Kitobni o'qish: «Ses Rengi», sahifa 5
Yensebek bir an sessiz kaldı.
Gerçekten de şu iki kişiyle kendisi mi konuştu? Rüya mıydı, gerçek miydi? Bu istek nereden çıktı? Seçtiği kelimeler nereden, hangi taraftan geldi?
Yine telefonu eline aldı. Fakat kiminle görüşeceğini bilemedi ve yere fırlattı.
Cansız gibi dikilmiş oturuyordu. Ölü tebessümü kendisine tekrar dönmüş gibiydi. Aynaya bakıp kendisinden hoşlandı. Aynaya yaklaşmak istedi ama yerinden kalkamadı.
Evin içi sımsıcaktı. Dışarıda mayıs rüzgârı esiyordu. Mayıs ayı, Yesmakan Dosbolov’un ebediyete göçtüğünde mayıs ayı tüm güzelliğini tüm evlere hediye etmişti…
ARABA MESELESİ
– Stalin’in başını ne diye ağrıtıp durursunuz ha? diye İkinci Dünya Savaşı engellisi Arzımbet aksakal küplere bindi. – Vara yoğa karışacağınıza kışlık odununuzu hazırlasanıza.
– Millet bir olup bir ağızdan ha dese de hâlâ desteğinden vazgeçmezsin değil mi? Şu hâline baksana, iki bacağın kısalmış oturuyorsun. Herkese sözünü geçirip dediğini yaptırmak istersin moruk, dedi Yelemes ihtiyar bir zamanlarda başkanlık yapan Arzeken’in7 söylediklerini sindiremeyerek ve sözleri kalbine saplanmış gibi üzgün bir şekilde yüzünü buruşturdu. – Bacakların sağlamken de tamamen onun tarafında idin zaten?
– Burada böyle oturuyor olmamız bile muhteşem değil mi? dedi Ojan.
– Ne kadar savunursanız savunun ölene kadar o bıyıklıyla dalga geçmeyi bırakmam, dedi kütük üzerinde oturan Ürpekbay iyice tamtakır olmaya yüz tutan Konırdağ’ın yamaçlarından gözünü ayırmayıp ve fikrini pekiştirerek taşın üzerine tükürüp – Birileri üzülür diye alttan alıp yalakalık yapacak değilim hiç de. Allah canını alsın, hangi dergiden okumuştum, kesip saklamak istemiştim, Nazar’ın cenazesine acele edince tamamen unutmuşum. Orada şöyle yazmışlar…
– Bugünlerde gazeten geveze, dergin dedikoducu olmuş hepten, onu ne diye söylersin? dedi Arzımbek eski püskü koltuk değneğiyle karaağaçtan yapılma protez bacaklarını kaşıyarak.
– Hey gidi günler. Savaştan önce bir güzel patron olup her boku yapmış. Ondan sonra bu herif o diken bıyıklı sövülüp sayılırken koca direğini savunmasın da ne yapsın!
– Burada böyle oturuyor olmamız bile muhteşem değil mi? dedi Ojan ihtiyar. – Birbirimizi yemeyi bıraksak ya.
– Yegorov denen asker arkadaşı Stalin’e şöyle bir mektup gönderir: “Ne olur kurtar, bugün yarın kurşuna dizecekler, iftira atıyorlar. Bir kaputun altında yatmış, bir dilim ekmeği paylaşıp yemiştik…” Stalin köpeğin bile yüreğini parçalayacak mektubu memnuniyetle okuyup “Bu gece vurulsun!” diye yazıp imzasını atmışmış.
– Caniliğe bak sen, zalim bıyıklı!
– Ne kadar merhametsiz insan ha?
– İnsan mı?
– Bunların hepsi doğru mudur, yoksa herkes aklına eseni mi yazıyor acaba?
– Yeter, kızıl kurt gibi uğuldaşmayıp Şarkakpa’nın saygın ihtiyarları, soylu aksakallar gibi sırayla konuşsanıza.
