Kitobni o'qish: «Katya»
I
Annem sonbaharda ölmüştü. Biz onun matemini tutuyorduk. Bütün kışı köydeki sayfiyemizde, Maşa ve Sonya1 ile üçümüz, yalnız başımıza geçirdik. Dadımız ve mürebbiyemiz Maşa, hep elinde büyüdüğümüz eski bir aile dostudur. Ona ait hatıralarım, sevgim gibi kendimi bildiğim, en eski zamanlara kadar uzanıp gider.
Sonya benim küçük kız kardeşimdi.
Kış, bizim Potrovski’deki köşkümüzde ne kadar kasvetli geçti! Hava öyle soğuk ve rüzgârlı idi ki rüzgârın attığı kar yığınları, her zaman buzlu ve donuk duran pencerelerin hizasını aşıyordu. Üstelik biz de aşağı yukarı bütün kış ne bir yere çıktık ne de gezebildik.
Bize pek gelen olmazdı. Gelenler de evimize ufak bir neşe veya canlılık getirmiyorlardı. Hepsinin yüzü küskündü. Birini uyandırmaktan korkuyorlarmış gibi sessiz konuşurlar, gülmezler, içlerini çekerler ve ikide bir bana bakınca ve hususiyle siyah robu içinde zavallı kardeşimi görünce ağlarlardı. Evin her tarafı sanki hâlâ ölü kokuyor ve korkunç bir ölüm havası her yere sinmiş bulunuyordu. Annemin odası kapalı dururdu. Ben geceleri yatmaya giderken bu soğuk ve boş odanın kapısına şöyle kaçamaklı bir göz atmaktan kendimi alıkoyamazdım: O zaman hem korkunç fenalıklar geçirir hem de mukavemet edemeyeceğim bir cazibe gözlerimi oraya çekerdi.
O sıralarda ben on yedimde idim. Öldüğü yıl annemin niyeti, beni sosyete hayatına karıştırmak için gidip artık şehirde oturmaktı. Annemin ölümü bana büyük bir acı oldu fakat itiraf etmeliyim ki bu acının yanında, şu gençliğim ve şu güzelliğimle -bilmem, herkes öyle söylüyor- köyün çorak ıssızlığı içinde, kendimi bir ikinci kışı daha geçirmeye mahkûm görmekten de az çok bir eza duyuyordum. Daha bu kış bile sonuna ermeden gam, keder, yalnızlık… Açıkçası can sıkıntısı ruhumu öyle kaplamıştı ki artık odamdan bile dışarı çıkmaz oldum. İçeride de ne piyanomun kapağını açar ne de elime bir kitap alırdım. Maşa beni bir işle oyalamak istedikçe “Canım istemiyor, yapamam.” diye cevap verirdim. İçimden bir ses, “Ne olacak?” derdi. “İş göreceğim de ne olacak sanki? Varlığımın en değerli çağı böyle geçip gittikten sonra neye yarar? Bana yazık değil mi?” Ve bu suallerin cevabı gözyaşlarından başka bir şey olmazdı.
Bu esnada bana zayıfladığımı ve çirkinleştiğimi söylüyorlardı. Fakat benim umurumda değildi. Ne için ve kimin için kendimle alakadar olacaktım? Bana öyle gelirdi ki ömrümün sonuna kadar bu çölde ve bu ızdırap içinde hiçbir yerden çağırılmaksızın kendi hâlimde ve kendi âlemimde hayatım geçecek. Bunu öyle benimsemiştim ki kendimi kurtarmak için ne kuvvet bulur ne de içimde bir istek duyardım.
Kış sonlarına doğru Maşa beni merak etmeye başladı ve ne olursa olsun yabancı bir memlekete götürmeye karar verdi. Fakat bunun için para lazımdı. Biz ise annemizin mirasından ne geldiğini pek bilmiyorduk ve işlerimize bakacak olan vasimizin her gün gelmesini bekliyorduk.
Nihayet Mart içinde vasimiz geldi.
Bir gün işsiz güçsüz, kafam bomboş, kalbimde hiçbir emel taşımayarak bir gölge gibi tenhalarda dolaşırken Maşa “Şükür Allah’a!” dedi. “Serj Mihaloviç haber göndermiş, akşama yemeğe gelecekmiş. Haydi bakalım Katyacığım, biraz kıpırdan! Seni bu hâlde görürse ne der? Hâlbuki bilirsin, ikinizi de ne kadar sever.”
Serj Mihaloviç bizim yakın komşumuz ve rahmetli babamızla aralarında yaş farkı çok olmakla beraber, bir baba dostu idi. Onun gelişi, köyden ayrılmamıza imkân vermek suretiyle hayat planlarımızda müsait bir değişiklik yapmasından başka ben bu adamı küçüklüğümden beri sevmeye ve saymaya öyle alışmıştım ki Maşa bana, onun geleceğini haber vererek harekete geçmemi tavsiye ettiği vakit, bundan daha başka bir değişiklik de çıkabileceğini ve bütün tanışlarım içinde onun karşısına perişan bir hâlde çıkmamın bence pek acı bir şey olacağını keşfetmemesi mümkün değildi. Zaten evin içinde Serj Mihaloviç’i sevmeyen yoktu. Maşa’dan ve vaftiz kızı olan Sonya’dan en son gelen arabacıya kadar herkes onu severdi. Fakat benim ona olan eski bağlılığımın bugün bütün bütün hususi bir cephesi vardı: Bir gün annem, bana koca olacak adamın, işte böyle bir kimse olması temennisinde bulunduğunu benim yanımda söylemişti. O zamanlar bu düşünceyi pek acayip hatta epeyce de yersiz bulmuştum; benim tasavvur ettiğim koca tamamıyla başka idi, benimki, ince, zayıf, soluk ve melankolik bir simanın halesi içinde görünen bir gençti. Serj Mihaloviç ise bilakis artık hiç de genç sayılamazdı; iri yarı, sağlam bünyeli ve anladığıma göre pek mültefit2 bir mizaçta idi. Böyle olmakla beraber annemin o sözü aklımda yer etmiş, bende oldukça derin bir iz bırakmıştı. Ondan sonra altı yıl geçti. Ben o zaman daha on bir yaşında idim. Bana “sen” diye hitap ederdi. Beraber oynardık. Bana “Küçük Menekşe” adını takmıştı. O zamandan beri ya aklına eser de apansız beni almaya kalkışırsa diye ne vakit düşünecek olsam içime bir korku düşer, ürperirdim.
