Kitobni o'qish: «Hüzün Geçti Kapımdan»
TAKDİM
Şu anda AYB Edebiyat Akademisi mezunu Keziban Gülcan Kaya’nın yazılarından oluşan “Hüzün Geçti Kapımdan” kitabını takdim etmenin heyecanı içindeyim. Yurdumuzda çeşitli isimler altında, benzer faaliyet gösteren kursların sayısı her gün biraz daha çoğalıyor. Bu da kültür ve sanat hayatımız adına çok sevindirici bir gelişme. Zîra okullarda sanata ve estetiğe yönelik faaliyetler iyice azaldı. Kompozisyon derslerinin önemi anlaşılmıyor.
Onu gereği gibi verebilecek hocaların sayısı da çok olmasa gerek. İşte bu boşluğu bu tür akademik çalışmalar dolduruyor.
Bu kursların sayısı çok ama öyle sanıyorum ki mezunlarının eserlerini kitaba dönüştüren sadece AYB’dir. Bununla da yetinmeyerek, ikinci yılda da şevkini kaybetmeden yazmaya devam eden kursiyerlerimiz için müstakil kitaplar çıkarıyoruz.
“Sanatçı olunmaz, sanatçı doğulur…” derler; fakat bu tür rehberlik çalışmaları olmazsa kimin sanatçı doğduğunu nasıl anlayacağız? Zira sokak, meçhul şairler, mûcitler, ressamlar, müzisyenlerle dolu. Eğer iklimini bulamamışlarsa bu mizaçtaki gönül ehli insanlara, pratik hayata yabancılılıklarından dolayı “boşboğaz, avare, kaçık” gözüyle bakılıyor. Onlar kendilerini geliştirecek fırsatı ve iklimi bulamadıkları için sıradan heveskârlar olarak kalıyorlar.
İşte bu kurslarda biz, onların zaten var olan yeteneklerini açığa çıkarmak için çalışıyoruz. Bu değerlerin harcanıp gitmemesi için, onlara bir iklim, bir atmosfer hazırlıyoruz.
“Yeşermek için
Toprağına düşmeli tohum
Hava gerek, su gerek,
Seninse altı çakıl, üstün kum
Neylersin bîçare çekirdek…” demişim bir şiirimde.
Evet, biz sadece onları teşhis ediyor; eğer çileli bir çalışmayı göze alırlarsa sanatçı olabileceklerini haber veriyoruz. Gerisi kendi gayretlerine kalıyor. Ha, bir de her el altı kitabında bulunan pratik bilgileri öğretiyoruz o kadar. Sanatçı doğmamış olanlarsa bu kurslar sayesinde iyi bir okuyucu oluyorlar. Şu okuyucu kıtlığında bu da az şey olmasa gerek.
Biz sadece teşhis ediyoruz dedim. Fakat bu da sorumluluk gerektiren, ehliyet gerektiren bir şey tabi. Eğer zevki seliminiz yoksa delikanlının güzel yazdığına çirkin, çirkin yazdığına güzel dersiniz. Onu yanlış yönlendirirsiniz. Yahut da sadece kendi bildiğiniz tarza hapsederek çok renkli bir kalemin önünü tıkamış olursunuz. Zira Çehov’un bir hikâyesini kendisi yazmış gibi getiren öğrencisine zayıf veren hocalar vardır. Yanlış anlaşılmasın; kopya çektiği için değil, hikâyeyi beğenmediği için zayıf vermiş.
Onlarla gönül birliği yaparak ruh zenginliklerini paylaşıyor, öğretirken öğreniyoruz da. Zira her insan Rabbimizin yazdığı tek nüsha bir kitaptır, bir koca dünyadır. Zamanla öğrencilerimizin içinde gıpta ettiğim değerler çıkıyor. Bu, çok yorucu, bir o kadar da heyecanlı bir çalışmadır. Sevgi, şefkât, sabır ve dürüstlük ister. Tarikatlardaki çileli yola benziyor.
Rahmet hocamız Mehmet kaplan Bey, “Her sanatkâr az çok zanaatkârdır” derlerdi. Eğer sadece kabiliyetinize güveniyorsanız yarı yolda kalırsınız. İşin bir de işçilik kısmı var. Çok okuyup çok yazacaksınız. “Kağıt yırtılabilen bir şeydir” diyor Tarık Buğra.
Kıvamını buluncaya kadar tekrar tekrar yazacak ve tenkide tahammül edeceksiniz. Bir kâfiyenin mahremiyetinde uykusuz geceler geçirmek kolay değil.
