Kitobni o'qish: «Kreutzer Sonat – Niçin?»
Fakat ben size diyorum ki her kim bir kadına hırs ve arzu ile bakarsa içinden onunla zina etmiş demektir.
(Matta, V, 28)
Çömezleri ona dediler: Eğer erkekle karım arasındaki münasebet böyle ise evlenmek uygun bir şey olmaz. Fakat o cevap verdi: Bu herkesin elinden gelmez. Buna kadir olan yalnız onlardır ki kendilerine o kudret verilmiştir.
(Matta, XIX, 10,11)
I
İlkbahar başlangıcında idik. İki gün ve bir geceyi şimendiferde geçirdik.
Durak yerlerinde trene binen ve inen yolcular oluyordu. Bununla beraber üç kişi vardı ki, benim gibi, trenin ilk hareketinden beri bizim vagonda bulunuyorlardı: Orta yaşlı bir kadın, oldukça çirkin, çekik bir yüz, ağzında sigara, başında bir avukat şapkası, sırtında erkek biçimini andıran bir manto; yanında kırklık bir erkek, fazla zevzek, yepyeni yolcu eşyası arasında; sonra, saçları vaktinden evvel ağarmış genç biri, ötekilerden ayrı olduğu belli, ufak tefek, sinirli hâli var, parlak gözleri mütemadiyen yeni bir şeye ilişiyor. Sırtında iyi bir terzi elinden çıkmış, astragan yakalı eski bir palto, başında yine astragan bir kalpak. Paltosunun altında, vücuduna yapışık bir mujik setresi ile işlemeli Rus gömleği görünüyor. Bu mösyönün tuhaf bir hâli de şu idi: İkide bir öksürür gibi veya kısa gülüşlere benzeyen acayip sesler çıkarıyordu.
Bütün yolculuğumuzda bu mösyö kimse ile konuşmamış, lafa karışmamış idi. Yeni bir münasebet tesisinden kaçındığı anlaşılıyordu. Ara sıra kitap okuyor, sigara içiyor, arada bir kendine çay hazırlıyor yahut eski bir çantadan çıkardığı reçelli ekmek dilimlerinden yiyordu. Kendisine bir şey sorulacak olsa cevapları kuru ve kısa olur, gözleri pencerenin dışarısında kayıp giden kırlara dalardı.
Böyle iken yalnızlığın ona ağır bastığını fark ettim. Hâlbuki yerlerimiz hemen karşı karşıya olduğu için ikide bir göz göze geldikçe o yine aramızda laf açılmasına meydan vermemek için başka bir tarafa bakıyordu.
İkinci günü akşama doğru tren büyük bir istasyonda durdu. Sinirli genç, çay yapmak için sıcak su aramaya gitti. Eşyası yepyeni olan öbür mösyö de -bu adamın avukat olduğunu sonra öğrendim- yanındaki kadınla beraber büfeye çay içmeye gittiler.
Onlar yokken vagona yeni yolcular geldi. Bunların arasında iri yapılı bir ihtiyar vardı: Yüzü yeni tıraşlı, alnı buruşuk, besbelli bir tüccar, Amerika sansarı koca bir kürklü paltoya bürünmüş, başında geniş siperli bir kasket, geldi, madamla avukatın koltukları karşısındaki yere oturarak tüccar kâtibi olduğu anlaşılan genç biri ile konuşmaya başladı. Bu da yeni gelenlerden biri idi.
Onlara çok yakın bulunuyordum. Tren istasyon yaptığı için başka yolcuların konuşmadıkları sırada sözlerinden birkaçı kulağıma çalındı. Önce ticaretten, eşya fiyatlarından, daha sonra Nijni-Novgorod panayırından bahsettiler. Kâtip, her ikisinin de tanıdığı zengin bir tacirin panayırdaki cümbüşlü âlemlerini anlattı. Fakat ihtiyar, sözünü keserek vaktiyle Kunavino’da kendisinin münasebettar olduğu bazı kadınlara ait hatıralarını anlatmaya başladı. Bu hatıraların tekrarı onu aşağı yukarı böbürlendiriyordu. Bir gün Kunavino’da iken sarhoş bir hâlde iştirak ettiği vur patlasın çal oynasın âlemini göğsü kabararak anlattı. Bunun besbelli birçok açık yerlerini eğilerek yazıcının kulağına söylemeye mecbur oluyordu.
