Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Ebedî Aşk»

Shrift:

Şehir kütüphanesinin duvarını boydan boya kaplamış, oldukça büyük bir beyaz karton kâğıdın üzerine yapılmış Aleksandr Puşkin’in soy ağacını görünce içimden bir of çektim. Neden Abdullah Tukay’a da böyle bir ilgi gösterilmiyor? Puşkin’in hayatının her günü incelenmiş, gidip gördüğü her yer anlatılmış, tanıtılmış hatta bütün sevgililerinin sayısını dahi vererek yirmi sekiz kez âşık olduğunu da yazdıklarını hatırlıyorum. Büyük Tukay’ın ise yaratıcılığı ve hayatının bazı dönemleri hâlâ aydınlatılamamıştır. Aşk münasebetlerine gelince araştırmacılarımız acaba çok edepli mi davrandılar yoksa yaşadıkları çağın taleplerine göre mi hareket ettiler, belli değil.

Tukay, hayatına yetim başlayıp yalnız, kimsesiz, ailesiz, evsiz barksız yaşamış hatta şahsî arşivini dahi sepetlere yükleyip beraberinde taşımak zorunda kalmış biridir. Sanki Tatar milletinin acı kaderini tatmış, çocukluğunu aç ve sefil bir biçimde yaşayıp genç mezara giren millettaşlarının kaderine ortak olan bir şahıs olmuştur. Bu sanki Tatar milletinin dört yüzyıllık hayat faciasının bir göstergesiydi.1 Bir de bu, bütün Avrasya’da insan hayatının modernleşmeye başladığı bir zamanda! Birçok Rus yazarının bahçeli konakları varken bizim aziz Abdullahımız, neden bu hayatı evsiz barksız, eşsiz yaşamak zorunda kaldı? Kimler ona âşık olmamış ki, kimler ona mektup yazmamış ki! İlk aşk şiirinde artık Tukay şöyle demekteydi:

 
Ey güzel, gel karşıma, gül, tebessüm et lütfedip;
Ben de etrafında senin döneyim bir döneyim!
 
 
Sallar aheste aheste beni bu dert beşiği:
Ne zarar? Ölünceye dek sallanayım sallanayım!
 

Bir gün gelir de bu hayaller gerçekleşir mi?

Ne yazık ki otel odalarında yaşamak zorunda olduğundan şairin hayatını aydınlatacak belgeler, Abdullah’a yazılan mektuplar ve onun bu mektuplara yazdığı cevapların çok azı arkadaşlarınca koruna bilmiştir. Tukay’ın Doğumunun 90. Yıldönümünde yayınlanan dört ciltlik eserde yirmi üç mektubu yer almış; 1986 yılında ise Doğumunun 100. Yıldönümünde yayınlanan beş ciltlik eserde ise otuz dört mektubu yayımlanmıştır. Buradan yola çıkarak inanıyoruz ki önümüzdeki yıllarda şairin eksik mektupları bulunur, geçen yıllara rağmen şaire olan ilgi artar. Çünkü onun şiirleri, halkın gönlünde saklıdır.

Bir zaman, öğrencilerde merak uyandırmak için tarih dersinde yapılan bir yarışmada “Ik nehrinin hangi civarında Puşkin, Aksakov2 ve Tukay’ın yolları kesişmiştir.” diye bir soru sordum. Tabii ki bunu bilmek için üç yazarın da eserlerini okumak gerekir diye öğrencilere bu yazarların kitaplarını tavsiye ettim. Ama Tukay’ın doğrudan Ik nehrini anlatan bir eseri olmasa da şairin o bölgeden geçtiği yolları bir kez daha araştırmak gerekir dedim. Ayrıca çocuklara şairin Tatar edebiyatının gelişmesindeki rolünü de anlattım.

Tatar tarihinde XX. asır, Tukay asrı oldu. Çünkü bu dönemde şairimizden daha meşhur başka bir şahsiyet yoktu. XXI. yüzyılda da Tatarlarda onun tesirleri güçlü bir şekilde devam ediyor. Çok ilginç bir dünyada yaşıyoruz. Başkurtlar Tukay’ı “Bizim Şair” diyorlar. Kazak ve Özbekler de yakın ve kendilerinden sayıyorlar. Onun eserleri bütün Türk ülkelerinde okunuyor.