Maşa fazla olarak ıspanakla bir de tatlı yapmıştı. Yemek zamanından biraz evvel misafirimiz geldi. Küçük bir kızakla eve doğru yaklaştığı sırada ben pencereden bakıyordum. Tam köşeyi dönerken kendimi göstermemek ve onu zerre kadar beklediğim hissini vermemek için acele salona koştum. Fakat aralık odada önce gürültüler, çok geçmeden de onun gür sesini ve Maşa’nın ayak seslerini duyunca dayanamadım ve kendim karşılamaya gittim. Maşa’nın elinden tutmuş, yüksek bir tonla ve gülümseyerek konuşuyordu. Beni görünce durdu ve selamlamadan bir müddet gözüme baktı. Bu bakışından sıkıldım ve kızardığımı hissettim. Nihayet külfetsiz ve azimkâr sesi ile “O!” dedi. “Mümkün müdür ki bu siz olasınız Katya?”
Maşa’nın elini bırakmış, bana doğru geliyordu. Devam etti:
“Bu kadar değişmek mümkün olabiliyormuş demek! Ne kadar büyümüşsünüz! Dün bir menekşe idiniz! Bugün kocaman bir gül olmuşsunuz!”
Geniş elleriyle elimi tuttu ve samimi olarak öyle kuvvetle sıktı ki canımı acıttı. Ben elimi öpecek sanarak önünde eğilmiştim fakat o, tekrar elimi eline alarak şen ve metin bakışını gözümün içinden ayırmadı.
Altı yıldan beri onu görmemiştim. Çok değişmiş, yaşlanmış, kararmış ve iki tarafında, yüzüne pek yakışmayan, favoriler bırakmış fakat tavırları her zaman olduğu gibi sade ve tabii, bariz çizgileriyle eskisi gibi açık, namuslu, cevval gözleri gene öyle kıvılcımlı ve bir çocuk gülüşünü andıran tebessümü latif idi.
Beş dakika geçmeden basit bir ziyaretçi durumunu bırakarak hepimize karşı teklifsiz bir dost vaziyeti aldı. Hatta şu gelişinin kendilerinde uyandırdığı sevinci açıktan açığa izhar için hizmetine can atan adamlarımıza karşı da aynı vaziyeti göstermekten geri kalmadı.
Bir annenin ölümünden sonra, eve gelen ve asık suratlı olmayı lüzumlu sanan bir komşu hâli onda hiç yoktu. O, bilakis şen göründü, konuşurken annemizi hatırlatacak bir tek söz söylemedi. Bir derecede ki bu kayıtsızlığını biraz tuhaf hatta bizi bu kadar yakından tutan bir adam için oldukça münasebetsiz bulmaya başlıyordum. Fakat çok geçmeden anladım. Bu bir kayıtsızlık değil, bilakis kendisine müteşekkir kalmamı icap eden bir maksada mebni imiş.
Akşama doğru Maşa salonda, annemizin sağlığında oturduğumuz yerde, bize çay hazırladı. Sonya ile ben, onun yanına oturduk. İhtiyar Greguvar, bulduğu eski bir pipoyu, babamın piposunu, misafire getirdi. O da tıpkı eskiden olduğu gibi, enine boyuna gezinerek odayı arşınlamaya başladı.
Bir aralık apansız durarak “Bu evde…” dedi. “Ne müthiş değişiklikler olmuş! İnsan düşündükçe…”
Maşa semaverin kapağını kaparken içini çekerek “Evet!” diye cevap verdi ve hemen ağlamaya hazır bir hâlde Mihaloviç’e baktı. O, bana dönerek sordu:
“Siz şüphesiz babanızı hatırlarsınız, öyle değil mi?”
“Biraz…”
Başımın üstünden belirsiz bir nazar kaydırarak düşünceli bir tavırla ağır ağır “Ne olurdu…” dedi. “Şimdi sağ olaydı! Sizin için ne kadar iyi olurdu.”
Sonra daha ağır ilave etti:
“Babanızı çok severdim…”
O dakikada gözlerinin canlı bir alevle parladığını fark eder gibi oldum.
Maşa yüksek sesle “İşte şimdi de Allah anamızı elimizden aldı!” dedi. Sonra elindeki havluyu çaydanlığın üstüne atarak mendilini çıkardı ve ağlamaya başladı.
“Evet, bu evde müthiş değişiklikler olmuş!”
Serj Mihaloviç böyle söyleyerek başını öbür tarafa çevirdi. Biraz sonra bana dönerek ve sesini yükselterek “Katya Aleksandrovna!” dedi. “Haydi bana bir şey çalınız.”
Bunu benden, bu kadar sade ve dostça, emreder gibi istemesi hoşuma gitti; kalktım, yanına gittim.
Nota defterinde Beethoven’ın “Quasi Una Fantasia” sonatının aheste makamını bulup göstererek “İşte!” dedi. “Bana bunu çalınız, bakalım nasıl çalacaksınız.”
