Kitobni o'qish: «Kazaklar»
I
Moskova tam bir sessizlik içinde. Kışın katılaştırdığı yollardan uzaktan uzağa tekerlek gıcırtıları geliyor. Pencerelerde ışıklar, sokaklarda fenerler sönmüş artık. Sabahı haber veren kilise çanları, uykulu şehrin havası içinde çınlayıp yayılıyor. Kimsecikler yok sokaklarda. Daracık patenleriyle bir gece kızağı, kum serpilmiş karları çiğneyerek caddenin bir ucundan geçiyor ve müşteri beklemek için her zamanki uykusuna dalıyor. Yaşlı bir kadın, kiliseye doğru yola koyulmuş, gidiyor. Kilisenin karşılıklı bir sıraya konmamış mumlarının kırmızıya çalan hafif ışıkları etraftaki yaldızlı tasvirlerin üzerinde oynaşmaktadır. Bu uzun kış gecesinin bitiminde, işçiler işlerinin başına yollanmaktadır. Ama ekâbirler1 için gece devam etmektedir hâlâ.
Şövalye Oteli’nin panjurlu pencerelerinin birinden ışıklar sızmaktadır. Özel arabalar, kiralık araba ve kızaklar, otelin kapısı önünde birbiri ardı sıra durmaktadır. Üç beygirli bir posta arabası da var aralarında. Omuzlarının arasına büzülmüş olan kapıcı, başı, boynu sarılı olarak binanın bir köşesine saklanmak istiyor sanki.
İçeride uşaklardan biri, yüzünü ekşiterek söyleniyor:
“Hep aynı şeyi tekrarlayıp durmaktan ne anlıyorlar, bilmem ki! Aksi gibi hep de benim nöbetime rastlar bu!”
Yandaki aydınlık odadan üç delikanlının sesleri geliyor. Masanın üzerinde geceki yemeğin artıkları, şişeler duruyor. Üç delikanlıdan ufak tefek, temizliğe düşkün, zayıf ve çirkini, arkadaşlarından yola çıkacak olanına tatlı ama yorgun gözlerle bakıyor. Uzun boylusu, boşalmış şişelerin yanı başında durmuş, saatinin anahtarıyla oynuyor. Kısa ve yepyeni bir kürk giymiş olan üçüncüsü, dudaklarından hiç eksilmeyen gülümsemesiyle odanın içinde bir aşağı bir yukarı dolaşıyor, arada bir durup temiz tırnaklı güçlü parmaklarını şaklatıyor. Yüzü ve gözleri canlı. El kol işaretleri yaparak ateşli ateşli konuşuyor, ama kafasından geçenleri anlatmak için aradığı kelimeleri bulmakta güçlük çektiği, aklına gelen kelimeleri ise yeteri kadar kuvvetli bulmadığı belli oluyor. Gülümsemesi hiç durmuyor.
Yolcu kılığındaki “Şimdi her şeyi söyleyemem.” dedi. “Kendimi haklı çıkarmaya kalkışmak niyetinde değilim. Ama hiç değilse bu meselede bayağı kimseler gibi hüküm vermeyip benim gibi olmanı ve beni, dediğim gibi anlamanı isterim.”
Sonra da kendisine tatlı gözlerle bakmakta olana döndü.
“Ona karşı suçlu olduğumu ileri sürüyorsun sen.” dedi.
Küçük adam “Evet, suçlusun.” diye cevap verdi.
Ama bunu söylediğinde yüzünde daha çok bir hoşluk ve yorgunluk ifadesi okunuyordu.
Bir önceki söze karıştı:
“Seni böyle söyleten şeyin ne olduğunu biliyorum. Sana göre, sevilmek de sevmek kadar büyük bir mutluluktur ve insan bir kere bu mutluluğa erişti mi ona hayatının sonuna kadar yeter bu mutluluk.”
Arkadaşı gözlerini bir süre kırpıştırarak “Evet, azizim…” dedi. “Yeter! Yeter de artar bile!”
