Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Babil Mitolojisi»

Shrift:

Önsöz

Mevcut çalışmanın amacı, okuyucuya Babil dini ve mitolojisiyle ilgili temel bilgiler üzerine kolay anlaşılır bir anlatı sunmaktır. Bu anlatı, son elli beş yıl içinde Mezopotamya’da gerçekleştirilmiş kazılardan elde edilen çiviyazısı kitabelerle Fırat ve Dicle arasındaki Sami halklarının, dini ve batıl inançları hakkında yazdıklarından edinilen bulgulara dayanmaktadır. Son yıllarda dini metinleri açıklamaya yönelik birçok çalışma yapılmış olsa da önemli dini metinler keşfedilip yayımlanmaya devam ettikçe, bu konunun, en azından bir süre daha nihayete ermesi beklenemez. Eldeki malzemelerin bölük pörçük olması tek başına nihai bir anlatıyı oluşturmanın ve gerçeklerin doğru bir şekilde gruplandırılmasının önünde büyük bir engel olarak durmaktadır. Diğer yandan karşı karşıya kalınan bazı nadir Sümerce sözcüklerle karmaşık ideogramların çevirileri de baş edilmesi mümkün olmayan zorluklardandır. İngiliz ve Alman âlimlerin yaptığı çevirilerdeki farklılıklar, konunun zorluğunu ortaya koymaktadır. Ayrıca halihazırda Babil ve Asur dini üzerine kati ve sistematik bir tanım bulunmamaktadır. Bu küçük kitabın hazırlanması sürecinde, en güvenilir yazarların konu hakkındaki çalışmalarına özenlice başvurulmuş ve ilerideki sayfalarda verilen çiviyazısı metinlerinin çevirileri de özellikle bu amaçla hazırlanmıştır. Önemli görülen yerlerde referans gösterilen ve son zamanlarda keşfedilen metinlerden elde edilen sonuçların, çalışmaya dahil edilmesi için de büyük çaba sarf edilmiştir.

Burada basılı olarak sunulan gerçeklerden, Babilliler ile Asurluların bir dizi doğa tanrısına tapındıkları ve tek bir yüce tanrının varlığına dair hiçbir düşüncelerinin olmadığı açıkça görülmektedir. Tanrılarına ibadetleri biraz sihirden etkilenmiş olup dinsel törenleri esnasında okudukları dualarıyla deyişlerin çoğunun tılsım, efsun ve büyü sözlerinden pek bir farkının olmadığı düşünülmektedir. Her ne kadar yavaş yavaş belirli tanrıların çok daha haşmetli olduğuna dair bir inanış gelişmiş ve Babillilerin tanrılarıyla komşusuna karşı sorumlulukları neticede görece daha yüksek bir ahlaki karaktere bürünmüş olsa da halk büyünün, efsunun ve sihrin gücüne inanmaktan asla vazgeçmemiştir. Babilliler cenaze merasimlerine büyük önem veriyorlardı, çünkü sonraki dünyaya ulaşmanın tamamen bu törenlere bağlı olduğunu düşünüyorlardı. Ancak ruhlarının, ölümden sonra ahirette yaşayacağı hayatın, alışılmışın dışında bir kederle yüklü olacağına da inanıyorlardı.

Çalışmada, büyük tufanla ilgili efsanelerin bazı bölümleriyle Yaratılış efsanesinin belli başlı kısımları arasındaki en belirgin paralelliklere değinilmiştir. Tevrat’ın yazarlarının Yaratılış’ın ilk kısımlarında geçen birkaç ifade için Babil geleneklerinden yararlandıkları genel olarak âlimler tarafından kabul edildiğinden bu konuyu uzun uzadıya ele almanın gereği yoktu.

Bu çalışma vesilesiyle Delitzsch, Jensen, Gunkel, Zimmern, Jeremias, Jastrow ve diğerlerinin eserlerine karşı minnettarlığımı dile getirmek ve ayrıca kitabın hazırlanışı sürecinde vermiş olduğu müthiş yardımdan dolayı Dr. Wallis Budge’a teşekkürlerimi sunmak isterim.

