Kitobni o'qish: «Rüzgârın Kızı Anne»
Lucy Maud Montgomery, 30 Kasım 1874 tarihinde, Prens Edward Adaları, Clifton’da doğdu. Annesi, daha o bebekken tüberkülozdan hayatını kaybetti. Kendisini annesinin ailesi büyüttü. Babası, onu büyütmesi için büyükannesine emanet ettikten sonra Cavendish’e taşındı. Cavendish’te yaşamaya başlayan Montgomery’nin çocukluğu yalnızlık içinde, hayalî arkadaşlarla geçti. 1890 yılında, burada eğitimini tamamladıktan sonra, babası ve üvey annesiyle yaşamak için Prens Albert şehrine yerleşti.
9 yaşındayken şiirlerini yazmaya ve günlük tutmaya başladı. İlk şiiri yerel gazetelerde yayımlandıktan sonra düzenli olarak kısa yazılar da yazmaya başladı. Charlottetown’daki Prince of Wales Üniversitesine girerek öğretmenlik lisansı aldı. Kısa süreliğine de olsa öğretmenlik yaptı. 1897’den itibaren yazmaya başladığı yüzlerce kısa öykü, haftalık dergilerde yayımlandı.
1908 yılında yayımlanan ilk kitabı Yeşilin Kızı Anne ile büyük bir başarı yakaladı. Yazarı yaşamı boyunca popüler eden Anne karakteri dünyada en çok sevilen kitap kahramanlarından biri oldu. İlk roman ile birlikte bir seri hâline geldi. Yazar hayatı boyunca birçok roman, otobiyografi, kısa hikâye ve şiir yazdı. Toronto’daki evinde 24 Nisan 1942’de hayatını kaybetti.
Hatice Vildan Topaloğlu, Kilis’te doğdu. İlköğretimine Hasan Ali Yücel İlköğretim Okulunda başlayıp Teğmen Kalmaz İlköğretim Okulunda tamamladı. Özel Sevgi Kolejini birincilikle bitirdi. Hacettepe Üniversitesinde bir yıl işletme okudu. ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Anadolu Ajansının İngilizce bölümünde 4 yıla yakın çalıştı.
Çevirmenin yayımlanmış tercüme kitapları:
Binbir Gece Masalları, Alâeddin’in Sihirli Lambası, Denizci Sinbad, Ali Baba ve Kırk Haramiler, Yeşilin Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Avonlea Günlükleri / Lucy Maud Montgomery, Avonleali Anne / Lucy Maud Montgomery, Adanın Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Rüzgârın Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Beyaz Diş / Jack London, Kadınlar Alayı / Jack London, Üç Silahşorler / Alexander Dumas, On Beş Yaşında Bir Kaptan / Jules Verne, Sokrates’in Savunması / Platon, Mutlu Prens / Oscar Wilde, Nar Evi / Oscar Wilde, Tavşan Peter / Beatrix Potter.
İLK YIL
1
(Summerside Lisesi Müdüresi Lisans Mezunu Anne Shirley’den Redmond College, Kingsport’ta tıp öğrencisi olan Gilbert Blythe’a yazılan mektup.)
“Windy Poplars, (Rüzgârlı Kavaklar) ” Spook’s CaddesiPazartesi, 12 Eylül
En Sevgili,
Muhteşem bir hitap biçimi değil mi? Bu kadar leziz bir şeyi daha önce duymuş muydun? Yeni evimin adı Windy Poplars (Rüzgârlı Kavaklar) ve ben burayı çok seviyorum. Ayrıca Spook 1 Caddesi’ni de seviyorum ki bu caddenin resmî bir varlığı yok. Asıl İsmi Trent Caddesi ancak Weekly Courier (Haftalık Haberci) dergisinde adının geçtiği nadir zamanlar hariç buraya asla Trent Caddesi denilmiyor. İşte böyle zamanlarda insanlar birbirlerine bakıp, “Trent Caddesi nerede Tanrı aşkına?” deyiveriyorlar. İsmi Spook Caddesi. Tabii bunun sebebini tam olarak ben de bilmiyorum ya. Bu konuda Rebecca Dew’e de danıştım. Ancak tek söyleyebildiği buranın adının her zaman Spook Caddesi olduğu ve buraya doğaüstü güçlerin musallat olduğuydu. Fakat Rebecca Dew bu caddede kendisi kadar kötü görünüşlü bir şeyi daha önce hiç görmemiş dediğine göre.
Ancak hikâyemi sırasına göre anlatmam gerekir. Rebecca Dew’ü henüz tanımıyorsun. Ama tanıyacaksın, tabii ki tanıyacaksın. Rebecca Dew’ün ileriki yazışmalarımda fazlasıyla yer alacağı öngörüsünde bulunuyorum.