Yeni kursiyerler içinden pırlantalar bulmak ümidiyle.
Yazı hayatında Sevgili Keziban Gülcan Kaya’ya başarılar diliyorum.
Ali AKBAŞ
KEZİBAN GÜLCAN KAYA
15.11.1966 Tarihinde Sivas’ta doğdu. Üniversiteye kadar bütün öğretim hayatı bu ilde geçti. 1984 yılında kayıt olduğu Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinden 1989 yılında mezun oldu. Bir süre Zonguldak’ta hâkim olarak görev yaptıktan sonra 1995 yılının Haziran ayında Danıştay’a tetkik hâkimi olarak atandı. Halen savcı unvanıyla görev yapmaktadır.
İlkokul yıllarından itibaren şiir ve hikâye yazmaya başladı ise de üniversiteyi bitirdikten sonra uzun bir süre yazmaya ara veren Gülcan Kaya 2011 yılında Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Atölye çalışmalarına katılarak yeniden yazmaya başladı. Bu kitap yazarın ilk kişisel çalışmasıdır.
Evli ve iki çocuk annesidir.
BİR CAN BİR UMUT
Edibe Hanım, pencerenin önündeki koltuğunda uykuya dalmak üzereydi ki kapının zili çaldı. Birden bire doğruldu. Geniş pencereli salonun sol üst köşesinde duran bu koltuk Edibe Hanıma özeldi. O, bu odada olsun ya da olmasın kimse oraya oturmazdı. Pencerenin perdesi de hep aralık dururdu.
Edibe Hanım perdenin aralığından sürekli dışarıya bakardı. Neydi gördükleri? Üç apartmanın bacası, uzaklarda bir kaç ağaç ve biraz gökyüzü… Aslında o gözlerini ötelere dikerek bıkmadan, usanmadan birini beklerdi. Bunu herkes biliyordu.
Çok konuşmazdı Edibe Hanım. Elinden düşürmediği tespihi ile sürekli dua eder, namaz vakitleri dışında oturduğu yerden pek kalkmazdı. Son yıllarda iyice çökmüştü. Yaşadığı ölüm acıları ve geçirdiği kalp ameliyatı onu iyice yıpratmıştı. Kızı Nergis, iki torunu, damadı ile birlikte yaşadığı bu evde ona karşı herkes çok saygılıydı. Herkes evin bu köşesine onu çok yakıştırıyordu. Bazen torunları sırnaşırlardı, yaşlı kadına. Onun iki yanına sokulurlar, başlarını dizlerine koyarlar, anneannelerinin yaşlı ve güçsüz ellerinin saçlarında gezinmesinden büyük mutluluk duyarlardı. Böyle yaptıklarında onun da mutlu olduğunu düşünürler, sırnaşmak için adeta fırsat beklerlerdi.
Edibe Hanım başını kapıya doğru uzatarak seslendi: “Kim gelmiş Ebru?”
Ebru iki kız torunundan büyüğüydü.
“Nazlı teyzem anneanne.” diye cevap verdi.
Hayır, beklediği o değildi. Yüzündeki merak ve heyecan ifadesi yerini yeniden hüzne bıraktı. Tekrar pencereye doğru döndü.
“Merhaba anne!” diyerek içeri girdi Nazlı.
Sessizce: “Merhaba.” dedi, annesi.
Nazlı, eğilip elini ve yüzünü öptü annesinin.
“Yine gelmediler.” dedi Edibe Hanım.
Nazlı kimleri kastettiğini anlamıştı.
“Anne işleri çıkmıştır, belki bayramda geleceklerdir.”
“Keşke…”
Nazlı ve Ebru umutsuzca bakıştılar. Nergis alışverişe gitmişti. Küçük kız torun okuldaydı. Az sonra Ebru da çıkacaktı. Edibe Hanım kızı Nazlı’yla baş başa kalacaktı. İki kızı, iki torunu onu evde hiç yalnız bırakmıyorlardı.
“Askerliğini tecil ettirmek için hani Can gelecekti? Niye gelmedi?”
Bu soruyu Nazlı’ya sormuştu. Çünkü böyle bir ihtimalden söz edip annesini umutlandıran oydu.
“Oradan halletmiş olabilirler anne.”
“Gelmeyecek mi?”
“Bilmiyorum.”
