Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Dostoyevski'nin hayatı»

Shrift:

Önsöz

Bundan yaklaşık bir buçuk sene önce yaptığımız yayın kurulu toplantısında hepimizi heyecanlandıran bir karar aldık. Aforizma Dizisi ile başladığımız, Bir Nefeste Dizisi ve Dünya Masalları Dizisi’yle devam ettiğimiz dizilerimize bir yenisini daha ekleyecektik: Biyografi Dizisi. Birkaç yayınevinde gayet başarılı biyografiler olmasına rağmen hem günümüz okur kitlesine hitap eden hem de kişilerin hayatlarının en sıradan detaylarını bile son derece canlı bir şekilde anlatan kitaplarda bir boşluk olduğunu fark ettik. Bu alanda gördüğümüz boşluğu doldurmak için hemen kollarımızı sıvadık ve işe koyulduk.

Öncelikle biyografisini okumak istediğimiz ve hayatını ilginç bulduğumuz tarihi kişilikleri belirledik. Sonra bunların arasında yayımlanmaya değer olduğunu düşündüğümüz biyografileri seçtik. Bu bağlamda ilk etapta on önemli tarihi kişinin biyografisi ortaya çıktı. Bu on kişinin hayat hikâyesini bize aynı edebi tat ve ruhla aktaracak çevirmenler aramaya başladık. Fakat bu süreçte en çok kararsız kaldığımız şey kapak tasarımı oldu. Çünkü bir biyografi dizisine yakışır sadelikte, aynı zamanda bu önemli tarihi şahsiyetlerin hayatlarını anlatacak canlılıkta kapaklar olmasını istiyorduk. Önümüze gelen ondan fazla taslak üzerinde günlerce kafa yorduk ve ortak bir karar vermek için çabaladık. En sonunda taslakları ikiye indirdik ve hepimizin içine sinen bu kapakta karar kıldık.

Kitapları yayına hazırlama aşamasında metinle o kadar içli dışlı olduk ki bahsedilen tarihi figürlerin hayatlarına girdikçe yaptığımız işten daha çok keyif almaya başladık. Hepimizin ismen bildiği kişilerin yaşam öykülerini okudukça aslında onların da sizin bizim gibi bir insan olduklarını, bizimle aynı duyguları paylaştıklarını, hayatın onları da tıpkı bizler gibi oradan oraya savurduğunu gördük.

Uzun uğraşlar sonucu ortaya çıkardığımız bu diziyi siz okurlarımızla paylaşmaktan memnuniyet duyuyoruz. Birer tarihi kayıt niteliği taşıyan bu yaşam öykülerini okurken keyif almanız tek temennimiz.

“İyi yazılmış bir hayat öyküsü, en az iyi yaşanmış bir hayat kadar nadidedir.”

Thomas Carlyle

Giriş

Rusya 30 Ekim 1921 tarihinde Fyodor Dostoyevski’nin doğumunun yüzüncü yılını kutlamaya hazırlanıyordu. Yazarlarımız ve şairlerimiz bu büyük Rus romancısını şiirlerle, söylevlerle onurlandırmayı umut ediyor; Slav halkları ise Slav konfederasyonu fikrine daima sadık kalan bu büyük Slavofile saygılarını Çekçe, Sırpça ve Bulgarca sunabilmek için temsilcilerini Petrograd’a göndermeye hazırlanıyordu. Dostoyevski ailesi de bu günü Moskova Tarih Müzesi’nde korunan belgelerin yayımlanmasıyla kutlamayı önermişti. Annem, ünlü eşine ilişkin anılarını dünyayla paylaşacak, ben de babamın yeni bir yaşamöyküsünü yazacak, ona ilişkin çocukluk izlenimlerimi kâğıda dökecektim.

Bir daha böyle bir şenliğin gerçekleşmesi pek olası değil. Korkunç bir fırtına Rusya’yı vurarak Avrupai uygarlığımızın dokusunu yok etti. Devrim, Dostoyevski’nin uzun zaman önce tahmin ettiği üzere, feci bir savaşın ardından yüzümüzde patladı. Köylülerimizle aydınlarımız arasındaki, iki yüzyıldır genişleyip büyüyen boşluk bir uçuruma dönüştü. Atalarının geleneklerine sadık kalan halkımız yüzünü doğuya sabitlemişken Avrupai ütopyalarla sarhoş olan aydınlarımız batıya yöneliyordu. Rus nihilistler ve anarşistler Avrupa ateizmini ülkemize getirmeyi arzularken son derece dindar köylümüz İsa Mesih’e sadık kalıyordu.

Bu çatışmanın sonucu karşımızda duruyor. Çarın yerine Rusya’da hüküm sürmeyi, ülkeyi istedikleri gibi yönetmeyi arzulayan aydınlar, çileden çıkan halkımız tarafından aptal ve zararlı varlıklar gibi süpürülüp atıldı. Bunlardan bazıları eski elçilik saraylarımıza sığınıp Avrupalı elçilerin alaycı gülümsemelerini görmezden gelmeye çalışarak Rusya’yı Thames ya da Seine Nehri kıyılarından yönetiyormuş gibi davrandı; diğerleri ise kimileri yüzlerce kopya basılan sayısız Rus gazetesinde bir araya geldiler ve okumaya ikna edilebilecek herkese bu gazeteleri ücretsiz dağıttılar. Ne var ki okurları gitgide azalıyor. Avrupalılar aydınlarımızın hayalperest olduğunu, gazetelerinde bahsettikleri sosyalist ve anarşist mujiklerin1 “Rus Devrimi’nin büyükanneleri ve büyükbabaları”nın saf hayalleri haricinde hiçbir zaman var olmadığını anlamaya başlıyor.