Öteki düşünceli düşünceli ve arkadaşına acır gibi baktı. “Peki ama neden sevmemeli? Sevmemek için sebep mi var? Buna yanaşmıyorsun sen. Ama azizim, sevilmek, evet sevilmek, insan karşılık veremeyeceğini anladığı zaman bir felakettir. Çünkü böylece, insan kadından aldığı sevginin karşılığını vermemiş oluyor, veremiyor.” Eliyle jestler yaparak devam etti: “Tanrı’m! Hiç değilse bir mantık düzeni içinde yürüse bu! Nerede! Tam tersine, akıl ve mantığın almayacağı bir biçimde, bizim isteğimize aykırı olarak, kendine has bir tarzda oluşur. Evet, öyle geliyor ki bana, bu duyguyu ben çaldım. Tersini iddia etme, sen de böyle düşünüyorsun, başka türlü düşünemezsin. Ama ömrümce yaptığım bunca çılgınlık ve kepazeliklerin içinde vicdanımı incitmeyen ve incitmesi imkânsız olan bir tek şey varsa o da budur. Başlangıçta da, sonraları da ne kendimi aldattım ne de ona yalan söyledim; onu sevebileceğimi sanmıştım. Ama çok geçmeden anladım ki bu iş böyle yürümeyecek. Boş yere kendimi üzüntülere sokmuş olacağım. Benim ileri gitmem elbette doğru değildi ama kendisi ileri gitmiş bulunuyordu. Ne yapayım. Elimden gelmediyse benim ne kabahatim var? Yapabileceğim bir şey var mıydı benim?”
Uykusu dağılsın diye bir sigara yakan arkadaşı ona cevap verdi:
“Öyleyse iş anlaşıldı şimdi. Sen bugüne kadar hiç kimseyi sevmediğin gibi, sevmenin ne olduğunu da bilmiyorsun, bu muhakkak.”
Kürklü adam bunu reddetmek isteğiyle dirseklerini masaya dayayıp, başını avuçlarının arasına alarak bir şeyler söylendi. Ama bunlar, hiç de onun asıl söylemek istedikleri değildi:
“Demek hiç sevmedim, öyle mi? Evet, doğru, hiç sevmedim ben! Ama sevmek isteği var içimde. Buna ne dersin peki? Bir istek ki, bunun kadar güçlü başka hiçbir istek olamaz. Hem böyle bir aşkın var olması mümkün mü bakalım? Her zaman işin eksik bir yanı kalıyor. Açık konuşalım. Hayatımda, nasıl söyleyeyim… Öyle sersemce işler var ki! Ama hakkın var şimdi. Her şey yoluna girdi ve bana öyle geliyor ki, yepyeni bir yaşayışa başlıyorum artık.”
Arkadaşı divana uzanmıştı. “Aynı sersemlikleri bu yeni yaşayışında tekrarlamaktan geri kalmayacaksın.” dedi.
Beriki buna aldırmayarak devam etti:
“Şu anda gitmek ağır geliyor bana ama öteki yandan buradan uzaklaşıyorum diye seviniyorum. Öyle olduğu hâlde, ayrılmak neden güç geliyor, bilemiyorum.”
Uzun uzun kendinden söz etti. Oysa kendisine ait olan bu konu yalnız kendisi için önem taşıyordu, başkalarını ilgilendirmiyordu bile. İnsan, heyecana kapıldığı zamanki kadar bencil olamaz hiçbir vakit. Böyle anlarda, insan, öyle sanır ki, kendisinden daha güzel ve daha ihtiras uyandırıcı bir şey yoktur.
“Dimitri Andreyeviç, sürücü daha fazla bekleyemem diyor. Beygirler, gece yarısından beri ayakta. Saat sabahın dördüne geldi.”
İçeri girip bunları söyleyen delikanlı, kafası bohça gibi sarılı olan kürklü uşaktı.
Dimitri Andreyeviç bir göz attı Vaniyuşa’sına. Başı atkıya sarılı bu adam, uykulu yüzü ve keçe çizmeleriyle kendisini yeni hayatına, hareket ve çalışma hayatına, çağıran bir ses getiriyordu.
Kürkünü iliklemeye uğraşırken “Doğru!” dedi. “Nasıl olsa olacak bu… Allah’a ısmarladık!”
“Sürücüye bir bahşiş verirsin, bekler.” diyerek onu biraz daha alıkoymak istedilerse de aldırmadı; beresini başına geçirip odanın orta yerinde durdu. Tekrar tekrar kucaklaştılar. Kısa kürklü arkadaş masanın başına yürüdü ve kadehini bir dikişte bitirdi. Yüzüne kan hücum ederken çirkin ve ufak tefek adamın koluna girdi.
