Kitobni o'qish: «Adanın Kızı Anne»
Lucy Maud Montgomery, 30 Kasım 1874 tarihinde, Prens Edward Adaları, Clifton’da doğdu. Annesi, daha o bebekken tüberkülozdan hayatını kaybetti. Kendisini annesinin ailesi büyüttü. Babası, onu büyütmesi için büyükannesine emanet ettikten sonra Cavendish’e taşındı. Cavendish’te yaşamaya başlayan Montgomery’nin çocukluğu yalnızlık içinde, hayalî arkadaşlarla geçti. 1890 yılında, burada eğitimini tamamladıktan sonra, babası ve üvey annesiyle yaşamak için Prens Albert şehrine yerleşti.
9 yaşındayken şiirlerini yazmaya ve günlük tutmaya başladı. İlk şiiri yerel gazetelerde yayımlandıktan sonra düzenli olarak kısa yazılar da yazmaya başladı. Charlottetown’daki Prince of Wales Üniversitesine girerek öğretmenlik lisansı aldı. Kısa süreliğine de olsa öğretmenlik yaptı. 1897’den itibaren yazmaya başladığı yüzlerce kısa öykü, haftalık dergilerde yayımlandı.
1908 yılında yayımlanan ilk kitabı Yeşilin Kızı Anne ile büyük bir başarı yakaladı. Yazarı yaşamı boyunca popüler eden Anne karakteri dünyada en çok sevilen kitap kahramanlarından biri oldu. İlk roman ile birlikte bir seri hâline geldi. Yazar hayatı boyunca birçok roman, otobiyografi, kısa hikâye ve şiir yazdı. Toronto’daki evinde 24 Nisan 1942’de hayatını kaybetti.
Hatice Vildan Topaloğlu, Kilis’te doğdu. İlköğretimine Hasan Ali Yücel İlköğretim Okulunda başlayıp Teğmen Kalmaz İlköğretim Okulunda tamamladı. Özel Sevgi Kolejini birincilikle bitirdi. Hacettepe Üniversitesinde bir yıl işletme okudu. ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Anadolu Ajansının İngilizce bölümünde 4 yıla yakın çalıştı.
Çevirmenin yayımlanmış tercüme kitapları:
Binbir Gece Masalları, Alâeddin’in Sihirli Lambası, Denizci Sinbad, Ali Baba ve Kırk Haramiler, Yeşilin Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Avonlea Günlükleri / Lucy Maud Montgomery, Avonleali Anne / Lucy Maud Montgomery, Adanın Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Rüzgârın Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Beyaz Diş / Jack London, Kadınlar Alayı / Jack London, Üç Silahşorler / Alexander Dumas, On Beş Yaşında Bir Kaptan / Jules Verne, Sokrates’in Savunması / Platon, Mutlu Prens / Oscar Wilde, Nar Evi / Oscar Wilde, Tavşan Peter / Beatrix Potter
ANNE hakkında “daha fazla şey” öğrenmek isteyen dünyanın dört bir tarafındaki tüm kızlara…
BÖLÜM 1
DEĞİŞİMİN GÖLGESİ
“Hasat sona erdi ve yaz bitti.” dedi Anne Shirley, biçilmiş tarlalara hülyalı gözlerle bakarken. Diana Barry ile birlikte Green Gables’ın meyve bahçesinde elma topluyorlardı. Ancak Lanetli Koru’nun eğreltilerinin kokularını taşıyan ve hâlâ yaz tatlılığına sahip bir rüzgârın kanatlarında sürüklenen karahindiba alayının bulunduğu güneşli bir köşede dinlenmek üzere işlerine bir müddet ara vermişlerdi.
Ne var ki etraflarındaki tüm manzara sonbahardan bahsediyordu. Uzaklardaki deniz boğuk bir sesle kükrüyordu, tarlalar çıplak ve kuruydu. Altın başakları şal misali kuşanmış Green Gables’ın aşağısındaki dere vadisi leziz bir mor rengini almış yıldız çiçekleriyle dolup taşıyordu. Parlak Sular Gölü ise maviydi; ancak baharın değişken mavisi ya da yazın açık mavi gök renginde değil de berrak, sabit, dingin bir mavilikteydi. Sanki su bütün anlık hâlleri ve hisleri geride bırakmış, kararsız hayallerin bölemeyeceği bir sakinliğe yerleşmişti.
“Güzel bir yaz oldu.” dedi Diana, sol elindeki yüzüğü tebessümle oynatarak. “Bayan Lavendar’ın düğünü de âdeta taçlandırdı bu yazı. Sanırım Bay ve Bayan Irving şu anda Pasifik kıyısındalardır.”
“Dünyayı dolaşacak kadar uzun süreliğine uzaklaştılar gibi geliyor bana.” diyerek iç çekti Anne.
“Evlenmelerinin üzerinden sadece bir hafta geçmiş olmasına inanamıyorum. Her şey değişti. Bayan Lavendar, Bay ve Bayan Allan gittiler. Bütün panjurları kapalıyken papaz evi ne kadar da yalnız görünüyor öyle! Geçen gece yanından geçtiğimde içindeki herkes ölmüş gibi hissettirdi bana.”