Rus mujiği anarşist olmak şöyle dursun, devasa bir Doğu İmparatorluğu inşa etme yolundadır. Moğollarla kardeş oluyor, Hindistan, İran ve Türkiye’yle dostane ilişkiler geliştiriyorlar. Yaşlı Avrupa’yı uzak tutarak onun, Rusya’nın işlerine karışmasının ve ulusal yapının inşasını engellemesinin önüne geçebilmek için Bolşevizmi tıpkı kuşları kaçıran bir korkuluk gibi kullanıyorlar. Bu inşa tamamlandığı gün, Rus mujiği görev süresini tamamlayan korkuluğu paramparça edecek, şaşkınlığa uğrayan Avrupa ise karşısında eskisinden daha güçlü ve daha sağlam, yeni bir Rus İmparatorluğu’nun yükseldiğini görecek. Mujiklerimiz iyi mimarlardır; tıpkı bilge kişiler gibi ki her zaman öyleydiler, aydınları mimarları olmaya davet etme gibi bir düşünceleri bulunmamaktadır. Bu hasta kişilerin dünyadaki en iyi uygarlığı bile yok edebileceklerini fakat bunun yerine herhangi bir şey inşa etmekten de son derece aciz olduklarını anlamış durumdalar.


Lyubov Fyodorovna Dostoyevskaya (Aimée Dostoyevski)


Eğer Dostoyevski’nin doğumunun yüzüncü yılı Rusya’da kutlanamazsa, kendisi uzun süredir dünya çapında bir yazar ve insanlığın yolunu aydınlatan fenerlerden biri olarak kabul edildiğinden bu anmanın Avrupa’da yapılmasını isterim. Bu nedenle babamın bir zamanlar Rusya’da yayımlamayı umduğum yaşamöyküsünü Avrupa’da yayımlamaya karar verdim; bu arzu etmediğim fakat görece daha uygun bulduğum bir tercihti, zira tüm servetim Bolşeviklerin elinde ve artık yaşamımı sürdürebilmek için çalışmak zorundayım. Babamın yaşamıyla ilgili olarak kitabımda bulacağınız yeni ayrıntılar, hayranları için kendisinin eserlerine dair yeni eleştirel çalışmaların habercisi olabilir ve dahası, sözkonusu eserleri Avrupalı ve Amerikalı okuyucular arasında popüler kılabilir. Hiç şüphesiz ki bu, ünlü yazarın yüzüncü doğum gününü kutlamanın en güzel yolu olacaktır.

Aimée Dostoyevski
(Lyubov Dostoyevskaya)

Dostoyevski Ailesinin Kökeni

“Halkımızı tanıyorum. Hapishanede onlarla yaşadım, onlarla yemek yedim, onlarla uyudum, onlarla çalıştım. Babamın evindeyken öğrendiğim fakat sonrasında, ‘Avrupalı bir liberal’ haline geldiğim zaman kaybettiğim İsa Mesih’i bana halkımız geri verdi.”

Ağustos 1880

Babamın yaşamöykülerini okurken bu çalışmaları kaleme alan kişilerin babamı bütünüyle bir Rus, hatta kimi zaman tüm Ruslardan daha Rus olarak ele almış olmaları beni her zaman şaşırtmıştır. Dostoyevski yalnızca anne tarafından Rustu, baba tarafı Litvanya kökenliydi. Dönüşümleri ve yüzyıllar boyunca maruz kaldığı çeşitli etkiler nedeniyle Litvanya hiç şüphe yok ki bütün Rus İmparatorluğu toprakları içindeki en ilginç yerdir. Litvan soyu da tıpkı Ruslar gibi Slavlar ile Finno-Türk kabilelerin karışımıdır. Yine de iki halk arasında oldukça belirgin bir fark bulunur. Rusya uzun bir süre boyunca Tatar boyunduruğu altında kalmış, Moğollaşmıştır. Litvanya ise Neman ve Dinyeper suyolları aracılığıyla Yunanlarla ticaret yapan Normanlar tarafından Normanlaştırılmıştır. Bu ticareti oldukça kârlı bulan Normanlar, Litvanya’da çok büyük ticaret depoları kurmuş, bunları koruyucuların gözetimine bırakmıştı. Bu depolar yavaş yavaş kalelere, kaleler de kasabalara dönüştü. Sözkonusu kasabalardan bazıları, Norman prensi Rogvolod tarafından yönetilen Polotsk gibi örneğin, günümüze kadar ulaşmıştır. Bütün ülke belli sayıda küçük beyliklere bölünmüştü; tebaa Litvan, yönetimdekiler ise Normandı. Bu beyliklerde mükemmel bir düzen hüküm sürüyor, bu durum komşu Slav halkları imrendiriyordu.2

Normanlar Litvanlardan uzak durmamış, prensler ve takipçileri ülkenin kadınlarıyla evlenip yavaş yavaş bölgenin esas sakinleriyle kaynaşmışlardır. Norman kanı o döneme dek dikkat çekmeyen Litvanlara öyle bir dinçlik katmıştır ki Tatarları, Rusları, Ukraynalıları, Polonyalıları ve kuzeydeki komşuları Töton Şövalyeleri’ni alt etmişlerdir. Litvanya on beşinci yüzyılda bütün Ukrayna’yı ve Rusya’nın büyük bir bölümünü kapsayan muazzam bir büyük düklük haline gelmiştir. Diğer Slav ülkeleri arasında çok büyük bir rol oynamıştır; parlak, son derece uygar bir saray yönetimine sahiptir, parmakla gösterilen birtakım yabancıları, şairleri ve ilim insanlarını cezbetmiştir. Çarlarının tiranlığına karşı çıkan Rus boyarlar3 Litvanya’ya kaçmış, burada hoş karşılanmışlardır. Çar Korkunç İvan’ın can düşmanı ünlü Prens Kurbski’nin durumunda olan da buydu.4