Böyle söyleyerek odanın bir tarafına çekildi, çayını, içmeye başladı.
Bilmem neden ona karşı ret cevabı vermek veya “pek beceremiyorum” diye bahane ederek kendimi naza çekmek benim için mümkün olmadı. Bilakis kuzu gibi muti,3 piyanonun önüne oturdum. Onun musikiye vukufunu ve ne ince bir zevki olduğunu bildiğim için bana vereceği nottan endişe etmekle beraber elimden geldiği kadar çaldım. Bu aheste bestenin edasında öyle bir his vardı ki bana çaydan evvelki muhaveremizi4 hatırlatıyordu. Bu intiba ile galiba imtihandan geçecek kadar iyi not aldım. Fakat “Scherzo” parçasını çalmamı istemedi. Yanıma gelerek “Onu iyi çalamazsınız.” dedi. “Burada, birinci parçada kalın. Bu parça fena olmadı. Görüyorum ki musikiden anlıyorsunuz.”
Çok mutedil olmakla beraber bu iltifat beni o kadar sevindirdi ki kızardığımı hissettim. Babamla eş olan bu baba dostunun vaktiyle bir çocuğa karşı yaptığı gibi değil, artık ciddi olarak, başa baş, benimle konuşması benim için yepyeni ve pek hoşuma giden bir şeydi.
Bana babamdan bahsetti. Birbirleriyle nasıl kafadar olduklarını, benim, kendi oyuncaklarım ve ders kitaplarımla meşgul olduğum sıralarda onların baş başa ne tatlı hayat sürdüklerini anlattı ve onun bu hikâyesi üzerine ben ilk defa olarak o zamana kadar pek bilemediğim, babacığımın ne sade ve ne iyi bir adam olduğunu anladım. Bana birçok şeyler daha sordu. Ne sevdiğimi, neler okuduğumu, neler yapmak istediğimi anlamak istedi ve bana öğütler verdi. Artık benim yanımda muzip, şakacı, takılmayı seven bir adam değil, ağırbaşlı, açık yürekli, dostça bir adam vardı ve ben bu adama karşı gayrı-iradi bir hürmet ve bir sempati hissediyordum. Bu his hoşuma gidiyor, bana tatlı geliyor ve ona söz söylerken bütün mevcudiyetimle kendimde, ne olduğunu temyiz edemediğim,5 bir kaynaşma hasıl oluyordu. Ağzımdan çıkan her kelimeden ürküyor ve şimdiye kadar babamın kızı olmak sıfatıyla kazandığım teveccüh ve muhabbete sırf kendim, kendi şahsiyetimle layık olmak istiyordum!
Sonya’yı yatırdıktan sonra Maşa yanımıza geldi ve benim gevşek hâllerimden şikâyetlerde bulundu. Bunun üzerine benim hiçbir şey söylemeye hakkım olmadığı neticesine varılıyordu. Serj bana bakıp gülümseyerek ve şaka tehditleriyle başını sallayarak “Demek bana asıl söylenecek şeyi söylememiş!” dedi.
“Söylenecek ne var ki?” dedim. “Çok canım sıkılıyordu. Fakat bu da geçer.” (Doğrusu aranırsa şimdi bana öyle geliyor ki yalnız geçer değil, bir daha gelmemek üzere geçti bile.)
“Yalnızlığa tahammül etmesini bilmemek hiç iyi bir şey değil. Böylelikle evin bir hanım kızı olmanız mümkün müdür?”
Gülerek cevap verdim:
“Pekâlâ, mümkündür zannederim.”
“Hayır, hayır, olsanız bile kendini beğendirmekten başka bir şey düşünmeyen, bunun için yaşayan, işe yaramaz bir küçük hanım olursunuz; evde yalnız kalınca gene kendini bırakır, hiçbir şey beğenemez, ne yapsa gösteriştir, işin içinde kendisi yoktur.”
Bir şey söylemiş olmak için “Doğrusu hakkımdaki mütalaanıza diyecek yok!” dedim.
Biraz sustuktan sonra “Hayır, hayır!” diye devam etti. “Sizin tıpkı babanıza benzemeniz boşuna değildir; sizde mutlaka bir şey var!”
Ve kalbe emniyet veren dikkatli bakışı füsunkâr tesirini gene üzerimde göstermeye ve beni garip bir şaşkınlık içinde bırakmaya başladı.
Ancak o zaman farkında oldum ki ilk bakışta şen görünen bu çehrede, sükûnet ve rahattan başka bir şey okunmayan o bakışların altında, büyük bir düşüncenin gittikçe daha bariz olan engin ve gizli bir elemin derinliği vardır.
“Sizin…” diyordu. “Gene canınız sıkılmamalıdır ve sıkılamaz da! Bir kere müzik yaparsınız çünkü anlıyorsunuz, sonra kitaplarınız var, etüt edersiniz. Önünüzde bütün bir hayat var ki ileride ondan şikâyet etmemeniz için hazırlıklı bulunmanızın şimdi tam zamanıdır. Bir yıl daha geçerse belki çok geç kalınmış olur.”
Böyle, bir baba, bir amca gibi söylerken benim seviyemde kalmak için daimî bir gayret gösterdiğini anlıyordum. Beni kendinden bu kadar aşağı görmesi biraz gücüme gitmiyor değildi. Bir yandan da bu gayreti sırf benim için yapması ve bunun lüzumlu olduğunu sanması hoşuma gidiyordu.
Ondan sonra gitme zamanına kadar hep Maşa ile iş üzerine konuştular.
Gideceği zaman kalkıp yanıma geldi ve elimi eline alarak “E… Artık hoşça kalın sevgili Katia!” dedi.