“Bay Allan kadar iyi başka papaz bulamayız.” dedi Diana kasvetli bir kesinlikle. “Sanırım bu kış türlü türlü ayinler olacak, pazarların yarısında vaaz bile olmayacak. Sen ve Gilbert gittiğinde ise… Her şey çok tatsız tuzsuz olacak.”
“Fred burada olacak.” diyerek kurnazca kinaye yaptı Anne.
“Bayan Lynde ne zaman taşınacak?” diye sordu Diana, Anne’in yorumunu duymazdan geldi.
“Yarın. Taşınacağı için mutluyum ama bu başka bir değişim demek. Marilla ve ben misafir odasını dün boşalttık. İnanır mısın odayı boşaltmaktan nefret ettim. Tabii ki aptalca bir şey ama bana büyük bir günah işliyormuşum gibi geldi. O misafir odası benim için hep bir tapınak gibiydi. Çocukken o odanın dünyadaki en güzel oda olduğunu düşünürdüm. Bir misafir odasında uyumak için nasıl yanıp tutuştuğumu hatırlarsın. Ama Green Gables misafir odasında değil. Hayır, orası asla olmaz! Çok korkunç olurdu. Huşudan gözümü bile kırpamazdım. Marilla bana bir iş verdiğinde asla o odadan yürüyerek geçmezdim. Parmak uçlarımda usulca yürür ve nefesimi tutardım. Sanki kilisedeymişim gibi… Çıktığımda ise bir rahatlık hissederdim. Aynanın iki yanına asılı George Whitefield ile Wellington Dükü’nün portreleri odada olduğum zamanlarda bana surat asarak bakardı, özellikle de aynaya şöyle bir bakmaya cüret ettiğim zamanlarda. Evdeki bütün aynalar arasında sadece o odadaki ayna, yüzümü azıcık bile bükülmeden gösteriyordu. Marilla’nın o odayı temizlemeye nasıl cesaret ettiğini hep merak etmişimdir. Şimdi ise oda temizlenmekle kalmadı çırılçıplak soyuldu. George Whitefield ile dük üst kat koridoruna tayin edildiler. ‘Yani bu dünyanın görkemi geçiyor.’ ” diyerek sözlerini noktaladı Anne, içinde küçük bir üzüntü tınısı olan bir kahkaha atarak. Eski mabetlerimize saygısızlık edilmesi hiç hoş olmaz. Onlara olan hislerimizi aşsak bile.
“Sen gittiğinde ben çok yalnız kalacağım.” diye yüzüncü kez sızlandı Diana. “Gelecek hafta gideceğini düşünmek var ya!”
“Ama hâlâ birlikteyiz.” dedi Anne neşeyle. “Bu haftanın neşesini gelecek haftanın çalmasına izin vermemeliyiz. Ben de gitme düşüncesinden nefret ediyorum. Ev ve ben çok iyi dostlarız. Sızlanması gereken benim. Senin burada bir sürü eski arkadaşın olacak ayrıca bir de Fred var! Ben ise tanıdık kimse olmadan yabancılar arasında olacağım!”
“Gilbert ve Charlie Sloane hariç.” dedi Diana, Anne’in kinayesini ve sinsiliğini taklit edercesine.
“Charlie Sloane tabii ki büyük bir teselli olacaktır.” dedi Anne alaycı bir şekilde. Bunun üzerine iki sorumsuz genç kız kahkahalar patlattılar. Diana, Anne’in Charlie hakkında ne düşündüğünü çok iyi biliyordu. Ancak çok sayıda özel sohbetlerine rağmen Gilbert Blythe hakkında ne düşündüğünü öğrenememişti. İşin aslı Anne de bu konuda ne düşündüğünü bilmiyordu.
“Oğlanlar Kingsport’un diğer ucunda kalırlar belki, kim bilir?” dedi Anne. “Redmond’a gideceğim için mutluyum. Eminim bir süre sonra sevmeye de başlarım. Ama ilk haftalarda sevmeyeceğimi biliyorum. Queens’te olduğu gibi hafta sonları evi ziyaret etmenin tesellisi bile olmayacak. Noel bin yıl kadar uzak geliyor.”
“Her şey değişiyor ya da değişecek.” dedi Diana hüzünle. “Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını hisseder gibiyim Anne.”
“Yollarımız ayrılacak galiba.” dedi Anne düşünceli bir şekilde. “Buna mecburuz. Sence yetişkin olmak çocukken hayal ettiğimiz kadar güzel mi Diana?”
“Bilmiyorum. Güzel tarafları var” diye cevap verdi Diana, Anne’i derhal dışlanmış ve tecrübesiz hissettirme etkisine sahip o küçük gülümseme ile yüzüğünü okşarken. “Ama çok sayıda kafa karıştıran tarafı da var. Bazen yetişkin olmanın beni korkuttuğu oluyor. O zamanlarda tekrar küçük bir kız olmak için her şeyi veririm.”