Vakit alaca karanlık vakti en sevgili. (Laf arasında “alaca karanlık” kelimesi çok hoş bir kelime değil mi? Ben bu kelimeyi “gün batımı” kelimesinden daha çok seviyorum. Çok kadifemsi ve gölgemsi bir tınısı var, bir de “alaca karanlık” gibi…) Gündüz vaktinde dünyaya aidim. Geceleri ise uyku ve sonsuzluğa. Ancak alaca karanlıkta bu ikisinden de azat olmuş vaziyetteyim ve sadece kendime aidim… Bir de sana… Yani bu kutsal anı sana yazmaya adayacağım. Gerçi bu yine de bir aşk mektubu olmayacak. Benim kalemim biraz gıcırtılı ve ben gıcırtılı bir kalemle aşk mektubu yazamam. Keskin bir kalemle de kalın bir kalemle de yazamam. Dolayısıyla bu türden bir mektubu tam olarak böyle bir mektuba uygun türde bir kaleme sahip olduğumda alacaksın. Bu arada sana yeni ikametgâhım ve sakinlerinden bahsedeceğim. Hepsi de çok değerli insanlar Gilbert.
Dün bir pansiyon evi bulmak için geldim. Bayan Rachel Lynde de benimle geldi. Güya alışveriş yapmaya gelmişti ama aslında bana kalacak yer seçmek için geldiğini biliyorum. Aldığım üniversite eğitimi ve lisans dereceme rağmen Bayan Lynde hâlâ benim tecrübesiz genç bir kız olduğuma, yönlendirilmem, yönetilmem ve gözetilmem gerektiğine inanıyor.
Trenle geldik Gilbert ve çok komik bir macera yaşadım. Senin de bildiğin gibi maceralar peşlerinde koşmasam da bir şekilde beni bulur her zaman. Sanki onları bir şekilde kendime çeker gibiyim.
Bu olay, tren bir istasyonda durmak üzereyken yaşandı. Ben ayağa kalktım ve Bayan Lynde’in valizini almak için eğildim (kendisi pazar gününü Summerside’daki bir arkadaşı ile geçirmeyi planlıyordu). Bir koltuğun parlak kolu zannettiğim bir yere parmak eklemlerimi dayayarak ağırlığımı verdiğim anda neredeyse çığlık atmama sebep olan vahşi bir çatırdama sesi işittim. Koltuğun kolu zannettiğim şey meğerse bir adamın kel kafasıymış. Bana sert bakışlar atmasından anladığım üzere uykusundan yeni kalkmıştı. Perişan hâlde özür diledim ve trenden alelacele indim. Adamı son gördüğümde hâlâ bana sertçe bakıyordu. Bayan Lynde dehşete kapılmıştı. Parmak eklemlerim de hâlâ acıyor!
Bayan Tom Pringle isimli bir kişi lise müdürlerini son on beş yıldır evine pansiyoner olarak kabul ettiğinden kalacak yer bulmak için çok zorlanacağımı düşünmüyordum. Ama bilmediğim bir sebepten ötürü aniden “rahatsız edilmekten” sıkılmış ve beni kabul etmedi. Tercih edebileceğim diğer birkaç yerin ise kibar bir bahanesi vardı. Diğer birkaç yer ise tercih edilebilir değildi. Biz de bütün öğleden sonra boyunca kentte dolaştık. Sıcaktan bunaldık, yorulduk, canımız sıkıldı ve başımız ağrıdı. En azından benim için böyle oldu. Ümitsiz hâlde vazgeçmeye hazırdım. Sonra Spook Caddesi oluverdi.
Bayan Lynde’in eski dostlarından olan Bayan Braddock’u görmek için öyle bir uğramıştık. Bayan Braddock “dulların” beni alacağını düşündüğünü söyledi.
“Rebecca Dew’ün maaşını ödemek için pansiyoner almak istediklerini duydum. Eğer ellerine bir miktar ekstra para geçmezse Rebecca’ya güç yetiremeyecekler. Peki Rebecca giderse o ihtiyar kızıl ineği kim sağacak?”
Bayan Braddock o ineği benim sağmam gerektiğini düşündüğünü ancak bunu yapacağıma yemin etsem dahi bana inanmayacağını gösterircesine sert bir bakışla gözlerini bana dikti.
“Hangi dullardan bahsediyorsun sen?” diye sordu Bayan Lynde.
“Kim olacak, Kate teyze ile Chatty teyze!” dedi Bayan Braddock. Cahil bir üniversite mezunu da dâhil olmak üzere herkesin onların kim olduğunu bilmesi gerektiğini söyler gibiydi. Kate’in adı Bayan Amasa MacComber’dı (Kaptan’ın duluydu), Chatty teyze ise Bayan Lincoln Maclean’di, sadece bir duldu. Ancak herkes onlara “teyze” derdi. Spook Caddesi’nin sonunda otururdu.
Spook Caddesi! Bu iş tamamdır dedim. O dullarla oturmam gerektiğini biliyordum.
“Hadi gidip hemen onları görelim.” diye rica ettim Bayan Lynde’e. Bir saniye bile gecikirsek Spook Caddesi tekrar masallar diyarına kaybolacakmış gibi geliyordu bana.
“Onları görebilirsin. Ama kalıp kalmayacağına gerçekten karar verecek olan Rebecca’dır. Windy Poplars’da (Rüzgârlı Kavaklar) Rebecca Dew ne derse o olur diyebilirim.”
