkagelecekti. Nihayetinde iyilik ve saflık hâkim olacaktı.
Tüm bunlar geride kaldı, bu savaşçı insanlar ise bir zamanlar burada yaşadıklarını bize hatırlatmak için çok az şey bıraktılar. Gelgelelim elimizde bir miras var. Bu miras taştan yapılmış birkaç piramitten değil, bunun yerine sert granitten bile daha uzun süre dayanan hayali maddelerle, tuhaf ve müthiş canlılarla dolu dokuz diyardan oluşuyor. Hiç kuşkusuz geçmişe ilgi duyan kişi, zaman zaman bu kadim diyarların gölgelerinin içinde gezinmeyi reddetmeyecektir.
ODİN BİLGELİK İÇİN MİMİR’E GİDİYOR
Tanrıların evi Asgard’da gece vaktiydi. Loş bir ışık uyuyan şehrin üzerine düşüyor, asmalarla kaplı tepeleri ve şaşaalı sarayları ortaya çıkarıyordu. Bu ışık, arada uzanan ıssız vadilerin en ücra köşelerine bile dokunuyordu. Zira titrek8 köprü Bifrost, gümüşten bir gökkuşağıymış gibi şehrin bir ucundan diğerine uzanıyor, hem kuzeyde hem de güneyde ufka kavuşuyordu. Güney yönünde, tepelerinde ve yamaçlarında kaleler bulunan dağlar göz alabildiğine yükseliyor, kuzeyde ise Ida’nın dümdüz çayırları yayılıyordu.
Şehrin en yüksek noktasında bulunan bir yapının tepesinden ince ve göz alıcı bir ışık yayılıyordu. Bu ışık, tıpkı devasa bir katedral kulesi gibi göğü deliyordu. O kadar yükseklere ulaşıyordu ki etraftaki tüm kalelerin ve kulelerin boyunu aşıyor, hatta neredeyse gökteki köprünün kemerine dokunuyordu. Bu zarif sütun, Odin’in Ulu Tahtı’ydı. Tahtın zirvesinden yalnızca Asgard değil, aşağıdaki diyarların büyük bir kısmı da görülebiliyordu.
Herkesin Babası 9 burada tek başına oturuyordu, düşüncelere dalmıştı. Dizinin dibinde uyuklayan iki kurdu ile Dokuz Diyar’ı gezip dolaştıktan sonra yorgun bir halde omuzlarına tüneyen iki kuzgununu10 saymazsak yalnızdı.
Odin, uzunca bir süre derin düşüncelere dalmış bir halde oturduktan sonra bakışlarını çocuklarının görkemli hanelerine çevirdi. Gözlerini, yüksek duvarların ötesinde uzanan çayırlarda ve tanrının şehrini çevreleyen karanlık nehirde gezdirdi. Ardından nafile bir çabayla, kuzeye doğru baktı, çok uzaklarda yer alan toprakları örten yoğun karanlığı bakışlarıyla delmeye çalıştı. Büyük bir ciddiyetle uzun uzun baktı. En sonunda ayaklanıp Ulu Taht’ın hemen dibindeki saraya indi. O yürüdükçe ayak sesleri engin salonlarda yankılanıyordu.
Hemen yakınında buluna yapıya girdi, çok geçmeden yanında gri bir atla dışarı çıktı. Bu at, Ulular Ulusu’na yaraşır bir attı; çok güçlü bir yapısı vardı, tam sekiz bacaklıydı. Odin’in binmesini beklerken hevesle kıpırdanıyor, burun deliklerinden ateş püskürüyordu. Odin göz açıp kapayıncaya kadar atın sırtına bindi, bu muhteşem at da sahibini rüzgâr hızıyla kuzeye doğru götürmeye başladı.
Şehri çevreleyen yüksek duvar ve karanlık nehir, Sleipnir için bir engel değildi. Bunların üzerinden kolayca sıçrayıp karşı tarafta, uzak ufuktaki düzlüklere yayılmış yeşil çimenliklere doğru hızla yol almaya devam etti. Her yanda engin koruluklar vardı, daha yavaş seyahat eden bir yolcu pınarların şırıltısını duyabilirdi. Kimi zaman Bifrost’un gümüşi kemeri etraftaki göllerin karanlık yüzeylerine yansıyordu.