Nazlı da Nergis de çok kızıyorlardı yengelerine ve yeğenleri Can’a. Ağabeylerinin ölümünden sonra taşındıkları İzmir’den kendilerini ziyarete hiç gelmemişlerdi. Üzülen, kahrolan sadece onlar mıydı? Edibe Hanım, oğlunun acısıyla, Nergis ve Nazlı ağabeylerinin acısıyla yıkılmamışlar, yerle bir olmamışlar mıydı? Tam altı yıldır yengeleri ne onları İzmir’e istemiş, ne de Can’ı babaannesine göndermişti. Bu, vicdansızlık değilse neydi?
Ebru hazırlanmak için teyzesinden izin isteyip odasına gitti. Tam o sırada Nergis elinde alış veriş poşetleriyle içeri girdi. Mutfağa uğrayıp elindekileri bıraktıktan sonra salona geldi.
“Hoş geldin Nazlı” diyerek kardeşini öptü, birlikte kanepeye oturdular.
İki kardeş annelerinin yanında yengeleri ve yeğenleri hakkında hiç konuşmazlardı. Anneleri sorarsa onu üzmeyecek kısa cevaplar verirlerdi. Ne olurdu Can senede bir defa gelseydi babaannesine. Nedendi ki bu düşmanlık? Evet, başta anneleri onu gelin olarak istememişti ama birkaç sene sonra oğlunun hatırı için benimsemiş, bağrına basmıştı. En azından öyle görünmüştü. Huzursuzluk çıkarmamaya özen göstermişti. Can doğduğunda hediyeler alarak gitmişlerdi. O zaman babaları da hayattaydı. Şöyle birkaç ay kalıp bebeğe de bakmak istemişlerdi. Ama gelinleri çok kötü davranmıştı onlara. Onlarda bir hafta sonra dönmüşlerdi. Daha sonra sadece bayramlarda görmüşlerdi oğullarını ve torunlarını. Buna da razıydılar. Sonra o elim kaza ve biricik oğullarının ölümü her şeyi alt üst etmişti. Altı yıldır hasretti Edibe Hanım Can’a.
Edibe Hanım’ın oğlu Bülent üniversiteyi Ankara’da Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesinde okumuş, ihtisasını İstanbul’da yapmayı tercih etmişti. Eşi Filiz’le asistan olduğu hastanede tanışmışlardı. Filiz aynı hastanede hemşireydi. Oysa Edibe Hanımın hayali gelininin de oğlu gibi doktor olmasıydı. Bu nedenle karşı çıkmıştı. Sonra Filiz’in ailesinin bazı davranışları ve istekleri üzmüştü onları. Büyütülecek şeyler değildi belki ama Filiz gereğinden fazla büyütmüş eşinin ailesine adeta kapıları kapatmıştı.
Nazlı ve Nergis annelerinin oturmakta olduğu koltukta başının omzuna yavaşça düştüğünü gördüler. Nergis içeriden küçük bir battaniye getirip annesinin omuzlarına doğru örttü. İki kardeş sessizce mutfağa geçtiler.
Edibe Hanım uyumuyordu.
Ne kadar zaman geçtiyse kapının zili yine çaldı. Edibe Hanım irkildi. Yüreği yerinden kopacaktı sanki. “Bu sefer kesin o.” dedi içinden. Kapının zili bir kez daha çaldı. Ama neden kimse bakmıyordu? Nergis diye bağırmak istedi ama sesi çıkmıyordu. Başını kapının olduğu tarafa doğru yavaşça çevirdi. Kapının açıldığını duydu. Ve arkasından bir erkek sesi… Genç bir erkek sesiydi, bu. Can olmalıydı. Biraz sonra salonun aralık kapısından içeri uzun boylu yakışıklı bir genç girdi. Tıpkı oğlu, Bülent’ti… Kalın siyah kaşlı, uzun kirpiklerinin bakışlarına derin anlamlar kattığı, hafif kalınca alt dudağının yüzüne daima gülümseme havası verdiği bu genç, torunu Can’dı. Edibe Hanım sevinçle fırladı yerinden. Can diye kollarını iki yana açtı. Can da babaannesine sarılmak için eğildi. Dakikalarca sarılı kaldı babaanne torun. Belli ki Edibe Hanım yılların hasretini çıkarmak istiyordu. “Canım canım güzel oğlum, güzel yavrum. Geldin ya bak, geldin ya. Benim canımın parçası, güzel kokulu Bülent’imin parçası. Bülent’im Can’ım…” diye söyleniyordu. Can hiç konuşmadı. Bir ara sessizce “Canım babaannem” dedi, o kadar. Sesi titriyordu. Babaannesi Can’ı göğsünden biraz uzaklaştırarak yüzüne baktı. Ne kadar da babasına benziyordu. İkisinin de gözleri nemlenmişti, dudakları titriyordu.