“Bunu sana söylemeliyim herhâlde… Seninle açık konuşabilirim, biliyorum, öyle değil mi? Ha? Onu seviyorsun, değil mi? Bunu hep düşünmüşümdür… Seviyorsun, değil mi?..”
“Evet.” dedi arkadaşı daha da tatlı bir gülümsemeyle.
“Belki de… Kim bilir…”
Uşak, “Affedersiniz, lambaları söndüreceğim, emir aldım. Hesap pusulasını kime takdim edeyim?” diye sordu, pusulanın kendisine verileceğini düşündüğü uzun boyluya hitap ederek “Size mi?” dedi.
Bunları söylerken gözlerinden uyku akıyordu; içeridekilerin son konuşmalarını duyduğundan bu efendilerin hep aynı şeyleri tekrarlayıp durmakta neden dolayı inat ettiklerini kendi kendine soruyordu.
“Evet bana vereceksin.” dedi uzun boylusu. “Hesap ne tutuyor?”
“Yirmi altı ruble.”
Biraz düşündü. Ses çıkarmadan pusulayı cebine koydu.
Ötekiler konuşmaya devam ediyorlardı. Ufak tefek adam yumuşak bakışıyla “Hadi, yolun açık olsun.” dedi. “İyi bir çocuksun sen.”
İkisinin de gözleri dolmuştu. Merdiven başındaki yolcu, uzun uzun baktı arkadaşına ve kızararak ekledi:
“Ha!.. İyi ki hatırladım! Şövalye’nin hesabını ödeyiver sen sonra benim hesabıma geçirirsin.”
Beriki eldivenlerini giyerken cevap verdi:
“Olur, olur!”
Ve tam çıkacakları sırada beklenmedik bir şekilde ekledi:
“Ne mutlu sana, ne kadar imreniyorum bilsen!”
Kızağına yerleşti yolcu. Kürküne sarındı ve kendisine imrendiğini söyleyen arkadaşına yanında yer açar gibi yaparak “Ne olur, hep birlikte gidelim öyleyse.” dedi.
Sesi titriyordu. Arkadaşı, sadece “Haydi uğurlar olsun Mitya! Tanrı yardımcın olsun!” demekle yetindi.
Bir an önce uzaklaşmasını ister gibiydi. Söylemek istediklerinin hepsini dile getiremedi.
Sesleri çıkmıyordu. “Uğurlar olsun!” dedi birisi son olarak. “Hadi bakalım, sür!” dedi ötekisi ve sürücü beygirleri yola koydu.
Kalanlardan biri “Elizar, arabayı getir!” diye bağırıyordu.
Arabacılar harekete geçtiler. Kamçılar şakladı, dizginler toplandı. Katılaşmış karlarda tekerleklerin gıcırtısı duyuldu.
Gençlerden biri “Bu Olenin…” dedi. “çok mert bir çocuk! Ama Kafkasya’ya gitmek, hem de bir yedek subay olarak, zevk bunun neresinde! Ben olsam, bu maaşla zor giderim. Yarın akşam yemeği kulüpte mi yiyeceksin.”
“Evet.”
Ayrıldılar.
Kürküne sarınmış olan yolcu ısındığını, sıcağın da arttığını hissetti. Aşağı oturdu, düğmelerini çözdü. Tüyleri dimdik olmuş üç sürücü beygiri, kendisini hayatında görmediği karanlık sokaklardan kaydırarak götürüyordu. Bu sokaklardan sadece yolcular geçiyor olmalı! diye düşündü. Çevresinde her şey loş, kederli ve sessizdi. Kalbi anılarla, aşkla, kederle ve de kendisini boğan tatlı gözyaşlarıyla doluydu.