– Şu hâlinize bakmaz, gençlere kızarsınız bir de.
– Burada böyle oturuyor olmamız bile muhteşem.
– Soylulukta bir değer, ihtiyarlıkta bir hayır kaldı mı diye neden sormazsınız? Zaman değişti, köy bozuldu kardeşler.
Şarkakpa Köyü’nün toz toprak ve pislikten uzakta bulunan yüksekçe bir yerinde her zamanki gibi akşama doğru toplanan beş ihtiyar grubuna bisiklete binmiş bir çocuk yaklaştı:
– Dede seni ninem çağırıyor, dedi çocuk bir ayağını yere değdirip. – Karadağ’dan ablam geldi, sabun getirmiş, ninemle ikisi senin gömlek ve pantolonlarını yıkamak istiyorlar.
Ojan ihtiyar yerinden kalmaya yeltendi, etrafına kibirli bir bakış attı güzelim ata benzemeye çalışarak.
– Sevindiği şeye bak zavallının, dedi Yelemes ihtiyar arkasına dönüp tükürerek. – Torununa “sen” demeye nasıl izin verdin? Neden “siz” diye kibarlık etmez? Şu karına selam söyle gömlek ve pantolonlarını yıkayıp durmasın, anladın mı? Kışlık kıyafet Eylül’de eskir derler. Biliyorum çamaşır yıkamayı pek sever. Dükkânda kumaş da tükeniyor, onu da düşünsün.
– Tükenmeyen ne kaldı ki?
– Hey ya. Sabuna bile babamız askerden gelmiş gibi seviniyoruz.
Ojan gidince dört ihtiyar kaldı.
– Karısı var köyde, sabun temin eden kızı var şehirde, bu da mutlu Allah canını almasın, dedi eşi olmayan Yelemes ihtiyar.
– Gözünü sevdiğim Andropov hiç olmazsa beş sene kalsaydı bizim çektiğimizi kimse çekmezdi.
– Hey ya, iyi dedin. Bir çift laf etmeden de düzeni kurmuştu, ne yazık ki…
Dört ihtiyar hep birlikte kısa bir süre sessizce oturdu. Bir an kendilerine doğru gelen yaşlı bir kadını gördüler. Dördü birden yaşlı kadına bakakaldı.
– Bu hanginizinki? dedi Arzeken.
– Kim olacak, Kamıtayak Kanımkül’dür. Ayağa kalk Sıpatay bahadır! dedi Yelemes.
– Yüksekteki eti beğenmeyen kediliğini bırakmazsın değil mi uyanık dostum, diye Sıpatay da Yelemes’e hemen laf yetiştirdi. Karısı bunların bulundukları tepeye yan bakış atıp elini alnına götürerek doğu yöndeki Konırdağ tarafına baktı. Sonra çıplak ayağına giydiği lastik ayakkabısını çıkarıp çakıl taşlardan temizledi. Çarpık bacakları az bir şey gözükünce yaşlılar hep birlikte yere bakar gibi yapılar.
– Toklularından biri yok, üçü gelmiş bir şekilde. Sense yan gelip yatıyorsun bakıyorum, dedi karısı Kanımkül. – Kalk hadi. Sen şu topalın evinden aşağı doğru iyice bir bak. Ben de yukarı doğru sürüneyim. Ramazan için sakladığın hayvanı biri keser de yerse elin boş kalakalırsın zavallım.
– Arzımbet’e topal, Sıpatay’a zavallı dedin. Yelemes’le bana söyleyeceğin bir şey yok mu? dedi Ürpeken.
– Sen otur oturduğun yerde ağız kavafı. Kemiği kurumuş Stalin’den söz etmeye devam et istersen, dedi Kanımkül hiç lafını esirgemeden. – Yelemes’e dul kalmasını söyleyen ben değilim. Karısının kanını delik yapmadan emip erkenden öldürmüş, rahatına kavuşmuş bu zalim.