“Galiba yetişkin olmaya zamanla alışacağız.” dedi Anne neşeyle. “Bir müddet sonra beklenmeyen pek bir şey kalmayacaktır. Gerçi ben beklenmeyen şeylerin hayata lezzet kattığını düşünüyorum ama… On sekiz yaşındayız Diana, iki yıl sonra yirmi olacağız. Ben on yaşındayken yirmi yaşın erken yaşlılık dönemi olduğunu düşünürdüm. Bir bakmışsın vakur orta yaşlı bir kadın oluvermişsin. Ben, hoş yaşlı kız Anne teyze olacağım ve seni tatillerde ziyaret edeceğim. Bana ayıracağın bir yer olacak hep değil mi Di bebeğim? Tabii ki misafir odası olmaz, yaşlı kızlar misafir odası hevesinde olmazlar ve ben Uriah Heep1 kadar mütevazı olacağım. Veranda üzerinde ya da salon dışındaki küçük bir göz oda ile idare ederim.”
“Nasıl da saçmalıyorsun öyle!” diyerek kahkaha attı Diana. “Muhteşem biriyle evleneceksin. Yakışıklı ve zengin olacak ve Avonlea’deki hiçbir misafir odası sana layık ihtişamda olmayacak. Gençliğindeki bütün arkadaşlarına burun kıvıracaksın.”
“Çok yazık olur o zaman. Burnum oldukça güzel ama kıvırırsam bozmaktan korkarım.” dedi Anne güzel şekilli burnuna dokunarak. “Sahip olduklarımı bozmayı göze alacak kadar çok güzel fiziksel özelliğim yok, Cannibal Adalarının kralıyla evlensem bile… Sana burnumu kıvırmayacağıma söz veriyorum Diana.”
Bir başka neşeli kahkaha sonrasında kızlar ayrıldılar. Diana Bostan Yamacı’na döndü. Anne ise postaneye gitti. Burada kendisini bekleyen bir mektup buldu. Gilbert Blythe, Parlak Sular Gölü’nde kendisine yetiştiğinde, mektubun getirdiği heyecandan dolayı cıvıl cıvıldı.
“Priscilla Grant de Redmond’a gidecekmiş!” diye haykırdı. “Muhteşem değil mi? Ben de gitmesini ümit ediyordum ancak babasının izin vermeyeceğini düşünüyordum. Ama izin almış ve birlikte kalacağız. Priscilla gibi bir can dostu yanımdayken bayraklar taşıyan koca bir ordu ile -ya da Redmond’ın mızraklı profesör alayı ile- mücadele edebilirim.”
“Bence Kingsport’u seveceğiz.” dedi Gilbert. “Güzel bir kent olduğunu söylüyorlar ve dünyanın en güzel doğa parkı varmış orada. Manzarasının müthiş olduğunu duydum.”
“Buradan daha güzel midir ya da daha güzel olması mümkün müdür merak ediyorum.” diye mırıldandı Anne etrafına sevgi dolu mest olmuş gözlerle bakarak. Bu gözler için kendi “evi” dünyanın en sevimli yeriydi. Yabancı yıldızların altındaki diyarlar ne kadar güzel olsalar da.
Alaca karanlığın sihrini içlerine çeker halde yaslanmışlardı eski göletin köprüsüne. Elaine’in Camelot’a su üzerinde yaptığı yolculuğu sırasında2 batan kayıktan tırmandığı noktadalardı. Gün batımının hoş ve mosmor boyası gökyüzünün batı kısmını hâlâ lekelese de ay yükseliyordu. Gölün suları işte bu ay ışığında gümüşten bir hayal misali uzanmaktaydı. Hatıralar bu iki genç üzerine tatlı ve ince bir büyü ördü.
“Çok sessizsin Anne.” dedi Gilbert en nihayetinde.
“Bu muhteşem güzelliğin bozulmuş bir sessizlik misali kaybolmasından korktuğum için konuşmaya ya da hareket etmeye cesaret edemiyorum.” dedi Anne tek nefeste.
Gilbert elini köprünün tırabzanını tutan beyaz ve narin elin üzerine koydu. Ela gözleri derinleşerek karardı, hâlâ çocuksu olan hareketsiz dudakları yüreğini titreten bir hayal ve ümidi dile getirmek için kıpırdadı. Fakat Anne derhâl elini geri çekti ve arkasını döndü. Alaca karanlığın büyüsü onun için bozulmuştu.
“Eve gitmem lazım!” diye haykırdı fazlasıyla dikkatsiz bir ses tonuyla. “Marilla’nın başı ağrıyordu bugün. İkizler şimdiye kadar çoktan korkunç yaramazlıklar yapmışlardır. Bu kadar uzun süre kalmamalıydım.”
Green Gables yoluna girinceye dek durmadan anlamsızca gevezelik etti genç kız. Zavallı Gilbert araya bir söz sıkıştırma fırsatı yakalayamamıştı bile. Ayrıldıklarında Anne kendini fazlasıyla rahatlamış hissetti. Echo Lodge bahçesinde yaşadığı o kısa aydınlanma3 anından beri Gilbert’a karşı taze ve gizli bir çekingenliği vardı. O eski, mükemmel okul arkadaşlığını ihlal eden yabancı bir şey baş göstermişti. Arkadaşlıklarına zarar verebilme tehlikesi taşıyan bir şeydi bu.