L. W. KING
Londra, 7 Ekim 1899

Babil Mitolojisi

Birinci Bölüm
Babil Tanrıları

Bir zamanlar birçok âlim arasında, Babil medeniyetini tamamen Sami kökenli olarak değerlendirmek oldukça yaygındı. Bu ülkenin dini üzerine yazılar yazanların birçoğuysa çalışmasını, çok erken bir dönemden beri Fırat Nehri’nin kıyılarında varlığını sürdürdüğünü bildiğimiz karmaşık dini uygulamaların ve inanç sisteminin asıl yaratıcılarının, Sami Babillileri ile Samiler olduğu savına dayandırmaktaydı. Oysaki Babil’de gerçekleştirilen son kazılar, Samilerin Babil’e varmasından çok önce Sami olmayan bir ırkın ülkede hüküm sürdüğünü, topraklarını işlediğini, büyükbaş hayvan sürülerinin bakımıyla ilgilendiğini, şehirler kurduğunu, kanallar açtığını ve ülkeyi kayda değer bir medeniyet seviyesine taşıdığını kanıtlar niteliktedir. Ne var ki Sümerler olarak adlandırılan bu halk dahi Fırat Nehri çevresindeki toprakların ilk sahibi değildi. Muhtemelen tıpkı daha geç bir dönemde Samilerin yaptığı gibi Sümerler de göçmendi ve Orta Asya’nın kuzey yarısındaki dağlık vatanlarından çıkıp Fırat ile Dicle nehirlerinin verimli vadisine ulaşmışlardı. Bu toprakların asıl yerlileri hakkında hiçbir bilgimiz olmadığından Sümerler gelmeden önce bu topraklarda kimin hüküm sürdüğünü söylememiz mümkün değil. Hakkında kesin bilgi sahibi olduğumuz şeyse Babil’in ilk yerlilerinin Sümerler olduğudur ve son yıllarda onlarla ilgili bilgilerimiz epey artmıştır. Sami Babillilerinin dinsel inançlarının herhangi bir değerlendirmesinde Sümerlerin varlığı göz ardı edilemez çünkü Sümerler, imparatorluklarının saldırılar sonucu yıkılmasına neden olan Sami işgalcilerinin inançlarını derinlemesine etkilemiştir. Babillilerin dini inançları, her şeyden evvel bu dış etkinin varlığı göz önüne alınmadan hakkıyla anlaşılamaz.

Babil’deki Sümer etkisinin başlangıcının hangi tarihe denk geldiğini belirlememiz pek de mümkün gözükmüyor. Gerçi MÖ altı ya da yedi bin yıl öncesine ait bir tarih vermek, ülkedeki ilk dini merkezlerin kurulduğu dönem için o kadar da abartılı bir tahmin sayılmaz. Diğer yandan Sümerlerin siyasi güçlerinin yıkılışı, yaklaşık MÖ 2500 ila MÖ 2300 yılları arasındaki bir döneme yerleştirilebilir. MÖ 2300’lerde Babil, ülkenin diğer şehirleri arasında çok önemli bir konuma yükseldi ve Sami nüfusu giderek özümsedikleri eski rakiplerine karşı tam bir yükselişe geçti. Bu dönemden sonra Babil şehri, sonraki dönemlerde ismini alacağı Babil ülkesinin başkenti olana dek yükselişini sürdürdü. Babillilerin inançlarının incelenmesini mümkün kılacak uygun materyaller, Babil medeniyetinin başlangıcı olarak almamız gereken erken bir tarih yerine, çok daha geç bir dönemde yapılmış şeylerden oluşuyor. Babil’le Asur’un uzun tarihi boyunca farklı dönemlerde var olan dinsel inançların ve efsanelerin, krallarla yöneticilerin adak olarak verdikleri ya da tarihi kayda geçirdikleri tabletlerde arada sırada yer aldığı doğrudur. Ne var ki Babil mitolojisi ve inancına dair olabildiğince kapsamlı bir bilgiye ancak daha geç bir dönemde, Ninova’nın1 düşmesinden sadece birkaç yıl sonrasında ulaşabiliyoruz.

Babillilerin büyük dinsel eserlerine dair bildiklerimiz, MÖ yedinci yüzyıla kadar gitmektedir, fakat elimizde bundan daha eski tarihli bir bulgu yok. Koyuncuk’ta (Ninova bölgesinde) gerçekleştirilen kazılar sonrasında ortaya çıkarılan saraylarda höyüklere saçılmış, Asurca harflerle yazılmış binlerce kil tablet bulundu. Tabletlerin çoğunun baskı künyesinde Kral Asurbanipal’ın ismiyle tabletleri kendi kütüphanesine dahil ettirdiğine dair ifadeler yer alıyordu. Kral Asurbanipal, MÖ 669 ile MÖ 625 yılları arasında hüküm sürmüş ve Asur tahtına oturan son krallardan biri olmasına karşın antik Babil’e ve Asur’a ait bilgi kaynaklarının korunması adına çok çaba sarf etmiştir. Kâtipleri, güneydeki eski şehirleri ve tapınakları özellikle ziyaret eder ve oralarda buldukları her türden yazılı metnin kopyasını çıkarırlardı. Çıkardıkları kopyaları, Kral’ın Ninova’daki sarayında toplayıp düzenlerlerdi. İşte Babil mitolojisi ve dini hakkında bildiklerimizin büyük bir kısmı da buradan gelmektedir.