Windy Poplars! Bu gerçek olamazdı. Hayır olamazdı. Bu bir rüya olmalıydı. Ayrıca Bayan Lynde de buranın bir ev için tuhaf bir isim olduğunu söyledi.
“Kaptan MacComber verdi bu ismi. Onun eviydi sizin anlayacağınız. Evin etrafına kavaklar (poplars) dikti. Her ne kadar evine nadiren gelse ve geldiğinde de uzun süre kalmasa da çok gurur duyardı eviyle. Kate teyze bu durumun külfetli olduğunu söylerdi. Ancak evde çok az kalmasını mı yoksa eve dönmesini mi kastettiğini hiç anlayamadık. Neyse Bayan Shirley, umarım orada yaşarsın. Rebecca Dew’ün aşçılığı iyidir, soğuk patatese gelince de âdeta dâhidir. Eğer kabul ederse yaşadın demektir. Etmezse de etmez işte. Duyduğuma göre yeni bir bankacı da şehirde kalacak bir yerler arıyormuş ve o kişiyi tercih edebilirmiş. Bayan Tom Pringle’ın seni kabul etmemesi tuhaf olmuş. Summerside kenti Pringlelar, Yarı-Pringlelar ile dolu bir yer. Onlara ‘Kraliyet Ailesi’ denir ve onlarla iyi geçinmen lazım Bayan Shirley. Yoksa Summerside Lisesinde asla tutunamazsın. Buralar hep onlardan sorulmuştur. İhtiyar Kaptan Abraham’ın adını taşıyan bir cadde bile var. Onlar âdeta bir kabile gibi. Ancak bu kabileyi Maplehurst’teki iki ihtiyar kadın yönetir. Duyduğuma göre de seni gözleri tutmamış.”
“Neden ama?” diye haykırdım. “Ben onlar için sadece bir yabancıyım.”
“Yani, üçüncü dereceden bir kuzenleri lise müdürü olmak için başvurmuş ve işi onun alması gerektiğini düşünüyorlar. Senin başvurun kabul olunca da cümbür cemaat havlamışlar. Yani insanlar böyledir. Onları öyle kabul etmek lazım. Sana karşı çok kibar davranacaklar ama hep aleyhine çalışacaklar. Senin şevkini de kırmak istemiyorum ama hazırlıklı olman iyidir. Umarım onlara rağmen başarılı olursun. Eğer dullar seni kabul ederlerse Rebecca Dew ile birlikte yemek yemeyi sorun etmezsin değil mi? Kendisi bir hizmetçi değil. Kaptan’ın uzaktan bir akrabası. Misafir varken masaya gelmez, o zaman yerini bilir. Ama eğer orada kalacaksan seni misafirden saymaz hâliyle.”
Endişelenen Bayan Braddock’a Rebecca Dew ile yemek yemekten memnun olacağımı söyleyerek teminat verdim ve Bayan Lynde’i oradan sürükledim. Bankacıdan önce davranmam gerekiyordu.
Bayan Braddock bizi kapıya kadar geçirdi.
“Bir de Chatty teyzenin hislerini incitme olur mu? Onun hisleri çok kolay incinir. Zavallıcık pek hassas. Kendisinin Kate teyze kadar çok parası yok da. Gerçi Kate teyzenin de çok parası yoktur. Bir de Kate teyze kocasını çok severdi, yani kendi kocasını demek istiyorum. Ama Chatty teyze sevmezdi, kendi kocasını sevmezdi demek istiyorum. Şaşılacak şey değil! Lincoln MacLean huysuz bir ihtiyardı. Chatty teyze insanların bunun sorumlusu olarak kendisini gördüğünü düşünüyor. Şansınıza bugün cumartesi. Eğer cuma olsaydı Chatty teyze seni almayı aklından bile geçirmesin. Kate teyzenin batıl inançlı olduğunu sanırsın değil mi? Denizciler böyledir ne de olsa. Ancak batıl inançlı olan Chatty teyzedir. Her ne kadar kocası marangoz olsa da. Zamanında pek güzeldi, zavallıcık.”
Bayan Braddock’a Chatty teyzenin hislerine gözüm gibi bakacağımı söylesem de bizi bahçe patikasına kadar takip etti.
“Kate ve Chatty sen dışarıdayken eşyalarını kurcalamazlar. Çok dürüst insanlardır onlar. Rebecca Dew kurcalayabilir ama seni ele vermez. Bir de yerinde olsaydım ön kapıyı kullanmazdım. O kapıyı sadece çok önemli bir şey olduğunda kullanıyorlar. Zannedersem Amasa’nın cenazesinden beri o kapı açılmadı. Yan kapıyı denemelisin. Anahtarı pencere kenarında bulunan çiçek saksısının altına tutuyorlar. Yani eğer kimse yoksa kapıyı aç ve içeri girip bekle. Ayrıca ne yaparsan yap sakın kediyi övme. Rebecca Dew kediden hoşlanmıyor.”