II
“Ne iyi çocuklar! Onları ne kadar da seviyorum! Elmas gibi kalpleri var!” İçinden bunları tekrar ederken gözleri doluyordu. Ama neden böyle ağlayası geliyordu. Kimlerdi bu eşi bulunmaz gençler? Kimdi bu kadar çok sevdiği? Kendi de pek bilmiyordu. Geçip giderken evlerden birine bakıyor ve “Ne tuhaf yapılmış!” diye şaşıyordu bazı bazı. Kimi zaman da pek yabancı saydığı sürücü ile Vaniyuşa’nın kendisine bu kadar yakın bulunuşuna ve de beygirlerin soğuktan kaskatı kesilmiş koşumları sarmasından ötürü kendisinin de bu adamlarla aynı anda sarsıldığını hissedişine şaşarak içinden yine aynı nakaratı tekrarlıyordu: “Ne iyi çocuklar! Onları, ne kadar da seviyorum!” Bir defasında “İşin içinden ne de güzel çıkıyorlar! Mükemmel!..” diye de ekledi. Boyuna bunu tekrarlayıp durduğundan Ne oluyor, sarhoş muyum yoksa? diye düşündü bir ara.
Gerçekten de iki şişe şarap yuvarlamıştı tek başına. Ama kendisini bu hâle koyan şarap olamazdı sadece. Yola çıkmadan önce arkadaşlarının kendisi için söyledikleri ve pek candan bulduğu sözleri hatırlamaktaydı. El sıkışlarını, göz kırpışlarını, sessiz duruşlarını, kızağına yerleştiği sırada “Yolun açık olsun Mitya!” diyen seslerinin uyumunu hatırlamaktaydı. Kendisine gizlice söyledikleri sözlerin ne kadar özlü olduğunu düşünüyor ve bütün bunlar onun gözünde dokunaklı bir anlam kazanıyordu. Yola çıkacağına yakın günlerde, sadece dostları, akrabaları değil; yalnız tanıdıkları tanımadıkları değil; kendisine karşı soğuk davranışlı olanlar, kendisini pek çekemeyenler de daha çok sevgi göstermek ve günah çıkarmaya veya ölüm döşeğine yatanlara karşı yapıldığı gibi, ondan af dilemek konusunda bir anlaşmaya varmış gibiydiler sanki. İçinden Besbelli, bir daha Kafkasya’dan dönemeyeceğim de ondan! diye geçirdi. Ve arkadaşlarının hepsini sevdiğini ama içlerinden bir tanesini hepsinden çok sevdiğini sezer gibi oldu. İçi sızladı kendi kendisi için. Yüreğini böyle yufkalaştıran ve aklına rabıtalı rabıtasız gelen sözleri zihninde tutamayacak kadar onu heyecanlandıran şey, ne arkadaşlarına olan bağlılığı ne de -henüz hiçbir kadını sevmiş olmadığına göre – herhangi bir aşk duygusuydu. Kendisine olan sevgisindendi bütün bunlar. Benliğinde iyi olarak bildiği ne varsa -ve şu anda ona öyle geliyordu ki, yüreği yalnız iyi duygularla doludur- işte onlara duyduğu sıcak, güçlü ve umut dolu bir aşk… Gözlerini yaşartan ve ona böyle birbirinden kopuk şeyler söyleten bu aşktan işte!
Olenin öğrenimini bir türlü tamamlayamamış, hiçbir baltaya sap olamamış, sadece bilmem ne kalemine devama başlamış, servetinin yarısını yiyip tüketmiş, yirmi dört yirmi beş yaşlarına geldiği hâlde herhangi bir meslek edinememiş ve o vakte kadar hiçbir iş tutmamış toy bir delikanlıdan başka bir şey değildi. Moskova muhitlerinde “bir delikanlı” dendiğinde ne anlaşılırsa Olenin de işte oydu.
Kırk yıllık zengin ailelerden gelmiş ve küçüklüğünde öksüz kalmış Rus gençleri ne derece serbest olabilirse Olenin de daha on sekizindeyken o kadar serbestti. Önünde maddi manevi hiçbir engel yoktu. Her şey mübahtı onun için, hiçbir şeye ihtiyacı yoktu ve hiçbir şey bağlamazdı onu. Olenin için aile, vatan, inanç, görev gibi şeyler yoktu. Hiçbir şeye inanmıyor ve hiçbir otorite tanımıyordu. Ama bu ruh hâli içinde, ne gamlı, kasvetli ne de ukala bir eleştiriciydi. Tam tersine insanı çeken bir cerbezesi vardı. Aşk denilen şeyin var olamayacağına karar vermişti. Ama ne zaman güzel bir kadının yanında bulunsa dizlerinin bağı çözülürdü. Rütbe ve unvanların anlamsız şeyler olduğunu ne zamandır biliyordu. Ama diyelim baloda Prens Sergey yanına yaklaşır ve ona iltifatlı sözler söyleyecek olsa gizli bir böbürlenme uyanırdı içinde. Bununla birlikte, bütün eğilimlerine karşı hesaplı davranır ve hiçbir zaman bu eğilimlerin esiri olacak derecede ileri gitmezdi. Ne zaman kendisini akıntıya kaptıracak olsa küçük bir tehlike veya mücadele ihtimali belirir belirmez içgüdüyle bu eğilimlerinden veya girişimlerinden uzaklaşır ve özgürlüğünü ele alırdı. Salon yaşayışına karışması, bazı görevler yüklenmesi, tarımla uğraşması, bir ara kendini adamakıllı kaptıracak gibi olduğu müziğe heveslenmesi; dahası aşka inanmadığı hâlde bir aşk romanı taslağı yapması hep böyle olmuştu işte.