Her ne kadar tabletlerin tarihi yalnızca yedinci yüzyıla dayansa da üstlerine kazınmış metinlerin kökeninin çok daha uzak bir döneme ait olması muhtemeldir ki detaylıca incelenmeleri sonrasında durumun böyle olduğu da ispatlanmaktadır. Örneğin bir metnin iki ya da daha fazla kopyası detay bakımından birbirlerinden oldukça farklıysa doğal olarak bu gibi farklılıkların metne girmesi için hatırı sayılır derecede uzun bir dönemin geçtiği varsayımında bulunuruz. Bununla birlikte kâtiplerin kopyalarını çıkardıkları orijinal metinler, metinlere ekledikleri notlarla baskı bilgileri ve bunları açıklamak üzere derledikleri listeler ve yorumlar; inceledikleri yazılı eserlerin ne kadar eski olduğunu kanıtlamaktadır. Böylesi kanıtlar, Asurluların bize bıraktıkları dinsel metinlerin kendi eserleri olmadığını ve kendilerine daha eski toplumlardan miras kaldığını ortaya koymaktadır. Babilliler, dini inançları konusunda Sümerlerden büyük ölçüde etkilenmişler ve kendileri de Asurluların üzerinde çok daha büyük bir etki bırakmışlardır. Başlangıçta Babil’deki bir avuç sömürgeci olan Asurlular, anavatandaki inancı da yanlarında götürmüşlerdir. Her ne kadar sonradan özgürlüklerini kazanıp sonraki kuşakları buyrukları altında tutsalar da dini sistemleri biraz değişiklik ve düzeltmeyle birlikte tam anlamıyla Babil diniydi. Bu yüzden dini eserleriyle yazıları, Babil dininin incelenmesi için kaynak olarak kullanılabilir.

Asurlulara ait bu tabletleri inceleyip Babil tanrıları hakkında bilgi edinmeye çalıştığımızda, bize gerçekten de şaşırtıcı derecede çok sayıda ilahi varlık sunduklarını görmekteyiz. Babillilerle Asurlular muhafazakâr halklardı ve Babil dini üzerine bildiklerimizi çalışmalarına borçlu olduğumuz papaz sınıfı, nereden gelirse gelsin tüm yerel gelenekleri ve inançları orijinallerine sadık kalarak toplayıp kaydetmişlerdi. Dinleri onlar için hâlâ canlıydı ve tanrılarının varlığıyla gücüne dair inançlarını yitirmemişlerdi, bununla beraber ulusal geleneklerini belirli bir ölçüye kadar yazınsal yönleriyle incelemişlerdi. Ayrıca ülkenin farklı bölgelerinde ve farklı dönemlerde ortaya çıkıp güncellik kazanan ve bazen de birbiriyle çelişen sayısız geleneği sınıflandırıp belirli bir sistem içinde düzenlemeye çalışmışlardı. Örneğin parçaları Asurbanipal’ın kütüphanesinden toplanan en büyük tablet üzerine, tanrıların ve unvanlarının bulunduğu bir liste kazınmıştı. Tablet tamamlandığında yaklaşık 28 cm x 40 cm ebatlarında olmuş olmalıydı. Her iki tarafına da altı sütundan oluşan küçük yazılar kazınmıştı. Her bir sütunda yüz elliden fazla satır vardı ve neredeyse her bir satırda ayrı bir ilahi varlığın ismi yazılıydı.2 Bu, üzerinde tanrıların isimlerinin kazılı olduğu sayısız tabletten sadece bir tanesidir ve bu gibi belgeler sayesinde, o dönemde yazılmış eserlerde Babil dininin epey gelişmiş bir durumda olduğunu görebiliriz.

Şayet yalnızca bu gibi listelere bel bağlamış olsaydık Babil tanrılarının neye benzediğine dair tutarlı ve anlaşılır bir kanıya varmak çok zor olurdu. Tabii neyse ki böyle bir şeyle karşı karşıya gelmedik. Tanrılar arasındaki ilişkileri ve görece rütbeleriyle güçlerinin izlerini sürmemize yardımcı bir kaynak olan, içlerinde tanrılara atfedilen unvanların ve sembollerin de bulunduğu birçok ilahi ve dua metni bulundu. Ayrıca tanrılar hakkında hikâyeler ve efsaneler de muhafaza edilmiş olup bunlar sayesinde Babil mitolojisine dair eksiksiz bir taslak çıkarmak da mümkündür. Dahası ülkenin tarihinde, hem yakın dönemlerde hem de çok daha eski dönemlerde tahta çıkmış Babil ve Asur krallarının tarihsel kayıtlarında, sıkça tanrıların isimleri yer almaktadır. Düşmanlar karşısında kazanılan zaferler, her bir hükümdar tarafından kendi tanrılarının lütfettiği yardımlara atfedilmiştir. Hükümdarın bahsettiği isimlerden, hükümdarlığı sırasında hangi tanrılara özellikle hürmet edildiğini öğrenmekteyiz. Babil kralları yapı inşa etmeye önem vermişlerdi ve yeni tapınaklar inşa edip yıkılmaya yüz tutmuş olanları restore etmekten büyük zevk alıyorlardı. Yapım işlerine dair tuttukları kayıtlardan ve tapınaklara konulmuş adak tabletlerinden bu tapınakların, hangi ilahi varlığın onuruna inşa edildiğiyle ilgili epey bilgi edinebiliyoruz. Özellikle erken Sümer dönemi hakkında bilgi edinebileceğimiz bir başka kaynak tapınakların gelirleriyle hesaplarına ait listelerdir. Çeşitli dönemlere ait ticari yazışmalarda sayısı neredeyse tanrıların sayısını bulan kişi isimleri, başlıca tanrılara halk tarafından gösterilen takdir derecesinde görülen değişiklikler hakkında kabaca bir fikir sunmaktadır. Babillilerin tarihlerinin erken dönemlerine ait büyük dini ve mitolojik eserlerin kopyalarının elimizde bulunmaması elbette üzüntü verici, çünkü bu kopyalar sayesinde dini gelişimlerini açık ve net bir biçimde izlememiz mümkün olabilirdi. Bununla birlikte bahsi geçen sayısız dolaylı bilgi kaynağı da geç dönem Asur ve Babil imparatorluklarının dini metinlerini kontrol edip sınıflandırmamızı mümkün kılmaktadır. Bu sayede Babil mitolojisi ve inancına dair yerli kaynaklardan bilgi elde etmek ve Eski Ahit ile klasik yazarların eserlerinde atıfta bulunulan ülkenin dinine yönelik sınırlı kaynak metinlerini bir bütün haline getirmek mümkündür.