Kediyi övmeyeceğime söz verdikten sonra nihayet oradan ayrılabildik. Çok geçmeden kendimizi Spook Caddesi’nde bulduk. Burası açık araziye açılan kısa bir ara caddeydi ve uzaklardaki mavi tepe güzel bir manzara oluşturuyordu. Bir yanında hiç ev yok, limana doğru uzanan bir yokuş arazinin diğer kısmını oluşturuyordu. Diğer tarafta ise sadece üç ev var. İlki sadece bir ev, söylenecek daha fazla bir şey yok. Onun yanındaki kocaman, muazzam ve kasvetli bir malikâne. Taşlarla çerçeve misali süslenmiş kırmızı tuğlalardan yapılmış. Çatısında dam pencereleri var ve üst kat demir korkuluklarla çevrili. Köknarlar ve ladinler evin etrafını öylesine kalabalıklaştırıyor ki ev güç bela görülebiliyor. Evin içi korkunç derecede karanlık olmalı. Üçüncü ve sonuncu ev ise Windy Poplars, tam köşede bulunuyor. Önünde uzanan cadde çimlerle kaplı. Diğer tarafta ise güzelim ağaç gölgeleriyle gerçek bir kır yolu var.
Evi görür görmez âşık oldum. İnsanı anlayamadığı bir sebepten dolayı görür görmez etkisine alan bazı evler olur ya hani. Windy Poplars öyle bir yer işte. Bu evi sana beyaz bir ev olarak tanımlayabilirim. Çok beyaz… Yeşil panjurları var. Çok yeşil… Köşede bir “kule” ile her iki tarafta çatı penceresi var. Alçak taş duvar evi caddeden ayırıyor. Akçakavaklar ev hizasında aralıklarla kendilerine yer bulmuşlar. Arkadaki koca bahçede çiçekler ve sebzeler keyifle birbirlerine karışmış vaziyetteler. Ancak yine de tüm bu anlattıklarım evin büyüleyiciliğini sana anlatmakta yetersiz kalıyor. Kısacası bu ev leziz bir kişiliğe sahip. Bir parça da Green Gables tadı veriyor.
“Burası bana göre bir yer… Alnıma yazılmış.” dedim kendimden geçercesine.
Bayan Lynde alın yazısına pek de güvenmiyormuş gibi baktı.
“Okula çok uzak.” dedi şüpheyle.
“Benim için sorun değil. İyi bir egzersiz olur. Şu tatlı huş ağacına ve yolun karşısındaki akçaağaç korusuna bir baksana.”
Bayan Lynde gösterdiğim yere baktı. Ancak tek söylediği, “Umarım sivrisineklerden rahatsız olmazsın.” idi.
Ben de bunu umuyorum. Sivrisineklerden nefret ederim. Tek bir sivrisinek uyumama rahatsız bir vicdandan daha çok engel olur.
Ön kapıdan girmek zorunda olmadığımıza memnun olmuştum. Burası çok iticiydi. Devasa, çift kapılı bu tahtadan girişin iki tarafında da kırmızı, çiçekli pencereler bulunuyordu. Eve ait gibi görünmüyordu kesinlikle. Yer yer çimlerin arasına gömülmüş dümdüz kum taşlarından oluşan dünya tatlısı patikayı izleyerek ulaştığımız küçük yeşil yan kapı çok daha dostane ve davetkârdı. Bu patika, düzenli bir sırayla yerleştirilmiş yem kanyaşları, şebboylar, pars zambakları, hüsnüyusuflar, kara pelinler, kırmızı beyaz papatyalar ve Bayan Lynde’in “çamcıklar” dediği çeşit çeşit çiçeklerle çevrelenmişti. Tabii ki çiçeklerin hepsinin açtığı mevsimde değiliz. Ancak vakitlice ve güzelce çiçek açtıkları kolayca anlaşılıyordu. Windy Poplars ile kasvetli ev arasında güllerle dolu bir alan vardı. Tuğla duvarın üzeri ise sarmaşıkla kaplıydı. Soluk yeşil renkli kapının üzerinde ise kemerli bir çiçek kafesi vardı. Kapının üzerindeki sarmaşıktan bir süredir açılmadığı anlaşılıyordu. Bu kapı aslında sadece yarım kapıydı. Çünkü kapının üst kısmı diğer taraftaki ormanımsı bahçeye göz atabileceğimiz şekilde açık bir dikdörtgenden oluşuyordu.
Windy Poplars’ın bahçesine daha henüz girmiştik ki patikanın yanında bulunan küçük bir yonca yığını dikkatimi çekti. İçimden bir ses beni eğilerek onlara bakmaya teşvik etti. İnanır mısın Gilbert, gözlerimin önünde tam üç tane dört yapraklı yonca vardı. Uğurlu işaret bu değilse nedir peki? Pringlelar bile bununla boy ölçüşemezler. Bankacının en ufak bir şansı olmadığına o sırada emindim.
Yan kapı açık olduğundan evde birinin olduğunu anladım ve çiçek saksısının altındaki anahtara bakmak zorunda kalmadık. Kapıyı çalınca Rebecca Dew bizi karşılamaya çıktı. Karşımızdaki kişinin Rebecca Dew olduğunu biliyorduk çünkü koca dünyada başka kimse olamazdı o kişi. Ayrıca başka bir isim de taşıyamazdı.