Hikâyeyi dinlerken yazıcı çılgın kahkahalarla sarsılarak gülüyor, ihtiyar da sırıtarak önden iki sarı dişini gösteriyordu.
Bu muhaverenin beni alakadar eden bir kıymeti olmadığı için tren kalkıncaya kadar biraz da ben gezineyim diyerek inmek üzere kapıya doğru yürüdüm. Tam ineceğim sırada avukat ve arkadaşı madamla karşılaştım. İkisi de hararetle konuşuyorlardı, avukat “Çabuk olunuz…” dedi, “ikinci çan çalınmak üzeredir.”
Filhakika ben daha trenin son ucuna varmadan çan çalındı. Yerime geldiğim vakit avukat aynı hararetle arkadaşına bir şeyler söylüyordu. Karşılarındaki iri yapılı tüccar şimdi susmuş, onları dinliyor gibiydi. Dudaklarının menfi bir bükülüşü vardı ki işittiklerini hiç de kabul etmediğini gösteriyordu.
Ben avukatın önünden geçtiğim sırada o gülümseyerek şu sözleri söylüyordu:
“Demek kadın açıktan açığa kocasına kendisiyle yaşayamayacağını söylüyor ve sebep olarak da…”
Aşağısını duyamadım; kondüktör geçiyor, başka yolcular giriyor, arkalarından bir gazeteci geliyordu.
Ortalık durulduktan sonra yine avukatın sesi çıkmaya başladı. Muhavere mevzusu bana değişmiş gibi göründü. Hususi bir mevzudan umumi tezlere geçiliyordu. Avukat boşanma meselesinin bugün Avrupa efkârıumumiyesini işgal eden bir mevzu olduğunu ve Rusya’da karı koca ayrılıklarının gittikçe çoğalmakta bulunduğunu söyledi.
“Vaktiyle bu iş hiç de böyle değildi, öyle değil mi?”
Avukat bu sözü yaşlı tacire hitaben söylemişti. Çünkü kendisini alaka ile dinleyenin yalnız o olduğunu fark etmişti.
Tren sarsıldı, kalkıyordu. Yaşlı tacir başını açtı ve dudaklarının arasından bir dua mırıldanırken parmaklarının ucunu omuzlarına ve alnına götürerek haç işareti yaptı.
Avukat önüne bakarak tazimkârane bekledi.
İhtiyar duasını bitirince kasketini başına geçirip vaziyet aldıktan sonra cevap verdi:
“Eskiden de böyle şeyler olurdu, fakat daha az, bugün mecburi bir şekil almıştır. Herkes tahsile çok düştü.”
Tren gittikçe hızlandığı için tekerleklerin gürültüsünden sözleri pek işitemiyordum. Bahis alakamı celbettiği için biraz yaklaştım. Muhavere aynı zamanda yanımdaki sinirli efendiyi de alakalandırmış görünüyordu. Çünkü istifini bozmadan o da kulak kabarttı.
Kadın gülümsemeye çalışarak “Tahsilin bunda ne suçu var?” dedi. “Eskisi gibi nişanlılar birbirini hiç görmeden evlenirlerse daha mı iyi?”
Kadınların ekseriya yaptıkları gibi bu kadın da ileri sürülen iddiaya değil, kendi kafasındaki itiraza cevap veriyordu. Devam etti:
“Sevişiyorlar mı? Sevişebilirler mi? Bunu kendileri de bilmezdi: Kızlar bu suretle rastgele birine verilir ve ömürlerinin sonuna kadar ızdırap çekerlerdi. Size göre bu daha mı iyi?”
Kadın bu sözleri ihtiyardan ziyade avukata ve bana bakarak söylemişti. Yaşlı tacir, kadının mütalaasına cevap vermedi. Ona yüksekten bir nazar atarak kendi sözüne devam ile “Bugün herkes fazla âlim!” dedi.
Avukat belli etmek istemediği bir gülümseme ile “Aile geçimsizliği ile tahsil arasında ne gibi bir münasebet olduğunu izah etseniz çok istifadeli olacak!” dedi.
Tacir cevap vermek üzere idi. Fakat kadın lafını kesti:
“Yook!.. Geçmiş ola!.. O zamanlar geçti artık!..”