Şairle ilgili araştırma yaptığımız Başkurdistan topraklarından daha yeni döndük. Sağdan soldan duyduklarımıza inanmak istemesek de “halk derse hak der.” diyerek Tuymazı ilçesinde bulunan beş Bişende köyünde inceleme yaptık. XX. yüzyıl başlarında bu köyler Samara vilayetinin Belebey kazasına bağlıydılar.

Son yıllarda bazı gazete ve dergilerde hatıralar yayınlandı. Tukay’ın sevdiği kız Bişende köyünün medresesinde kız çocuklarına eğitim vermiş! Bu medresenin Karan Bişende köyünde olduğunu Enver Nizametdinov’dan öğrendik. Enver Nizametdinov, bu medresede tarih öğretmenliği yapmış. Şimdi emekli olmuş. O döneme ait hatırası olan Sılu Yakupova-Bulatova Hanımı da bulduk. Bu Hanım, o dönemde medresenin müdüresi imiş sonra da köyün muhtarı olarak çalışmış. Onun annesi de aynı medresede eğitim görmüş. Sılu Abla annesinin söylediklerini kelimesi kelimesine bize aktardı. O günden bu güne doksan yıla yakın zaman geçmiş. En önemlisi, yine bir şeyler bulduk. Cami, medrese, Muhammetşah Molla’nın konağı çoktan yok olmuş ama yine de altı köşeli evi korunmuş. O evde Molla’nın torunu yaşıyor. İşte o devrin şahitleri: Evin duvarları, sırlı kapıları, taş mahzenleri…

Değerli okurum, acele etmeyelim. Bu olaylar öncesi âşıkların daha beş yıl tanışma ve görüşme süresi olmuş. Beş yıl, altmış ay demek. Âşık olanların her günü ıstırapla geçiyor değil mi? Yirmi bir bin dokuz yüz gün ve gece! Bazı geceler ise “göz kırpmadan” geçmiş…

TUKAYEV

Tatar âleminde, halkın asil oğul ve kızlarının demokratik değişimlere büyük umutlar bağladığı döneme gidelim. Rusya’da ikinci devrimin gerçekleştiği, olayların arttığı 1907 yılı. Tukay ve sevdiği Kazan’a, Tatar dünyasının merkezine aynı yılda geliyorlar. Abdullah Tukayev, artık Tatar âleminde tanınmış milliyetperver şair ve gazetecidir. Kazan’a, doğup büyüdüğü topraklara dönmek onun için hiç de kolay olmadı. Uralski şehrinde de milletinin değerli bir şair olmasına rağmen orada onun çalışabileceği bir yer kalmamıştı. Onun çalıştığı “El-Asrel Cedit” dergisi ve “Fikir” gazetesi kapatılmıştı. Bir de bu olayın üzerine sevdiği kızın verdiği acılar eklenmişti. Ahmet Feyzi’nin3 yazdığı gibi Abdullah’ın sevdiği Serbi’yi fakirlikten aciz kalan ailesi bir çuval pirinç, bir çuval kuru üzüm ve elli sum paraya aldanıp Buhara’dan gelen zenginlerle gönderiyorlar… İşte, Tatar güzelinin değeri bu kadarmış.

 
Ah güzel kız! Aşkınıza bunca şiir söyledim,
Zerre kadar meylin varsa kabulüm ben, kabulüm!
 
 
Ayrılık perdesi ile örtülüdür aramız,
Allah’ım, aramızdan kaldır şu kara perdeyi.
 

Son umutları kaybolan Tukay baharda Kazan’a gitmek için can atar. “Taş gibi katılaştı başım; çeşme gibi iradesiz aktı gitti gözyaşım.” der şair acı bir şekilde. İyi ki böyle zamanlarda ona devamlı mektup yazarak destek çıkan arkadaşları var. Kazan’da her hafta yayınlanan “El-Islah” gazetesi muharriri Vefa Bahtiyarov gazete çıkarma izni alınca Tukay’a 1907 yılının 25 Nisanında bir mektup yazarak daima irtibat halinde olalım demiştir. Bu mektuptan sonra, yirmi bir yaşına gelen şair, kendini bütün hayalleri ile Tatar merkezinde bulur. Aynı bahar rüyalarını süsleyen Başkent için “Par At” (“Çift At”) adlı şiirini yazar. Aradan uzun yıllar geçmesine rağmen şair, çocukluğunu hatırlayarak şiirinde Kazan’a dönüşünü anlatır. Başkent’te yalnız kalmayacağına dair içinde bir ümit doğar!