Rebecca Dew kırk yaşlarındaydı. Eğer bir domatesin alnından kaçışan siyah saçları, pırıltılı küçük siyah gözleri, yumru gibi burnu ve ağız olarak da bir çatlağı olsaydı kesinlikle ona benzerdi. Ona dair her şey bir miktar kısaydı. Kolları ve bacakları, boynu ve burnu… Gülümsemesi dışında her şey… Yüzündeki gülücük bir kulağından diğerine varacak uzunluktaydı.
Ancak o sırada gülümsemesini henüz görmemiştik. Bayan MacComber’ı görmek istediğimizi söylediğimizde suratı asıktı.
“Kaptan MacComber’ın eşi Bayan MacComber demek istediniz galiba.” dedi azarlarcasına, sanki evde on tane Bayan MacComber varmış gibi.
“Evet.” dedim uysalca. Bunun üzerine bizi derhâl oturma odasına yönlendirip orada bıraktı. Oldukça güzel küçük bir odaydı. Oda biraz kalabalık olsa da sessiz ve dostane havası beni kendine çekti. Her bir mobilya, kendine ait bölgede yıllarca durmaktaydı belli ki. Bir de öylesine parlıyorlardı ki! Satın alınan hiçbir cila böylesi bir ayna parlaklığı sağlayamazdı. Bunun Rebecca Dew’ün alın teri olduğunu biliyordum. Şömine rafındaki içinde gemi bulunan bir şişe Bayan Lynde’in fazlasıyla ilgisini çekmişti. Geminin şişenin içine nasıl girdiğine akıl sır erdiremiyordu. Ancak eve “denizci” havası verdiğini düşünüyordu.
Ve “dullar” geldiler. Onlardan hemencecik hoşlandım. Kate teyze, uzun boylu beyaz saçlıydı. Biraz da ciddi görünüyordu. Tam olarak Marilla’nın tipindeydi. Chatty teyze ise kısa boylu, zayıf, beyaz saçlı ve bir parça da hüzünlüydü. Zamanında çok güzel olsa da güzelliğinden geri kalan sadece gözleriydi. Çok güzeldi gözleri. Yumuşak, iri ve kahverengi…
Sebebi ziyaretimi açıkladım ve dullar birbirlerine baktılar.
“Rebecca Dew’e danışmalıyız.” dedi Chatty teyze.
“Kesinlikle.” dedi Kate teyze.
Böylece Rebecca Dew’ü mutfaktan çağırdılar. Kedi de onunla birlikte geldi. Kocaman, pofuduk bir Malta kedisiydi. Göğsü ve boynu beyazdı. Onu okşamak istesem de Bayan Braddock’un uyarısını hatırlayıp görmezden geldim.
Rebecca en ufak bir tebessüm belirtisi göstermeden bana baktı.
“Rebecca.” dedi Kate teyze. Anladığım üzere kelime israfından hoşlanmıyordu. “Bayan Shirley burada pansiyoner olarak kalmak istiyor. Onu alabileceğimizi zannetmiyorum.”
“Neden ki?” diye sordu Rebecca Dew.
“Senin için zor olmasından korkuyorum.” dedi Chatty teyze.
“Ben zora çok alışkınım.” dedi Rebecca Dew. Bu isimleri birbirinden ayıramazsın Gilbert. İmkânsız bir şey bu. Yine de dullar bu imkânsızı gerçekleştiriyor, konuştukları sırada ona “Rebecca” diye hitap ediyorlardı. Bunu nasıl başardıklarını anlayamıyorum.
“Gençlerin gelip gitmesini kaldırabilmek için fazla yaşlıyız.” dedi Chatty teyze.
“Kendi adına konuş.” diyerek ani ve keskin bir cevap verdi Rebecca Dew. “Ben sadece kırk beş yaşındayım ve tüm kuvvetim yerinde. Ayrıca evde genç bir kimsenin uyumasının güzel bir şey olduğunu düşünüyorum. Bir kız her zaman bir erkekten daha iyidir. Erkek dediğin gece gündüz sigara içer, yataklarımızı yakar. İlla ki bir pansiyoner alacaksanız benim tavsiyem bu kızı almanızdır. Ama tabii burası sizin eviniz.”
Bunları söyledikten sonra kayboldu. Homer’ın görüş bildirmekten zevk alması gibiydi. İşin olduğunu artık biliyordum. Ancak Chatty teyze odama gidip uygun olup olmadığını görmemi istedi.
“Sana kule odasını vereceğiz canım. Misafir odası kadar büyük değil. Ancak kışları soba kurmak için bacası var ve manzarası çok daha iyi. Oradan eski mezarlığı görebiliyorsun.”