Hıristiyanlık döneminin başlangıcında ve muhtemelen daha öncesinde Normanlar Litvanya’da hüküm sürmekteydi. 1392 yılında Normanların, Norman prenslerinin soyundan gelen Büyük Dük Witold’un şahsında hâlâ iktidarda olduğunu görüyoruz. On dört yüzyıllık süreçte Litvanya’nın ciddi manada Normanlaşmış olması gerektiği açıktır. Prensler ve maiyetindekilerin yaptıkları evlilikler bir yana, Kuzey’den Litvanya’ya gelen tüccar ve savaşçılar, Slav kanları sayesinde genel itibarıyla Finno-Türk kabilelerinin kadınlarından daha güzel ve daha zarif olan genç Litvanları memnuniyetle kendilerine eş olarak seçmişlerdir. Bu evliliklerden doğan çocuklar annelerinin Litvan tipini, baba tarafından atalarının ise Norman beyinlerini miras almışlardır. Nitekim Litvanyalıların karakterini incelediğimizde Normanların karakterine olan güçlü benzerliği fark ederiz. Aslında pek de tanınmayan bu ülke üzerine çalışmak isteyenlere W. St. Vidunas’ın Lithuania, Past and Present5 adlı çalışmasını öneriyorum. Bu ilim irfan sahibi yazardan sıklıkla alıntı yapma fırsatım oldu, fakat kendisinin bu muhteşem çalışmasının kendi bütünlüğü içinde okunması gerekir. Vidunas’ın kitabının ilginç yanı şudur ki kendisi Litvan karakterini esasen Norman olarak tanımlıyor olsa da yurttaşlarının Norman kanı taşıdığını reddeder ve samimi bir şekilde onların bütünüyle aslen Asya’dan gelen Finno-Türkler olduğunu beyan eder. Yazar bu noktada, Litvanyalıların birtakım sapkın milli gururun etkisiyle, Norman atalarını her zaman inkâr eden çoğunluğunun sahip olduğu bir tavır takınır.6

Litvanyalılar, tıpkı bilge Rumenlerin, Roma’nın antik savaşçılarına dayanan kökenleriyle gurur duymalarına benzer şekilde kökenleriyle gurur duymak yerine her zaman Norman büyük düklerini yerli kana sahip prensler olarak geçiştirmeye çalıştırmışlardır. Ruslar bu noktada asla aldanmamışlardır. Litvanyalıların kendilerini yenemeyecek kadar zayıf olduğunu, bunu yalnızca Normanların yardımıyla yapabileceklerini biliyorlardı. Yurttaşlarımın tüm şu Gediminas, Algardas ve Vitantas’ı daima gerçek Norman isimleri olan Guedimine, Olguerd ve Witold isimleriyle anmış olmasının sebebi budur. Lehler ve Almanlar da aynı şeyi yaptılar ve Norman prensler tüm Litvanofillere rahatsızlık verecek şekilde tarihe gerçek isimleriyle geçtiler. Guedimin bu prenslerin en ünlüsüydü. Gerçek bir Norman tipindeydi, Finno-Türk kanından neredeyse eser yoktu. Portreleri bana her zaman Shakespeare’in portrelerini anımsatmıştır; bu iki Norman arasında bir aile benzerliği bulunmaktadır. Guedimin dini meselelere ilişkin Norman ilgisizliği ve toleransı göstermiş, hem Katolikleri hem de Ortodoksları korumuştur. Kendisi ise bir pagan olarak kalmayı tercih etmiştir.

Rusya ve Ukrayna güçlenerek Litvanya’yla olan bağlarını koparmayı ve eski özgürlüklerine kavuşmayı başardı. Litvanyalılar zengin vilayetlerini doğuya ve güneye kaptırdıklarında zayıfladılar ve can düşmanları olan Töton Şövalyeleri tarikatına karşı mücadele edemediler. Almanlar Litvanya’yı fethederek ülkeye bir sürü ortaçağ kurumu ve fikri getirdi. Sözkonusu kurum ve fikirler Avrupa’nın geri kalanında bütünüyle kaybolduklarında dahi Litvanlar bunları uzun bir süre boyunca korudu. Almanlar, Litvanları Protestan olmaya zorladı. Tüm Slavlar gibi Litvanlar da mistikti, Luther’in dini onlara hiçbir şey ifade etmiyordu.7

Sonraları, Polonya kendi başına güçlü bir devlet olup Litvanya’yı Töton Şövalyeleri’nin elinden çekip aldığında8 Litvanlar hemen atalarının Katolik ya da Ortodoks inancına döndüler. Polonyalı Katolik din adamları, özellikle de Cizvitler, Ortodoks manastır hanelerine karşı tutkulu bir savaş verdi fakat bunlar Ortodoks dinini tercih eden Litvanyalı birçok aile tarafından korundu. Bunlar arasında Ortodoks Kilisesi’nin ünlü mücahitlerinden Prens Konstanti Ostrogski başta olmak üzere bazı çok nüfuzlu kişilikler bulunuyordu. Bu kararlı direniş karşısında Polonyalılar Ortodokslara ait dini yapıların ülkede kalmasına izin vermek zorunda kaldılar, diğer yandan Ortodoks propagandasını kontrol edebilmek için bunları soylu Katolik ailelerin gözetimi altına yerleştirdiler. Cizvitler harika Latin okulları kurdular; ülkedeki soyluları, çocuklarını bu okullara göndermeye zorladılar ve kısa bir süre içinde Litvanya’nın tüm soylu gençlerini Latinleştirmeyi başardılar. Litvanları tamamen kendine bağlamak isteyen Polonya, aralarında Schliahta ya da Soylular Birliği’nin de bulunduğu birçok Polonya kurumunu Litvanya’ya getirdi. Schliahtitchi (soylular), savaş zamanı ülkenin büyük lortlarından birinin sancağı altında bir araya gelme, barış zamanında ise bu lordun koruması altında yaşama gele-neğini benimsediler. Bu lortlar, Schliahtitchi’nin kendi armalarını kullanmalarına izin verdi. Sonrasında ise Litvanya’dan çok sayıda kurum almış olan Rusya, Schliahta’yı taklit ederek Kalıtsal Soylular Birliği’ni kurdu. Rusların kurduğu bu birlik savaşa yönelik olmaktan ziyade tarımla ilgili bir birlikti, fakat her iki ülkedeki birlik de her şeyden önce vatanseverdi.