“Daha önce Gilbert’ın gittiğini gördüğüme hiç bu kadar sevinmemiştim.” diye düşündü yarı gücenik yarı hüzünlü bir hâlde eve doğru tek başına yürürken. “Bu saçmalığa devam ederse arkadaşlığımız bozulacak. Ama bozulmamalı, buna müsaade etmeyeceğim. Acaba neden erkekler aklı başında davranamıyorlar!”
Anne’in, Gilbert’ın elinin sıcak dokunuşunu o ilk anki kadar belirgin bir şekilde hâlâ hissetmesinde pek de “aklı başında” bir taraf olmadığına dair rahatsız edici bir endişesi vardı. Daha az aklı başında olanı ise bu hissin tatsız olmaktan katbekat uzak olmasıydı. Üç gece önce bir White Sands partisindeki dans sırasında otururlarken Charlie Sloane’ın gerçekleştirdiği benzer bir teşebbüste hissettiklerinden çok farklıydı. Bu tatsız hatıra Anne’in ürpermesine sebep oldu. Ne var ki sekiz yaşında bir erkek çocuğunun koltuk üzerinde üzücü bir şekilde ağladığı Green Gables’ın yalın ve hissiz mutfağına adım attığı sırada kara sevdalı delikanlılarla ilgili bütün sorunlar aklından uçuverdi.
“Ne oldu Davy?” diye sordu Anne çocuğu kollarına alarak. “Marilla ile Dora neredeler?”
“Marilla, Dora’yı yatırıyor.” dedi Davy hıçkırarak. “Ben de ağlıyorum çünkü Dora mahzen merdivenlerinden tepe taklak düştü ve burnundaki deri soyuldu…”
“Bunun için ağlama canım. Tabii ki onun için üzülüyorsun ama ağlamanın faydası yok. Yarına iyi olur. Ağlamanın kimseye faydası yok Davycik ve…”
“Dora mahzen merdiveninden düştüğü için ağlamıyorum.” diyen Davy, Anne’in iyi niyetli vaazını, miktarı artan bir burukla yarıda kesti. “Ağlamamın sebebi düştüğünü görmemiş olmam. Eğlenceleri hep kaçırıyorum gibi geliyor.”
“Ah Davy!” diyerek yükselmeye başlayan kötücül kahkahasını yuttu Anne. “Zavallı minik Dora’nın merdivenlerden düşüp canının acıdığını görmeye eğlence mi diyorsun sen?”
“Canı çok da acımadı.” dedi Davy karşı çıkarak. “Tabii ki ölse çok üzülürdüm Anne. Ama Keithler öyle kolay kolay ölmezler. Galiba Blewettler’e benziyorlar. Herb Blewett geçen hafta samanlığın üst bölümünden düşüp korkunç vahşilikte bir atın olduğu ahır kapısının altından yuvarlanıp hayvanın ayaklarının dibine girmiş. Bu kazayı sadece üç kırıkla atlatmış. Bayan Lynde bazı insanların satırla bile öldürülemeyeceğini söylüyor. Bayan Lynde yarın buraya mı geliyor Anne?”
“Evet, Davy. Umarım ona hep iyi ve nazik davranırsın.”
“İyi ve nazik davranırım. Peki, beni gece yatıracak mı?”
“Belki yatırır. Neden sordun?”
“Çünkü…” dedi Davy kararlılıkla “Eğer beni o yatırırsa seninleyken yaptığımız gibi dua etmem onun önünde.”
“Neden ki?”
“Çünkü yabancıların önünde Tanrı ile konuşmanın hoş olmadığını düşünüyorum Anne. Eğer isterse Dora o varken dua edebilir;
ama ben etmeyeceğim. Onun gitmesini bekleyip öyle edeceğim dualarımı. Olmaz mı Anne?”
“Olur, tabii eğer dua etmeyi unutmazsan Davycik.”
“Unutmam unutmam, emin olabilirsin. Dua etmenin çok eğlenceli olduğunu düşünüyorum. Ama yalnız dua etmek seninle dua etmek kadar eğlenceli olmayacaktır. Keşke gitmesen Anne! Neden gitmek istediğini ve bizi ne için bırakacağını anlayamıyorum.”
“Tam olarak gitmek istemiyorum Davy, ama gitmem gerektiğini hissediyorum.”
“Eğer gitmek istemiyorsan gitmene gerek yok. Sen büyüksün. Ben büyüdüğümde yapmak istemediğim hiçbir şeyi yapmayacağım.”
“Hayatın boyunca yapmak istemediğin şeyleri yaparken bulacaksın kendini Davy.”
“Hayır!” dedi Davy keskin bir şekilde. “Hadi yakala beni! Şu anda yapmak istemediğim şeyleri yapmak zorundayım çünkü yapmazsam Marilla ve sen beni yatağa yollarsınız. Ama büyüdüğümde buna yapamazsınız. Ayrıca bana bir şeyleri yapmamamı söyleyecek kimse de olmayacak. O zaman ne güzel olur işte! Şey, Milty Boulter, annesinin senin koleje erkek kafeslemek için gittiğini söylediğini anlattı bana. Öyle mi Anne? Bilmek istiyorum.”