Daha geç tarihi dönemlerde tapındıkları biçimleriyle Babil tanrılarının, çok belirgin ve kendilerine has kişilikleri bulunan varlıklar oldukları düşünülmüştür. Tüm büyük tanrılar insanüstü güçleri ustalıkla kullanırlardı ve rüyalarla tahayyüller dışında onlara tapanlara görülmemelerine karşın her birine insan biçimi bahşedildiği düşünülmekteydi. Ayrıca her birinin salt kendine özgü bir vücudu, farklı özellikleri ve belirgin bir karakteri olduğu tasavvur ediliyordu. Sadece bedenen insana benzemekle kalmıyorlardı, ayrıca düşünce ve hislerinde de oldukça insansıydılar. Tıpkı insanlar gibi bu dünyaya doğuyorlar, insanlar gibi sevip savaşıyorlar ve hatta ölüyorlardı. Aslında Babillilerin yüce güçler hakkında çok cismani düşünceleri vardı. Kendilerinden çok farklı bir yaradılışı ve doğası olan, soyut tek bir yüce ilahi varlığa inanmıyorlardı. Ayrıca her ne kadar tüm güçleri ve kudreti, tapındıkları daha büyük tanrıların çoğuna yüklemiş olsalar da bu tanrıları, insan arzularından etkilenen ve birbirlerine bağımlı olarak hareket eden varlıklar olarak görüyorlardı. Tanrıları hakkında tuhaf hikâyelerle efsaneler yaratmışlardı. Ortaya koydukları eserlerde bazı tanrıların kahramanca ve cesurca davrandıklarını, diğerlerinin şeytanlık ve hainlik gösterdiğini, bazılarının da korkuyla açgözlülük örnekleri sergilediklerini okumaktayız. İnsanların aksine güçlerinin sınırsız olduğu, sihirli silahları ustaca kullandıkları ve güçlü sözlerle büyüler yaptıkları doğrudur, ancak her şeye rağmen insan biçimine bürünmüşlerdi. Bir Babilliyle tanrısı arasındaki ayrım, yaratılışlarından ziyade ait oldukları sınıfın mertebesinde yatıyordu.

Tanrıların eylemlerini anlayıp kendilerine atfedilen özellikleri belirtmeye çalışırken, doğal olarak Babillilere tanrılarının karakterleri arasındaki bu kesin ayrıma neyin ilham verdiği sorunuyla karşılaşmaktayız. Acaba bu tamamen hayal güçlerinin bir eseri miydi yoksa keyfi bir yaratıcılıktan mı ileri geliyordu? Soruya olumsuz bir yanıt vermek için inançlarının karşılaştırmalı bir incelemesine başvurmamıza gerek yok, çünkü tanrıların karakterleri zaten doğrudan kökenlerini açıkça ortaya koymaktadır. Tanrılar, doğal güçlerin kişileştirmeleridir. Başka bir deyişle tanrılarla onlar hakkında anlatılan çoğu hikâye, Babillilerin yüzlerce yıllık gözlemlerinden sonra çevrelerindeki doğada işlediğine tanık oldukları güçlerle değişimlere getirebildikleri en iyi açıklamanın ürünüdür. Babilli, Güneş’in her gün başının üstünden geçtiğini görmüş, Ay’ın evreleriyle yıldızların devinimlerini gözlemlemiş, rüzgârın esintisini hissedip şiddetli fırtınalardan korkmuştur, ancak bunların aslında doğa kanunlarının bir sonucu olduğuna dair en ufak bir fikri dahi olmamıştır. Diğer ilkel halklarla birlikte bu olayları, kendine çok benzeyen varlıkların eseri olarak yorumlamıştır. Doğanın, tecrübe ettiği olaylara göre bazıları insana karşı dostça, diğerleriyse düşmanca davranan sayısız varlık sayesinde hareket ettiğini düşünmüştür. Doğadaki daha büyük güçlerle kuvvetlerden yola çıkarak daha büyük tanrıların var olduğu sonucuna ulaşmıştır ve onlar hakkında anlattığı birçok efsaneyle mitte, aslında evrenin işleyişine dair ne kadar saf bir düşünce yapısı olduğunu görebilmekteyiz. Anlattıklarında kinayelerden ya da karmaşık sembollerden kaçınmıştır, hikâyelerine de gerçekten inanıp yaşamını bunlardan edindiği öğretilere uygun olarak biçimlendirmiştir.