Avukat “Rica ederim…” dedi. “müsaade edin de mösyö fikrini izah etsin!”
İhtiyar kesin bir ifade ile “Çünkü…” dedi, “bütün fenalıklar tahsilden ileri geliyor.”
Kadın: “Birbirini sevmeyen kimseleri evlendiriyorlar. Sonra da onların geçinemediklerini görerek şaşıyorlar. Sahiplerinin keyfine göre çiftleşmek hayvanlara yaraşır. İnsanlar sevgi ve meyilleriyle hareket ederler.”
Kadın bu sözleri avukata, bana ve hatta -ayakta, minderin arkalığına dayanarak mütebessimane muhavereyi takip etmekte olan-yazıcıya bir göz atarak söylemişti.
İhtiyar: “Yanılıyorsunuz madam, hayvan hayvandır. İnsan ise kanun dairesinde yaşamaya mecburdur.”
Kadın: (yeni bir fikir ifade eder gibi) “Peki ama insan sevmediği bir erkekle nasıl yaşayabilir?”
İhtiyar: (emin ve mutmain) “Vaktiyle böyle bir mesele hiç yoktu. Bunlar hep yeni çıktı. Şimdi kadın en ufak bir şey için kocasına kafa tutarak gideceğini söylüyor. Bugün, hatta köylü karıları içinde bile, hem az değil, öyleleri var ki donlarını, gömleklerini kocasının ayaklarına atarak başını alıp, saçları daha kıvırcık, bir başkasına fertiği çekiyor. Siz ne söylüyorsunuz? Kadın dediğin her şeyden evvel erkekten korkmalıdır.”
Yazıcı bir avukata, bir madama, bir de bana baktı. Gizli bir gülümsemesi vardı ki her iki yana çekilebilirdi. Bizden alacağı ilhama göre ihtiyarın sözlerini hemen tasdike yahut onu alaya almaya hazır olduğu anlaşılıyordu.
Kadın: “Ne gibi korku, mesela?”
İhtiyar: “Basbayağı korku! Kadın kocasından korkmalıdır, işte o kadar!”
Kadın: (biraz titizlenerek) “Aman efendim, o zamanlar geçti!”
İhtiyar: “Zannettiğiniz kadar geçmedi madam. Cenabıhak, Hazreti Havva’yı, Âdem’in kaburga kemiğinden yaratmıştır. Kıyamete kadar bu böyle kalacaktır.”
Böyle söylerken ihtiyar, galip ve vakur öyle bir başını salladı ki yazıcı, zafer tacının ona nasip olduğunu görüp keyifli bir kahkaha attı.
Kadın davasından vazgeçmiyordu. Bize dönerek “Siz, erkekler…” dedi, “hep böyle düşünürsünüz! Kadını kilit altında tutarak ötede istediğiniz gibi keyfinize bakmak! Hatta siz de kendiniz için her şeyi mübah görürsünüz, değil mi mösyö?”
İhtiyar: (ciddiyetle) “Kimse böyle bir iddiada bulunamaz. Şu kadar var ki erkeğin dışarıdaki yolsuz hareketleriyle ailesinin efradı çoğalmış olmaz. Hâlbuki kadın, zevce nazik bir vazodur.”
Yaşlı tacir, hikmet savuran kısa sözleri ile etrafındakileri kazanmış gibi görünüyordu. Kadın müşkül vaziyette kalmakla beraber teslim olmak istemedi:
“Bununla beraber kadın da nihayet bir insandır. Onun da erkek gibi sinirleri, duyguları vardır. Kocasını sevmiyorsa ne yapsın?”
“Kocasını sevmiyorsa mı? Sevmiyorsa nasıl seveceğini öğretirler!”
Tacirin yüksek sesle söylediği bu söz, hele yazıcının pek keyfine gitti. Böyle bir cevabı hiç beklemiyordu. Dudaklarından alkış manasına gelecek bir mırıltı döküldü.
Kadın “Hayır…” dedi, “hiç kimse bunu ona öğretemez! Zorla sevgi olmaz!”
Avukat: “Peki, ya kadın kocasına hıyanetlik ederse… O zaman nasıl olur?”
Tacir: “Etmemeli, edememelidir. Nezaret altında bulunmalıdır.”
Avukat: “Ya böyle olduğu hâlde gene yaparsa! Çünkü malum ya bunlar oluyor.”