En sonunda, gökteki köprünün Asgard’ın sınırına dokunduğu noktaya vardılar. Köprü onun ağırlığı altında titriyor olsa da sekiz bacaklı at tereddüt etmeksizin, düzensiz aralıklarla alevler saçarak Bifrost’un üstüne atladı. Sleipnir, tıpkı yıldızlar arasında bir kuyrukluyıldız gibi, Odin’i simsiyah derinliklere doğru taşırken iyice hızlandı.
Uzunca bir süre sonra kuzey yönünden gelen sönük bir ışık, onlara ulaştı. Çok geçmeden Odin, beyaz kıyafetlere bürünmüş bir atlının kendisine doğru geldiğini gördü. Atın yelesi altındı, binicinin yüzüne doğru parıldıyor ve adamın saf, solgun yüzünü ortaya çıkarıyordu. Atlı, yaklaşarak şöyle dedi: “Hoş geldiniz, Ulu Odin. Sleipnir’in sekiz toynağının köprüye dokunduğunu duyduğumdan beri sizi izliyordum. Gecenin bu vaktinde Bifrost’a geliyorsanız şüphesiz ki önemli bir amacınız var demektir, öyle değil mi?”
“Evet Heimdall, doğru tahmin ettin,” dedi Odin. “İlgilenmem gereken çok önemli bir mesele var. Eve dönmeden önce günlerce at sürmeliyim. Düşmanlarımızın, aşağı diyarlardaki buz devlerinin karanlık topraklarından geçmeliyim; sonra oranın da ötesine, çok az kişinin uğradığı yerlere gitmeliyim. Neyse ki biz tanrılar şanslıyız, zira bizim adımıza köprüyü Heimdall koruyor. Büyüyen çimenleri ve hatta koyunların sırtlarında gürleşen yünlerini bile duyan keskin kulakların olmasaydı düşmanlarımız çoktan karanlığı aşıp Asgard’a hücum etmişlerdi.”
Odin konuşurken her ikisi de altlarında yayılan topraklara baktılar, Heimdall’ın köprü başında yer alan, parıl parıl parlayan kalesinden yayılan ışık haricinde her yer karanlıktı. Yalnızca, sislerin arasından yükselen buzdağlarının ışıltılı zirvelerini görebiliyorlardı.
Odin, buzdağlarına bakarken şöyle dedi: “Düşmanlarımız güçlü. Asgard ve dev diyarı arasında sürekli mekik dokuyan Loki hakkında da şüphelerim var. Düşmanlarımızı uzak tutmak için senin tüm ihtiyatına ve devlerin ölümcül düşmanı Thor’un tüm gücüne ihtiyacımız var. Asgard’ı ve insanların diyarını koruyabilmek için kim bilir ne denli büyük bir bilgeliğe ihtiyacım var!”
Heimdall’ın kalesine doğru yola koyuldular. Kale, köprü başının yanında bulunan yüksek bir dağın üstündeydi. Köprüyle aynı maddeden yapıldığı besbelliydi ve göğe doğru yükselirken ay ışığıyla yıkanmış buluttan bir yapıyı andırıyordu. Aslına bakılacak olursa kendisine ait hafif bir ışıkla parlıyordu. Bu parlaklık kaleden çıkıp her yöne doğru saçılıyor, devlerin soğuk ve sisli topraklarının bir kısmını aydınlatıyordu. Dolayısıyla, bu yolu izleyip de Heimdall tarafından fark edilmeden köprüye yaklaşmak, Heimdall’ın kulakları bu kadar hassas olmasa bile imkânsızdı. Sonra bir de kale vardı tabii. Kale iyiden iyiye güçlendirilmişti, etrafı yüksek surlarla çevriliydi. Surların önünde bir de hendek vardı; bu hendekteki sular, tıpkı Asgard’daki nehrin suları gibi, tanrıların düşmanları temas ettiği takdirde alevlere dönüşen bir sis tabakasıyla örtülüydü.