Bu odayı seveceğimi biliyordum… “Kule odası” ismi bile bende hoş bir ürpertiye sebep oldu. Eski günlerimizde, Avonlea Okulunda öğrenciyken söylediğimiz o şarkıyı hatırladım. Gri denizin yanındaki yüksek kulede yaşayan genç kızın şarkısını… Buranın çok güzel bir yer olduğunu anladım. Buraya merdiven sahanlığından sonra başlayan köşe basamakları ile çıkılıyordu. Oldukça küçük bir odaydı. Ancak Redmond’daki ilk yılımda kalmak zorunda olduğum o korkunç koridor odası kadar küçük değildi. İki penceresi vardı. Bir tanesi batıya bakan dam penceresi, diğeri ise kuzeye bakan çatı penceresiydi. Kulenin oluşturduğu köşede ise cumbalı bir pencere vardı. Pencere kanatları dışarı açılıyordu. Bu pencerenin altında da kitaplarım için raf vardı. Zemin yuvarlak, örgü halılarla kaplıydı. Büyük bir yatak, yatağın üzerinde de sayvan vardı. Yatağa serilmiş “yaban kazı” yorganı o kadar mükemmel bir düzgünlükte serilmişti ki burada uyuyarak bu düzenliliği bozmak yazık olurdu. Bir de yatak o kadar yüksek ki Gilbert, taşınabilir küçük merdivenlerle çıkılıyor, merdiven gündüzleri yatağın altına koyuluyor. Kaptan MacComber belli ki tüm bu düzeneği yabancı bir diyardan getirmişti.
Bir köşede tatlı mı tatlı bir dolap vardı. Rafları beyaz süs kâğıdı ile çevrelenmişti ve kapılarına buketler çizilmişti. Pencere altındaki oturakta mavi renkte yuvarlak bir minder vardı. Tam ortaya öyle bir yerleştirilmişti ki kocaman mavi bir halka tatlısını andırıyordu. Bir de iki raflı yüz yıkama sehpası vardı. Üst raf, camgöbeği mavisinden lavabo ve sürahiye yetecek kadar büyüktü. Altta ise sabun kutusu ve sıcak su maşrapası vardı. Havlularla dolu, pirinç kulplu bir çekmece de vardı. İşte bu çekmecenin üzerini porselenden beyaz bir kadın figürü süslemekteydi. Figürün pembe ayakları ve yaldızlı bir kuşağı vardı. Altın saçlarında kırmızı bir gül vardı.
Odanın tamamı mısır renkli perdelerden süzülen ışıktan dolayı altınla kaplanmış gibiydi. Beyaz duvarlarda nadir bulunan duvar süsleri vardı. Bu süsler dışarıdaki akçakavakların gölgelerinin içeri vurmasıyla oluşan şekillerden meydana gelmiş canlı duvar süsleriydi. Titrek hâlleriyle sürekli değişiyorlardı. Her nedense burası bana mutlu bir oda gibi geldi. Kendimi dünyanın en zengin kızı gibi hissettim.
“Orada güvenli olacaksın, o kadar.” dedi Bayan Lynde evden ayrıldığımızda.
“Patty’nin Yeri’nde yaşadığımız özgürlükten sonra biraz kasılabilirim.” dedim ona sataşmak için.
“Özgürlükmüş!” diye burun kıvırdı Bayan Lynde. “Özgürlük! O Amerikalılar gibi konuşma Anne.”
Bugün bavullar ve eşyalarla geldim. Elbette ki Green Gables’dan ayrılmaktan nefret ettim. Ne kadar sık ve uzun süre oradan ayrı kalsam da tatil zamanı gelir gelmez hiç ayrılmamış gibi yeniden bir parçası oluveriyorum. Oradan ayrılmak da ruhumu parçalıyor. Ama burayı seveceğimi biliyorum. Burası da beni seviyor. Bir evin beni sevip sevmediğini her zaman anlarım.
Pencerelerimden görülen manzara çok hoş. Karanlık köknar ağaçlarının çevrelediği ve dönemeçli, etrafı setlerle çevrili bir yoldan çıkılan eski mezarlık manzarası bile güzel. Batı penceresinden, limanın tamamı görülebiliyor. Hatta uzaktaki puslu kıyıları, çok sevdiğim küçük tatlı yelkenlileri ve “bilinmeyen limanlara” yol alan yolcu gemilerini görebiliyorum. “Bilinmeyen limanlar” ifadesi ne kadar da etkileyici! İçinde hayal gücüne fazlasıyla yer var. Kuzey penceresinden huş korusunu ve yolun karşısındaki akçaağaçları görebiliyorum. Benim ağaçlara taptığımı bilirsin. Redmond’daki İngilizce dersimizde Tennyson okurken, harap olan çamlarının ardından yas tutan Enone’a hüzünle eşlik etmiştim.
Korunun ve mezarlığın ötesinde sevilesi bir vadi var. Vadinin âdeta kırmızı bir kurdeleden oluşan parlak yolu etrafını dönemeçleriyle çevreliyor. Yolun çevresine de beyaz pullar misali evler serpiştirilmiş. Bazı vadiler sevilesi oluyorlar. Nedenini bilmek mümkün değil. Sadece bakmak bile keyif veriyor. İşte bu vadinin ötesinde de benim mavi tepem var. Ona “Fırtına Kralı” adını verdim.