Bu sebeple Babil inanç sistemi, genel itibarıyla bir doğaya tapınma olarak değerlendirilebilir ve tanrılar da doğanın çeşitli güçlerinin kişileştirilmeleri olarak sınıflandırılabilir. Ancak daha başlangıçta, önceden gereğince açıklığa kavuşturulmamış bir zorluk karşımıza çıkıyor. Erken dönem tarihi boyunca, ülke tek bir yönetim altında kurumsal bir bütün olmaktan ziyade, hemen yakınlarındaki topraklarla birlikte büyük şehirlerin meydana getirdiği birbirinden bağımsız bir dizi devletten oluşmaktaydı. Yüzyıllar süren bağımsızlık ya da koalisyon yönetiminden sonra, birbirlerinden ayrık olan bu krallıklar kalıcı olarak birleştiler. Bu belirsiz geçmişe baktığımızda birçok büyük Babil tanrısının varlığının izlerini sürebiliyoruz. Ayrıca tıpkı sonraki dönemlerde olduğu gibi bu erken dönemde bile bu tanrılara tapınmanın, ülkenin her yerinde eşit derecede yaygın olmadığını, aksine her bir ilahi varlığın farklı şehirlere ayrılıp varlığının oralarda daha güçlü olduğunu görüyoruz. Örneğin Yeryüzü Tanrısı Enlil’e Nippur’da tapılıyordu. Denizlerin Tanrısı Ea’ya Eridu’da, Ay Tanrısı Nanna’ya Ur’da, Güneş Tanrısı Utu’ya Larsa’da vs. tapınılmaktaydı. Birlikte ele alındığında tüm ilahi varlıklara tapınma, doğanın farklı kısımlarına tapınmaya dair tutarlı bir resim sergilemekte olup, böylesi bir resim hiç şüphesiz sonraki dönemler için ulusal dinin genel karakterine tam olarak uygun düşmektedir. Öte yandan ülkenin büyük şehirleri en eski döneminde tek bir krallığın parçalarını oluşturmuyordu ve büyük doğa tanrılarının köken itibarıyla birbirlerinden bağımsız olan bu kadar çok sayıda şehre, yerel anlamda nasıl dağıldığını net bir biçimde açıklayabilmek mümkün görünmüyor.

Bu sorunun çözümünü bulmak için Babillilerin dini sisteminin, uzun bir döneme yayılmış kademeli bir gelişmenin ürünü olduğu gerçeğinin farkına varmak gerekir. Geç dönem Babillilerinin uyguladığı tutarlı bir doğaya tapınma düzeni, onlara uzak atalarından ve bu topraklardaki seleflerinden doğrudan ve tamamlanmış bir biçimde bırakılmamıştı. Bu çok uzak dönemde, bu din düzeninin durumunun çok basit ve ilkel bir yapıda olduğunu varsayabiliriz. Bu erken dönem halklarının ufku, yaşadıkları şehrin duvarlarının yalnızca biraz ötesiyle sınırlıydı ve her bir şehir kendi tanrısına tapınmak ve onun onuruna savaşmaktan memnuniyet duyuyordu. Tanrının kaderi tapınıldığı şehrin kaderine bağlıydı. Tanrının düşüşünün hemen ardından şehir de düşerdi. Birbirinden ayrık bu şehirlerin kademeli olarak birleşip daha büyük eyaletler oluşturmaları, yerel tanrılar arasında bir uyarlamanın yapılmasını da gerekli kılıyordu. Bu tip koalisyonlarda baskın olan şehrin tanrısının, doğal olarak onunla ilişkilendirilen işgal edilmiş ya da bağımlı kılınmış şehirlerin tanrısı üzerinde üstünlüğü oluyordu. Babillilerin tanrılarının bazıları arasındaki ilişkilerin, bu vesileyle ortaya çıktığı düşünülebilir. Yine de bir şehre özgü tanrının, doğanın büyük güçlerinden biriyle ilişkilendirilmesi sürecini ortaya çıkarırken, evrenin özel bir parçasının tanrısı olarak görünmesinin en başından beri doğasından mı kaynaklandığına yoksa bunun sonradan gerçekleşen bir gelişme mi olduğuna karar vermek zordur. Bu gibi sorular bir dizi ilgi çekici sorunu da beraberinde getiriyor. Bunların çoğu Babillilerin erken dönemlerine yönelik eserlerin giderek daha fazla yayımlanmasıyla şüphesiz çözülebilecektir. Eklemeliyim ki her ne biçimde açıklarsak açıklayalım, farklı Babil kentlerinde önemli doğa tanrılarının birçoğuna tapınma, Babil inanç sisteminin en çarpıcı özelliklerinden biridir.