Anne bir an için öfkeyle yandı. Sonra Bayan Boulter’ın düşünceleri ve sözlerindeki yabanilik ve görgüsüzlüğün kendisine zarar veremeyeceğini hatırlayıp kahkaha attı.
“Hayır Davy, bu doğru değil. Öğrenim görmek, büyümek ve çok sayıda şey hakkında bilgi sahibi olmak için gidiyorum.”
“Hangi şeyler?”
“Peki, eğer bir erkek kafeslemek istersen bunu nasıl yapacaksın? Bilmek istiyorum.” diye ısrar etti Davy. Bu konuyu belli ki çok ilginç buluyordu.
“En iyisi sen Bayan Boulter’a sor bunu.” dedi Anne düşünmeden. “Bence bu süreç hakkında benden daha fazla bilgi sahibidir.”
“Onu bir sonraki görüşümde soracağım.” dedi Davy ciddi bir şekilde.
“Davy! Eğer bunu yaparsan!” diye haykıran Anne hatasını anlamıştı.
“Ama bana daha şimdi söyledin sor diye.” diye itiraz etti Davy üzülerek.
“Senin yatağa gitme zamanın gelmiş.” diyerek hükmünü verdi Anne beladan sıyrılmak için.
Davy yatağa gittikten sonra Anne, Victoria Adası’na gitti5 ve burada tek başına oturdu. Ay ışığının ince eğrilmiş kasveti ile perdelenen adacığın etrafında derenin ve rüzgârın düeti kahkahalar atarak geziniyordu. Bu derenin çisil çisil sularının etrafında bir zamanlar çok hayal kurmuştu. Karşılıksız aşk kurbanı gençleri, kötü niyetli komşuların zehir gibi sözlerini ve bütün genç kızlık sorunlarını unutuverdi. Kayıp Atlantis ve Elysium’un uzandığı “büyülü ıssızlık diyarlarının” masalsı denizlerinin uzak kıyılarına doğru yelken açtı hayal gücünde. Kalbin Arzusu topraklarına doğru yol alırken kılavuzu gece yıldızıydı. Bu hayallerde gerçekte olduğundan daha zengindi çünkü gördükleri gelip geçiyordu. Ancak görülmeyen şeyler bakiydi.
BÖLÜM 2
SONBAHAR ÇELENKLERİ
Anne’in deyimiyle çok sayıda “son şeyler” ile dolu bir sonraki hafta çabucak geçti. Hoş ya da nahoş bol miktarda veda ziyareti ya da kabulü gerçekleştirildi. Bu buluşmaların olumlu ya da olumsuz olma durumunu görüşülen kişilerin Anne’in ümitlerine içten bir anlayışla yaklaşmaları ya da genç kızın koleje gittiği için böbürlendiğini düşündüklerinden “haddini bildirmeyi” bir görev saymaları belirliyordu.
A.K.G.T (Avonlea Köy Geliştirme Topluluğu) Anne ve Gilbert’ın şerefine Josie Pye’ın evinde bir akşam veda partisi düzenledi. Bu mekânı seçmelerinin sebeplerinden biri Bay Pye’ın evinin geniş ve müsait olmasıydı. Diğer sebep ise eğer davet için kendi evlerini teklif eden Pye kızlarının istekleri reddedilirse bu duruma dâhil olmayacaklarına dair duyulan kuvvetli şüpheydi. Oldukça keyifli vakit geçirildi. Bunun sebebi ise Pye kızlarının alışkanlıklarına ters düşerek zarif davranmaları ve davetin ahengini bozmamalarıydı. Josie, her zamankinin aksine cana yakındı, o kadar ki Anne’e şu sözleri söyleme lütfunda bulundu.
“Yeni elbisen sana çok yakışmış Anne. Gerçekten, neredeyse içinde güzel görünüyorsun.”
“Ne kadar da nazikçe söyledin öyle.” diye cevap verdi Anne kıpır kıpır gözleriyle. On dört yaşındayken Anne’i inciten sözler artık eğlence malzemesiydi. Josie, o şeytani gözlerinin arkasından Anne’in kendisiyle alay ettiğinden şüphelendi. Fakat merdivenlerden aşağı indikleri sırada Gertie’ye Anne Shirley’in koleje gittiği için hiç olmadığı kadar çok havalara girdiğini fısıldamakla yetindi.
Bütün “eski ekip” oradaydı. Gençliğin verdiği gamsızlıktan olsa gerek neşe ve canlılıkla doluydular. Sadık Fred’in gölgelediği gül renginde ve gamzeli Diana Barry, düzenli, aklı başında ve sade Jane Andrews, krem rengi ipek elbisesi içinde en güzel hâline bürünen saçlarını kırmızı sardunyalarla süslemiş Ruby Gillis, yakalaması zor Anne’e mümkün olduğunca yakın durmaya çalışan Gilbert Blythe ve Charlie Sloane, babası Oliver Kimball’ın evin yakınına adım atmasına izin vermediği için solgun ve hüzünlü duran Carrie Sloane, yuvarlak ve nahoş suratı hiç olmadığı kadar yuvarlak ve somurtkan olan Moody Spurgeon MacPherson ile bütün gece bir köşede oturup kendisiyle konuşan herkese kıkırdayan, çilli ve geniş suratındaki bir keyif sırıtmasıyla Anne’i seyreden Billy Andrews vardı.