Kendi kendine sorardı Olenin: Hayat boyunca ancak bir defa duyulan bu gençlik enerjisini hangi alanda kullanmalı acaba? Güzel sanatlarda mı, bilim alanında mı, aşkta mı, yoksa pratik herhangi bir çalışma alanında mı? Sorunun karşılığını yine kendi verirdi: Mesele ne kabiliyette ne yürekte ne de bilgideydi. Bütün mesele, herkese nasip olmayan, hayatı içinde hiç kimseye iki kere verilmeyen, sizi dilediğiniz, hoşlandığınız biçimde yetiştirip dünya âleme yuf borusu çaldıran bu heyecanda, bu atılımda idi. Gerçekten de bu canlı atılımdan yoksun kimseler vardır ki, hayata atıldıktan sonra karşılarına çıkan ilk boyunduruğa boyunlarını uzatır ve ömürlerinin sonuna kadar bu boyunduruğu namusluca taşırlardı. Olenin’e gelince; o, gençliğin her şeye gücü yeten ilahının kendinde capcanlı bir varlığını buluyordu: Hayatta ne varsa hepsini tek bir emel, tek bir düşünce hâline getiren kudret onda vardı. Koşmak ve nasıl olur, kaça patlar diye düşünmeden, sonsuz bir uçuruma baş aşağı atılmak kudreti! Bu gücün varlığı onun bilincinde başlıyordu ve Olenin bundan ötürü gurur duyuyordu. Ne olduğunu anlamadığı bu duygu mutlu kılıyordu onu. Şimdiye kadar yalnız kendisini sevip mutluluğu kendinden beklediği için kendini sevmekten çekinmemişti. Ayılmak ve aklını başına toplamak onca mümkün olmuyordu hâlâ.
Moskova’dan uzaklaşırken işte bu türden keyifli bir ruh hâlinin tadını çıkarıyordu: Onun gibi bir delikanlı için şimdiye kadar işlediği günahların ne önemi vardı sanki! Geçmiş bütün hayatı; değersiz ve önemsiz bir zincirden, bir “vukuat” zincirinden başka bir şey miydi? Yaşamanın yolunu bilememişti bundan önce. Ama mademki Moskova ile ilgisini kesmişti artık, yeni bir yaşayışa başlayacaktı. Bu yeni yaşayışta, ona vicdan azabı verecek günahları olmayacak ve bu yaşayış elbette ki ona mutluluktan başka bir şey getirmeyecekti.
Uzun yolculuklarda her zaman olduğu gibi ilk konaklamada, zihin henüz ayrılınmış olan yurda takılı kalır. Sonra, ertesi gün, gün doğuşu ile birlikte yolculuğun amacına erişilir ve o arada gelecek ile ilgili hayalden kaşaneler kurulur. Olenin için de bu kural yerini buldu.
Şehir dışına çıkıp da kendini karlarla örtülü geniş kırlarla karşı karşıya bulunca bu sonsuzluklar içinde yalnız olmaktan hoşlandı, kürküne sarınıp iyice yerleşti kızağına. Kafası dinçti, uyuklamaya koyuldu. Arkadaşlarından ayrılışı, vedalaşmaları sinirlerini oynatmıştı. Moskova’da geçirdiği bu son kış bütünüyle gözünün önüne geldi. Aralarına silik hayallerin, belli belirsiz üzüntülerin karıştığı geçen zamana ait bütün bu anılar gözünün önünde canlandı apansız.