Tacir: “Olabilir, fakat bizde değil!”
Herkes sustu. Tüccar kâtibi kıpırdadı. Başkalarından geri kalmış olmamak için hep öyle gülümser gibi söze girişti.
“Bir arkadaşım var…” dedi, “karısı yüzünden başı öyle bir belaya uğradı ki sormayın. Karı son derece açık. Çok geçmedi, yoldan çıktı. Evvela muhasebe memuru ile işi pişirdi. Kocası aklı başında, zeki bir adamdı. Nasihatle onu yola getirmek istedi. Karı bildiğinden şaşmıyordu. Üstelik kocasının parasını çalmaya koyuldu. Bunun için dayak yemeleri de hayretmedi. Sonra bir kâfir, -sözüm meclisten dışarı- bir Yahudi ile buluşmaya başladı. Adamcağız ne yapsın? İradesini eline bıraktı. Kendi bekâr hayatı yaşıyor.”
İhtiyar: “Ahmağın biri imiş! Eğer başlangıçta karının dizginlerini ele alabilseydi, hiç de böyle olmazdı. Evde dizginlerini karının eline vermeye gelmez. Cadde üzerinde süvarinin dizginleri elinden bırakması caiz olmayacağı gibi.”
Bu sırada kondüktör geldi. İlerideki istasyon biletlerini topluyordu. Tacir kendininkini verdi.
“Evet, evet…” dedi, “kadınları vaktinde mat etmeli, yoksa geçmiş ola, her şey bitmiştir.”
Kendimi tutamadım:
“Peki ama…” dedim, “Kunavino’da evli erkeklerin kızlarla nasıl vakit geçirdiklerini demin siz kendiniz anlatmadınız mıydı?”
İhtiyar sadece “O başka!” dedi.
Çok geçmeden lokomotifin ıslığı duyuldu. Tren durmuştu. Tacir kalktı. Oturduğu yerin altından çantasını çıkardı. Kürküne büründü. Selam verdikten sonra indi.
II
İhtiyarın ayrılmasıyla beraber geride hararetli bir muhavere başladı:
Yazıcı: “Ahd-i Atik’ten kalma bir adam!”
Kadın: “Tecessüm etmiş bir Domostroy! Kadın ve izdivaç hakkında ne barbarca fikirler!”
Avukat: “Avrupa’nın başka yerlerine nispeten biz hâlâ evlenme mefhumunu anlamaktan çok uzağız.”
Kadın: “Bu gibi adamlara anlatılması kabil olmayacak bir şey varsa o da budur. Çünkü izdivacın meşruiyeti aşk ile kaimdir ve yalnız aşkın kutsiyetiyledir ki o, bu meşruiyeti kazanır.”
Yazıcı, gülünç yüzü ile baştan ayağa kulak kesilmişti. Fikrini açan bu kıymetli mütalaalardan mümkün olduğu kadar istifade etmek istiyordu.
Bu sırada gülme mi ağlama mı ne olduğu belli olmayan bir ses işitildi. Başımızı çevirdiğimiz vakit benim hizamda oturan kır saçlı, parlak gözlü mösyöyü, farkında olmadığımız hâlde, yanımıza kadar gelmiş, ayakta gördük. Geçen muhavere ona pek dokunmuş olacak. Hâli değişmiş, yüzü kızarmıştı. Bir yanağının adaleleri sinirden çekiliyordu. İşkilli bir sesle “Ne imiş o aşk!” dedi. “İzdivacın meşruiyetini temin eden aşk?..”
Kadın, söze yeni karışan bu komşumuzun müteheyyiç olduğunu fark ederek hazımlı göründü ve izah etti:
“Hakiki aşktan bahsediyorum, eğer erkekle kadın arasında böyle bir sevgi mevcut ise izdivaç pek tabiidir.”
Parlak gözlü adam mahcubiyetle gülümseyerek “Peki ama…” dedi, “hakiki aşktan neyi murat ediyorsunuz?”
Artık bu münakaşaya nihayet vermek istediği ayan beyan görülen kadın cevap verdi:
“Aşkın ne olduğunu bilmeyen yoktur!”
“Ben bilmiyorum. Onun tarifini sizden işitmek isterdim.”