Can Babaannesinin koltuğuna oturmasına yardım etti. Kendisi de ayakucuna kıvrıldı. Tıpkı Elif ile Ebru’nun yaptığı gibi başını babaannesinin dizlerine koydu. O da tıpkı kızların başını okşar gibi Can’ın başını ellerinin arasına aldı ve okşamaya başladı. Çok mutluydu. Sevinçten ne söyleyeceğini bilemiyordu. Aslında Can’a söyleyecek çok şeyi vardı ama hepsini unutmuştu. Konuşursa o anın büyüsü bozulabilirdi. Titreyen elleriyle torununun gür saçlarını okşamaya devam etti.
***
Nergis’le Nazlı çay hazırlamış, kek yapmışlardı. Sıra annelerini uyandırmaya gelmişti. Biraz da evdeki kasvetli havayı dağıtmak için keyifle girdiler salona.
“Annelerin sultanı hadi kalk da birlikte çay içelim!” dedi Nazlı.
“Edibe Hanım, bu kadar tembellik yetmez mi?” diye takıldı Nergis.
Edibe Hanım hiç kıpırdamadı. Battaniyesi dizlerinin dibine düşmüştü. Elleri dizindeydi. Sanki elinde bir şeyleri tutuyor gibiydi. Yüzünde oldukça huzurlu bir tebessüm vardı. Başı bıraktıkları gibi sol omzunun üstüne eğikti.
Kızları, annelerinin bu kadar derin uyuyamadığını biliyorlardı. Yüzlerindeki tebessüm bir anda kayboldu. Endişeyle yürekleri daraldı.
Yoksa… Ve ikisi birden haykırdı.
“Anne! Anne !”
Annelerinde ses soluk yoktu. Ne yapacaklarını bilemediler. Sonra Nergis kendini toparlamaya çalıştı. Hafifçe annesinin başına dokundu, ellerini tuttu. Buz gibiydi her yanı. Dolu gözlerle, acıyla ve çaresiz kardeşine baktı.
Birbirlerine sarıldılar.
Kızlarının gözlerinden sicim gibi yaşlar boşalırken, Edibe Hanımın eli Can’ın saçlarındaydı.
Edibe Hanım mutlu görünüyordu.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi 01.12.2011)
BEYAZ EV
Teyzem anneme hiç benzemezdi. Ne görünüm olarak ne de karakter. Annem kısa boylu şişman, çok güler yüzlü bir kadındı. Onu herkes Adile Naşit’e benzetirdi. Teyzem ise, anneme göre daha uzun boylu, oldukça zayıf ve suratı da çok asık bir kadındı. Hiç çocuğu yoktu. Kendisi gibi asık suratlı bir kocası vardı. Bu adam hep mi böyleydi yoksa teyzemle evlendikten sonra mı böyle oldu bilmiyorum.
Teyzemin evi, kasabanın zenginlerinin oturduğu mahalledeydi. Çok gösterişli bir evdi. Bahçenin tam ortasındaki bu beyaz boyalı, geniş balkonlu, ahşap panjurlu ev bize bir saray gibi görünürdü. Evin üst katı alt kattan bağımsızdı ve üst kata geniş beyaz mermer merdivenlerden çıkılırdı. Merdiven tırabzanları da ahşaptı. Evin her iki katında da teyzemler otururdu. Bazen, bu kadar geniş bir evde teyzemle eniştemin birbirlerini nasıl kaybetmediklerine şaşardım.
Oysa bizim evimiz çok küçüktü. Bir giriş ve kapıları bu girişe açılan iki odadan ibaretti. Odalardan biri annemle babama aitti. Giriş ve öteki oda ise hepimize. Ve biz bu evde tam altı kişi yaşıyorduk. Annem, babam, kardeşlerim, ben ve babaannem. Çok zaman teyzemin evinde bizim, bizim evimizde de onların oturması gerektiğini düşünürdüm. Bana göre bu daha adildi.
Annem, teyzemin titizliğinden, bizim de yaramazlığımızdan çekindiği için olsa gerek bizi teyzemin evine çok götürmezdi. Kendisi de sık gitmezdi. Teyzemle eniştemde bize çok az gelir ve hiçbir şey yiyip içmeden kalkarlardı. Nedense bize geldiklerinde hep “az önce sofradan kalkmış” olurlardı. Annem bu durumu da onun titizliği ile açıklardı. Ama babam çok kızardı. “Seni beğenmiyor işte kardeşin” derdi. Ben önceleri bunun üstünde durmuyordum ama büyüdükçe bunu sorun etmeye başladım. Oysa annem de çok temiz ve düzenli bir kadındı. Ne evimizi ne de bizi ihmal ederdi. Çok güzel yemekler, çok güzel börekler yapardı. Hele bir içli kete yapardı ki, babaannem bile, “sen beni geçtin” derdi.