Babil’in başlıca tanrılarının kabataslak bir şemasını oluştururken kendimizi, Babil kentinin iktidara yükselmesiyle başlayan ve sonraki dönemlerle devam eden süreyle sınırlandırmamız yerinde olacaktır. Babil kentinin başkent olmasından sonra ülkenin farklı kesimleri, tek bir devlet yönetimi altında birleşmiştir. Elbette incelememizi, Sümerlilerin ülkenin hâkimi olduğu ve Samilerin etkilerinin henüz hissedilmediği daha eski dönemlere doğru geriletmek de mümkündür. Her ne kadar Sümerli ilahi varlıklara dair araştırmalar henüz emekleme aşamasında olsa da Nippur, Ur ve Tello’dan elde edilen erken dönem tabletlerinde yazıldıkları haliyle isimlerini çıkarmak ve Asurluların daha sonraki açıklayıcı listelerinin yardımıyla kısmen de olsa Babilliler tarafından benimsenen isimlerin, sembollerin vs. nasıl değiştirildiklerinin izini sürmek mümkün olabilir.3 Ancak böyle bir planı mevcut çalışmanın sınırları içinde takip ederek çoğu hâlâ bir tahmin meselesi olan isimlerle eşlemelerden ibaret bir liste çıkarmaktan pek öteye gidemezdik. Bu yüzden sadece Babil mitolojisinde belirgin bir rol oynayan büyük Sami ilahi varlıklarından bahsetmek ve sırf sonraki karakterlerini tanımladığından dolayı onların Sümerli ilk örneklerine değinmek daha iyi olacaktır.

Sami döneminde bile Babilli tanrılar topluluğu kayda değer değişiklikler geçirmiştir. Sümerli ilahi varlıkların özümsenmesi aniden oturan bir süreç değildi ve iki sistemin birleşmesi ülkenin her yerinde aynı sonuçları doğurmadı. Üstelik sonraki dönemde, tıpkı önceki dönemlerde olduğu gibi, her şehrin kendi yerel tanrısı bulunuyordu. Tüm şehir onun hizmetine adanır ve tapınağının etrafında geleneklerle söylenceler bir araya getirilip sergilenirdi. Bu gibi yerel geleneklerden herhangi birinin Babil sisteminde kazandığı önem derecesi, geleneğin ortaya çıktığı şehrin siyasi konumu ve etkisiyle orantılıydı. Bu sebeple tanrıların bazılarının konumları ve ilişkileri hakkında çok çeşitli geleneklerle karşılaşmamız pek şaşırtıcı değildir. Bununla beraber ülkenin kademeli olarak birleşmesiyle farklı geleneklerin birçoğu birbiriyle uyumlu hale geldi ve papazlar tarafından açıklandı. Nitekim yerel inançlarla siyasi değişimlerin etkisini dikkate almakla birlikte medeniyetin büyük dini ve efsanevi eserlerinde, konum ve karakterleriyle uyumlu olarak Babil tanrılar topluluğunun kısa bir taslağını çıkarmak mümkündür.

Etki alanları bütün evreni saran büyük ilahi varlık üçlüsü Anu, Bēl ve Ea tanrılar topluluğunun başına yerleştirilebilir. Anu cennetin tanrısıydı, Bēl yeryüzü ve insanlığın tanrısıydı, Ea ise yeryüzünün altındaki derin suların tanrısıydı. Sümer tarihinin çok erken bir döneminde bu üç ilahi varlığın birbiriyle yakından ilişkili olduğundan bahsediliyor ve Sümer’de onlara verilen isimlerse Anna (Anu), Enlil (Bēl) ve Enki (Ea). İsimlerinin üzerine kazındığı tabletin yazılmasını sağlayan Lugalzagesi, hükümdarlığının kanıtlarına ulaştığımız en eski Sümer krallarından biriydi ve böylece bu büyük tanrı üçlemesinin varlığının izlerini, bildiğimiz tarihin başlangıcına dek sürebilmekteyiz. Daha geç dönemlerde evrenin en büyük tanrıları olan bu üç ilahi varlık arasındaki ilişki sarsılmadan kalmıştır. Üçlünün her bir üyesinin kendine ait bir tapınma merkezi vardı. Bu yüzden Anu’ya, her ne kadar ülkenin diğer kesimlerinde tapınakları olsa da, Uruk’ta hususi bir hürmet duyuluyordu. Şehrin Babil’deki ismi Erek’tir ve Yaratılış efsanesindeki uluslar listesinde Babil’in en eski şehirlerinden biri olduğundan bahsedilir. Sümer tanrısı Enlil daha önce de ifade edildiği üzere Samiler tarafından, Tanrı Bēl olarak tanımlanıyordu. Nippur kentindeki tapınağı Ekur’da Bēl’e tapınmak, halihazırda elde edilen arkaik yazıtlarda kanıtı bulunan en eski yerel inançtı. Üçlünün son üyesi Ea’ya tapınmaysa Babil’in büyük şehirlerinin en güneyinde bulunan Eridu’da başlamıştı. Bu bölge şimdi Şattülarap’ın ağzından yaklaşık seksen kilometre mesafede bulunan Ebu Şahreyn höyüğüyle işaretlenmiş olup mevcut delta oluşmadan önce Babil tarihinin en eski döneminde Basra Körfezi’nin kıyısında konumlanmış olmalı.