Babamın ataları, Pinsk’e pek uzak olmayan Minsk Goberniyası’nın yerlileriydi; orada hâlâ Dostoyeve denen, babamın ailesine ait kadim topraklar bulunmaktadır. Burası eskiden Litvanya’nın en vahşi yeriydi, neredeyse tamamı engin ormanlarla kaplıydı; Pinsk’in bataklıkları göz alabildiğince uzanırdı. Dostoyevski ailesi Schliahtitchi’ydi ve “Çimenli Radwan”a dahildi. Diğer bir deyişle soyluydular, Lort Radwan’ın sancağı altında savaşa katılmış ve kendisinin armasını taşıma hakkına sahip olmuşlardı. Annemde, Moskova’daki Dostoyevski Müzesi için çizilmiş Radwan armaları bulunurdu. Onları gördüm, fakat armacılık üzerine hiç çalışmadığım için onları betimleyemem.

Dostoyevski ailesi Katolikti, görüldüğü kadarıyla çok dindar ve epey hoşgörüsüzdüler. Ailemizin kökenlerine dair yaptığımız çalışmalar sırasında, Dostoyevski ailesinin gözetimine verilen bir Ortodoks manastırının, Dostoyevskilerin Ortodoks keşişlere karşı sert davranışlarından şikâyetçi olduğunu gösteren bir belgeye rastladık. Bu belge iki şeyi kanıtlamaktadır:

1. Dostoyevskilerin ülkelerinde iyi bir konuma sahip olduklarını; çünkü aksi takdirde Ortodoks manastırlarından biri onların gözetimine verilmezdi.

2. Dostoyevskilerin ateşli Katolikler olarak oğullarını ülkenin Latin okullarına göndermiş olduklarını ve babamın atalarının, Katolik din adamlarının gittikleri her yere yaydıkları o muhteşem Latin kültürüne sahip olmaları gerektiğini.

On sekizinci yüzyılda Ruslar Litvanya’yı ilhak ettiklerinde Dostoyevskileri ülkede bulamadılar; aile Ukrayna’ya geçmişti. Orada neler yaptıklarını, hangi kasabalara yerleştiklerini bilmi-yoruz. Büyük büyükbabam Andrey’in nasıl biri olabileceği hakkında hiçbir fikrim yok, bu durumun çok ilginç bir nedeni var.

Gerçek şu ki büyükbabam Mihail Andreviç Dostoyevski son derece nevi şahsına münhasır bir insandı. On beş yaşındayken babası ve ağabeyleriyle ölümüne kavga edip evden kaçmış. Ukrayna’dan ayrılıp Moskova Üniversitesi’nde tıp okumaya gitmiş. Asla ailesinden söz etmez, köklerine ilişkin soru sorulduğunda yanıt vermezdi. Sonra, elli yaşına bastığında, öyle görünüyor ki baba ocağını terk ettiği için vicdanı onu rahatsız etmiş. Gazetelere ilan vererek kendilerinden bir haber alabilmek için babasına ve ağabeylerine yalvarmış. Bu ilanla ilgili hiçbir dönüş alınmamış. Muhtemelen tüm akrabaları ölmüştü. Dostoyevskiler çok yaşlanmadan ölürler.


Mihail Andreviç Dostoyevski


Gelgelelim büyükbabam Mihail kökenini çocuklarına anlatmış olmalı, zira babamın ve daha sonraları amcalarımın sık sık şöyle dediklerini işitirdim: “Biz Dostoyevskiler Litvanyalıyız, Polonyalı değiliz. Litvanya, Polonya’dan oldukça farklı bir ülkedir.”

Babam, anneme, söylediklerine bakılırsa Ortodoks ailemizin kurucusu olan Piskopos Stepan diye birinden bahsetmiş. Çok üzüldüğüm bir şey var ki annem dikkatini eşinin bu sözlerine pek vermemiş ve ondan daha açık detaylar vermesini istememiş. Sanırım Lit-van atalarımdan biri Ukrayna’ya göç etmiş, bir Ortodoks Ukraynalıyla evlenebilmek için dinini değiştirip rahip olmuş. Eşi öldüğünde muhtemelen bir manastıra kapanmış ve ardından başpiskoposluğa yükselmiş.9

Bu durum Başpiskopos Stepan’ın bir keşiş olmasına rağmen Ortodoks ailemizi nasıl kurmuş olabileceğini açıklamaktadır. Babam Piskopos Stepan’ın varlığına ikna olmuş olmalı ki ikinci oğlunun ismini onun anısına Stepane koymuştur.

O dönem Dostoyevski elli yaşındaydı. İlginçtir ki büyükbabam sözkonusu ilanı elli yaşına bastığında gazetede yayımlamış, babam da elli yaşındayken Başpiskopos Stepan’ın varlığını bir anda anımsayıvermiştir. Her ikisi de atalarıyla birlik bağlarını güçlendirme isteğini bu dönemde duymuşlar gibi görünüyor.

Litvanya’da savaşçı olan Dostoyevskilerin Ukrayna’da rahip olduklarını görmek biraz şaşırtıcıdır. Bununla birlikte Lit-van geleneklerine oldukça uygundur. Bu bağlamda Litvanyalı âlim W. St. Vidunas’tan alıntı yapabilirim:10

“Eskiden varlıklı Litvanların birçoğunun tek bir arzusu vardı: Oğullarından en az birinin din adamlığı yolunu seçtiğini görmek. Onları böyle bir çağrıya hazırlamak için gereken ödeneği memnuniyetle sağladılar. Gelgelelim daha genel karakterli çalışmalara hiç sıcak bakmıyor, oğullarının herhangi bir başka serbest mesleği tercih etmelerine karşı çıkıyorlardı. Hatta son yıllarda birçok Litvan genç, ebeveyn inadı dolayısıyla çok çile çekmek zorunda kalmıştır. Kilise mensubu olmayı kabul etmediklerinde babaları, ileri seküler eğitim için gerekli maddi desteği sağlamayı reddetti. Böylece çok büyük umutlar vaat eden birçok yaşam mahvoldu.”