– Al işte, ağzının payını aldın işte. Sen ağız kavafı, ben de zalim oldum, dedi Yeleken yüzü kızararak.
– Kazakların kutsal kabul ettikleri yedi hazineye kadın dâhil mi, dâhil değil mi? Bir tanesinin köpek olduğunu iyi biliyorum da, dedi Arzeken.
– Karı kız milletini sen daha iyi bilmez misin? Onu neden bize soruyorsun? diye esnedi Ürpekbay. – Stalin, tüm halkın aklını alıp iyice aptallaştırmıştır. Hepimiz etraflı ve tam düşünemeyip hayatımızı yüzeysel biçimde yaşıyoruz. Ülkenin yarını ne olacak, iyice gerileyip bozulan köyün ne olacak? Gelişeceği yerde geride kalıp alaya alınan şu okuluna bak. Öğrenci sayısı da az. Geçen Cumartesi yapılan düğünün kanlı kavga ile bitmesine ne dersin? Ya dünkü Nazar’ın cenazesi? Adam başına beşer somdan jırtıs8 dağıtılmasaydı kim gelirdi? Kim yas tutup defnederdi? Şarkakpa’da doğan çocuklarının birinin bile elinden iş gelmez. Benden çoğalanların dahi içinde Allah kahretsin adam olacak birini bulamazsın. Bunların hepsi öncelikle Stalin’in suçudur.
– Ne yani, Stalin Şarkakpa’ya gelip geceyi Şaripa’nın koynunda mı geçirmiş? – Arzımbet tekrar değneğiyle ağaç bacağını kaşıdı.
– O gelmedi, ama yaşamı senin gibi yetkililer batırdı. Nazar neyse, bundan iki hafta önceki yamuk kafayı düşünsene! Sadece bir çocuğu vardı cenazede. Diğerleri nerede? Neden gelmediler? Böyle şeyleri görünce korkmadan, ürkmeden nasıl rahat yemek yer insan?
– Yemeği bulursan yersin, dedi Arzeken.
Üçü de sessiz.
Etraf kararmaya başlasa da havada hâlâ kötü kokulu toz vardı. Üç ihtiyarın kafaları zonklayıp gözlerinin önü de kararmaya başlamış gibiydi. Pek hoş olmayan durumlarını birbirlerine belli etmemeye çalışarak birbirlerine hem sevmeyen, hem de kıyamayan bakışlar atıp yüzlerini buruşturuyorlardı. Lakırdıları bıçak gibi kesilmişti.
Bu sessizliği Ürpeken bozdu.
– Yönetici olup o bıyıklı için çalıştığın yıllarda aklını yitirmediysen yedi hazinenin hiç olmazsa yarısını bilmez miydin? diye Arzekene doğrudan laf çarptıktan sonra kibarca gülümseyip ortamı yumuşattı. – Bilmiyorsan öğren: ilki Hz. Hızır, ikincisi talihtir. Her ikisi de başına konan devlet kuşudur. Üçüncüsü akıl, dördüncüsü sağlık, beşincisi zevce, altıncısı rızık, yedincisi köpektir. Hey Arzımbet! Hey Yelemes! Bu yedi hazinenin tamamına her birimiz şahsen sahip olmasak da şu köyümüz, ülkemiz sahip değil miydi? Bize ne oldu da böyle soysuzlaştık? Allah Hızırımızı Konırdağımız, talihimizi Bilikgöl edip yaratmamış mı baştan! Bedenden ayrılan can, gözlerini sevdiğim ruhlar bize hep destek olup kollamaz mıydı? Onlar neden ürktüler? Bunu bir düşünsenize. Neden Konırdağ’ın koruyanı, Bilikgöl’ün bileni yok? Neden sahipsizler? İnsanlar neden hayvana dönüştüler?
Arzımbet karanlıkta değneğinin ucuyla toprağı karıştırdı.