Silindir bir mührün baskı kopyası. Ur kralı Ur-Nammu, (MÖ yaklaşık 2500 yılı) Ay Tanrısı Enzu veya diğer adıyla Sin’in önünde ibadet ediyor. Metinde yazanlar şöyle: “Senin hizmetkârın Khashkhamer, Ishkun-Sin şehrinin yöneticisi, bu mührü senin adına tahsis ediyor, Ur kralı, büyük kahraman Ur-Nammu.” British Museum, Numara 89, 126.


Bu üç ilahi varlığın dünya çapındaki egemenliğinden sonra, iki ışık tanrısı olan Sin ve Şamaş ile Atmosfer Tanrısı Ramman’dan oluşan ikinci bir tanrı üçlemesi yapılabilir. Ayrıca Nannar adıyla da bilinen Ay Tanrısı Sin’in iki ana tapınma merkezi bulunmaktaydı: Ur’daki E-gish-shir-gal tapınağı (Yüce Işığın Evi) ile Harran’daki E-khul-khul tapınağı (Zevklerin Evi). Bunlardan ilki çok daha eski dönemlere ait bir tapınaktır. Ur kentinde, Ay Tanrısı’na tapınma çok daha antik dönemlerde bile mevcuttu ve hem nüfus hem de ihtişam bakımından başlıca ibadet merkezleri olan Sippar ve Larsa şehirlerinde iki büyük tapınağı olan (iki tapınak da E-babbar, “beyaz saray” ismini taşıyordu) Güneş Tanrısı Şamaş’ı bile gölgede bırakmıştır. Geleneklere göre Şamaş, aslında Ay Tanrısı’nın oğlu olarak görülüyordu ve Güneş’e tapınmanın Ay inancının daha altında bir sıralamaya düşmesi erken dönemlerdeki Babil dininin ilginç bir özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Mitoloji sisteminin bütünüyle geliştiği daha ileriki bir dönemde Güneş Tanrısı daha önemli bir konuma yükselmiştir. Böylece sonraları cennet ile yeryüzünün hâkimi olarak görülmüş ve efsanelerde haksızlık ya da kötülük durumlarında ne yapılması gerektiği onun kararına bağlı olmuştur. Başta gök gürültüsü ve şimşekle özdeşleştirilmesinin yanında Tanrı Ramman genel anlamda hava tanrısıydı; bulutları, sisi ve yağmuru kontrol ederdi. Askeri kuvvetlerinin çarpışmalardaki ilerleyişini Fırtına Tanrısı’nın saldırısına benzetmeyi seven Asur kralları tarafından Ramman’a özellikle hürmet edilirdi.


Kimilerince “Güneş Tanrısı Tableti” denen tabletten bir sahne. Babil kralı Nabu-apla-iddina (MÖ yaklaşık 900 yılı) Güneş Tanrısı Şamaş’ın huzurunda ibadet ediyor.


Babil tanrıları topluluğu içinde en önemli ilahi varlık, elbette ki Babil kentinin yerel tanrısı olduğundan kendi şehrinin halkı tarafından en çok saygı duyulan Marduk’tu. Etki alanının bu denli geniş olması Babil kentinin birleşik bir imparatorluk içinde başkent konumuna yükselmesinin bir sonucudur. Ayrıca sırf bundan dolayı da ibadeti Nippur kentinde yüzyıllarca süregelmiş eski Babil tanrısı Bēl’le özdeşleştirilmesinin ve Babil efsaneleriyle mitolojisinde oynadığı önemli rolün izlerini sürebilmekteyiz. Marduk, Hammurabi döneminden itibaren hiçbir zaman diğer tanrılar üzerindeki bu üstünlüğünü yitirmemiştir. Babil’in henüz bilinmediği dönemlerdeki görece önemsiz bir tanrı olarak görülmesine dair bulunan kanıtlardan, asla en eski tanrılardan biri olarak görülmediği ve sonraki niteliklerinin başlangıçta kendisine bahşedilmediği görülebilir. Kudretini ve üstünlüğünü, hem tanrılara hem de insanlığa karşı sunduğu hizmetler ve yiğitliği sayesinde kazanmış bir tanrı olarak tasavvur edilmiştir. Marduk’la yakından bağlantılı olarak Borsippa şehrinin tanrısı Nabu’dan bahsedebiliriz. Fırat’ın karşı kıyısında, Babil’in biraz güneybatısında kurulan Borsippa’nın günümüzdeki sınırları Birs Nimrud4 höyüğüyle belirlenmiştir. Ayrıca sonraki dönemlerde başkentin kenar mahallelerinden biraz daha büyükçe bir yerleşim yeri olarak da sayılabilirdi. Burada Marduk’la onun oğlu ve vekili olduğu düşünülen Nabu arasındaki yakın ilişkinin izlerini sürebiliriz. Nabu’nun Borsippa’daki tapınağı E-zida ile Marduk’un Babil’deki büyük tapınağı E-sagil’in birbiriyle yakından ilişkili olduğu düşünülmektedir ve bu iki mabet zamanında ülkedeki en meşhur tapınaklardı.