Büyükbabam ile anne babasının arasında patlak veren, Moskovalı ailemiz ile büyük büyükbabam Andrey’in Ukraynalı ailesi arasındaki tüm bağları koparan olağanüstü kavgaya yol açan şey belki de Vidunas’ın bu sözleriydi. Andrey muhtemelen oğlunun din adamlığı kariyerini tercih etmesini istemişti, genç adam ise tıbba eğilimliydi. Babasının, tıp eğitimini karşılamayacağını gören büyükbabam evden kaçmıştı. Parası ya da arkadaşı olmadan hiç tanımadığı bir şehre giden, üstün bir eğitim almayı başaran, Moskova’da kendine iyi bir yer edinen, yedi çocuklu bir aile kuran, üç kızına çeyiz hazırlayan ve dört oğluna serbest bir eğitim aldıran on beş yaşındaki bu gencin hakiki Norman enerjisine hayranlık duymak gerek. Büyükbabamın, kendisiyle gurur duymak ve çocuklarına kendisini örnek göstermek için iyi bir nedeni vardı.

Andrey Dostoyevski’nin oğlunu bir rahip olarak görme isteği pek tabii ki sıradışı bir istek değildi, zira Ukraynalı din adamları her zaman son derece seçkin kimseler olagelmiştir. Ukraynalı cemaatler kendi rahiplerini seçebilme haklarından yararlanıyor, doğal olarak yalnızca günahsız bir yaşam süren erkekler seçiliyordu. Daha yüce dini hassasiyetlere gelince, bunlar neredeyse daima rahiplerin ayrı bir kast olduğu Büyük Rusya’da eşine çok ender rastlanan bir durum olarak Ukraynalı soylular tarafından benimsenmişti. Stepan Dostoyevski iyi bir aileye mensup ve iyi eğitim almış biri olsa gerek, aksi takdirde piskopos olamazdı. Bizde kardinallik olmadığından başpiskoposluk ya da piskoposluk Ortodoks Kilisesi’ndeki en yüksek payedir. Patrikhanenin kaldırılmasından sonra kilisemizin işlerini piskoposlar yönetti, Kutsal Sinod toplantılarında sırayla yer aldılar.


Maria Fyodorovna Dostoyevskaya


Ukraynalı Dostoyevskilerin aydın kimseler olduklarına dair başka bir kanıtımız daha var. Ukrayna’da yaşamış olan arkadaşlar bize bir keresinde on dokuzuncu yüzyılın başında Ukrayna’da yayımlanmış bir tür almanak ya da şiir antolojisi olan eski bir kitap gördüklerini ilettiler. Bu kitaptaki şiirler arasında Rusça yazılıp zarifçe işlenmiş kısa bir pastoral şiir yer alıyormuş. Altına imza atılmamış, fakat dizelerin ilk harfleri Andrey Dostoyevski adını oluşturuyormuş. Bu, büyük büyükbabamın bir çalışması mıydı yoksa kuzenlerimizden birinin mi? Bilmiyorum, fakat bu durum Dostoyevski’nin yaşamöyküsünü yazanların büyük ilgisini çekecek iki şey barındırıyor:

1. Dostoyevski’nin Ukraynalı ataları aydın insanlardı. Ukrayna’da yalnızca alt ve orta sınıflar şirin ve şiirsel olduğu kadar çocuksu ve biraz saçma bir dil olan Ukraynaca konuşurdu. Ukrayna’daki üst sınıflar âdet olduğu üzere Lehçe ya da Rusça konuşurdu; bu sebeple geçen yıl bu ülke Rusya’dan ayrılıp bağımsızlığını ilan ettiğinde yeni hetman11 Skoropadski’nin şu ifadelerin yer aldığı dokunaklı çağrılarda bulunması gerekmişti: “Ukraynalılar! Anadilinizi öğrenin!” Muhtemelen Hetman’ın kendisi de Ukrayna dilinde tek bir kelime dahi bilmiyordu.

2. Dostoyevski’nin, edebiyat çevresinden arkadaşlarının iddia ettiği üzere, şiirsel yetenek kendisinin Moskovalı annesinin meziyetlerinden biri değil, Ukraynalı ailesinde var olan bir yetenekmiş.

Litvanya’nın ilginç ve farklı tarihi, babamın güçlerinin oluşumunda büyük bir etkiye sahiptir. Yapıtlarında Litvanya’nın yüzyıllar boyunca geçirdiği tüm dönüşümlerin izlerini buluyoruz. Babamın karakteri temeli itibarıyla Normandı; çok dürüst, çok namuslu, açık sözlü ve cesurdu. Dostoyevski tehlikenin gözünün içine bakar, herhangi bir tehlike karşısında asla geri çekilmez, yorulmak bilmeden hedefine yürümeye devam eder, yolundaki tüm engelleri bir kenara iterdi. Normanlaşmış ataları ona muazzam sağlamlıkta bir ahlak miras bırakmıştı ki bu genç ve dolayısıyla zayıf bir ırk olan Ruslar arasında ender bulunan bir şeydi. Dostoyevski’nin zekâsına diğer Avrupa ulusları da katkıda bulunmuştur. Töton Tarikatı Şövalyeleri, Dostoyevski’nin atalarına, kendi devlet ve aile anlayışlarını aktarmışlardır.