– Bizden zenginlik ve yönetimi alıkoyarken sunduğunuz cennet ve sağladığınız güzel yaşam bu olmuştur da ondan, dedi Yelemes yüz ifadesini hiç değiştirmeden.
Üçü tekrar sessiz kaldı.
Tepenin kimsesiz tarafı titredi. Yer sarsılmış gibi oldu. Toz kokusu yağla karışıp üç ihtiyarın sinir hücrelerini uyardı. Üçü birden öksürdü, üçü birden aksırıp hapşırdı.
Şarkakpa’da yaşayıp oradan elli kilometre kadar uzaktaki fosfor taşı çıkarılan madende çalışan dört beş erkek vardı. Onlar böyle karanlık çökünce böyle yeri titreterek gelirler, ortalık henüz ağarmadan tekrar giderlerdi.
Üç ihtiyar sessizce biraz daha oturdu. Eylül ayı yaklaşmış olmasına rağmen hava hâlâ bunaltıcıydı. Ürpeken diğer ihtiyarlara kıyamıyor, kalmak istiyor. Ancak eşi rahatsız olduğundan mızmızı da çoktur. Şu Arzeken de içindeki zehri köydeki sayısı az ihtiyarlara aktararak rahatlamış, oturuyordu. Bir zamanlar yönetici olduğundan ona saygı duyan da, karaağaçtan yapılma bacağından dolayı ona acıyan da işte bu yaşlı adamlardı. Yoksa evinde bile sayıldığı söylenemez. İki oğlu başkentte okumuş, bilimin peşine düşmüştür. Büyük olan adlarıdır, yoksa küçücük hayırları dokunmaz. İkinci eşi ile kıt kanaat geçinip gidiyorlar. En hayırseveri Ojan’ın Karadağ’daki kızıdır. Deminki gibi akşamüstü iki buçuk kilometrede bulunan yassı taşın yanından iner, “İkarus” marka kırmızı otobüse veda edip köye geliverir. Annesi ile babasının temizliklerine bakar, çorbasını yapıp hapşırtarak terletir, gömlek don bırakmadan yıkayıp ütüler, gider. Sıpatay’ın adı bahadırınki, yaşamı ise kadınınki gibidir. Kendisi sık sık hastalanır. Tahtalıköye giden yolda sırada onun arabası mı bekler, kim bilir? Az çocuk sahibi değil. Yarısı Janatas’ta, geriye kalanları Karadağ’da. Gelmezler. Alkol ve sigara müptelası olan çocuklarına dayanamayıp dedelerine sığınan torunları teselli onun için. Yıkılmak üzere olan zavallı okuldaki öğrencilerin sayısını arttırmaya yardımcı olurlar hem. Köydeki iki üç öğretmenin Sıpeken’i başlarının üzerinde tutmalarının nedeni işte bundandır. Artık Yeleken’e gelecek olursak Stalin’i sövüp duran Ürpeken’in bile onun yanında az da olsa susması gerekir. Yeleken, zamanında zengin toprak sahipleri listesine alınıp sürgün edilmiş. Sonra döndüğünde paçadaki biti başına çıkacak kadar sefil yaşam sürmüş, çok sıkıntılı yıllar geçirmiş. Savaşta esir düşünce kaçarak memlekete döndüğünde hem eş dost sırtını dönmüş, hem devlet yetkilileri baskı yapmış. Bunlara bir de eşinin erken ölümü eklenecek olursa küçük bir şeyde kanının beynine sıçramasına, saldırgan yapısına anlayış göstermek mümkündür. Yaşlı adamların hepsi anlıyor. Teşekkür ederiz.
– Hadi gidelim, dedi Yeleken. – Git diyecek, saygıyla sofraya davet edecek kimse var mı ki? Toz toprak içinde kalan Şarkakpa’ya bombayı atıverip arta kalanını şu Evliyaata ile Çim-kent’teki fosfor aslanlarının ağzına eşit bir şekilde döküversen keşke!