Maşa “Bir daha ne zaman görüşeceğiz?” diye sorunca elim hâlâ elinde “İlkbahara!” dedi. “Şimdilik ben Danilovka’ya -bizim öteki malikâneye- gidiyorum. Bakalım orada ne olup ne bitiyor. Mümkün olduğu kadar orasını yoluna koyduktan sonra bazı işlerim için Moskova’ya geçeceğim. Bu yaz görüşebiliriz.”
Ben boynumu bükerek “Niçin bu kadar uzun zaman için gidiyorsunuz?” dedim. Mahzunluğum boşuna değildi. Onu artık her gün göreceğimi umuyordum. Şimdi eskisi gibi can sıkıntılarımla baş başa kalacağımı düşündükçe yüreğim darlanıyor, çatlayacak gibi oluyordu. Bu düşünce galiba gözlerimde okunuyor, sesimden de belli oluyordu.
Bana fazla sakin ve soğuk gelen bir tavırla “Hadi bakalım…” dedi. “Biraz daha meşgul olunuz ve dünyadan bıkmış gibi dertli olmayınız. İlkbaharda ben gene geleceğim. (elimi bırakarak yüzüme bakmadan) O zaman sizi muayeneden geçireceğim.”
Onu uğurlamak için orta odaya gelmiştik. Acele kürkünü giydi. Gözleri gene bana bakmaktan çekiniyormuş gibi idi. İçimden Boşuna zahmet ediyor, dedim. Şimdiden bakışı o kadar hoşuma gittiği hiç hatırına gelir mi, ne mümkün? Mükemmel, çok iyi bir adam. Fakat işte o kadar.
Bununla beraber o gece Maşa ile geç vakte kadar uyumadık, konuştuk. Onun üstüne değil, yazın neler yapacağımızı, kışı ne suretle geçireceğimizi tasarladık. Mühim mesele. Peki neden mühim oluyor? Kendi hesabıma bana öyle geliyor ki hayatta matlup6 olan saadetti. Bundan daha basit ve bariz bir hakikat olamazdı. Bizim gamlı Pokrovski berhanemize7 apansız gün doğmuş ve hayat dolmuş gibi ilerisi için kendime saadetten başka bir şey tasavvur etmeme imkân yoktu.
II
Şöyle böyle derken ilkbahar geldi. Benim eski can sıkıntılarım zail olmuştu. Ben onları meçhul ümitlerden, doyurulmamış arzulardan örülme düşünceli bahar hüzünleriyle trampa etmiştim.8 Bununla beraber hayatım, kış başlangıcında sürdüğüm hayat değildi. Sonya ile müzikle, mütalaa ile meşgul olur, ikide bir bahçeye çıkar, orada uzun, pek uzun, saatlerce, tek başıma, bahçenin yollarında dolaşır yahut bir kanepeye oturur, dinlenirdim. Ne düşünürdüm, ne isterdim, neler umardım? Bunu Allah’tan başka kimse bilmez! Zaman zaman, hele mehtaplı gecelerde dirseklerimi pencereye dayayarak sabaha kadar, bütün gece öyle kaldığım olurdu. Bazı kere de Maşa’nın haberi olmadan gecelikle gene bahçeye iner, çiy düşmüş çimenlerin arasından havuz başına kadar kaçamak yapardım. Hele bir kere ekinli tarlalara kadar işi uzattım. Bazı geceyi parkın etrafında tur yapmakla geçirdiğim de olurdu.
O zaman zihnimi dolduran hülyaları şimdi hatırlamak, hele mahiyetini anlamak benim için kolay değildir. Hatta hatırlamaya muvaffak olsam bile o hülyaları yapan ben mi idim diye tereddüt ederek buna inanmasam yeri vardır; o hülyalar hakiki hayattan ve realiteden o kadar uzak ve o kadar cazip şeylerdi.
Mayısın sonlarında Serj Mihaloviç, vadettiği veçhile işleri için çıktığı seyahatten avdet etti.
İlk defa olarak bize gelişi, kendisini hiç beklemediğimiz bir akşamdı. Biz taraçada oturmuş, çay hazırlığı yapıyorduk. Bahçenin her tarafı yemyeşildi. Pokrovski’de bülbüller kuytu ağaçlıklara boğulmuş kayaların arasında yuva kurmuşlardı. Küme küme sık leylaklar, mine işlenmiş, beyaz ve menekşe rengindeki başlarını kaldırmış, hemen açmaya hazırlanıyor gibi idiler. Yolların iki tarafındaki ağaçların yaprakları batan güneşin tatlı ışıklarına karşı şeffaf görünüyor, akşamın bol jaleleriyle çimenler elmasa boğuluyor, serin bir gölge taraçayı kaplıyordu. Bahçenin arka tarafındaki avludan günün son şamataları ve ağıllarına giren sürülerin melemeleri gelirken zavallı şakacı Nikon, taraçanın dibindeki fıçı kerevetinin üstünden bir fıçı ile geçiyor ve hemen bir sulama hortumu başlığından fışkıran bol soğuk su şelalesi, boynu bükük ay çiçekleri etrafında yeni kazılmış toprağa siyah çemberler çiziyordu. Taraçada bizim önümüzde, bembeyaz bir örtü üstünde kaymak, reçel ve pasta tabakları arasında pırıl pırıl yanan bir semaver kaynarken etrafında ziya oyunları yaparak ışıldıyor, becerikli bir ev kadını olan Maşa, tombul elleriyle fincanları sudan geçirip kuruluyordu. Bana gelince; banyodan yeni çıktığım için iştahım yerinde idi. Çayı beklemeden çok taze ve koyu bir sütlü kaymağa ekmeğimi batırıp yiyordum. Sırtımda, kolları yırtmaçlı, bir keten buluz; başımda nemli saçlarımı örten bir ipek mendil vardı.