Onu uğurlayan arkadaşını ve aralarında sözünü ettikleri genç kızı düşünüyordu. Serveti yok denemezdi bu kızın. “Nasıl olur da kızın beni sevdiğini bildiği hâlde, arkadaşım onu sevebiliyor!” Bunu düşünürken kötü kuruntular doluşuyordu içine. “Düşünülürse ne çirkinlikler oluyor dünyada!” diye söylendi. “Ama şu benim, kimseyi gerçek biçimde sevmemiş olmam da neden ileri geliyor? Herkes böyle söylüyor. Sevgi nedir bilmezmişim ben! Acaba manen farklı yaratılmış yabani bir yaratık mıyım?” Kafasını kurcaladı, türlü ilişkilerini hatırlamak istiyordu. Salon hayatına ilk girdiği günleri düşündü. Arkadaşlarından birinin kız kardeşi ile birlikte geçirdiği akşamlar, o masa, masanın üzerindeki lambanın narin parmaklara vuran ışığı, küçük ve güzel yaramazının çoraplarını örerken o parmakların oynayışı, kızın yanında baş gösteren tutukluğu, ikisinin de sıkılması, bütün bu görüşmelerin kendisine verdiği tükenmez can sıkıntıları… Bütün bunları hatırladı. O zamanlar içinden bir ses “Boş yere uğraşma, bu değil, bu değil!” diye sesleniyordu. Ve öyle de oldu. Bu sevgiden hiçbir sonuç çıkmadı.
Ondan sonra, o balo gecesi ve güzel Madam D. ile oynadığı mazurka geldi hatırına. “Ah o gece! Ne kadar âşık ve ne kadar mutluydum o gece! Ama ertesi sabah uykudan uyanıp kendimi başıboş ve serbest bulduğumda nasıl da canım sıkılmıştı! ‘Ne demek!.. Aşk denilen şey benim semtime hiç mi uğramayacak? Elimi ayağımı kıskıvrak bağlamayacak mı hiç?’ diyordum. Ne desem boş! Aşktan eser bile yoktu bende! Sonra kimdi o yüksek kadın! Hani hem Dubrovin’e hem başkasına hem de bana, yıldızları sevdiğini söylerdi durmadan. Hayır, ‘o da değil’di aradığım.”
Bu düşünceler, köydeki çiftlik hayatıyla ilgili anılara yol açtı kafasında. Bunun çekici bir yanını bulamıyordu hâlâ. “Acaba…” diye söylendi birden. “sözümü edecekler mi uzun zaman.” Kimi kastettiğini kendi bilmiyordu. Ama hemen o anda başka bir şey geldi hatırına. Kaşları çatıldı, anlaşılmaz birkaç lakırtı mırıldandı. Terzisi Mösyö Kapel’e borçlu olduğu altı yüz yetmiş sekiz rubleydi hatırına gelen. Ona, daha bir yıl dişini sıksın diye uydurduğu mavalı ve buna karşı, tevekkül ve üzüntü içindeki zavallı adamın yüzünde o an beliren hazin ifadeyi hatırladı. Hiç hoşnut kalmadığı bu anıyı kafasından kovmak için yüzünü buruşturdu. “Ah Tanrı’m, Tanrı’m!” diye tekrarladı. “Ama her şeye rağmen beni gerçekten seviyordu!” diye mırıldandı. Ayrılacağı sırada arkadaşının sözünü ettiği kızı düşünmüştü: “Onunla evlenseydim borcum kalmayacaktı. Oysa şimdi Vasiliyef’e borçluyum.” Vasiliyef’i hatırlamıştı şimdi. Genç kızdan ayrıldıktan sonra kulübe gidip onunla son akşam kumar oynayışını ve oyuna devam etmek için ortağına o kadar yalvarmış olduğu hâlde onun bu yalvarışları soğuk bir edayla reddedişini düşündü. “Hepsinin canı cehenneme!” diye söylendi. “Bir yıllık bir tasarrufla bütün bu borçların altından kalkarım.” Kendisine verdiği bu garantiye rağmen, borçlarının hesabını yapmaya, vadelerini düşünmeye ve bu vadelere göre onları ödeyebileceği zamanları ölçüp biçmeye koyuldu. Morel’e “Şövalye’nin masraf pusulasından ayrı borcum da var.” derken o yüklüce parayı borç aldığı gece gözünün önüne geldi. Petersburg’dan gelen birtakım arkadaşlarla içki âlemi düzenlemişlerdi o gece. Bohemyalı çalgıcılarla