Kaleye ulaştıklarında Heimdall, “İçeri buyurun Odin. Uzun bir seyahatten geldiniz, önünüzde de zorlu bir yol var,” dedi.
Geniş bir salona girdiler, salonun duvarları beyaz mermerden ya da kaymaktaşından inşa edilmişti. Tüm süslemeler gümüştendi. Duvarların üstü gümüş üzüm salkımlarını taşıyan asmalarla doluydu, üstlerindeki kemerlerden eşi benzeri görülmemiş boynuzlar ve kandiller sarkıyordu. Tıpkı Heimdall gibi beyazlara bürünmüş uzun gençler, maşrapalar dolusu köpüklü bal likörü11 getirdiler.
İki tanrı, likörleri içip samimiyetle sohbet ettiler. Ardından Odin ayağa kalkarak şöyle dedi: “Heimdall, senden bir iyilik isteyeceğim. Ben dönene kadar benim için Sleipnir’e göz kulak ol. Onu emanet edebileceğim çok az kişi var, senin yanında güvende olacağına eminim. At beni yarı yolda bırakabilir, çünkü soğuk ve karanlık diyarlardan geçip bilinmeyene ulaşmak istiyorum.”
Heimdall, sarp dağın aşağısına doğru kısa bir mesafe boyunca Odin’e eşlik etti, ardından tanrıların köprüsünü koruma vazifesine geri döndü.
Niflheim’e12 doğru indikçe Odin’in etrafını soğuk bir sis kapladı; bu sis yüzünden Heimdall’ın kalesinden gelen ışık yok olmuştu, Odin yolunu takip etmekte zorlanıyordu. Daha da aşağılara indikçe soğuk gitgide çetinleşiyordu. Ayağı, genişleyerek buzdan bir nehre dönüşen buzlu yolun üzerinde kayıyordu. Gıcırdama ve kütürdeme sesleri geliyor, uzaklardan bir yerlerden de ıssız kıyılara vuran dalgaların iniltileri işitiliyordu. Mesafe katettikçe ancak onu çevreleyen buzdağlarını karanlıktan ayırt edebilir hale gelmişti. Bu buzdağlarından bazıları aslında buz devleriydi, devasa başlarını yavaşça çevirerek Odin’i takip ediyorlardı. Buzdağları gibi görünen şeyler aslında, gözlerini yavaşça Odin’in üzerine çevirip onu takip eden buz devleriydi. Denizdeki buzdağlarından biri, uzaklardan gelen bir gök gürültüsünün sesine benzer bir gürültüyle paramparça olmuştu. Odin bu gürlemeleri ve çatırdamaları duyabiliyordu. Bazen fark edemediği küçük şelalerden tepesine buz gibi sular dökülüyor, o anlarda devlerin boğuk rüzgârların kükreyişini andıran yavaş ve ağır kahkahalarını işitiyordu. Yolculuğunun bir bölümünde buzdan bir alana vardı, etrafındaki pus dağıldığında bu alanın bembeyaz kar tabakasıyla örtülü bir halde her yöne doğru uzanan dümdüz bir yer olduğunu fark etti. Gıcırdama ve çatırdama sesleri kesilmişti, artık devlerin kahkahasını da duymuyordu. Her yere mutlak bir sessizlik hâkimdi. Bir başına, yıldızların altında öylece durdu.
Odin, buzlu bölgede uzunca bir süre seyahat ettikten sonra, buzdağlarının yerini amansız kara dağların aldığı bir ülkeye vardı. Orada burada, dağ devlerinin dağların tepelerinde bulunan sığınakları belli belirsiz göze çarpıyordu. Yolculuğuna devam ettiği sırada kimi zaman hareket eden devasa taş yığınlarını andıran bu devleri açık seçik bir halde ayırt edebiliyordu. Sis olmamasına ve sönük de olsa bir şafak ışığı pırıltısına karşın bu topraklar da buz toprakları kadar iç karartıcıydı, çünkü burası çok ıssızdı. Ortalıkta yeşile dair hiçbir şey yoktu, her yere amansız dağlar ve siyah derinlikler hâkimdi; bu siyah derinlikler, Hvergelmir Kaynağı’ndan doğup soğuk kuzey denizine dökülen nehirlere ev sahipliği yapıyordu.