Önce Maşa onu pencereden gördü, uzaktan bağırarak “Ah! Serj Mihaloviç! Şimdi sizi anıyorduk.” dedi.
Ben hemen kalktım, gidip kıyafetimi değiştirecektim. Fakat tam kapıya vardığım sırada üstüme geldi, yakalandım.
Başıma, başımdaki mendile bakıp gülümseyerek “Hadi canım Katya!” dedi. “Köyde teşrifat aranmaz. Siz Greguvar’a karşı hiç bu kadar takayyüt göstermiyorsunuz, işte ben de sizin için bir Greguvar olmak isterim.”
Fakat aynı zamanda pek iyi anlıyordum ki Greguvar’ın bakabileceği bir surette bana bakmıyordu. Bu hâli beni sıktı. Uzaklaşarak “Ben şimdi gelirim.” dedim. Arkamdan gülerek “Ne zararı var?” diye sesleniyordu. “Sizi bir köylü kızı sanırlar.”
Giyinmek için acele merdivenden çıkarken Ne acayip bir bakışla bana baktı! diye içimden geçti. Kendi kendime, Ne ise, diyordum. Çok şükür akıbet geldi. Artık: daha neşeli oluruz!
Aynaya bir göz attıktan sonra şen şakrak aşağı indim ve telaşımı saklayarak soluk soluğa taraçaya geldim. O masanın yanında oturmuş, Maşa ile işlerimizi konuşuyordu. Beni görünce hemen gülümsedi ve konuşmasına devam etti. Dediğine göre işlerimiz pek yolunda imiş. Yazı köyde geçirmekten başka yapacak bir işimiz yokmuş, ondan sonra Sonya’nın tahsili için ya Petersburg’a ya da yabancı bir memlekete gidebilirmişiz.
“Yabancı illere…” dedi Maşa. “Siz de beraber gelseniz ne iyi olur. Çünkü biz kendi başımıza, bir ormana düşmüşüz gibi kayboluruz.”
Yarı şaka, yarı gerçek cevap verdi:
“Ah! Keşke mümkün olsa da sizinle beraber devriâlem seyahatine çıksam!”
“Ne var!” dedim. “Çıkalım, beraber dünyayı dolaşalım!”
Güldü ve başını salladı.
“Peki annem?” dedi. “Sonra işlerim? Bunları ne yapacağız? Olacak şey değil, bu bahsi bırakalım, siz bana anlatın bakalım, nasıl vakit geçirdiniz? Hâlâ canından bıkmış gibi misiniz? Ne mümkün!”
Ona, kendisi yokken meşgul olmanın ve can sıkıntısına düşmemenin yolunu bildiğimi söylediğim ve Maşa da sözümü tasdik ettiği zaman bir çocuğa hitap edercesine ve sanki hakikaten buna bir hak ve salahiyeti varmış gibi, teşvik edici sözler ve bakışlarla bana paye verdi. İyi denebilecek her ne yaptımsa onları ve bilhassa bütün teferruatıyla pek samimi olarak onun tenkit ve tayip edeceği9 her kusurlu hareketimi, bir papaza itirafta bulunur gibi ona anlatmak bana münasip göründü. Gece hâliyle her yer o kadar güzeldi ki çay gürültüsü ortadan kalktıktan sonra da biz taraçada kaldık ve ben muhabbetimizi öyle enteresan buldum ki etrafımızda ev hayatına ait bütün şamataların hissolunmayacak surette kesilerek uyuşukluğa düştüğünün farkında olamadım. Her tarafta çiçeklerden bariz kokular yükseliyor, çimenler bir çiy deryası içinde kalıyor; yanı başımızdaki leylak kümesine sığınmış olan bülbül şakırken bizim sesimizi duyup susuyordu. Yıldızlı gökyüzü tepemize, başımızın hizasına kadar inmiş gibi idi. Gecenin hululünü bana bildiren şey taraçanın tentesi altında bir yarasanın boğuk bir uçuşla birden geçişi ve beyaz elbiselerimden ürkerek etrafımda çırpınışı oldu. Ben hemen arkamı duvara verdim, az kaldı bir çığlık koparacaktım. Bereket versin yarasa, gene öyle boğuk uçuşu ile sığınağımızın altından kurtularak bahçenin karanlıklarına dalıp kayboldu.
Serj Mihaloviç muhavereyi keserek “Sizin bu Pokrovski’yi ne kadar seviyorum! Ömrünün sonuna kadar insanın bu taraçada durup dinleneceği geliyor.” dedi.
“Pekâlâ.” dedi Maşa. “Durup dinlensenize.”
“Ah, evet! Durup dinlenmek! Fakat hayat… O, durup dinlenmiyor!”
“Peki, niçin evlenmiyorsunuz? Siz mükemmel bir koca olursunuz.”
Gülümseyerek “Niçin mi?” dedi. “Ben artık evlenebilecekler arasında sayılmayalı çok oluyor.”
“Ne demek?” dedi Maşa. “Otuz altı yaşında yaşamaktan yorulduğunuzu mu iddia edeceksiniz?”
“Evet, şüphesiz! Yoruldum, hem o kadar yoruldum ki artık dinlenmekten başka bir şey istemiyorum. Evlenmek için arza şayan başka bir şey olmalı. (başı ile beni göstererek) İşte Katya’ya sorunuz. Gördünüz mü evlendirilecek kızı! Bize gelince; artık bizim rolümüz onların saadetinden nasip almaktır, başka bir şey değil!”