“Pek basit…”
Kadın biraz düşünmeye lüzum gördü. Sonra devam etti:
“Aşk… Aşk…” dedi. “Bir kadın veya erkeğin mukabil cinsten bir kimseye karşı inhisarcı tercih duygusudur.”
(gülerek) “Tercih… Ne kadar zaman için? Bir ay mı, iki gün mü, yarım saat mi?”
“Affedersiniz ama siz başka şeyden bahsediyorsunuz galiba.”
“Hayır, aynı şeyden bahsediyorum.”
Avukat: “Madam demek istiyor ki izdivaç, kuvvetini aşktan, bağlılıktan almalıdır ve ancak böyle olursa o evlenme kutsiyet iktisap eder. Sonra hakiki bir sempatiye, siz isterseniz aşk deyiniz, ciddi bir bağlılık esasına dayanmayan izdivaçlar için de ahlaki mükellefiyet mevzubahis olamaz. Fikrinizi iyi anlamamış mıyım madam?” Son sözü kadına dönerek söylemişti. Kadın bir baş işaretiyle avukatı tasdik etti.
“Sonra…”
Avukat devam edecekti. Fakat kendini zor tuttuğu anlaşılan muhatabı ona meydan vermedi.
“Ne münasebet! Ben de işte aynen ondan bahsediyorum. Yani herhangi bir kimsenin mukabil cinsten diğer bir kimse için duyduğu inhisarcı tercih duygusunu soruyorum: Bu tercih ne kadar zaman için?”
Kadın: (omuzlarını kaldırarak) “Ne kadar zaman için olacak, pek uzun, belki de yaşadıkları kadar.”
“Romanlar için evet, fakat hayat için asla! Bu inhisarcı tercihin yıllarca sürdüğü de pek azdır. Çok kere aylara, haftalara, günlere, hatta saatlere münhasır kalır.”
Bu sözleriyle herkesi müteaccip ettiğinden dolayı memnundu.
“O!.. Amma da yaptınız ha!.. Müsaade buyurun!”
Bu protesto hemen her ağızdan çıkmıştı. Yazıcı bile protestoya iştirak ettiğini gösteren bir yüz almıştı. Hâlbuki kır saçlı mösyö bizim hepimizi bastıran gür bir sesle “Evet!” dedi. “Biliyorum, siz kendi tasavvurunuzdan bahsediyorsunuz. Bense hakiki şeniyeti,1 mevcut olanı söylüyorum. Sizin aşk dediğiniz şeyi bütün erkekler her güzel kadın için duyarlar.”
“Ama siz pek acayip şeyler söylüyorsunuz! Aşk namını alan ve değil aylar, yıllar, belki ölünceye kadar devam eden bu duygunun pekâlâ hayatta yeri olabilir. Olamaz mı?”
“Hayır hayır, farz edelim ki bir erkek yaşadığı müddetçe filan kadına bağlı kalsın, mutlaka o kadın bir başkasını tercih edecektir. Bu böyle gelmiş, böyle gidecektir.”
Paketinden bir sigara çıkarıp yaktı.
Avukat: “Fakat karşılıklı bir sempati de pekâlâ olabilir.”
“Hayır, imkânı yok! İki nohut alın, işaret koyun, bırakın. Nakliyat esnasında bu iki nohudun yan yana gelmesi ihtimali ne kadar zayıf ise bu dediğiniz de o kadar imkânsızdır. Evet, bunda zayıf bir ihtimal bile yoktur. Usanç gelmesi kati ve zaruridir. (sigarasını hırsla çekerek) Bir erkeği veya bir kadını, yaşadığı müddetçe sevmek bir mumun bitmeden ebediyen yanması demektir.”
“Fakat siz şehvani aşktan bahsediyorsunuz. Ruh birliğine ve ideal uygunluğuna dayanan karşılıklı bir sevgi olamaz mı diyorsunuz?”
“İsterim olsun, fakat o hâlde bir arada yatmak ne oluyor? Kaba söylediğim için affınızı dilerim, fikir birliği, ideal birliği yatak birliğini hiçbir vakit icap ettirmez.”
Bunu söylerken kır saçlı mösyö sinirinden gülüyordu.
Avukat: “Fakat hadiseler size hak vermiyor, izdivaç mevcuttur. Biz onun varlığını tasdike mecburuz. Bütün beşeriyetin değilse bile büyük bir ekseriyetin bu kaideye uyduğu malumdur. Pek çok aile yuvalarının namuskâr bir bağlılıkla uzun müddet bir arada yaşadığı görülmüyor mu?”