Uzunca bir süre seyahat ettikten sonra Odin, göz alabildiğine uzanan sazlıkları gördüğü yüksek bir noktaya vardı. Loş ışıkta, sazlığın karşısına giden, sağlam zeminli dar bir patikayı ancak ayırt edebildi. Tam karşıya geçecekti ki devlerden biri onu gördü, çok geçmeden yaratıklardan oluşan bir birlik Odin’in ardından tökezleye tökezleye koşmaya başladı. Ona ulaşmanın imkânsız olduğunu kavradıklarında ise tüm gökyüzünü haykırışlarıyla inleterek kocaman sopalarını sağa sola salladılar. Ardından korkunç bir rüzgâr çıktı, öyle ki bu rüzgâr neredeyse Odin’i o daracık patikadan savurup atacaktı. Ejderha şeklindeki bulutlar, ağızlarını açıp kuvvetli rüzgârlar üflüyordu. Nihayetinde sağ salim karşıya geçmişti, ancak hüsranla karışık öfke uğultuları Odin’in arkasından yankılanmaya uzunca bir süre devam etti.
Sonrasında bir nehre vardı. Nehrin koyu, hızlı akıntısı beraberinde sivri taşlar ve demir parçaları taşıyordu. Ölümcül akıntının üzerinde hiçbir köprü bulunmuyordu, fakat Odin bir ağaç parçasının üzerinde güvenle karşıya geçmeyi başardı.
O âna dek gördüğü en yüksek dağlar güney yönünde belirmeye başlamıştı. Biri diğerlerinden daha yüksekti, yamaçlarından ise on iki nehir akıyordu. Tepesinde buz gibi soğuk kaynak Hvergelmir vardı. Dünya Ağacı Yggdrasil’in üç kökünden biri, bu kaynağın sularıyla besleniyordu. Yine bu kaynaktan çıkan nehirler her yöne dağılıyordu; bazıları devlerin soğuk ve sisli topraklarından geçip kuzey okyanusuna, bazıları ise güneye, Dünya Ağacı’nın iki kökü altında kuyularını koruyan Mimir13 ve Urd’un14 engin diyarlarına doğru akıyordu.
Odin dağa doğru yaklaşınca yolu kasvetli bir mağaraya düştü, burada bir köpeğin hırıltısı ile demir bir kapının gıcırtısını duyuyordu. Bu kapının Niflheim’in aşağısındaki işkence diyarına açıldığını biliyordu; bu diyar öyle bir diyardı ki o âna dek aştığı yollardan çok daha karanlık, çok daha korkunç bir yerdi. Mağaradan çıkınca yolu dosdoğru dağa yöneldi. Dağın zirvesinde yalnız başına duran bir gözcü vardı. Bu gözcü, kaynağın güvenilir koruyucusu, devlerin ise ölümcül düşmanıydı.
Odin’in yaklaştığını görünce onu selamladı. “Yaratıklar size zarar vermeye çalıştı mı, Odin? Nefret dolu canavarlar, Tanrıların Babası’nı öldürüp Asgard’ı ele geçirmekten memnuniyet duyarlardı. Dikkat edin, Loki onlarla çok fazla zaman geçiriyor. Onu sık sık oralarda görüyorum. Karanlık sayesinde tamamen gizlendiğini düşünüyor, ancak benim gözlerim karanlıkta da görebiliyor.”
Odin cevap verdi: “Evet Egil, senin gözlerinle Heimdall’ın kulakları, düşmanlarımıza karşı en iyi savunmamızı oluşturuyor. Gördüğün gibi sağ salim gelebildim. Eğer beni tanısalardı daha büyük bir şiddetle saldırırlardı. Loki’ye gelince, ne denli tehlikeli biri haline geldiğinin farkındayım. Yine de henüz onu Asgard’dan süremem, zira onun masum olduğunu düşündüğüm günlerde, henüz ikimiz de gençken ettiğim bir yemine bağlıyım. Her neyse Egil, acele etmeliyim. Tamamlamam gereken mühim bir iş var.”