Dostoyevski’nin yapıtlarında ve dahası özel hayatında ortaçağa ait sayısız düşünce karşımıza çıkar. Etkili oldukları dönemde Litvanya’nın, liderleri Roma’dan gelen Katolik din adamları babamın atalarına genç ve anarşik Rus milletinde var olduğu pek söylenemeyecek disiplini, itaati ve görev bilincini öğretmişlerdir. Cizvitlerin Latin okulları onların zihinlerini şekillendirmiştir. Dostoyevski Fransızca konuşmayı çabucak öğrenmiş ve kardeşi Mihail’e Goethe ve Schiller çevirileri yapmak üzere işbirliğinde bulunmayı teklif edecek kadar Almanca biliyor olmasına rağmen bu dili Almancaya tercih etmişti. Babamın dillere karşı belirgin bir yeteneği vardı ki bu Ruslar arasında pek nadir görülen bir şeydir. Avrupalılar genellikle, “Ruslar tüm dilleri konuşur,” derler. Bununla birlikte yurttaşlarım arasında iyi düzeyde Fransızca ve Almanca konuşup yazan herkesin, ataları Katolik din adamları tarafından Latinleştirilen Polonyalı, Litvanyalı ve Ukraynalı ailelere mensup olduğunu fark etmezler. Büyük Rusya’nın Rusları arasında Avrupa dillerini iyi konuşabilenler yalnızca birkaç nesil boyunca Avrupa eğitimi almış olan aristokratlardır.

Rus burjuvalar yabancı diller üzerine çalışmayı son derece zor bulmaktadır. Bu dilleri yedi yıl boyunca okulda öğrenirler, okuldan ayrıldıklarında ise ancak birkaç cümle kurmayı başarabilirler ama en basit kitapları bile anlamazlar. Aksanları içler acısıdır. Avrupa dilleriyle pek ortak noktası bulunmayan Rus dili, dil çalışmalarına yardımcı olmak şöyle dursun ayak bağı olmaktadır.

Atalarımın Ukrayna’ya göçü öyle veya böyle haşin kuzeyli karakterlerini yumuşatmış, kalplerinde yatmakta olan şairliği ortaya çıkarmıştır. Rus İmparatorluğu’nu oluşturan tüm Slav ülkeleri arasındaki en şairane ülke Ukrayna’dır. Petrograd’tan Kiev’e gelen biri kendini güneyde hisseder. Akşamları sıcaktır; sokakları şarkı söyleyen, gülen, açık havada masalarda ya da kafelerin önündeki kaldırımlarda yemek yiyen insanlarla doludur. Güneyin güzel kokulu havasını içimize çeker, kavakları gümüş rengine boyayan aya bakarız; insanın kalbi dolup taşar, o an şair oluverir. Güneşin şen ışıklarıyla yıkanan bu hafif engebeli ovada her şey şiir solur. Mavi nehirler denizlere berrak ve aheste akar, çiçeklerle örtülmüş küçük göller sakince uyur; bereketli meşe ormanlarında hayal kurmak ne güzeldir. Ukrayna’da her şey şiirdir: köylülerin kıyafetleri, şarkıları, dansları ve her şeyden önemlisi de tiyatroları. Ukrayna, başka yerlerde olduğu gibi kitlelerin zevkini geliştirmek için aydınlar tarafından organize edilmemiş, bizzat halk tarafından yaratılmış bir tiyatroya sahip olup da Avrupa’da yer alan tek ülkedir. Ukrayna tiyatrosu halkla öyle özdeşleşmiştir ki bundan bir burjuva tiyatrosu devşirmek dahi mümkün olmamıştır. Eskiden Ukrayna, Karadeniz kıyılarındaki Yunan kolonileriyle yakın temas halindeydi. Ukraynalıların damarlarında bir miktar Yunan kanı akar, bu kan kendini onların büyüleyici güneş yanığı yüzlerinde ve zarif tavırlarında gösterir. Hatta Ukrayna tiyatrosu antik Yunanların sevgilisi dramanın uzaklardan gelen bir yankısı bile olabilir.

Işık, çiçekler ve Ukrayna’nın Yunan şiiri, Litvanya’nın karanlık ormanlarından ve rutubetli bataklıklarından çıkan atalarımın gözlerini kamaştırmış olmalı. Yürekleri güneyin güneş ışıklarıyla ısınmış, dizeler yazmaya başlamışlar. Büyükbabam Mihail, babasının evinden kaçtıktan sonra bu Ukrayna şairliğinin bir kısmını yoksul öğrenci cüzdanında taşımış ve bunu uzaklardaki evinden bir hatıra olarak özenle saklamış. Sonrasında ise bunları iki büyük oğlu Mihail ve Fyodor’a aktarmış. Bu gençler de dörtlükler ve şiirler yazmış; babam gençliğinde Venedik’te geçen aşk hikâyeleri ve tarihi dramalar kaleme almıştır. Muazzam bir hayranlık beslediği Ukraynalı büyük yazar Gogol’u taklit ederek yazmaya başlamıştır. Dostoyevski’nin ilk yapıtlarında bu duygusal ve romantik şiire sıklıkla rastlıyoruz. Hapse girinceye, yani bir Rus oluncaya kadar, büyük bir dehaya ve muhteşem bir geleceğe sahip bir ulus olan Ruslara mahsus geniş bakış açısını ve düşünce derinliğini romanlarında bulamıyoruz. Yine de Dostoyevski’nin o güçlü gerçekçiliğinin Rus asıllı olduğunu söylemek doğru olmayacaktır. Ruslar gerçekçi değildir; hayalperest ve mistiktirler. Yaşamı mercek altına almaktansa kendilerini hayallerde kaybetmeye bayılırlar. Gerçekçi olmak istediklerinde ise bir anda Moğol kinizmine ve erotizmine kapılırlar. Dostoyevski’nin realizmi ise Normanlaşmış atalarından kalan bir mirastır. Norman kanından gelen tüm yazarlar derin gerçekçilikleriyle diğerlerinden ayrılırlar. Dostoyevski boş yere Balzac’a son derece kalpten bir hayranlık beslemiyor, onu kendine örnek almıyordu.