Bir başka önemli ilahi varlıksa Nergal’dı. Kütü (ya da Kutha) isimli şehirdeki tapınağı E-shidlam, Kuzey Babil’deki en eski ve en büyük mabetti. Genel karakteri itibarıyla Nergal, savaş tanrısıydı. Şüphesiz yok edici doğasından ve ölümü yayma gücü olduğundan ölülerin tanrısı olarak da görülürdü. Nergal ile Kutha şehri arasındaki ilişki, uzun Babil tarihi boyunca asla kopmamıştır. Ur kentinin ilk krallarından biri olan Dungi, tarihi kayıtlarında bu şehirde Nergal’ın tapınağının inşa edilip daha sonra onarılmasından bahseder. Bundan iki bin yıldan daha uzun bir süre sonra bile Akad Kralı Sargon’un, Samarya’yı sömürgeleştirmek üzere gönderdiği Babilliler arasında Kutha şehrinden bazı kişilerin, harap edilen şehirde gezinen aslanlardan kendilerini koruyacağına inandıkları Nergal’ın bir heykelini yaptıklarını okumaktayız. Nergal’la sonraki dönemlerde yakından ilişkilendirilen bir tanrı da Ninip’ti. İsminin bir yerlerde geçtiğinin varsayılmasının yanı sıra asıl tabiatı da biraz belirsizlik içermektedir. Ne var ki Asur krallarının yönetimi altında tabiatı daha açıkça belirtilmiştir. Asurlu krallar onu savaş ve av tanrısı olarak görmüşler ve kudretli silahlar üretme kabiliyetlerini Nergal ve Ninip’e atfetmişlerdi. Babillilerin fevkalade eserlerinde aldığı önemli konumdan dolayı, görece daha önemli tanrılar arasında Ateş Tanrısı Nusku’dan da bahsedilebilir.

Babil tanrıçaları tek bir istisna dışında, çok gösterişli varlıklar değillerdir. Ayrıca tabiatları da kesin çizgilerle belirtilmemiş ya da farklı kılınmamıştır. Mevkileri de bir yere kadar Babil’deki kadınların konumuna denk gelmektedir. Babillilerin tanrılarını biçim ve hisleri bakımından oldukça insansı olarak tasavvur ettiklerinden daha önce bahsetmiştik ve tanrılarının eşlerine dair tasarladıkları görüntünün de aynı bakış açısına göre oluşturulmuş olması oldukça doğaldı. Temel işlevleri eşlerinin lütfunu kazanmak ve daha genç bir tanrı neslinin anneleri olmaktan ibaretti. Bazı örneklerde, bağlı oldukları kişiye göre isim aldıklarına dair izlere ulaşabilmekteyiz. Örneğin Anu’nun eşi Anatu ve Bēl’in eşi Bēlit, ilişkilendirildikleri erkek tanrıların tabiatlarının yanı sıra isimleri bakımından da onların dişi emsalleriydiler. Daha geç dönemde adına hitaben söylenen sayısız ilahiye dayanarak çıkarımda bulunacak olursak Ea’nın eşi Damkina, biraz daha önemli bir şahsiyetti. Muhtemelen bu da Marduk’un annesi olmasından kaynaklanıyordu. Öte yandan Marduk’un eşi Zarpanit, değer bakımından eşinden biraz daha düşük bir konumdaydı. Aynı durum Nabu’nun eşi Taşmetu, Ay Tanrısı’nın eşi Ningal, Güneş Tanrısı’nın eşi Ai, Ramman’ın eşi Şala, Ninip’in eşi Gula ve Nergal’ın eşi Laz için de geçerliydi. Aslında Babil’in tanrıçalarının yetkileri vardı, ancak bu yetki eşlerine görece bağımlı sayılırdı. Ayrıca hem ibadet ayinlerinde hem de tanrılar hakkında anlatılan söylencelerle efsanelerde, çok önemsiz ve ikinci derece rolleri vardı.

1.Dicle’nin doğu kıyısında bulunan ve Asur Devleti’nin merkezi olan Ninova, bir antik çağ şehridir. Modern Musul şehrinin hemen yanı başında bulunmaktadır. (e.n.)
2.Tablet, British Museum’daki Ninova salonunda muhafaza edilmektedir.
3.Bkz. Morris Jastrow’un Religion of Babylonia and Assyria (Babil ve Asur Dini) adlı eserinde derlenen bazı ilahi varlıkların isimleri ve sembolleri, s. 51 ve sonrası.
4.Modern Hilla şehrine yaklaşık 15 km mesafede bulunur.
17 470,53 s`om