Bana kalırsa, teyzemin kendisiyle bir sorunu vardı. Belki herkesin dediği gibi çocuğunun olmaması onu bu hale getirmişti. Annemin de ara sıra “bir çocuğu olsaydı, böyle olmazdı” dediğini hatırlıyorum. Ama teyzem çocukları sevmezdi ki. Eğer derdi çocuk olsaydı bizi sevebilirdi. Bir gün bile bize gülümsediğini görmedim. Bu tutumunun yalnızca bize karşı olmadığına sevinirdim. Herkese karşı aynıydı. İstanbul’da oturan dayımlar da kasabaya geldiklerinde teyzeme değil bize gelirlerdi. Bazen o küçücük evimizde on kişi olurduk. Ama ne annemin ne de babamın şikâyet ettiklerini duydum. Bizde bu durumdan çok mutlu olurduk.
Okulumuz teyzemin evine daha yakındı. Bir gün, okul aidatının son günü olduğu halde para getirmeyi unutmuştum. O gün, aidatı getirmeyenler, günlerdir hatırlattığı halde sözünün dinlenmediğine kızan müdürün talimatıyla, okula alınmadılar. Hemen gidip getirirsek derslere girebileceğimizi söylediler. Eve gidip gelmek gözümde büyüdü. Aklıma teyzem geldi. Bir koşu gidip alıp gelebilirdim ve hiç zaman kaybetmeden de derslerime girebilirdim. Bu iyi fikirdi. Sırtımda çantamla koşmaya başladım. Teyzemin evinin her zaman kapalı duran bahçe kapısı açıktı. Hızla girdim bahçeye. Bir yandan da bağırıyordum. “teyze! Teyze!” Aynı hızla üst katın merdivenlerini çıkmaya başlamıştım ki merdivenlerin başına gelen teyzemin;
“Orada kal sakın yukarı çıkma” diyen gür sesiyle olduğum yerde kaldım.
“Ne var ne istiyorsun?” diye sordu teyzem. Ne diyeceğimi bilemeden orada öylece duruyordum.
“Söylesene çocuk, çamurlu ayaklarınla ortalığı kirletmeye mi geldin?” dedi. Ben susuyordum. Yüreğim ve gözlerim dolmuştu. Dokunsalar ağlayacaktım.
Teyzem annem gibi değildi işte. Her başı sıkışanın sığınacağı bir liman, başını yaslayacağı bir omuz değildi. Hiçbir şey söylemeden döndüm. Teyzem arkamdan söylenmeye devam etti. Ne söylediğinin önemi yoktu. O gün anladım ki teyzem için evinin beyaz mermerlerinin çamur olması benim kalbimin kırılmasından daha önemliydi.
Okula gidemezdim. Param yoktu. En iyisi eve gidip her şeyi anneme anlatmaktı. Yol boyunca ağladım. İçimden teyzeme çok kızdım. İyi ki çocuğu yok dedim. Olsaydı eğer onu da hiç sevmezdi. Zavallı çocuk bu koca evde teyzemin kurallarıyla sıkılırdı eminim. Ve teyzem annem gibi, “kara gözlüm” diye sevmezdi çocuğunu. İyi ki de dünyaya gelmemişti o çocuk. Bir daha teyzemin evine gitmeyeceğime yemin ettim, o gün.
Kızgınlıkla ne kadar hızlı yürüdüğümün farkında değildim. Kendimi bizim sokağın başında buldum ve annemi de karşımda. “Kim ağlatmış benim kara gözlümü?” dedi. Omzumdan düşen çantama aldırmadan anneme koştum. Başımı sıcacık göğsüne yasladım ve içimi çeke çeke ağladım. Annem bir yandan başımı okşuyor, bir yandan sıcacık eliyle gözyaşlarımı siliyor, bir yandan da ne olduğunu merak ediyordu. Burnumu çekiştirerek okula para götürmeyi unuttuğumu söyledim. Annem,
“Bunun için dövdüler mi yoksa?” dedi. “Hayır” dedim.
“Öyleyse niçin ağlıyorsun?” dedi. “Hiç” dedim.
Annem elimden tuttu. Birlikte eve geldik. “İstersen okula gitme bugün.” dedi. Gidecek halim yoktu. Annemin verdiği aidat parasını bir daha unutmayım diye hemen çantama koydum.