nasıl neşelenmişlerdi. İmparatorun yaveri Şaşka B., Prens D. ve büyük bir şahsiyet olan o ihtiyar… Sonra, “Bu adamların kendilerini bu kadar beğenmelerini de hiç anlamam ya!..” diye geçirdi içinden. “Birkaç kafadarın bir araya gelip herkese tepeden bakmaya ne hakları var sanki? Kimseyi de beğenip aralarına almaz bu haspalar! Yaver olduklarından mı bu çalım acaba? Başkalarını böyle budala ve bayağı yerine koymak da ne anlamsız şey ama!.. Ama ben, tam tersine, kendilerine hiç de yanaşmak niyetinde olmadığımı hissettirdim onlara pekâlâ. Bununla birlikte düşünüyorum da bizim daire müdürü Andre, orada olup da benim Şaşka B. ile yani imparator yaveri bir miralayla senli benli konuştuğumu görse afallardı diyorum. Hem benim kadar içen olmadıydı o gece. Çingene çalgıcılara yeni bir türkü öğrettim. Herkes kulak kesildiydi. Evet, birçok zirzopluklarım var şüphesiz, bunu inkâr edemem. Ne var ki, eşi bulunmaz bir delikanlı olduğumu da kabul etmeliyim.”
Üçüncü mola yerinde sabahlamıştı Olenin. Çayını içti; paketlerini, bavullarını Vaniva’nın yardımıyla kendi taşıyıp yerleşti. Ağırbaşlı, vakarlı ve temkinli bir hâli vardı. Her eşyasının yerini, ne kadar parası olduğunu ve nereye koyduğunu, pasaportunun, yol belgesinin, şose vergisi makbuzunun yerlerini tastamam biliyordu şimdi. Bütün bu işler öylesine güzel yoluna konmuş göründü ki ona, sevindi ve yolculuğu uzunca bir gezinti gibi hissetti.
Öğleye kadar türlü hesaplarla uğraştı o gün. Konakladıkları yere kadar kaç verst almış oluyordu? Birinci mola yerine kadar ne yol alacaktı? En yakın şehre ne zaman varmış olacaktı? Yemeğe ve akşam vaktine kadar nerelerden geçilecek, Stavropol’a ne zaman varılacaktı ve bütün yolun kaçta kaçı, ne kadarlık bir kısmı alınmış oluyordu?.. Bütün bunlar hesaplandı. Bu vesileyle para hesaplarına da girişildi. Yolun başlangıcında parası ne kadardı, sonunda ne kalacaktı elinde, borçlarının tümünü ödeyebilmesi için ne kadar parası olması gerekiyordu, her ay gelirinin ancak ne miktarını harcayabilirdi… Falan filan…
Akşama doğru çayını yudumlarken şu sonuca varmış bulunuyordu: Stavropol’a varmak için geri kalan yolun on birde yedisini alması gerekiyordu; gelirinin ancak sekizde birini tutan borçlarının ödenmesi ise yedi aylık tasarrufunu yutacaktı. Yaptığı hesapların sonucundan hoşnut kalarak kürküne iyice sarındı, kızağa yerleşti ve uyuklamaya başladı. Şimdi hayalen gelecekte, Kafkasya’da yaşıyordu. Büyük yazarların Kafkasya üzerine yazılmış romanlarındaki tasvirler, Çerkez kadınları, yüce dağlar, dipsiz uçurumlar, korkunç sesler ve bunların binbir tehlikesi gözünün önünden, karmakarışık, silik tablolar hâlinde geçip gidiyordu. Ama oraların asıl çekiciliği, onu tehdit eden ölümün ve kazanacağı şereflerin çevresinde toplanıyordu. Büyük bir yararlılık ve herkesleri hayrete düşürecek bir sertlik göstererek sayısız dağlı öldürüp esir alıyordu. Bir zamanlar o da bir dağlıydı ve kendi gibi dağlılarla birlikte Ruslara karşı bağımsızlıklarını savunuyorlardı. Ayrıntılara girdikçe bazı eski Moskova simaları da karışıyordu araya. Şaşka B. oracıkta, Rusların arasında veya dağlılarla birlik olarak ona karşı savaşanların içindeydi. Hatta nasıl oluyorsa oluyordu da terzisi Mösyö Kapel bile galip komutanın zaferine ortak çıkıyordu.