– Bir tek sen sağ kurtulup tek başına kalakalsan, bir kenardaki tepeden alaylı alaylı baksan değil mi? dedi Arzımbet. – Hadi kalkacaksak kalkalım. Yoksa ılık çaydan da mahrum kalırız. Bismillah!
Şarkakpa, eski zamanlarda cennet kadar güzel bir şehirmiş. Şimdi de şehri aratmayacak güzel bir ilçeye dönüşebilir. Arka tarafında dağ, ön tarafında göl. Konırdağ’dan şırıl şırıl akan su ne muhteşem! Dağın yamacında koyunlar otlayıp kuytu yerlerinde atlar kişnese keşke… O bölgeler az gelecek olursa Bilikgöl’ün çayırı da duruyor boş boş. Dağ tarafından şırıl şırıl gelip bıcır bıcır bir şeyler söyleyen, fakat köyde istenmediğinden çocuk gibi küsüp bataklığa batan pınarın durumu ise şudur. Her bir evin etrafını çevreleyip bahçe ekilse ne bolluk, ne bereket olurdu. Kimse bunu yapmadı, millet şehre geçti. Böylece köyden devlet kuşu uçtu, akıllar azaldı, bünyeler zayıfladı, beyazlar kir tuttu, kısmetler kesildi, köpek havlamak yerine ulumaya geçti. İnsanları bilincini yitirip geleceği kararan Şarkakpa’nın zifiri karanlıkta toz ve toprak içinde kalarak can çekişmesi tüyleri ürpertiyor.
Ürpeken ötecek olursa her şeyin sorumlusu o bıyıklıdır. Yeleken konuşacak olursa bir zamanlar zengin toprak sahiplerinden alıkoydukları varlığa sahip çıkamayan fakir fukara suçludur. Sıpatay, Hruşçev’i yerer, Andropov’u över. Ojan, herkese, özellikle de Brejnev’e çok minnettar. Arzeken’e göre ise kaderine eziyet yazılmış Kazak halkının her yerini saran marazdır.
* * *
Aniden ortaya bir haber atılıp hemen yayılıvermişti. O haber Şarkakpa’ya da bomba gibi düşmüştü. Bomba haber şuydu: İkinci Dünya Savaşı engellilerine, o sıcak savaşa katılan herkese birer araba tahsis edilecek! Tamamına. Herkese. her birine birer birer. Araba. Şöyle böyle araba değil, eskiden altmışlı yılların ortalarında ancak çok nadir insanlara tahsis edilen küçük, basık ve böcek gibi arabamsı araçlardan değil. Bildiğimiz “Moskviç” markanın yeni modellerindenmiş. Bununla ilgili olarak ilçe yöneticilerine gazilerin listesinin yeniden yapılması, belgelerin tekrar düzenlenmesi talimatı verilmiş. Elbette gazilere gıcır gıcır arabaları bedava hediye edivermeye bizim engin devletimizin imkânı henüz yoktur. Belki de olabilirdi, ancak sosyalizm yapısı ilk başlarda doğru bir şekilde başlamasına rağmen sonraları bir o tarafa, bir bu tarafa çekilerek yolundan saptırılmış, parçalanmıştı. Bu yüzden de İkinci Dünya Savaşı gazilerinin tahsis edilecek arabanın tutarının yarısını, yüzde yetmiş beşini, belki de tamamını ödemeleri gerekebilirmiş.
Bazı köylerin ak sakallıları ile kara sakallıları belgelerini tastamam edip uzaktaki ilçe merkezine yolculuk yapmış bile diyorlar. Birtakım köyün birçok yaşlı adamları da bırak araba almayı, ne arabayı sürmeye, ne de binip oturmaya durumları olduğunu, çay ve şekeri zorla aldıklarını, devletin kendilerine bakacaklarına inandıklarından o hâle geldiklerini söylemiş, köpeğin bile yemeyeceği o demir parçasını verip güya memnun edeceklerine parasını vermelerini istemişler. Şöyleymiş de, böyleymiş. Değişik değişik söylentiler varmış ortalıkta.