Odaya geçtiğimde babaannemin kanepede uyuduğunu gördüm. Elindeki tespih yanına düşmüştü. Ona sokuldum. Başımı dizlerine koydum ve hayatımın en huzurlu öğlen uykusunu babaannemin dizlerinde uyudum. Uyumadan önce beyaz büyük evin bizim olduğunu, teyzemin de o evin hizmetçisi olduğunu hayal ettim.
Annem uyandığımı fark etmemişti. Sofada babaannemle konuşuyorlardı. “Böyle ederek herkesi soğuttu kendinden. Gör bak yarın kocası da terk eder bunu.” diyordu. Teyzemden bahsediyordu. Babaannem sadece dinliyordu. O hep iyi bir dinleyiciydi zaten.
“Canım ne olur, evin kirlenirse temizlenir, bir çocuğun kalbini kırmaya değer mi” dediğinde anladım ki annem, niçin ağladığımı öğrenmişti. Kalktım. Yanlarına gittim. Geldiğimi gören annem,
“Kalktın mı benim kara gözlüm” dedi. Kucağını açtı. Ben de tüm şımarıklığımla koştum kucağına. Artık on yaşımdaydım ve kucağa yakışmıyordum ama bugün kırılan kalbimin tek çaresi annemin kucağıydı.
Annem, “Teyzen mi üzdü seni?” dedi. Başımı salladım. Nereden bildiğini soran gözlerle baktım ona. Pazarda karşılaştık dedi. Annem, onun huyunun böyle olduğunu, herkese aynı davrandığını, canımı sıkmamamı söyledi. Bir daha da gitme, dedi. Zaten gitmeyecektim, hem de hiç.
Teyzemi iki aydır görmüyordum. Bir sabah annemin telaşlı sesiyle uyandım. Babaanneme sesleniyordu, bizimle ilgilenmesini, yemeğimizi yedirip okula göndermesini istiyordu. Babaannem, merak etmemesini söyledi. Uyanmıştım ama anneme sormaya yetişemedim. O gittikten sonra, babaannemden öğrendim, teyzemin evinin merdivenlerinden düştüğünü. İlk olarak “ayağı mı kırılmış” diye sordum. Babaannem bilmiyordu.
Teyzemin yalnızca ayağı kırılmamıştı. Boynunun üstüne düşmüş ve omuriliği zedelenmişti. Şehir hastanesinde yaklaşık bir ay yattı. Evine döndüğü gün hepimiz kapıda karşıladık onu. Kardeşlerim, babam ve ben. Annem zaten hep yanındaydı. Teyzem bir daha hiç yürüyemedi. Tekerlekli sandalyeye mahkûm oldu. Üst kata da bir daha hiç çıkamadı. Bizim üst kata çıkmamıza ise, izin veriyordu. Ancak ne üst kat ne de bu büyük bahçe artık bize hoş görünmüyordu. Hayallerimizi süsleyen bu beyaz evin de bizim için hiçbir anlamı kalmamıştı.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi 24.03.2012)
BİTMEYEN SAVAŞ
-Anne ben geldim.
–İyi ya dedi önce annesi, sonra yemek yapmakta olduğu mutfak kapısından başını uzatarak,
–Bush sana bir emanet verecekti, verdi mi?
–Hayır anne!
–Doğru söyle.
–Doğru söylüyorum anne, verse getirmez miyim.
–Haa, unuttu o zaman belki yarın verir.
–Belki
Gülümsedi annesine X.
–Ben banyoya geçiyorum. Sen sofrayı hazırlayana kadar çıkarım.
–İyi ya, ha bana bak banyoyu çok ıslatma sonra bana kızıyor Habibe Teyzen.
Bu Habibe Teyze de kim diye düşündü X . Üzerinde durmadı. Annesinin yeni kahramanlarından biri olmalıydı. Önce odasına gitti. Üzerindeki ağırlıklardan kurtuldu. Pantolonunu çıkartıp rahat bir eşofman giydi. Banyoya geçti. Annesi banyo kapısının önüne geldi, konuşmaya başladı.
–Bana bak, Bush bana ne dedi biliyor musun. Saddam’ı ancak sen düşürebilirsin, emrine vereceğim askerlerle git Bağdat’ı bombala, dedi.
–…………
–Sana vereceği çantada da savaş planımız vardı. Bugün elime geçmezse oturup kendim bir savaş planı hazırlayacağım.