Ey Kazan! Coşkun Kazan! Dertli Kazan! Nurlu Kazan!

 
Buradadır atalarımın bucakları, köşeleri,
Buradadır dertli gönlün hurileri, cennetleri.
 
 
Burada hikmet, marifet ve burada irfan, burada nur;
Buradadır ince bellim, cennetim ve buradadır hurim.
 

Bu mısralar şiirin ilk varyantı. Tukay, sevdiği kızı Kazan’da tanıyınca iki yıl sonra “bellerim” sözünü “belim” diye değiştirmiştir. Bu olay aynen şöyle olmuştur: O, kara gözlü güzel kıza Başkent’in merkezinde rastlar. Cennet kızı huri de Tukay’a Kazan’da âşık olur. Sevdiği kız için huri tanımlaması da şairin aklına 1906 yılının güzünde Lermontov’un4 “Gök Kızına” adlı şiirini çevirirken geliyor. Tukay bu tanımlamayı kendine göre genişletiyor ve ona yeni tasvirler ekliyor. Böylece “Gök Kızına” şiirinin çevrisinin hacmi de büyüyor ve aşağıdaki şekilde tamamlanıyor:

 
Güzelsin sen, zebercetsin, bir lâlsin,
Lâkin insan kızı kadar değilsin.
 
 
Senin hüsnün, doğrudur övülmeli.
Ama insan kızı senden de sevimli.
 

Tukay, mayıs ayında “Çift At” şiiri ile içinden Kazan’a gitmeyi geçiriyor fakat Uralski’den hemen ayrılamıyor. Kazan’a gitme işi yaza kalır. Tukay, Tatar gazetelerinin kapatılmasını engellemek için mucadele etmekten yorgun düşmüştür. Milleti için endişelenerek, bir yazısında “Zavallı millet, uçurumun kenarına gelmiş, son nefesini alıyor. Ancak kalemden hayat, kalemden necat beklemektedir.” diye yazmıştır. Yaz ortasında yine K. Motıygıy5 ve M. Musin6 ile “Yanga Tormış” (“Yeni Hayat”) adlı bir gazete çıkartmayı planlıyorlar. Uralski, nereden bakarsan on iki yıl hayatını geçirdiği bir şehir, burada dostları, akrabaları var.

MEVLÜDOVLAR

1907 yılının bir yaz sabahının ilk saatlerinde eşyalarını bir arabaya yüklemiş, Çulman nehrinden geçmek için ilk feribota yetişmeye çalışan bir aile, Çistay şehrinden yola çıkmaya hazırlanıyor. Anneleri, yolda ne olur ne olmaz endişesi ile şehrin en iyi arabacılarını kiralayarak iki kızı ile Kazan’a doğru yola çıkıyor. Anneleri, kız kardeşleri ve kendini Kazan’a götürmesi için Kazan’ın “Bulgar” adlı misafirhanesinin dükkânında çalışan oğlu Şakir’i Çistay’a çağırdı.