Sesinin titreyişinde gözümden kaçmayan gizli bir melankoli ve az çok bir gerginlik vardı. Bir müddet sustu. Ne ben ne de Maşa, hiçbir şey söylemiyorduk.
Nihayet masanın başına gelerek “Mesela tasavvur ediniz…” dedi. “Ben apansız akla yelken etmişim de, bilmem nasıl çılgın bir saika ile on yedi yaşında, Katya Aleksandrovna kadar körpe bir kızla evlenmişim! İşte size güzel bir misal; mevzumuza bu kadar uygun düşmesine memnun oldum… Daha iyisi bulunamazdı.”
Ben gülmeye başladım fakat ne için memnun olduğunu ve mevzuya bu kadar uygun düşenin ne olduğunu bir türlü anlayamıyordum…
Bana dönüp şakacılığını takınarak “Şimdi bana siz, elinizi vicdanınıza koyarak doğrusunu söyleyin. Yaşlı bir adamla hayat birliği etmeniz sizin için büyük bir felaket olmaz mı? Bir adam ki ununu elemiş eleğini asmış, siz, Allah bilir, nasıl taze bir hevesle koşup uçarken o durduğu yerde kalmaktan başka bir şey istemez.” dedi.
Ne diyeceğimi bilemediğim için sesimi çıkarmıyor ve sıkıntılı bir zaman geçiriyordum.
Gülerek “Ben…” dedi. “Buraya sizi istemeye gelmedim fakat geceleri bahçenin yollarında gezinirken şayet kendinize böyle bir koca tahayyül ediyorsanız, sizin için bu bir büyük fenalık olmayacak mıdır?”
“O kadar büyük bir fenalık değil.” dedim.
“O kadar büyük bir iyilik de değil.” dedi.
“Evet.” dedim. “Ben aldanmış olabilirim.”
Gene sözümü kesti:
“Görüyor musunuz, ne güzel muhakeme ediyor! Böyle açık yürekli olması da hoşuma gidiyor. Aramızda bu sözlerin geçmiş olmasından memnunum. İlave edeyim ki dediğim şey benim için en büyük bir felaket olurdu.”
“Ne kadar bambaşkasınız!” dedi Maşa. “Hiç değişmemişsiniz.”
Böyle söyleyerek akşam yemeğinin hazırlanması emrini vermek için taraçayı terk etti.
Maşa gittikten sonra biz, ikimiz de sustuk. Etrafımızdaki her şeyde de bir sessizlik vardı. Yalnız bülbül tekrar ötmeye başladı; fakat akşamki gibi belirsiz ve kısa nağmelerle değil, geceye mahsus ağır, sakin şakımalar yapıyor, sesi bütün bahçeyi dolduruyor ve ötede fundaların içinden başka bir bülbül ilk defa olarak uzaklardan ona cevap veriyordu. O zaman yakındaki, durup dinliyor gibi susuyor ve biraz sonra titrek sesi eskisinden daha parlak ve daha tiz olarak havayı kamçılıyordu. O zaman bunların şakımaları gece âleminin sinesinde sükûnet ve selametle aksederken bu âlemin onlara ait olduğunu ve bizim yabancı kaldığımızı anlıyorduk. Bahçıvan portakal bahçesine yatmaya gidiyor ve koca çizmeleriyle adımlarının yolda çıkardığı gürültü gitgide uzaklaşıyordu. Dağa doğru bir iki kere keskin ıslık çaldığı duyuldu ve arkasından gene ortalık sükût içinde kaldı. O zaman yaprak bile kıpırdamıyor, kâinat sessiz bir uykuya dalmış görünüyordu. Bununla beraber apansız taraçanın tentesi şişti, rüzgâr çıktı ve burnumuza daha keskin bir çiçek kokusu dalgası geldi. Biz de konuşmuyorduk. Bu sükûttan sıkılıyor fakat ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Ona baktım. Karanlıkta parlayan gözleri benim üzerimde idi. Mırıldanır gibi “Bu hayat ne tatlı şey!” dedi. Neden olduğunu bilmiyorum, onun bu sözleri üstüne ben içimi çektim.
“Ne var?” dedi. “Ne oldu?”
Tekrar ettim:
“Evet, bu hayat, ne tatlı şey!”
Gene sustuk. İçime sıkıntı bastı. Yaşlı olduğunu kendisiyle beraber benim de tasdik etmiş gibi görünmekliğimden müteessir olacağı aklımdan geçiyordu. Gönlünü almak istiyor fakat bunun için ne yapacağımı bilemiyordum. Birden ayağa kalkarak “Allah’a ısmarladık!” dedi. “Annem beni yemeğe bekler. Bugün kendisini hemen hiç görmedim gibi bir şey.”
“Size bir yeni sonat daha çalmak isterdim.”
“Başka vakit.”
Hâlinde bir soğukluk vardı. Yahut bana öyle geldi. Bir adım atarak basit bir jest ile “Allah’a ısmarladık!” dedi. Müteessir olduğunu o zaman iyice anladım ve buna sebep olduğum için pek üzüldüm. Maşa ile ikimiz onu merdiven başına kadar uğurladıktan sonra gözden kayboluncaya kadar gittiği yola baktık. Atının nal sesleri artık işitilmez olunca ben taraçaya çıktım. Dört köşesini dolaşarak uzun boylu gezindim. Sonra oturdum, bahçeyi seyre daldım ve gecenin seslerini, sessizliklerini saran nemli bir sis içinde uzun müddet kalarak gönlümün istediğini gördüm ve dinledim.
İkinci ve üçüncü olmak üzere birer kere daha geldi ve aramızda geçen muhaverenin bende bıraktığı sıkıntılı tesir, bir daha tekerrür etmemek üzere tamamen zail oldu.