–Yarını bekle anne…
Yüzüne iki avuç su serpti X, aynaya baktı. Acı bir tebessüm geldi geçti yüzünden. Annesi dışarıda konuşmaya devam ediyordu.
Annesi hâlâ birinci Irak Savaşı yıllarındaydı. Hâlâ Irak’ta Saddam Hüseyini, Amerika’da da baba George Bushu başkan zannediyordu. Bu tarih, babasının ölümünden iki yıl sonra, annesinin hastalığının iyice ortaya çıkmaya başladığı tarihti. Kendisi ise daha on yaşına yeni girmişti. Ağabeyi lise son sınıftaydı.
Ne güzel bir aileydiler bir zamanlar. Babası gözü pek bir komiser, annesi nüfus müdürlüğünde çalışan güzel bir memurdu. Ağabeyi ile kendisinin bütün istekleri yerine getiriliyor, bir dedikleri iki edilmiyordu. Bazen annesi, babasına; “Çok mu şımartıyoruz bu çocukları” diye itiraz edecek olsa da, babaları “Bırak şımarsınlar, ben baba günü görmedim onlar benim günümü görsünler” derdi.
Baba günü görmek sadece sekiz yıl nasip olmuştu X’e. Ağabeyine ise biraz daha fazla. Kalp krizinden ölmüştü babaları. Tıpkı kendi babası gibi, genç yaşta yenilmişti bu hastalığa. Ve iki oğluyla kalmıştı Z. Bu ani ölüm en çok onu sarsmıştı. Kabullenemedi, sevgili eşinin bu ani gidişini. Görüşmedi hiç kimseyle. Hiç kimseden taziye kabul etmedi. Çocuklarını okşamalarına onları teselli etmelerine müsaade etmedi. Onlar da kim oluyordu. Çocukları zavallı, kimsesiz değildi. Koskoca Komiser S’nin çocuklarıydı onlar. Hem anneleri vardı yanlarında.
Birer birer bağlarını kopardı herkesle. İşyerinde kimseyle konuşmuyor, başını önüne eğip işini yapıyordu. Bir süre sonra işini de doğru yapamamaya başladı. Amirleri sık sık uyarıyordu. Onların kendisini uyarmasına tahammül edemiyor, sataşıyordu amirlerine. Servis arkadaşları durumunun iyi olmadığını anlamış olacaklardı ki onu idare etmeye başladılar. Z’ye verilen işleri her gün birisi yapıyor sonrada o yapmış gibi gösteriyorlardı. Fakat bu durumda çok uzun sürmedi. Servisteki arkadaşlarını taciz etmeye başladı. Erkeklerin kendisinde gözü olduğunu, kadın memurların ise sağlığında eşiyle aşk yaşadığını iddia ediyordu.
Bazen duymazlıktan geliyorlardı onu. Hatta aralarında şakasını bile yapıyorlardı, Bugün bakalım hangimize takacak, hangimiz eşinin eski sevgilisi olacağız” diye. Bütün memurlar onun masasının yanından geçerken başlarını ondan tarafa çevirmemeye özen gösteriyorlardı. Olur da göz göze gelecek olurlarsa bir sürü zılgıt yemeleri içten bile değildi. Yine de anlayışlı insanlardı. Şunun şurasında emekliliğine iki yılı var, bari bu süreyi doldursun da emekli olsun, çocuklarına yazık olmasın diyorlardı.
Dedikleri gibi de oldu. İki yıl binbir güçlükle de olsa doldu. Sonra bir gün Nüfus Müdürü, Z’nin esnaf olan ağabeyinin dükkanına gitti. Yaklaşık iki yıldan beri süre gelen ve ailenin de büyük bir kısmını bildiği olayları ve Z’nin artık çekilmez bir duruma geldiğini anlattı. Ağabeyi durumdan haberdar olduğunu emeklilik fikrini yavaş yavaş kabullendirmek gerektiğini söyledi. Eğer üstüne giderlerse şüphelenip emekli olmayacağını biliyorlardı.
Düşündükleri kadar zor olmadı emekliliğe ikna etmek. Daha ağabeyi konuyu açar açmaz bunu kendisinin önceden düşündüğünü ama George Bush’un izin vermediğini, dün Bush’la konuştuğunu ve Irak Savaşında kendisine ihtiyacı olduğundan artık emekli olması gerektiğini söylediğini anlattı. Ağabeyi ise, kardeşinin durumunun bu kadar vahim olduğuna ilk kez tanık olmanın üzüntüsüne rağmen emekliliği kabul edişine memnun olmuştu.