Feribota binmek için birçok at arabası sıraya girmişti. Yaz güneşi altında yüzleri, elleri simsiyah olmuş feribot görevlisi, bunlara ait iki faytonu feribotun en sonuna alarak atları bağladı ve Şakir’e seslendi. Aynı zamanda Şakir’e seslenirken bir yandan da göz ucu ile yolculara baktı. Çistay bölgesine özgü yumuşak bir Mişer şivesi ile konuşan ela gözlü, hafif tombul, başı açık bir hanım da onların sohbetine katıldı. Bu kadın, genç yaşta dul kalmış ve hayatının büyük kısmını yetim çocuklarıyla geçirmiş. Annesinin yanında dönüp duran, 14–15 yaşlarında olan kızın adı Zeytüne. Olgunluk çağına giren kara gözlü, uzun yanaklı pek de sevimli, nazik bir kız çocuğu. Diğer kızı Zeytüne’den dört yaş daha büyük, olgun, çok mülayim, akıllı, edepli ve çok hamarat bir kız idi. Feribot nehri geçinceye kadar bu kız, elinde ördüğü işini bırakmadı. Annelerinin yanına Çistay’dan tanıdıkları gelip rahmetli babalarından bahsettiler. Onların babalarına Camcı Haydar derlermiş. O, zamanında medrese eğitimi görmüş, epey bilgili olmasına rağmen el emeği ile yaşamaya çalışmış ve ulemadan uzaklaşarak hayatını alın teri ile çalışarak geçirmeyi uygun görmüştür. Elinden her iş gelmesine rağmen o, cam işinde çalışmaya devam etmiştir. Camcı Haydar ayna yapmayı da bilirmiş, evlere tuğladan ocak yapmayı da. Elinden her iş gelirmiş. Ne yazık ki sekiz yıl önce çok gençken vefat etmiş ve beş çocuğunu babasız bırakmış. Büyük oğlu Şakir babasının vefat ettiğinde ancak on beş yaşında imiş. Dul kadın iki oğlunu da çırak olarak Ali Bey’in yanına vermek zorunda kalmış. İki kızını da besleme olarak vermiş. Küçük kızı Zeytüne’yi ise ne kadar zor şartlarda yaşasa da kendinden ayıramamış. Önce küçük evlerini satarak daha küçük bir odaya taşınmak zorunda kalmışlar. Daha sonra ağabeyleri ile Kızıl şehrine gitmişler. Biraz para kazanınca tekrar Çistay’a dönmüşler ve şehrin dışında çok küçük bir ev satın almışlar. Anneleri, sipariş üzerine tüccarların gönderdikleri börklerin astarını diker, para karşılığı durumu iyi olan akrabalarının çamaşırını yıkar, döşemelerini siler ve misafirleri geldiği zaman onların yemeklerini yaparmış. Yaptığı bu yemeklerden kızlarına da getirirmiş (O arada büyük kızı Bedricihan beslemelikten eve döner). Sıkıştıkları bazı zamanlarda annelerinin yeğeni, küçük bir tüccar olan Bahav da onlara yardım eder. Her hafta yetim kızlara birer sum7 verir. Bu arada Kizil’de olan Şakir ağabeylerinden her ay dört sum gelmeye başlar. Anneleri, son günlerde gelen bu paralarla ve gençliğinden beri çalıştığından biraz da olsa rahatlar. O, sırmalı kelepüşler8, kalpaklar, nakışlı havlular işler, gergef ile seccade, sofra örtüsü ve peçete gibi malzemelerin nakışlarını işliyor. Tabi ki paranın büyük bir kısmı börk astarı dikmekten geliyor. Onun yüz tanesi yirmi gümüş tiyen9. Bedricihan da Zeytüne de annelerine yardım ediyorlar. Kanaviçe işliyorlar, havlu başları, yatak kenarlıkları örüyorlar. Sokağa bakan çift pencereli küçük evde açlık nedir bilmeden yaşayıp gidiyorlar.

Anneleri, kocasının hayattayken isteğini yerine getirerek kızlarını cedit usulü eğitim veren okula gönderiyor. O zamanlar bu tür okullarda da sıra yok. Öğrenciler yere oturarak kitaplarını rahlede okuyorlar, yazılarını rahlede yazıyorlarmış. Okurları tarihi bilgiler ile usandırmadan sözü Zeytüne’nin kendisine verelim. “1907 yılının yazında Kazan’a taşındık. Çistay’daki evimizi kiraya verdik… Kazan’da Zavod sokağında bulunan dört odalı bir daireye yerleştik. Ağabeyler tezgâhtar olarak çalışmaya başladılar. Ablam ile ben Rus-Tatar okuluna kayıt olduk.”