Dostoyevskiler aslen göçebe bir aileydi. Bir bakmışız Litvanya’dalar, bir bakmışız Ukrayna’da; bir gün bakıyoruz Moskova’da yaşıyorlar, ertesi gün Petersburg’a taşınmışlar. Bu pek şaşırtıcı değildir, zira Litvanya tuhaf “göçebe aydınlar” sınıfıyla diğer ülkelerden ayrılmaktadır. Diğer ülkelerde ise göç eden proletaryadır. Rusya’da her yıl kitleler halinde Ural Dağları’nı aşan ve Asya tarafından yutulanlar mujiklerdir; Avrupa’da ise kısmetini Amerika, Afrika ya da Avustralya’da arayanlar köylüler ve orta alt sınıflardır. Oysa Litvanya’da halk ülkede kalırken yalnızca aydınlar göç eder. Litvanya, Avrupalı şairleri ve âlimleri kendine çeken muhteşem bir büyük düklükken Litvanyalı soylular yuvalarında kaldılar. Fakat Litvanya’nın ihtişamı azalmaya başladığında aydınlar12 çok geçmeden kendilerini ormanlarında, bataklıklarında hapsolmuş hissederek komşu ülkelere göç ettiler. Lehlerin ve Ukraynalıların hizmetine girerek medeniyetlerini kurmalarına yardımcı oldular. Ünlü Lehlerin ve Ukraynalıların çok büyük bir bölümü Litvanya kökenlidir.13

Sonra, Rusya Litvanya’yı ilhak ettiğinde bir sürü Litvanyalı aile büyük kentlerimize doluştu. On dokuzuncu yüzyılın başında Lehler kendi istekleriyle Rusya’nın hizmetine girdiler, fakat yurttaşlarım çok geçmeden Leh ve Litvan “ski”lerinin14 birbirlerinden farklı olduğunun ayırdına vardılar.

Lehler Rusya’da yaşayıp zenginleşmelerine karşın Katolik olarak kaldılar, kendi aralarında Lehçe konuşup Ruslara barbar muamelesi yaptılar. Litvanlar ise anadillerini unuttular, Ortodoks inancına geçip ata topraklarını düşünmeyi bıraktılar.15

Aydınların bu göçü ve onları kabul eden uluslarla birleşebilme yetenekleri Normanların, kendilerinden sonra gelen Litvanyalı torunlarına bıraktıkları en karakteristik özelliktir. Antik dönem ulusları arasında yalnızca Normanlar göçebe soylulara sahipti. En önde gelen ailelerin gençleri Norman prenslerinden birinin sancağı altında toplanır, yeni yurtlar aramak üzere hafif tekneleriyle yelken açarlardı. Kuzey Avrupa aristokrasilerinin tümünün Normanlar tarafından kurulduğu fikri çoğunlukla öne sürülmektedir. Bunda şaşılacak hiçbir şey yoktur: Genç Norman soyluları ne zaman ilkel insanların arasında boy gösterseler doğal olarak vahşilerin ve cahil yerlilerin şefleri olmuşlardır. Onların soyundan gelen yönetmeye alışkın kişiler, birbirini izleyen yüzyıllar boyunca yönetimde bulunmaya devam ettiler. Daha önce de görmüş olduğumuz üzere Normanlar fethettikleri uluslardan uzak durmamışlar, ülkenin kadınlarıyla evlenip düşüncelerini, giyim kuşamlarını ve inançlarını benimsemişlerdir. Normandiya’ya varmalarından iki yüzyıl sonra Normanlar anadillerini unutup birbirleriyle Fransızca konuşmuşlardır. Fatih William, savaşçılarıyla beraber İngiltere’ye ayak bastığında İngilizlere getirdiği kültür Norman değil Latin kültürüydü. Norman Comtes d’Hauteville ailesi Sicilya’yı fethettiğinde ülkede buldukları Bizans ve İslam kültürünü inanılmaz bir hızla benimsemişlerdi. Litvanya’da fethedenlerle fethedilenler tam bir kaynaşma içindeydi; Normanlar Litvanyalılara güçlü karakterlerini aktarmış, komşu halkları uygarlaştırma görevini miras bırakmışlardı. Litvanya’nın tüm göçebe aydınları aslında gizli Normanlardır. Atalarının müthiş çalışmasını bitmek tükenmek bilmeyen bir cesaret, sabır ve adanmışlıkla sürdürmektedirler.

Irkının seçkinliğini diğer ırklara dağıtan zavallı Litvanya’nın bir daha asla büyük bir devlet olamayacağı açıktır. Bunu kendi de anlıyor ve bundan pişmanlık duyuyor. “Litvanyalılar genel olarak en zeki ırk olarak değerlendirilmelidir,” diyor Vidunas, “buna karşın Litvanya’nın Avrupa uygarlığı üzerinde hiçbir etkisinin olmaması, Litvan zekâsının daima diğer ulusların hizmetinde olması ve tüm güçlerini anayurdu için ortaya koyamamış olmasıyla açıklanabilir.” Vidunas Litvanyalı aydınların göç etmiş olmalarından dolayı hayıflanmakta şüphesiz ki haklıdır, ne var ki Litvanya’nın Avrupa uygarlıkları üzerinde hiçbir etkide bulunmadığını söyleyerek hata etmektedir. Aslına bakılacak olursa hiçbir ülke, Slav devletlerinin uygarlaşması için Litvanya kadar çok şey yapmamıştır. Diğer halklar yalnızca kendileri, kendi ihtişamları için çalışmışlardır; Litvanya ise kendi dehasından doğan yetenekleri komşularının hizmetine sunmuştur. Polonya, Ukrayna ve Rusya bunu henüz anlamıyor, bu nedenle de Litvanya’ya haksızlık ediyorlar. Ancak gün gelecek mütevazı ve suskun Litvanya’ya neler borçlu olduklarını açıkça görecekler.