İstediğim zaman burada yapayalnız olabilirim. Arada bir yalnız kalmanın iyi olduğunu sen de bilirsin. Rüzgârlar bana yarenlik ederler. Feryat figan eser, iç çeker ve şarkılar mırıldanırlar kulemin etrafında. Kışın beyaz rüzgârları, ilkbaharın yeşil rüzgârları, sonbaharın kızıl rüzgârları ve tüm mevsimlerin yaban rüzgârları… “Onun buyruğuna uyan fırtınalı rüzgârlar.” 2 Bu İncil ayeti hep beni ürpertmiştir. Sanki her bir rüzgârın bana bir mesajı varmış gibi… George MacDonald’ın o eski hikâyesinde kuzey rüzgârı ile beraber uçan o çocuğa hep imrenmişimdir. Bir gece kulemdeki cumbayı açıp kendimi rüzgârın kollarına bırakacağım Gilbert. Rebecca Dew ise o gece yatağımın neden bozulmadığını asla bilemeyecek.
Biz de kendi “hayaller evimizi” bulduğumuzda umarım etrafında rüzgârlar olur canımın içi. Evimizin nerede olduğunu merak ediyorum. Bilinmeyen evimizin. Acaba onu ay ışığında mı daha çok seveceğim yoksa şafak vaktinde mi? Geleceğimizin evinde sevgiye, dostluğa sahip olacak ve çalışcağız. Bir de yaşlılık günlerinde yüzümüzü güldürecek birkaç tuhaf maceramız olacak. Yaşlılık! Biz yaşlanabilir miyiz Gilbert? İmkânsız gibi geliyor.
Kulenin sol tarafındaki penceresinden şehirdeki evlerin çatılarını görebiliyorum. Burada en az bir yıl yaşayacağım. Bu evlerde yaşayan insanlar benim dostlarım olacaklar. Her ne kadar onları henüz tanımasam da. Belki de düşmanlarım da olacak. Farklı isimlerde olsalar da Pye illeti her yerde var demek ki. Anladığım kadarıyla bahsedilen Pringlelarla iyi geçinmek lazım. Okul yarın başlıyor. Ben geometri öğretmek zorunda kalacağım! Eminim bu geometri öğrenmekten daha zor olmayacaktır. Pringlelar arasında matematik dâhileri olmaması için dualar ediyorum.
Burada şimdilik sadece yarım gün kalmış olsam da dulları ve Rebecca Dew’ü hayatım boyunca tanır gibiyim sanki. Kendilerine “teyze” diye hitap etmemi istediler çoktan. Ben de bana “Anne” demelerini istedim. Bir keresinde Rebecca Dew’e “Bayan Dew” demiş bulundum.
“Bayan ne?” dedi.
“Dew…” dedim uysalca. “Adın bu değil mi?”
“Evet, doğru. Ama uzun zamandır Bayan Dew şeklinde hitap edilmediğim için biraz afalladım. Bunu bir kez daha yapmasanız iyi olur Bayan Shirley, alışkın değilim ben.”
“Aklımdan çıkarmam bunu Rebecca… Dew.” dedim. Dew’ü söylememek için çok zorlansam da başarılı olamadım.
Bayan Braddock, Chatty teyzenin hassas olduğunu söylemekte yerden göğe kadar haklıymış. Bunu akşam yemeği yerken öğrenmiş bulundum. Kate teyze, “Chatty’nin altmış altıncı doğum günü.” gibi bir şey söylediği sırada tesadüfen Chatty teyzeye baktım ve gördüğüm şey gözyaşlarına boğulması değildi. Bu onun performansını tanımlamak için yanlış bir ifade olur. Gözyaşlarıyla dolup taştı. Gözyaşları iri kahverengi gözlerinde birikerek taşmaya başladı, hiç çaba harcamadan ve sessizce.
“Gene ne oldu Chatty?” diye sordu Kate teyze sertçe.
“Be… Benim altmış beşinci doğum günümdü.” dedi Chatty teyze.
“Özür dilerim Charlotte.” dedi Kate teyze ve araları hemen düzeldi.
Kedileri ise altın gözlü bir erkek kedi. Duman rengi zarif bir Malta kürkü kuşanmış. Göğüs kısmı ve boynunda ise keten rengi beyazlık var. Kate ve Chatty teyzeler ona Dusty Miller diye hitap ediyorlar çünkü adı bu. Rebecca Dew ise “O kedi…” diyor. Çünkü her sabah ve akşam ona bir parça ciğer vermek, salona sıvışırsa koltuktaki tüylerini eski bir diş fırçasıyla temizlemek ve gece dışarı çıkarsa peşinden koşmak zorunda olduğu için ondan haz etmiyor.