Kızlar, okula gitmelerine rağmen boş oturmuyorlar. Mağazaların siparişleri üzerine elbiseler dikiyor, yastık kılıfı işliyorlar. Anneleri ile beraber çalışıyorlar. Bir gün öğretmenleri Emine Abla, birinci sınıfta okumalarına rağmen kızları üçüncü sınıf öğrencileri ile beraber Rus tiyatrosuna götürüyor. Çistaylı kızlar gösteriye hayran oluyorlar. “Ondan sonra” diye yazıyor Zeytüne, “Şakir ağabeye bizi tiyatroya götür diye yalvarmaya başladık.” Neden Şakir ağabeylerinden bunu istiyorlar? Çünkü ağabeyleri, Troitsk şehrinde yaşayan ileri görüşlü gençler ile amatör müzik ve tiyatro grubu kurmuşlar. Anneleri kızlarının tiyatroya gitmelerine iyi gözle bakmıyor. Annelerinin içinde şüphe uyandıran şey ise Zeytüne’nin “El-Islah” gazetesinde en son okuduğu “Tiyatro” adlı şiiri satır satır ezberlemesidir:

 
Tiyatro aydınlığa nûra götürür,
Geriye değil yarınlara götürür.
 

Bir de pekiştirmek istercesine:

 
Mukaddes o, büyük o, âli zat o.
Tamamen hür ve çok geniş, azat o.
 

Bu şiiri Tukay yazmış. Ah, ne kadar güzel ve hoş bir şekilde yazmış Abdullah! Şakir ağabeyi, Tukay’ın tiyatroya sık gittiğini söylüyor. Kızlar “Ah, bir görseydik o genç şairi!” diye hayal ediyorlar. Bedricihan’ın eğitime gönül vermesi, edebiyata olan aşkı zamanla Zeytüne’ye de bulaşıyor. Ablası, Tukay’ın tek kıtadan oluşan “Schiller Gibi” adlı şiirinin sözlerini defterine yazmış:

 
Sen paylaş sevsen beni ilmin ve irfanın ile
Ne bilsen de beraber paylaşalım onun ile.
 

Zeytüne de okul kütüphanesinde bulunan bir dergiden Abdullah’ın “Sin Bulmasan” (“Sen Olmasan”) adlı şiirini defterine yazmıştı. Artık o şiiri ezbere biliyordu:

 
Ey güzel! Ben yanmaz idim yandıran sen olmasan.
Damlamazdı yere yaşlar ağlatan sen olmasan.
 
 
Bir anda bırakırdım bu dumanlı kederleri
Beni miskin edip kederlendiren sen olmasan.
 

Bu, şairin bu sene yazdığı yeni şiirinden bir kıtadır. Tukay kime âşık olmuş acaba? Kim onun aşkına karşılık vermiyor, onu rencide ediyor? Geçen yıl şair “Kemne Söyerge Kirek?” (“Kimi Sevmek Gerekir”) adlı şiirinde

 
“Bu dünyada seni kim sevmekte ki!
Belalardan seni kim korumakta ki!”
 

diye soruyor. Şair bu sorularına cevap bulmuşçasına “Senin aydınlık günün kime tansık10? Gerekirse, yaş yerine kara kan sık!” diye acı bir şekilde devam ederek “Dostum bu söz, sana son bir sözümdür. Kendini sev, sen sev kendi kendini!” diye keskin bir şekilde tamamlamıştı. Neden yirmi yaşındaki “Tatar bahtı için can atan” bir şair, kendi kendini sevecekmiş…

DOSTLUK

Bedricihan ile Zeytüne önce cedit okulunda eğitim alır, sonra Rus-Tatar okulunda eğitimlerini tamamlayarak zamane çocukları olarak yetişirler. Gençlik çağlarından beri eğitimde kullandıkları kitap ve defterleri boş zamanlarında tekrar ederler. Orada ne şiirler ne türküler yoktu! Çoğu da aşk konulu idi. Bunların bazıları tuhaf ve sırlarla doluydu. Bazen şüpheli duygular bile uyandırmaktaydılar. Geçen sene Fatih ağabeylerinin gönderdiği “Oklar” adlı resimli mizahî dergide bir yazar “Tatar Kızlarına” diye yazmış ve sonuna “Şüreli”11 diye imza atmıştı. Zeytüne, Kazan’a gelince ağabeylerine sorarak o “Şüreli”nin Tu- kay olduğunu öğrendi ve bu şiiri birkaç kere okuyarak ezberledi.

 
Severim sizin incecik kaşınızı.
Savrulan saçınızı, başınızı.
 