Sinirli mösyö yine alaylı bir bakışla bıyık altından gülerek “Pardon…” dedi. “Siz diyorsunuz ki evlenmenin temeli aşktır. Ben şehvani aşktan başka bir aşkın varlığından şüphe ettiğimi söyledim. Siz bu aşkın varlığına delil olarak evlenmeyi gösteriyorsunuz. Fakat bugünkü evlenmelerin temelinin yalan olduğunu görmüyor musunuz?”
Avukat: “Müsaade buyurun, ben geçmiş zamanda ve şimdiki hâlde izdivacın mevcudiyetini ileri sürdüm.”
“Fakat onun varlığına neden iman ediyorsunuz? Şu sebeple ki izdivaçta mukaddes bir şey, Cenabıhak huzurunda akdedilmiş bir bağ görülegelmiş ve görülmekte bulunmuştur, böyle düşünenler için şüphesiz o vardır, mevcuttur. Fakat bizim için hayır, biz ki evlenmede sadece çiftleşmekten başka bir şey görmeyiz, bizim için o, düzenbazlık veya zorbalıktan başka bir şey değildir. Aldatma siyaseti her zaman geçiyor? Kadınla erkek herkese karşı karı koca gibi yaşıyorlar. Hâlbuki aslını ararsan onlar da poligami ve poliandri, yani erkeğin birçok karıları, kadının da birçok kocaları vardır. Bu fena bir şey olmakla beraber iki tarafın rızası ile olursa pek o kadar mesele yoktur. Fakat kadın ile erkek bütün ömürlerini bir arada geçirmeyi resmen taahhüt ettikten sonra daha ikinci aydan itibaren birbirlerine hıyanetlik eder ve ayrılmak isterler de yine bir arada yaşarlarsa işte o zaman cehennemî bir hayat başlar. İşte o zaman içki, ölüm, başkasının canına kıymak… Hepsi, hepsi bu girdabın içinde kaynaşır.”
Bu sözleri gittikçe artan bir hızla, ateşlenerek, kimseye ağız açtırmayarak bir hamlede söyledi.
Herkes sıkılıyor gibi susmuştu, çok hararetlenen ve artık tatsızlaşmaya başlayan bu münakaşaya nihayet vermek ister gibi avukat “Evet…” dedi, “izdivaçta da kötü hâller oluyor.”
Bunun üzerine sinirli mösyö vakarlı bir sesle birdenbire şu suali sordu:
“Şüphesiz beni tanıdınız, öyle değil mi?”
“Hayır, henüz bu şerefe nail olamadım.”
“Şeref o kadar büyük değil. Ben Pozniçev’im. Hani şu demin dokundurmak istediğiniz kötü izdivaç hâllerinden birine maruz kalan adam. O adam ki (hepimize ayrı ayrı bakarak) böyle bir hengâmede karısını öldürmüştür!”
Ne söyleyeceğimizi bilmeyerek hepimiz susuyorduk, kendisine mahsus sinir geğirmelerini duyuyorduk.
“Zaten ehemmiyeti de yok.” dedi. “Sizi rahatsız etmek istemem.”
“Ne münasebet, rica ederim.”
Bunu söyleyen avukat neyi rica ettiğini kendi de pek bilmiyordu. Pozniçev ona kulak asmayarak arkasını döndü, gidip yerine oturdu.
Avukatla madam kendi aralarında sessizce konuşmaya başladılar.
Ben Pozniçev’in karşısında oturuyor ve ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Ortalık kararmaya başladığı için bir şey okumak zordu. Uyur gibi gözlerimi kapadım. Bu hâlde yeni bir istasyona vardık.
Avukatla madam vagonlarını değiştirdiler. Yazıcı da hemen uykuya daldı.
Pozniçev durmadan sigara içiyor ve önceden demlendirdiği çayını yudumluyordu.
Gözlerimi açıp kendisine baktığım zaman öfkeli, âdeta beni azarlarcasına “Kim olduğumu anladıktan sonra…” dedi. “artık benimle bir arada yolculuk etmek hoşunuza gitmiyor, değil mi? Ben yerimi değiştirebilirim.”
“Hayır, katiyen böyle bir şey düşünmedim.”