“Rebecca Dew hep kedilerden nefret etmiştir.” dedi Chatty teyze bana. “Özellikle de Dusty’den nefret eder. İhtiyar Bayan Campbell’in köpeği… O zamanlar bir köpeği vardı. İşte o köpek Dusty’i iki sene önce ağzında taşıyarak buraya getirdi. Sanırım kediyi Bayan Campbell’a götürmenin faydasız olduğunu düşündü. Zavallı yavrucuk sırılsıklamdı ve üşümüştü. Bir deri bir kemik kalmıştı, minicikti… Taş kalpli biri bile onu geri çeviremezdi. Böylece Kate ve ben kediyi evimize almaya karar verdik ancak Rebecca Dew bizi asla affetmedi. O zamanlar pek diplomatik davranmıyorduk. Kediyi almayı reddetmeliydik. Şey dikkatini çekti mi bilmiyorum…” Chatty teyze bu sırada yemek odası ve mutfak arasındaki kapıya dikkatle baktı. “Rebecca Dew’ü nasıl idare ettiğimiz.”
Dikkatimi çekmişti ve görülmeye değerdi. Summerside ve Rebecca Dew her şeyin kendisinden sorulduğunu düşünse de dullar işin aslını biliyorlardı.
“Bankacıyı almak istemedik. Genç bir adam çok sıkıntı verirdi ve eğer kiliseye düzenli olarak gitmezse endişelenirdik. Ancak bankacıyı ister gibi yaptık ki Rebecca Dew lafını bile duymaya dayanamasın. Seni aldığımıza çok sevindim canım. Senin için yemek pişirmek güzel olacak. Umarım bizleri seversin. Rebecca Dew’ün çok güzel özellikleri var. Buraya on beş sene önce geldiğinde şimdiki kadar düzenli değildi. Bir keresinde Kate, salondaki aynanın tozlarıyla ‘Rebecca Dew’ yazdı. Ancak bunu bir kez daha yapmasına gerek kalmadı. Rebecca Dew mesajı iyi alır. Umarım odanda rahat edersin canım. İstersen geceleyin pencereni açık bırakabilirsin. Her ne kadar Kate gece havasını pek doğru bulmasa da pansiyonerlerin ayrıcalıkları olması gerektiğini biliyor. Onunla ben aynı odada kalıyoruz ve yaptığımız düzenlemeye göre pencere bir gece onun için kapalı bir gece benim için açık duruyor. Böylesi küçük sorunlar her zaman halledilebilir, öyle değil mi? Eğer istersen her zaman bir yol bulabilirsin. Geceleri Rebecca’nın etrafı kolaçan ettiğini işitirsen ürkme olur mu? O hep sesler duyar ve kalkıp bir göz atmak ister. Sanırım bankacıyı istememesinin de sebebi buydu. Geceliğini giyerken adamla karşılaşmaktan korkuyordu. Umarım Kate’in pek konuşmamasına aldırmazsın. O da öyle biri işte. Üstelik konuşacak çok fazla şeyi var. Gençliğinde Amasa MacComber ile dünyayı dolaşmış. Keşke benim de onun gibi bahsedecek çok fazla şeyim olsaydı. Ancak ben Prens Edward Adası’ndan hiç ayrılmadım. Ben konuşmayı severken konuşacak bir şeyimin olmaması o da konuşmayı sevmezken konuşacak çok şeyi olması ilginç bir şey doğrusu. Ancak en iyisini Tanrı bilir sanırım.”
Chatty teyze konuşkan biri olsa da tüm bunları tek seferde söylemedi. Belirli aralıklarla ben de birkaç yorum sıkıştırdım araya ama onlar pek önemli değil.
Yolun yukarısında, Bay James Hamilton’ın çayırında otlanan bir ineği var ve Rebecca Dew o ineği sağmaya gidiyor. Bol miktarda kaymak oluyor. Ayrıca anladığım kadarıyla Rebecca Dew her sabah ve akşam Bayan Campbell’ın “Kadın’ına” yarım açık kapıdan bir bardak taze süt götürüyor. Doktorun tavsiyesi gereği “Küçük Elizabeth’e” verilmek üzere. Kadın ya da Küçük Elizabeth kim henüz bilmiyorum. Bayan Campbell ise yan kapıdaki kalenin sakini ve sahibi. Oraya Evergreens diyorlar.
Bu gece uyuyabileceğimi zannetmiyorum. Yabancı bir yataktaki ilk gecemde asla uyuyamam ve bu gördüğüm en yabancı yatak. Ancak bu sorun değil. Ben geceleri hep sevmişimdir ve yatakta uzanıp hayatı, geçmişi, şimdiyi ve geleceği düşünmeyi severim. Özellikle de geleceği düşünmeyi…
Bu biraz acımasız bir mektup oldu Gilbert. Bir dahakine seni bu kadar uzun bir mektuba maruz bırakmayacağım. Ama sana her şeyi anlatmak istedim ki yeni çevremi daha güzel tahayyül edebilesin. Şimdi sonuna geldik. Çünkü limanın ta uzaklarındaki ay “gölgeler diyarına doğru batıyor”. Daha Marilla’ya mektup yazacağım. Mektup Green Gables’a yarından sonraki gün ulaşacak. Davy postaneden getirecek. Marilla mektubu açarken Dora ile beraber başına üşüşecekler. Bayan Lynde de kulak kesilecek. Of… Bu bana evimi özletti. İyi geceler en sevgili. Şimdi ve sonsuza kadar senin olan…
Anne Shirley