Şarkakpa’nın yaşlıları içlerine kapanıp sessizliğe bürünmüşlerdi. Hatta toz ve topraktan uzakta bulunan tepede toplanmayı bile bırakmışlardı. Araba meselesi beş ihtiyar adamın kafasını karıştırıp birkaç gün içerisinde iyice yaşlandırmıştı.
Hepsinden iyisi yine Ojan’dı. Karadağ’daki kızı “Araba verecekleri doğru ise alırız. Kenardaki paramız yarısını da, yüzde yetmiş beşini de ödemeye yeter. Tamamını isteyecek bile olsalar hiç merak etmesin”, demiş.
Sıpatay sıkıştı. Alkol ve sigara düşkünü çocuklarının bir tanesi bile en ufak fikir belirtmemiş, kendilerinde alıp almamasını söyleyecek güç bile bulamayıp biralarını kafalarına diktikleri hâlde kalakalmışlar. Çocuklarından destek istemek için Karadağ’ı geçip Janatas’a kadar giden zavallı Kamıtayak Kanım-kül boşuna masraf yapmış, yorgun argın zor dönmüş.
Ürpekbay ürpermiş. Yine de belli etmek istemeyip Stalin’i hedef aldığı gibi arabaların hiçbirini beğenmeyip burnu havalarda oturuyormuş. Bırak yarısını, çeyreğini bile ödeyecek hâlinin olmadığını kabul edecek gibi değilmiş.
Yelemes’in evine üçüncü günün gecesinde uyku saatlerinde iki genç adam gelmiş. İsteklerini üstü kapalı iletip tekliflerini fısıltıyla söylemişler. Kısacası arabayı kendisi alıyorsa ne âlâ, ancak öyle bir düşüncesi yoksa hakkını bu iki kardeşinden birine versinmiş. Üstüne üç bin somu hemen şimdi bırakırlarmış. Yeleken öyle düşünmüş, böyle düşünmüş. Oflayıp puflamış, tansiyonu yükselmiş ve bir, iki gün içerisinde cevap vereceğini söyleyip yatağa uzanmış.
Sıpatay, abdest almaya dermanı yok, siyah ibriği bir yanda, kendisi diğer yanda otururken ona da Şarkakpalı fosfor madeninde çalışan bir delikanlı uğramış. Genç adamın ne dediğini, ihtiyarın ne cevap verdiğini net bilen kimse yok. Sonuç itibarıyla ertesi gün Sıpatay bahadıra seksen yıllık yaşamında bir defa nasip olmayan tatil paketi gökten inivermiş ve Evliyata yakınındaki kaplıca evlerine doğru yol gözükmüş. Madendeki ağır aracın sahibi hafif araçla gelip götürürken çarpık bacak karısı dört toklu ile tek keçenin arasında elini sallayıp kalakalmış.
Aradan iki gün geçer geçmez Yelemes ihtiyar iki bin somu uçkuruna gizleyip yakınlardaki bankası olan ilçeye doğru yolculuk yapmış.
Bu köyün beş ihtiyarı bir araya gelmeyi, sırlarını paylaşmayı bıraksalar da tüm sırlar geçen senelerde Bilikgöl’ün kimya fabrikasının atıklarından katliam olan balıkları gibi her şey su yüzüne bir bir çıkıyordu.