Anne bu daveti önceden haber almaştı. Ancak topluluğun kurucuları olan şahsına ve Gilbert’a iltifatlarla dolu bir “hitabet” gerçekleştirileceğinden ve “saygı nişanesi” olarak hediyeler verileceğinden habersizdi. Anne’e Shakespeare oyunlarından oluşan bir kitap, Gilbert’a ise bir dolma kalem hediye edilmişti. Moody Spurgeon’ın ciddi ve resmî ses tonuyla belirtilen güzel şeyler onu öylesine şaşırtmış ve sevindirmişti ki gri renkli iri gözlerindeki ışıltı, gözyaşlarıyla boğulmuştu. A.K.G.T (Avonlea Köy Geliştirme Topluluğu) için canla başla çalışmıştı ve topluluk üyelerinin çabalarını samimiyetle takdir etmesi kalbini yumuşacık yapmıştı. Üstelik herkes çok kibar dost canlısı ve neşeliydi. Pye kızlarının bile güzel tarafları vardı. Anne o an için bütün dünyayı seviyordu.
O akşamdan müthiş keyif aldı. Ancak gecenin sonunda bütün keyfi kaçtı. Ay ışığının aydınlattığı verandada yemek yedikleri sırada Gilbert bir kez daha romantik şeyler söyleme hatasını yaptı. Anne de onu cezalandırmak için Charlie Sloane’a eve kendisiyle birlikte yürüme lütfunu bahşetti. Ne var ki kısa süre sonra öğrendiği üzere intikam en çok bu duyguyla kavrulanlara zarar veriyordu. Gilbert, Ruby Gillis ile birlikte havalı bir şekilde yürümeye başladı. Hareketsiz, ayazlı sonbahar havasında aylak aylak yürüdükleri sırada ettikleri neşeli sohbetleri ve kahkahalarını duyabiliyordu. Aralıksız konuşan ve yanlışlıkla da olsa dinlenmeye değer tek bir söz sarf etmeyen Charlie Sloane ölümüne sıkıcıyken onlar belli ki çok iyi vakit geçiriyorlardı. Anne arada bir ilgisizce “evet” ya da “hayır” şeklinde cevaplar veriyor, o gece Ruby’nin ne kadar güzel göründüğünü, Charlie’nin gözlerinin ay ışığında -gün ışığından bile daha kötü bir şekilde- ne kadar pörtlek olduğunu düşünüyordu. Bir de her nasılsa dünyanın akşamın ilk saatlerinde olduğu kadar güzel bir yer olmadığına inanmaya başlamıştı.
“Sadece yoruldum, bütün derdim bu.” dedi müteşekkir hâlde kendisini odasında yapayalnız bulduğu sırada. Buna da gerçekten inanıyordu üstelik. Ancak bir sonraki akşam Gilbert’ın sert ve aceleci adımlarla Lanetli Koru’dan aşağı doğru hızlıca yürüyüp eski kütük köprüden geçtiğini gördüğü sırada gizli ve bilinmeyen bir nehirden fışkırmışa benzer ufak bir neşe hissetti içinde. Demek ki Gilbert bu son akşamı Ruby Gillis ile geçirmeyecekti!
“Yorgun görünüyorsun Anne.” dedi.
“Yorgunum, daha da kötüsü canım sıkkın. Yorgunum çünkü bütün gün bavulumu topladım ve dikiş diktim. Canım sıkkın çünkü bana veda etmek üzere buraya tam altı kadın geldi ve altısı da hayatın rengini söküp geriye, kasım sabahı griliği, kasveti ve neşesizliği bırakacak bir şeyler söylemeyi başardı.”
“Cadaloz kocakarılar!” şeklinde nazik bir yorum yaptı Gilbert.
“Hayır, öyle değillerdi.” dedi Anne ciddiyetle. “Sorun da burada. Eğer cadaloz kocakarılar olsalardı onlara aldırmazdım. Ama hepsi de kibar, ince, anaç, benim sevdiğim ve beni seven insanlardı. İşte bu sebepten söyledikleri ya da ima ettikleri şeyler üzerime ağırlık olarak çöktü. Redmond’a giderek lisans derecesi almaya çalışmamın delilik olduğunu düşündüklerini anladım. O zamandan beri de acaba öyle mi diye düşünür oldum. Bayan Peter Sloane derin bir iç çekerek okulu bitirmeye dayanacağım ümidinde olduğunu söyledi. Ben de kendimi bir anda üçüncü yılın sonunda gergin bir tükenmişliğin ümitsiz kurbanı olarak gördüm. Bayan Eben Wright, Redmond’da dört yılın çok pahalıya mal olacağını söyledi. Ben de Marilla’nın parasını ve kendi paramı böyle bir çılgınlık için çarçur etmenin affedilemez bir hata olduğunu düşündüm. Bayan Jasper Bell, kolejin beni şımartmamasını diledi. Ben de Redmond’daki dördüncü yılımın sonunda çekilmez bir yaratık olduğumu iliklerime kadar hissettim. Çokbilmiş, Avonlea’deki herkese ve her şeye yukarıdan bakan biri olmak… Bayan Elisha Wright’ın bildiği kadarıyla Redmond kızları, özellikle de Kingsportlular ‘aşırı süslü ve havalılarmış’ ve onların arasında muhtemelen yabancılık çekermişim. Ben de kendimi hakir görülen, kılıksız, aşağılanan bir köylü kızı olarak, Redmond’ın klasik koridorlarında bakır ökçeli botlarla yürürken gördüm.”