Odin dağın güney yamacından iniyordu ki birkaç gündür kasvetli topraklar yüzünden bitkin düşmüş gözleri hoş bir manzarayla karşılaştı. Bulunduğu bölge hâlâ dağlıktı, ancak tamamen karanlık ve çorak değildi. Taşların üstünde değerli metaller ışıldıyor, etrafta ise parıldayan mücevherler ve kristallerle kaplı mağara ağızları bulunuyordu. Odin durup kulak kabarttığında cücelerin çekiçlerinin, kazmalarının sesini duyabiliyordu. Şafak hâlâ tam olarak sökmemişti, yine de zaman zaman gökyüzünden ışıklar saçılıyor, dağların üzerinde hoş renkler dans ediyordu.
Odin daha sonra geniş bir nehri geçmek zorunda kaldı, bunun ardından belli bir uzaklıkta bulunan muhteşem bir kale gördü. Bu kale, alışılagelmedik bir biçimde süslenmişti. Kalenin köşelerinde sırıtan taş ejderhalar vardı, mücevherlerden yapılmış gözlerinin üstüne ışık vurdukça bu gözler ateş gibi parlıyordu.
İnce sütunlarına altından yılanlar, bakırdan kertenkeleler dolanmıştı; metal asmalar duvarları sıkı sıkı sarıyor, çiçekler için kıymetli taşlar taşıyordu. Yapının bir bölümünden bir alev yükseliyordu, besbelli ki orada bir şeyler yapılıyordu.
Bu tuhaf kale, tanrılar için müthiş silahlar ve ziynet eşyaları yapan ünlü zanaatkâr cücelerin, Sindri ve erkek kardeşlerinin yuvasıydı. Ivaldi’nin oğulları dışında hiç kimse beceri konusunda onların yanına dahi yaklaşamazdı. Ivaldi’nin oğulları bir miktar dev kanı taşıyorlardı; zanaatkâr oldukları kadar büyücü oldukları da söyleniyordu. Onlar ve cüceler arasında bir çeşit rekabet vardı, fakat birbirlerine kızgın değillerdi. Odin kalenin yanından geçti, ama içeri girmedi.
Odin yoluna devam ettikçe dağlar tüm o yabani vahşiliklerini yitirerek, gökyüzüne yumuşak çizgilerle yükselmeye başladı. Artık ormanlarla, asmalarla örtünüyorlardı. Yamaçlarından dereler akıyor, bu dereler puslu birer şelaleye dönüşüyordu. Dağların arası huzur veren vadilerle doluydu, çok yükseklerde ise sonsuz günbatımının tonlarıyla ışıldayan bulutlar vardı. Bu topraklar, karanlık gecenin ve göz kamaştıran öğle vaktinin hiç uğramadığı yerlerdi.
Dağlar gitgide yumuşayarak tepelere dönüştü, en sonunda bu tepeler de altın tahıllar ya da uzun ve dalgalı çimenlerle kaplı düz çayırlıkların geniş sahası içinde yok oldu. Etrafta derin ve huzur dolu nehirler akıyordu. Her yerde çiçekler açıyor, rengârenk tonları küçük su birikintilerinin durgun suları üzerine yansıyordu. Geyik sürüleri ürkekçe Odin’e yaklaştı, o yürüdükçe kuşlar cıvıldadı. Yaprakları hareket ettiren tek şey narin esen meltemdi, tüm sesler alçak ve hoştu.
Güney ufkunda beyaz bulut kümeleri görülüyordu, birbirleri üstüne birikip yüksek bir yığın oluşturmuşlardı. Fakat Odin onlara doğru yürüdükçe bu bulutların mermerden dağlar olduğunu fark etti, kutsal bir yeri çevreledikleri aşikârdı. Binbir çeşit renk altında âdeta yıkanırken, bembeyaz gözcüler gibi dikiliyorlardı.
Bepul matn qismi tugad.