Dördüncü gün olmalı, Ürpekbay ihtiyara da sıra gelir. Okulda öğretmenlik yapan Yensebek evine yemeğe davet eder. Soğuk yüzlü, hastalıklı görünen ve selamlaşır selamlaşmaz sırtını dönme alışkanlığına sahip bu öğretmenin evinde o güne kadar hiç bulunmamış meğerse. Bir köyde oturup nasıl olur da bir kez bile ayak atmamış! Bu zamanda bunun gibi ilginç şeyler çok yaşanır. İşte şimdi o eve doğru gidiyor İkinci Dünya Savaşı gazisi, büyük lider Stalin’in gerçek düşmanı Ürpeken. Yensebek’in kapısının önü tertemiz parlıyor, tıpkı göl yılanları daha şimdi yalayıp gitmişler. Kendisi desenli takke giymiş, iki elini birden uzatarak selamlaştı. Göle bekçilik yapan büyük oğlunun elinde havlu. Genelde yan bakan ve içindeki çirkinlik yüzüne vuran bodur gelin de pek çirkin görünmüyordu.
Evine girenin çıkmak istemeyeceğini söyleyenler haklıymış.
– Masaya mı oturalım aksakal? dedi Yensebek. – Yoksa yer daha mı iyidir?
Ürpeken biraz düşündü ve:
– Masaya oturmayı da bir deneyelim, dedi kendisi de beklemedik davranış sergileyerek.
– Şunlara ne dersiniz? dedi öğretmen. Başkent votkası ile Stalin’in köyünde üretilen konyak az değil.
– Çocuklarımın hepsi içer. Ben bırakalı çok oldu, ama bugün içeceğim, dedi Ürpeken. – Şu Cugaşvili konyağından koy bakalım.
Yensebek boşu boşuna ağırlamaz kimseyi, kendince yaptığı hesabı kitabı vardır elbette. Evet, bildiğimiz araba meselesidir.
– Çocuklarımın hepsi alkol düşkünü, alkolik, dedi Ürpeken ikinci veya üçüncü kadehten sonra biraz daha açılarak. – Bunun nedenini şöyle düşündüm, böyle düşündüm ve sonunda kendimi ve Cugaşvili’yi sorumlu buldum. Savaşta başından sonuna kadar içki ve ispirtoda yüzdük resmen. Koy ve iç, koy ve iç. Öyle olmuştu. Oradan gelip şu Şarkakpa’nın ağzına kadar içki dolu fıçısına daldık. Öyle birinden adam gibi bir çocuk doğar mı ki? İçkiyi döke saça veren Cugaşvili mi suçlu, yoksa düşünmeden kafasına diken hayvan Ürpekbay mı suçlu? Onu Allah’tan başka kimse bilemez…
Oturma uzun sürmedi. Yemek yendikten sonra Yensebek direkt arzusunu dile getirdi:
– Ürpeke, yalakalık edecek değilim, mesele sizin de tahmin ettiğiniz gibi araba meselesidir. Sizinle fazla alışverişimiz yoktu. Nedense hiç boş vakit bulunmaz, düşündüğümüz genç nesil olunca. Ür ağabey araba alacak durumunuzun olmadığını çok iyi biliyoruz. Elinizdeyken bize bir iyilik yapıp hakkınızı bize doğru atıverin. Parasını biz öderiz, arabayı siz almış olursunuz. Vekâletname düzenleriz, geri kalanını ben ayarlarım. Bizde kötü niyet yoktur bilirsiniz, ağabey kardeş olalım sizinle. İsteğimiz budur Ür ağabey!
– İyi, iyi kardeşim, dedi Ürpeken sarhoşluğundan hemen ayılarak. – Senin gibi kardeş bulursam daha ne isterim? Araba dediğin nedir… Al, tabii al. Dediğin gibi olsun kardeşim…
Yensebek bir daha doldurdu. Ürpeken kaldırmadı. Kibarca gülümsedi sadece.
Bir tek Arzımbet aksakalı kimse rahatsız etmedi. Daha önce başkanlık yapmış olduğundan millete pek belli etmese de yorganının altında bolca para sakladığı, üstelik başkentte bilim adamları olan çocuklarının bulunduğunu düşünerek zahmet etmeye gerek kalmadığını düşünmüş olmalıydılar.