1.Rus köylüsü. (ç.n.)
2.Bu imrenme Dinyeper kıyılarında yaşayan, Ukraynalıların ve Rusların atası olan Slavların kendileri adına Norman prenslerinin onları yönetmesini arzulamalarına yol açmıştı. Prens Rurik’e Kiev Büyük Düklüğü’nün tacını sunmak için bir heyet gönderdiler. Muhtemelen Litvanya’nın bir bölgesini yönetmekte olan bir Norman prensinin kardeşi ya da küçük oğlu olan Rurik tacı kabul ederek Norman maiyetiyle birlikte Kiev’e geçti. Rurik’in soyundan gelenler ilk başta Büyük Dük, sonraları ise Çar sıfatıyla on yedinci yüzyıla dek Rusya’da hüküm sürdüler. Rurik soyundan gelenlerin sonuncusu Moskova’da öldüğü zaman Rusya bir anarşi döneminden geçti; ta ki boyarlar Litvanya kökenli, yani son derece Normanlaşmış bir Slav aileye mensup Mihail Romanov’u Çar seçinceye kadar. Romanovlar birkaç yüzyıl boyunca sırayla hüküm sürdüler, Rus halkı tarafından sevilip saygı gördüler. Rus milletinin iki kez Normanları ya da Normanlaşmış Slavları prens olarak seçmiş olduğu gerçeği, yurttaşlarımın kavgacı karakteriyle kolayca açıklanabilir. Sonunda tek bir anlamlı söz dahi söylemeden on saat boyunca nutuk çekmeye kadir, sözlerine son vermek nedir bilmeyen konuşmacı ve tartışmacılar olan Ruslar asla anlaşamazlar. Aklı başında, sözden tasarruf edebilen, icraatta üretken Normanlar, Rusların birbirleriyle barış içinde yaşamalarını sağlamış, ülkemizde düzeni sağlamışlardır.
3.Tuna bölgesinde, Transilvanya’da, Rusya’da soylulara verilen unvan. (ç.n.)
4.Litvanya ve Ukrayna tarihiyle ilgilenen modern tarihçiler Normanlardan nadiren bahseder. Bununla birlikte sıklıkla Vareglerden söz eder ve bunların Litvanya’da hatta Ukrayna’da büyük rol oynadığını öne sürerler. Varegler aslında Normandır, çünkü vareg kelimesi eski Slavcada “düşman” anlamına gelmektedir. Normanlar sürekli olarak Slavları alt ettikleri için Slavlar onları “düşman” olarak anmıştır. Slavlar genel olarak az meraklı insanlardır, komşularının hangi ırka mensup olduklarını bilmekle pek ilgilenmezler; onlara süslü isimler vermeyi tercih ederler. Bu nedenle Ruslar, Almanlarla ticarete başladıklarında onlara eski Rusçada “budala” anlamına gelen “Nemzi” adını vermişlerdir, çünkü Almanlar onların dilini anlamamış, sorularına cevap verememiştir. Rus halkı Almanlara hâlâ “Nemzi” der. “Alman” ya da “Töton” isimleri yalnızca aydınlar tarafından kullanılır.
5.(İng.) Litvanya’nın Dünü Bugünü. (ç.n.)
6.Rusya ve Polonya’ya duydukları nefret nedeniyle Litvanyalılar damarlarında Slav kanının aktığını dahi reddetmişlerdir. Yine de Finno-Türk’ten daha ziyade Slav olduklarını görebilmek için onlara bir bakış atmak yeterlidir.
7.Hiçbir şekilde başkalarıyla karışmamış Finno-Türkler olan Finler, Estonlar ve Letonlar Protestanlığı şevkle kabul edip buna sadık kalmışlardır. Litvanların Protestanlığa karşı her zaman göstermiş oldukları düşmanlık kendilerinin Slav kanına sahip olduğunu geri kalan her şeyden çok daha ikna edici bir şekilde kanıtlamaktadır. Ortodoks ya da Katolik inancını kolaylıkla kucaklayan Slavlar, Luther’in öğretisini asla anlayamadılar.
8.Bununla birlikte Almanlar, Litvanya’nın, Litvanyalı Borussi kabilesinin yaşadığı bir bölümünü ellerinde tuttular. Bu bölgeyi Almanlaştırarak buraya Prusya adını verdiler. Prusyalılar Alman değil, Litvandır; önce Normanlaştırılmış sonra da Almanlaştırılmışlardır. Güçlü karakterleri ve Almanya’da oynadıkları önemli rol kendilerinin Norman karakterinden kaynaklanmaktadır. Prusyalı Junkerlerin büyük bir çoğunluğu doğrudan kadim Norman şeflerinin soyundan gelmektedir.
9.Ortodoks Kilisesi’nde yalnızca keşişler -Kara Ruhbanlar- başpiskopos olabilir. Beyaz ruhbanlar, yani evli rahipler üst mevkilere yükselemezler. Eşlerini kaybettiklerinde genellikle keşiş olur, kariyerlerinin peşinden gidebilirler.
10.Kendisinin Litvanya’nın Dünü ve Bugünü adlı çalışmasına bakınız.
11.Hetmanlık, Ukrayna askeri hiyerarşisinde en üst rütbedir. Bu sözcüğün, dilimizdeki “ataman” sözcüğünden geldiği düşünülmektedir. (ç.n.)
12.Eleştirmenler beni her zaman eşanlamlı olmayan “soylu” ve “aydın” kelimelerini birbirine karıştırmakla itham edebilir. Fakat unutmamaları gerekir ki bir zamanlar proletarya ve orta sınıflar için eğitim almak imkânsızdı. Litvanya’nın başlıca eğitimcileri olan Katolik ve Ortodoks din adamları yalnızca soyluların çocuklarıyla, yani geleceğin yasa koyucuları ve ülkelerinin yöneticileriyle ilgileniyorlardı.
13.Büyük Leh şair Mickiewicz’in Litvanyalı olduğu düşünülmektedir. Şiirlerinden biri şöyle başlar: “Litvanya, ülkem.”
14.Leh ve Litvan soylularının soy isimleri “ski” sonekiyle biter.
15.Litvanya kökenli büyük Rus aileler arasında özellikle son zamanlara dek hüküm süren ailenin Borussi kabilesine mensup ataları Romanovları; Litvanca isimleri Saltik olan Solitikovları ve Dük Guedimin’in soyundan gelen Golitsinleri saymak gerekir. Polonya’da da Jagellon kraliyet ailesi de dahil olmak üzere aristokrat ailelerin çoğunluğu Litvanya kökenliydi.