 
Severim güzel, tatlı sözünüzü,
Zebercet gibi parlak gözünüzü.
 
 
Severim kevserden tatlı dudağınızı,
Bu övgüye verdiniz mi izninizi?
 

Zeytüne, babasının yaptığı aynaya bakarak kendi güzelliğine hayran kaldı ve içinden “evet, evet” diye şiiri okumaya devam etti.

 
Severim sarmadan ince belinizi,
Ne kadar desem de az temsilinizi.
 
 
Severim çokça hususiyle sadrınızı
Nedir o, şemsiniz mi bedriniz mi?
 

Dolgun göğüslerini okşayarak “Doğru, göğüslerim benim, onlar güneşim de dolanayım da!

 
Severim kucaklamayı mermer boynunuzu,
Severim uçmak’a benzer koynunuzu.
 
 
Severim “canım” derken “cim”inizi,
Severim “dostum” derken “mim”inizi.
 
 
Severim sizin edep insafınızı,
Yiğit eli değmemiş saflığınızı.
 

Fakat kızlar Fatih ağabeylerinin öğrettiği “cim” ve “mim” ile “ka”ları pek güzel telâffuz edemiyorlar. Evet, onların ağabeyleri çok bilgili! Ünlü Muhammediye medresesinde eğitim görmüş, Samara şehrine varıp Rusçasını daha da ilerletmiş, iki yılda üniversiteyi kazanacağım diye Petersburg ve Moskova’da kalarak hazırlanmış. Moskova’da “Terbiyetel-Etfal” adlı bir çocuk dergisinde sorumlu serkâtip olarak işe başlamış. Ama ne yazık ki Fatih ağabeylerinin bütün umutları kararmış, ağustos ayında ayakları felç olmuş. Ama bu hastalık bile onun umutlarını kıramamış çünkü çok güçlü bir ruh yapısına sahipmiş. Belki “El- Islah” gazetesinin manevî yönetmeni de o olacak, inşallah!

Zeytüne Fatih ağabeyinin Bedricihan’ı sevdiğini hisseder. Fakat olmaz! Onlar akraba sonuçta, diye düşünür. Haydar babalarının kardeşi Fatma, kızı Kâmile’yi Fatih Emirhan’ın amcası Necip Molla’ya verdi. Onların güzelliği dillere destan idi. Fatma ablanın güzelliğini gören Çistay İşan’ı ona hayran olmuş ve on dört yaşında olmasına rağmen kendine ikinci eş olarak almıştı.

Fatih ağabey ile Tukay’ın aralarında dört ay varmış. Abdullah, dört ay daha küçükmüş. Zeytüne ise on beş yaşının içinde! Yine sözü kendisine verelim. “Ben onun şiirlerini ayrı bir tat ve şevk ile okuyorum. İnsanın kendi dili ile söyleyemediği şeyleri güzel ve keskin bir kalemle yazan insanı gözlerimle görmek istedim.” Diyor hatıralarında. Mevlüdovların geniş ailesinde iki ağabeyi çalışsalar da başkentte yaşamak kolay olmuyor. Bir süre geçince onlar daha ucuz olan bir daireye Meşanskiy (şimdiki Narimanov) sokağında bulunan Alat Hâkim evine taşınıyorlar. Burası “El-Islah” gazetesinin basıldığı yere de yakındı. Kızlar, gazete çıktığı gün Fatih ağabeylerinden daha matbaa boyası kokan baskıları alıp okuyorlardı. Fatih Emirhan, her sayının baş makalesini yazıyor. Her sayıda bir fıkra ve eleştiri, birer sayı aralıklarla da bir hikâye yayınlıyor.

TUKAY KAZAN’DA

Tukay, sadece dünyaya değil Kazan’a da Fatih’ten dört ay geç gidiyor. Abdullah, Fatih Emirhan ile 1907 yılının Ekim ayının ilk haftası Yeni Biste mahallesindeki evlerinde tanışıyor. Şairi o eve getiren Burhan Şeref, onları Tukay ile tanıştırırken çekiniyor. Çünkü Uralski’den gelince kendine kalacak bir yer bulamadan bayağı bir yıpranmış kısa boylu, çelimsiz bu adamda güçlü bir söze sahip olan Tukay’ı görmek imkânsız. Üzerinde kaftana benzer bir kıyafet, ayağında ise ne çizmeye ne keçeden bir ayakkabıya benzeyen bir ayakkabı, şapkasız, saçları uzamış bir adam işte.