Anne, sözlerini sona erdirirken bir yandan kahkaha attı, bir yandan iç çekti. Hassas doğasından ötürü her türlü onaylamamanın ağırlığını hissederdi. Düşüncelerine çok az saygı duyduklarının onaylamaması bile onu zorlardı. O an için hayatı tatsız tuzsuzdu ve içindeki bütün heves, sönmüş mumun ateşi misali kaybolmuştu.
“Ne dediklerine aldırmamalısın ama.” diyerek itiraz etti Gilbert. “Her ne kadar mükemmel kimseler olsalar da hayata bakışlarının ne kadar kısıtlı olduğunu biliyorsun. Hiç yapmadıkları bir şey onlara imkânsız gibi gelir. Sen koleje gidecek ilk Avonlea kızısın ve bütün öncülerin çılgın olmakla itham edildiğini çok iyi biliyorsun.”
“Biliyorum aslında. Ama hissetmek bilmekten çok farklı. Sağduyum söylenebilecek her şeyi söylüyor bana. Ama sağduyunun bile fayda etmediği zamanlar oluyor. O zaman bilinçsizlik devralıyor ruhumu. Bayan Elisha gittiğinde toplanmayı güç bela bitirdim.”
“Sadece yorgunsun Anne. Hadi her şeyi unut ve bataklığın ötesindeki ağaçlığa kadar benimle bir yürüyüş yap. Orada sana göstermek istediğim bir şey olabilir.”
“Olabilir mi? Olup olmadığından emin değilsin yani.”
“Hayır, ilkbaharda gördüğüm bir şeyden dolayı olabileceğini biliyorum sadece. Hadi bakalım. İki çocukmuşuz gibi davranacağız ve rüzgâr bizi nereye götürürse oraya gideceğiz.”
Neşeyle yola koyuldular. Önceki gecenin tatsızlığını hatırlayan Anne, Gilbert’a çok iyi davranıyordu. Akıllıca davranmayı öğrenen Gilbert ise okul arkadaşı dışında bir şey olmamak için büyük özen gösterdi. Bayan Lynde ve Marilla onları mutfak penceresinden izliyorlardı.
“Bunlar bir gün evlenecekler.” dedi Bayan Lynde onaylayarak.
Marilla ise yüzünü hafifçe buruşturdu. Kalbinden geçenler bu birlikteliğin gerçekleşmesi yönünde olsa da konunun Bayan Lynde’in dedikoducu tavrıyla dile getirilmesi hoşuna gitmedi.
“Onlar hâlâ çocuk.” dedi kısaca.
Bayan Lynde iyi niyetli bir kahkaha attı.
“Anne on sekiz yaşında. Ben de evlendiğimde o yaştaydım. Bizim gibi ihtiyarlar çocukların asla büyümediğini düşünmeye meyilli oluyorlar o kadar. Anne genç bir kadın, Gilbert ise bir adam. Üstelik Anne’in üzerinde yürüdüğü yola tapıyor, herkesin de görebildiği gibi. O düzgün bir delikanlı ve Anne daha iyisini bulamaz. Umarım Redmond’da kafasını romantik saçmalıklarla bulandırmaz. Ben zaten o karma eğitim veren kurumları hiç onaylamıyorum, o kadar. Bence…” diye konuşmasını bitirdi Bayan Lynde ciddiyetle. “O kolejlerdeki öğrenciler flört etmek dışında bir şey yapmıyorlar.”
“Herhâlde biraz ders çalışıyorlardır.” dedi Marilla gülümseyerek.
“Çok az.” diyerek burun kıvırdı Bayan Rachel. “Ama ben Anne’in ders çalışacağına inanıyorum. Hiçbir zaman oynak bir kız olmadı. Ama Gilbert’ın kıymetini bilmiyor, o kadar. Ben kızları iyi tanırım. Charlie Sloane da ona deli oluyor. Ama ben bir Sloane ile evlenmesini asla tavsiye etmezdim. Elbette Sloanelar iyi, dürüst, saygın insanlar. Ama eninde sonunda Sloanelar.”
Marilla kafasını salladı. Dışarıdan bakan biri için Sloaneların Sloane olmaları çok da aydınlatıcı bir ifade olmasa da Marilla arkadaşının söylemek istediğini anlıyordu. Her köyde bulunur böyle aileler: Dürüst, saygıdeğer insanlar olsalar da onlar Sloane’du ve hep böyle kalacaklardı, insanların hatta meleklerin diliyle konuşsalar bile.