Böylece Şarkakpa Köyü’nün Arzımbet ve Ojan dışındaki gazilerinin tamamının değeri artarak baş üstünde tutulmaya başlamış, yaşam koşulları beklenmedik bir anda değişivermişti. Kendilerinin o kadar değerli bulunup başlar üstünde tutulacakları rüyalarına bile girmemişti.
Aradan bir ay kadar zaman geçti.
Sıpatay bahadır ılık su ve çamurla tedavi eden tatil evinde yirmi üç gün dinlenerek değneksiz döndü. Rüzgârdan koruyup binek arabayla getiren de aynı delikanlı oldu. Köye yaklaştıklarında Konırdağ’ın alt tarafındaki yassı taşın yanında durup “Araba benim değil, senin olacak” cümlesini içeren yazı yazdırıp imzasını attırmış. İhtiyar kocasının değneksiz yalpaladığına sevinen Kanımkül Hanım dört toklunun birini kestiriverdi.
Köyün kenarındaki tepede sahil ayrığı yeşermeye başladı. İnsan oturmayınca öyle olurmuş. Yine de sonbaharda yeşermesinin hiçbir anlamı yoktu, toz ve topraktan biraz uzakta bulunan tepenin durumunda bir iyileşme olmadı. Arada bir Ojan, bazen de Arzeken o tarafa doğru yönelir, ancak yarı yoldan geri dönerler. Yeleken apandisit olmaya da zaman buldu, az kalsın ölüyormuş. Ürpeken’i Yensebek öğretmen, ağabeyi tayin edip bazı akrabalarını gezdirmiş.
Aradan birkaç gün daha geçip Konırdağ’dan hızla aşağı dökülen doğal kaynak suyun büyük bir kısmı göle aktığı anlarda Şarkakpa’ya kötü bir haber ulaştı. Yaşlı adamların hepsi endişeye kapılıp onların etrafında dolaşanların elleri ayaklarına dolaştı. Ne diyelim, gazilere, daha net söylersek İkinci Dünya Savaşı’na katılanların tamamına araba tahsis edileceği meselesine değişiklik getirilmiş. Ülkemizin içinde bulunduğu çok zor ekonomik ve diğer durumlar nedeniyle bu mesele askıya alınmış, belirsiz bir süreye, belki beş yıla, Büyük Zafer’in ellinci yılına kadar ertelenmiş.
Arzeken kıs kıs güldü.
Ojan ihtiyar derin ah çekip bulunduğu muhteşem duruma şükretti.
Sıpeken’in tekrar değnek edindiğine dair söylenti çıktı.
Yeleken iki bin somun faizini almak için bankaya acele etti.
Ürpeken eski hamam, eski tas, sadece içine Stalin’i değil, şimdiki yöneticileri de acımadan katıp çeşit çeşit hikâyelerini döktürdü.
En büyük gelişme ise Şarkakpa’nın kenar kısmındaki toz topraktan biraz da olsa uzaktaki tepede beş yaşlı adamın tamamının her zamanki gibi akşamüstü bir araya gelmeye başlaması idi. Elbette her ne kadar döktürürlerse döktürsünler konuşmalar eskisi gibi olmuyordu. Köpeğin de yemeyeceği demir aracın zararı olmalı. Bu sene kışın sert ve uzun olacağını söylüyor millet. Bir sonraki baharı hepsi birden sağ salim görebilir mi, yoksa şu tepeye mayın atılmış gibi bir ikisini götürür mü, orası bir Allah’a malum.
İşin bu tarafını düşünerek samimiyet kurdukları anlarda beş ihtiyar adam birbirine eskisine göre daha da yakınlaşır gibi olur. Kafalarındaki tilki harekete geçip akıllarına araba meselesi geldiğinde ise anında sessizleşip içlerine kapanırlar, her biri farklı yönlere dönerek otururlar.
Ufalıp değerlerini kaybeden nesillerine arkasını verir gibi Konıdağ karararak bulanık bir hâl alır.
Bepul matn qismi tugad.