Yazın haftada iki üç kere bizi görmeye geliyordu. Ona öyle alıştım ki arası biraz uzayacak olsa “Böyle yalnız yaşamak ne güç şey!” derdim. İçimden ona gücenir, beni ihmal ettiği için kendisini haksız bulurdum. Bana karşı yavaş yavaş dostça bir arkadaş hâlini aldı. Soruyor, anlıyor, bütün samimiyetimle gönlümü açmamı istiyor; nasihatlerde, teşviklerde bulunuyor, bazı tekdir ediyor ve icabında önüme set çekiyordu. Fakat benim seviyemde kalmak için ne kadar cehdetse gene anlıyordum ki onda, onun tanıdığım şahsiyetinin yanında, benim giremediğim ve yabancı kaldığım koca bir dünya vardır. O dünyaya beni kabul etmeye lüzum görmüyor ve her şeyden ziyade bu hâli ona karşı beslediğim hürmeti idame ettiği gibi aynı zamanda beni de ona çekiyordu. Gerek Maşa’dan ve gerek komşulardan öğrendiğime göre, bir taraftan, birlikte oturdukları ihtiyar anasına bakarken bir taraftan da ziraatla ve bizim vasilik işleriyle meşgul olduktan başka omzunda kibar sınıfı alakadar eden ve kendisi için birçok üzüntüleri mucip olan başka işleri de vardı. Fakat bütün bu vaziyeti nasıl kavrıyor, bu husustaki düşünceleri, planları, ümitleri nedir? Kendisinde çözmeye muvaffak olamadığım düğüm işte bu idi. Ne zaman sözü bu vadiye döküp işlerinden bahsetsem alnının çizgisi bir mana alarak derinleşir ve güya “İleri gitmeyelim, rica ederim; bunlardan size ne?” demek ister gibi araya başka laf karıştırırdı. Önceleri bu hâli gücüme giderdi, sonra öyle alıştım ki buluştukça yalnız bana ait şeylerden bahseder olduk ve gitgide bunu pek tabii bulmaya başladım.
İçyüzüme karşı böyle yakından alaka gösterirken dış yüzüme karşı tam bir kayıtsızlık ve hatta biraz istihfaf10 göstermesine de önceleri tutulurdum amma gitgide bunu da bilakis hoş bulmaya başladım. Hiçbir vakit, ne gözleriyle ne sözleriyle beni güzel bulduğunu ima etmemişti. Böyle yapmak şöyle dursun başka biri, onun yanında, beni fena bulmadığını söyleyecek olsa kaşlarını çatar ve gülmeye başlardı. O zaman üstelik yüzümde bir kusur bulmaya kalkışır ve bana takılırdı. Bayram ve şenliklerde başımı düzelterek bana yeni moda elbiseler giydirip süslemek Maşa’nın merakı idi. O zaman o alayda daha ileri gider; zavallı dadı çok mahzun olurdu. İlk zamanlarda bu hâli beni de az çok haklı olarak sinirlendirdi. Serj Mihaloviç’in beni beğendiğini iyice aklına koyan Maşa, hoşuna giden bir kadının, işine elverecek bir şekilde kendini göstermesini neden dolayı tercih etmediğine bir türlü akıl erdiremiyordu. Fakat çok geçmeden ona karşı nasıl olmak lazım geleceğini ben anladım. O, benim koket olmadığıma inanmak istiyordu. Ben bunu anladıktan sonra üstümde başımda ve evzamda11 koketliğin ancak bir gölgesi kaldı ve onun yerine başka bir koketlik, küçük bir göz boyacılık, yani sadelik kaim oldu; bizzat kendim sadeliği benimseyemediğim hâlde.
Beni sevdiğini görüyordum. Fakat bir çocuk gibi mi yoksa bir kadın gibi mi sevdiğini o zamana kadar hiç araştırmamıştım. Ne olursa olsun onun sevgisinin bence bir kıymeti vardı. Beni dünyanın en iyi bir kızı addettiği için küçük sahtekârlığımla onun gözünü boyamaktan vazgeçemiyordum. Fakat onu aldatırken kendim de gittikçe daha iyi oluyordum. Ona maddi şahsiyetimin değil ruhumun iyi taraflarını göstermenin daha iyi ve daha münasip olacağını hissediyordum. Saçlarım, ellerim, yüzüm, evzam, iyi kötü ne olursa olsun, bana öyle geliyordu ki bir bakışta anlaşılacak ve onun tarafından numarası verilecekti. Çünkü onu ne kadar aldatmaya kalkışsam zevahirime12 bir şey ilave edemezdim. Ruhumu ise bilakis o hiç tanımıyordu: Çünkü seviyordu. Çünkü o ruh tam da o sıralarda yükselme ve inkişaf yolunda bulunuyordu. Nihayet çünkü bu işte onu kolayca aldatabilirdim ve aldatıyordum da! Bir kere bunları iyice anladıktan sonra ona karşı öyle keyfim yerine geldi ki! O sebepsiz didinişler, o, bana bir nevi nefes darlığı veren durup dinlenemeyişler tamamıyla zail oldu. O andan itibaren bana öyle geldi ki ister karşısında olayım ister yanında, oturmuş veya ayakta bulunayım, saçlarım düz veya kıvrılmış olsun, nasıl olsa bana bakmaktan zevk alıyor ve daima bakıyor, beni artık iyi anlıyor ve ben ondan ne kadar memnunsam o da benden o kadar memnundu. Mutadı hilafına, herkes gibi o da bana güzel olduğumu söylemiş olsaydı sanırım memnun olacağıma biraz da gücenirdim. Fakat buna mukabil, ağzımdan çıkan bir söz dolayısıyla dikkatle yüzüme bakarak ve tahassüslerini13 saklamak için mizah tavrı almaya çalışarak “Evet, evet, sizde bir şey var! Sizde ben mertlik görüyorum, bunu size söylemeliyim.” dediği zaman sevincimden eteklerim zil çalıyor, saadetimden mest oluyordum.