“Öyle ise lütfen… Biraz koyucadır ama…”
Benim için bir fincan çay koyarken “Yalnız söylemesini bilirler!” dedi. “Söyledikleri ise yalandan başka bir şey değildir!”
“Neden bahsediyorsunuz?”
“Hep aynı şeyden… Onların aşklarından… Uykunuz var galiba?..”
“Hayır, hiç uykum yok!”
“O hâlde bu aşk yüzünden nasıl oldu da elimden o kaza çıktı, bunu size anlatayım ister misiniz?”
“Elbette… Size zahmet olmazsa eğer…”
“Zahmet mi?.. Benim için bu hususta susmak bir zahmettir… Fakat çayınızı içsenize!.. Fazla koyu değil ya?..”
Filvaki çay bira gibi idi. Böyle olmakla beraber yine bir bardak içtim. Bu aralık bir kontrol memuru geçti. Pozniçev onu sinirli bir bakışla teşyi etti2 ve o gidince hikâyesine başladı.
III
“Peki, anlatayım… Fakat hakikaten bu sizi alakadar ediyor mu?”
Pek merak ettiğimi tekrar temin ettim.
Sustu. Elini alnına götürdü.
“Bir kere anlatmaya başlayınca hepsini söylemek lazım.” dedi. “Ben niçin ve nasıl evlendim? Evleninceye kadar nasıl bir hayat geçirdim, bunları söylemeliyim:
Ben emlakimle geçinirim. Tahsilimi üniversitede bitirdim ve asalet mareşali oldum. O zamana kadar geçirdiğim hayat, mensup olduğum sosyal tabaka insanlarının hayatı idi. Ben de etrafımdakiler gibi intizamsız bir ömür sürüyor ve kendimi namuskârane yaşayan ahlakı düzgün bir delikanlı sayıyordum.
Bir Don Juan değildim. Gayritabii temayüllerim yoktu ve kendi seviyemdeki diğer akranım gibi eğlence ve sefahati hayatımın başlıca gayesi telakki etmiyordum. Sıhhatime zarar vermeyecek surette istediğim zaman zevk ederdim. Sadece sevişmek veya dünyaya bir çocuk getirmek suretiyle istikbalime engel olacak kadınlara yanaşmazdım. Kazara böyle bir şeyler olsa bile onu anlamazlığa gelir, umurlamazdım. Seciye sahibi olduğuma hükmeder ve bununla gurur bile duyardım.”
Durdu. Sinirli geğirmelerinden biri daha duyuldu. Galiba aklına yeni bir şey geldiği vakit böyle oluyordu. Daha yüksek perdeden “İşte…” dedi, “irat ve akar alçaklığı burada başlıyor!
Ben fuhşun sırf maddi münasebetlere münhasır olmadığını, maddi reziletin3 de mutlaka fuhuş olması lazım gelmeyeceğini ve hakikat hâlde fuhuş denilen şeyin kendisiyle cinsî münasebette bulunulan kadına karşı ahlaki münasebet hududunun aşılması demek olduğunu anlamıyordum. Beni mağrur eden işte bu husustaki kayıtsızlığım idi!
Bana sevgisinden dolayı teslim olan bir kadına para vermediğim için ne kadar üzülmüş olduğumu hatırlıyorum. Bir daha görüşmemek üzere ona parasını göndermedikçe içim rahat etmedi.”
Yüzüme baktı. Apansız:
“Öyle başınızı sallayarak beni tasdik etmekte ne mana var! Siz, hepiniz, mösyö, hepiniz aynı fikirdesiniz; meğerki Anka gibi misli görülmemiş bir kuş olasınız! Hoş, ne ehemmiyeti var? Affedersiniz, fakat inanınız bana, bu müthiş, çok müthiş bir şey!”
“Müthiş olan nedir?”
“Kadınla olan münasebetlerimizde yanılarak yuvarlandığımız girdap. Bundan bahsederken bir türlü kendimi tutamıyorum… Ama o adamın dediği gibi başımdan bir vaka geçmiş olduğu için değil, fakat o zamandan beri gözüm açıldığı ve her şeyi başka bir gözle gördüğüm için, tersine!.. Tamamıyla tersine!..”
Karanlıkta yüzünü seçemiyordum. Trenin gürültüleri arasında yalnız tatlı ahengi ile vakarlı sesini duyuyordum.