Geleceklerinin Bayan Rachel tarafından bu şekilde dizayn edildiğinden habersiz olan Gilbert ve Anne, Lanetli Koru’nun gölgelerinde geziniyorlardı. Ötedeki tarlalar gün batımının kehribar rengi ışıltısında, gül rengi ve mavi gökyüzünün solgun güzelliğinin altında uzanıyordu. Uzaklardaki ladin korusu bronz misali parlıyordu ve ağaçların uzun gölgeleri yayla çayırlarına düşüyordu. Etraflarında gezinen rüzgârsa köknarların arasında şarkısını mırıldanıyordu. Bu şarkıda bahar tınısı vardı.
“Bu koru artık gerçekten de lanetlendi, eski hatıralar tarafından.” dedi Anne ayazın bembeyaz yaptığı eğreltilerden bir tutam toplamak için eğildiğinde. “Diana ve benim küçüklük hâllerimiz hâlâ burada oynuyor gibi geliyor. Alaca karanlık vakitlerinde Orman Tanrıçası Baloncuğu’nun yanında oturuyor, hayaletlerle buluşuyorlar sanki. İnanır mısın gün batımından sonra bu patikadan o eski korkuyu ve ürpertiyi az da olsa hissetmeden geçemiyorum hâlâ. Yarattığımız hayaletlerden biri özellikle korkutucuydu. İnsana arkasından sürünerek yaklaşıp soğuk elleriyle dokunan cinayet kurbanı çocuğun hayaleti… Buraya gece vakti geldiğimde arkamdaki o küçük ve sinsi adımlarını düşlemekten bugün dahi kendimi alamıyorum. Beyazlı kadın, kafasız adam ya da iskeletlerden korkmuyorum. Ama keşke o bebeğin hayalini kurup da hayat vermeseydim diye düşünüyorum. Marilla ve Bayan Barry bu olaydan sonra nasıl da kızmışlardı.” diyerek sözlerini noktalayan Anne, eskileri yâd eden bir kahkaha attı.
Bataklığın başını çevreleyen ağaçlar ince ince işlenmiş morluklarla doluydu. Eğri büğrü ladin ağaçlarının olduğu sert bir araziden ve akçaağaçların püskül misali çevrelediği sıcacık bir çukurdan geçtikten sonra Gilbert’ın aradığı şeye ulaştılar.
“İşte burada!” dedi Gilbert memnun bir şekilde.
“Bir elma ağacı, hem de burada!” diye haykırdı Anne keyifle.
“Evet, elmalarla dolu hakiki bir elma ağacı, üstelik de çamların ve kayın ağaçlarının arasında, herhangi bir meyve bahçesinden bir buçuk kilometre uzaklıkta. Geçen ilkbaharda bir gün buralardaydım ve bu ağacı bembeyaz çiçek açmış hâlde buldum. Sonra da elma verip vermediğini görmek üzere sonbaharda buraya gelme kararı aldım. Gördüğün gibi meyve dolu. Üstelik de iyi görünüyorlar. Uru-set elması gibi açık kahverengi ama bir yanağı koyu kırmızı. Çoğu yabani fideler genelde yeşil olur, çok da çekici gelmezler insana.”
“Sanırım yıllar önce tesadüfen ekilmiş bir tohumdan filizlenmiş.” dedi Anne hülyalı bir şekilde. “Cesur ve kararlı ağaççık nasıl da büyümüş, çiçek açmış ve bu kadar yabancının arasında tutunmuş öyle!”
“Burada üzeri yosunla kaplı yere düşmüş bir ağaç var. Otur bakalım Anne, orman diyarı tahtı olarak iş görür. Ben elma toplamak için ağaca tırmanacağım. Hepsi de yükseklerde yetişiyor. Ağaç güneş ışığına uzanmak zorunda kalmış.”
Meğer elmalar çok lezzetliymiş. Açık kahverengi kabuğun altında belli belirsiz kızıl damarlarla bezeli bembeyaz bir doku vardı. Bilindik elma tadının dışında bahçe elmalarının sahip olmadığı türden yabani bir lezzeti ve keskin aroması vardı.
“Cennetin ölümcül elmasının dahi bu kadar nadir bir tadı yoktur.” diye bir yorum yaptı Anne. “Ama eve gitme zamanımız geldi. Üç dakika önce alaca karanlıktı şimdi ise ay ışığı var. Bu değişimi yakalayamamamız kötü oldu. Ama böyle anlar asla yakalanmıyor zannedersem.”
“Hadi bataklığın etrafından dolanalım ve Âşık Yolu’ndan dönelim eve. Yola çıktığın zamanki kadar keyifsiz misin hâlâ Anne?”
“Hayır. Aç bir ruha ilahî gıda gibi geldi o elmalar. Redmond’ı sevip muhteşem dört yıl geçirecekmişim gibi hissediyorum.”
“Peki, o dört yıl sonrasında ne olacak?”
“O zaman yoldaki bir başka dönemeç çıkacak karşıma.” diye cevapladı Anne neşeyle. “O dönemecin sonunda ne olacağına dair hiçbir fikrim yok. Olsun da istemiyorum. Bilmemek daha iyi.”