Peki, kalbimi sevinç ve gurur ile dolduran bu mükâfatlara neden dolayı müstahak oluyordum? Çünkü ihtiyar Greguvar’ın bu küçük kızına karşı aşkını hoş görmeye başladığımı söylemişim… Çünkü gözlerimi yaşartacak derecede beni müteessir eden bir şiir veya romandan bahsetmişim… Nihayet çünkü Mozart’ı Şulof’tan daha iyi bulmuşum… İyinin ne olduğu ve neyin sevilmesi lazım geldiği hakkında müspet bir fikrim olmadığı hâlde müstesna bir insiyak ile iyiyi ve sevilmesi lazım gelen şeyleri keşfedişim, bana hayret mevzusu olurdu. Bundan evvelki zevklerimin ve itiyatlarımın çoğu onun hoşuna gitmezdi. O zaman kaşlarının belirsiz bir hareketi, bir bakışı, yapmak istediğim bir şeyi uygun bulmadığını yahut kendine has ve biraz istihfafkâr bir merhamet gülüşü vaktiyle tarafımdan sevilmiş olan şeyin artık sevilmemesi lazım geleceğini hemen bana anlatmaya kâfi gelirdi. Bana bir nasihat vermek aklından geçse ne söyleyeceğini ben daha evvel bilirdim. Bana bir şey soracağı vakit gözleriyle sorar ve bu bakışla ne düşündüğümü anlardı. O zamana ait bütün hislerim, fikirlerim benim değil onun hisleri, fikirleri idi ki birdenbire benim olur ve hayatıma nüfuz ederek nevüma14 onu aydınlatırdı. Hiç farkında olmadığım hâlde yavaş yavaş her şeyi başka gözlerle görmeye başladım: Maşa’yı olduğu kadar başka adamlarımızı, Sonya’yı hatta kendimi ve kendi işlerimi eski gözlerimle görmüyordum. Vaktiyle sırf can sıkıntısına galebe için okuduğum kitaplar birdenbire bana hayatın en büyük bir zevki gibi geldiler. Sebebi de her zaman şu ki o kitapları, o ve ben, ikimiz aramızda münakaşa ederek beraber okuyoruz ve onları bana o getiriyor. Vaktiyle mesela Sonya’ya ait işlerim, ona verdiğim dersler, bana angarya gelir, bunları sırf vazife hissi ile zoraki yapardım. Şimdi ara sıra derslerimizde o hazır bulunduğu için Sonya’nın terakkisi benim en tatlı zevklerimden biri oldu. Bir müzik parçasını sonuna kadar geçmek benim için kabil olmazdı. Şimdi o dinleyecek, belki de takdir edecek diyerek bir parçayı kırk kere tekrarlamaktan bıkmıyorum. Zavallı Maşa’nın artık dinleyecek hâli kalmaz da kulağına pamuk tıkar; ben ise bunda can sıkacak bir şey bulmam. O eski sonatlar piyanonun dişlerinde, şimdi parmaklarımın altından, büsbütün başka bir mana ve şüphesiz daha yüksek bir mana ile çıkıyordu. Hatta Maşa ki pek iyi tanıdığım için kendimden hiç ayırt etmem, gözümde başka bir kıymet almıştı. Ancak şimdi Maşa’nın, hiçbir mecburiyeti olmadığı hâlde, bizim için bir ana, bir dost ve heveslerimize tabi bir esir gibi hizmet etmiş olmasının kıymetini ölçüyordum. Ne kadar feragat ve ne büyük bir fedakârlıkla bu kadıncağızın bize bağlanmış olduğunu ve ona karşı ne kadar büyük bir şükran borcu içinde bulunduğumu takdir ederek kendisini ona göre sevmeye başladım. Gene Serj’in telkinleriyle adamlarımıza, köylülerimize, çiftçilerimize, kadın hizmetçilerimize karşı da nokta-i nazarım başkalaştı. Söylemesi biraz komik olacak ama itiraf etmeliyim ki bu adamların arasında ben kendimi ömrümde görmediğim, tanımadığım kimselerden daha yabancı bulurdum; bir kere olsun hatırıma getirmemişimdir ki onlar da benim gibi insandırlar; onların da aşk, arzu, keder gibi hislere kabiliyetleri vardır. Şimdi yalnız onlar değil içinde doğup büyüdüğüm ve pek iyi bildiğim bahçemiz, ormanlarımız, tarlalarımız dahi benim için yepyeni birer mevzu oldular. Onlardaki tabii güzellikleri hayranlıkla görmeye başladım. “Hayatta hakiki olarak bir saadet vardır. O da başkaları için yaşamaktır.” diye ikide bir tekrar etmesi boşuna değilmiş. Bu benim tuhafıma gidiyor ve ne demek olduğunu anlamıyordum. Fakat haberim olmadan bu fikir bir kanaat hâlinde yavaş yavaş kalbimin derinliklerine işledi. Hasılı o, benim önüme yeni bir hayat açmıştı. Eskisini değiştirmeden ve yeni bir şey katmadan… Yalnız bendeki duyguların her birini inkişaf ettirerek açtığı sevinç dolu bir hayat! Çocukluğumdan beri her şey etrafımda bir nevi sükût perdesi ile örtülmüş gibi idi. Her şey sesini yükseltmek, ruhuma hitap etmek ve kalbimi saadetle doldurmak için onu bekliyormuş!
Bepul matn qismi tugad.