Gerçi bu vesileyle geçmişteki aşağılık hâlleri, zaaf ve günahları da aklına gelmiyor değildi; ama bu anılar üzücü olacak yerde tam tersine hoşuna gidiyordu. O güzelim yerlerde, o dağların, o çağlayanların arasında, o dilber Çerkez kızlarının yanı başında ve tehlikelerin ortasında, eski yanlış davranışların tekrarından korkmaya belli ki yer yoktu. O, bütün yanlış davranışlarını kendisine karşı itiraf etmiş bulunuyordu ve bununla her iş olup bitmişti. Yalnız hepsinden değerli bir düşü vardı ki, delikanlının geleceğe ilişkin bütün tasarılarının arasına karışmaktaydı: Kadın meselesi. Bu düş, orada, o dağların arasında, biçimli endamı, uzun örgülü saçları, derin ve kendini veren gözleriyle bir Çerkez halayığı şeklinde beliriveriyordu. Onu da tek başına hayal ettiği bir kulübenin eşiğinde kendisini bekler bir durumda görüyor ve yorgun argın, kan ter içinde, toz toprağa ve zafer kanlarına bulaşmış olarak ona yaklaştığını tasarlıyordu. O zaman, onun omuzlarını seyre dalıyor, gönül alıcı tatlı sesini hafiften işitiyor, öpüşlerinin heyecanını duyuyordu. Hem o yosma dilber, işlenmemiş, vahşi ve korkusuz bir şey olacaktı. Uzun kış gecelerinde, onu inceleştirip yetiştirmekle uğraşıyordu. Ne kadar da kavrayışlıydı bu dilber Çerkez. Hemen her şeyi anlıyor ve gerekli bütün bilgileri kavrayıveriyordu. Neden olmasın? Bir iki dil öğrendi mi Fransızca edebî eserleri okuyup anlayabilirdi pekâlâ. Mesela Notre Dame De Paris onun pek hoşlanacağı bir eser olabilirdi. Kibar salonlarında, en yüksek kadınlar kadar, belki de daha tabii bir hâlde, kibarlığı temsil edebilecek gibi görünüyordu. Bir müzik parçasını ruhunu vererek ve anlamlı bir sadelikle okumasını biliyordu.
Aklından bunları geçirirken “Ah, bunlar ne anlamsız şeyler!” diye söylendi. Ama artık konaklayacakları yere varmışlardı. Kızağı değiştirmesi ve bir bahşiş vermesi gerekiyordu. Kafası, yeniden, eskiden yaptığı çılgınlıklara, oradan Çerkez kızlarına, şanlı başarılara, Rusya’ya dönüşte imparator yaverliğine gelişine, evleneceği güzel kadına kaydı. İçinden devam etti sonra: “Neme gerek, aşk olmadıktan sonra; şan, şeref, boş lakırtılar bunlar!.. Peki ama altı yüz yetmiş sekiz ruble ne olacak?.. Ya bana ömrümün sonuna kadar yetip artacak bir servet sağlamış olan bu ülke, bu fethedilmiş yerler?.. Böyle bir serveti yalnız kendine alıkoymak da doğru bir şey olmayacak gerçekten de. Öyleyse kime bağışlamalı? Her şeyden önce Kapel’in altı yüz yetmiş sekiz rublesi; sonra, hele bakalım, düşünürüz…”
Bulanık görüşler kara perdelerini düşüncelerinin üstüne germeye başladığında onu sağlıklı uykusundan ayırmak için ya Vaniyuşa’nın sesi ya da beşik etkisi yapan bu monoton hareketin durması gerek. O zaman da pek de kendine gelmeden yeni bir mola bir yerinde kızak değiştirir ve yoluna devam ederdi.
Ertesi gün yine aynı şeyler, yine mola vermeler, çay almalar, kızağı çeken atların görünüş değiştirmeyen kıçları, Vaniyuşa ile aralarında geçen aynı kısa konuşmalar, aynı silik hayaller, karanlık bastığında aynı uyuklamalar ve bütün gece aynı sağlıklı ve derin uyku…