– Bu Abdullah Tukayev, diye tanıtıyor Burhan. Fatih Emirhan hatıralarında “Yeni gelen misafir benim gösterdiğim yere oturunca kısa bir süre bana baktı. Benim sorularıma kısa kısa cevaplar verdi. Onun biri diğer gözüne göre daha zayıf gören gözünün bakışında keskinlik ve baktığı nesneden rencide olmuş gibi görünen bu durum, çok az dikkat eden birinde bile hissedilecek kadar kuvvetli idi.” diyor.

– Kazan gençlerini nasıl buldunuz, sorusuna o kısa bir şekilde,

– Kazan’a Uralsk gibi olmak yakışmaz tabii, diye cevap veriyor.

“Yeni misafirin cevapları çok kısa olduğundan dolayı onunla uzun konuşmak imkânsızdı. Ancak, iki saat süren sohbetimizin sonunda bir birimize alışmaya başladık.” diye hatırlıyor Fatih. Emirhan ile Tukay arasında dostluk hızla gelişmeye başlar. Abdullah sık sık “El-Islah” gazetesinin matbaasına gider.

Bir birlerini yakından tanıdıktan sonra şehirde gezdikleri bir gün Tukay, kendi hayatından memnun olmadığını anlatır. “…Onun gözlerine ve bütün yüzüne yansıyan samimiyet bana şairin içinde büyük bir ateş olduğunu ve hayattan başka güçlü bir arayış içinde olduğunu hissettirdi.” diye yazıyor Fatih Emirhan. Aynı zaman Tukay’ın çocuklarla kuzna12 oynadığına pek sıcak bakmayan Fatih ona:

– Nasıl üşenmiyorsun kuzna oynamaya?

– Peki, sen nasıl kızlarla sohbet etmeye üşenmiyorsun, diye cevap verir Tukay. “Tukay kadınlardan ve kızlardan kaçardı. O idarehaneye giren çıkan kızların peçe giymeyen, eğitimli kızlar olduğunu bildiği hâlde onlar varken gazete idarehanesine girmeyi boş ver; hatta kendisi oradayken kızlardan biri idarehaneye girerse alel acele oradan uzaklaşırdı.” diye hatırlıyor Fatih.

1.Yazar, burada Tatar Hanlığının Rus Kinezliği hegemonyasına girmesinden geçen zamanı kastetmektedir.
2.Sergey Timofeyeviç Aksakov (1791–1859) Tatar kökenli Rus yazarı, edebiyat ve tiyatro eleştirmeni.
3.Ahmet Feyzi (1903–1958): Tatar yazarı.
4.M.Y. Lermontov (1814–1841): Ünlü Rus şairi.
5.Kamil Motıygıy (1883–1941): Uralski’de yaşayan ünlü Tatar yayıncı, gazeteci, ses sanatçısı ve Tukay’ın yakın dostu.
6.M. Musin: Tukay’ın Uralski’deki arkadaşı.
7.Sum: Kazan Tatarlarında kullanılan para birimi. Bu, bir rubleye denk bir para.
8.Kellepüş: Tatar erkeklerinin başlarına taktıkları bir çeşit millî şapka.
9.Tiyen: Kazan Tatarlarında bozuk para adı. Bu, bir kopeykaya denk gelir. Rublenin yüzde biri.
10.Tansık: Özlemle beklenen.
11.Şüreli: Tatar mitolojisinde ormanda yaşadığına inanılan, alnında boynuzu ve parmakları çok ince ve uzun olan bir yaratık. Ayrıca Tukay’ın bu ad ile yazdığı bir de poeması (uzun şiir) vardır.
12.Kuzna: Tatarlarda yaygın olan bir çeşit oyun.

Bepul matn qismi tugad.

4 109,90 soʻm
Janrlar va teglar
Yosh cheklamasi:
0+
Litresda chiqarilgan sana:
02 avgust 2023
ISBN:
978-625-6494-48-0
Matbaachilar:
Mualliflik huquqi egasi:
Elips Kitap