Emeklilik Z’nin yeni hayatının başlangıcı oldu. Bir başka deyişle ev hapsinin. Yirmi dört saat evinden dışarı çıkmıyordu. İlk zamanlarda yemek yapmaya takmıştı kafasını. Bir gün de altı yedi çeşit yemek yapıyordu. Kimisi tuzlu, kimisinin dibi tutmuş, kimisi de inadına çok lezzetli yemeklerdi. Çocukları, “Anne biz üç kişiyiz sen yirmi kişilik yemek yapıyorsun emeğine yazık” diyorlardı ama o, “Siz karışmayın benim misafirlerim var onlar yer” diyordu. Gerçekten de ertesi gün o yemeklerden eser kalmazdı. Bütün tencereler boşalıp yeni yemekler pişirilmiş olurdu.
X önceleri anlam veremediği annesinin davranışlarından bir süre sonra korkmaya başlamıştı. Ağabeyi daha umursamaz davranıyordu. Hatta ara sıra dalgasını geçiyordu annesiyle. X annelerinin kendilerine karşı şefkatli olduğunun farkındaydı, ondan kendilerine zarar gelmeyeceğini biliyordu ama onu bir doktora götürmeleri gerektiğini düşünüyordu. Dayısı da öyle düşünmüştü ama Z’yi bir türlü ikna edememişlerdi.
Annelerinin emekli olduğu yıl ağabeyi üniversiteyi kazanıp İstanbul’a gitmişti. X annesiyle baş başa kalmıştı. O günden sonra da birbirlerinin sırdaşı olmuşlardı. Özellikle annesi her şeyi paylaşıyordu oğluyla. En çok da hayallerini. Bazen X annesinin uydurduğu hikâyeleri dinlerken uyuyakalıyordu. Ama her sabah kendisini yatağında buluyordu. Kocaman adam olmuştu ama annesi o nerede uyursa uyusun onu mutlaka yatağına götürüyordu. “Beni sen mi taşıdın” diye sorardı. “Yoo kendin gittin yatağına” derdi annesi ama X hiçbir şey hatırlamazdı.
Akşamları bir birinin aynısıydı. X okuldan geliyor, yemeğini yiyor, biraz televizyon izliyor, çoklukla ödevini ertesi güne bırakıyor ve annesinin o gün kafasında yazdığı hikâyeleri dinleyerek uyuyordu. Bazı akşamlar anlattıkları bir aksiyon filmi gibi olurdu o zaman X hemen uykuya geçmez annesine sorular sorardı. O da oğlunun kendisini büyük bir ciddiyetle dinlemesinden memnun anlatır da anlatırdı.
Yıllar annesinin hastalığını artırarak gelip geçiyordu. Ara sıra hastane doktor lafı edecek olsa annesi lafı ağzına tıkıyordu. “Sen beni başından mı atmak istiyorsun. Hastaneye götürürsen bir daha seni bana beni de sana göstermezler” diyordu. X annesinin böyle düşünmesine üzülüp ısrar etmiyordu.
Son yıllarda annesi el işine merak salmıştı. Her aybaşı maaşlarını almaya birlikte gidiyorlar sonra da tuhafiyeciye uğrayıp hem X’in hem de bir süre sonra tuhafiyecinin anlam veremediği bir çok malzemeyi alıp evlerine gidiyorlardı. Z bunlardan anlamlı yada anlamsız bir çok şey yapıyordu. Masa örtüsü diye işlediği şey bir yolluğu andırıyor, yastık kılıfı dediği şey ise daha çok büyük bir şapkaya benziyordu.
Bir süre sonra evlerinde el işinden geçilmez olmuştu. Odanın biri tamamen bu işlere ayrılmasına rağmen oraya da sığmamaya başlamıştı. X bazen annesini ikna edip, el işlerinin bir kısmını satıp yeni malzemeler almak bahanesiyle götürüp çöpe koyuyordu. Annesi yeni malzemeler alıp almadığını sorduğunda da her gün yeni bir yalanla onu oyalıyordu. X kendisine şaşıyordu bazen, bu kadar yalanı nasıl da buluyorum diye. Bir hastayla bu kadar uzun süre yaşayınca insanın huyları da değişiyordu pek tabii.
Yalnızca askere gittiğinde ayrılmışlardı annesiyle. O zaman da biraz dayısı biraz da yaşlı anneannesi ilgilenmişti Z’yle. Oğlu askere gidince yalnız kalan Z annesine kapıyı biraz aralamıştı. Belli ki yalnız kalmak istemiyordu. Zavallı annesi ise bunu bir lütuf gibi görmüş çok mutlu olmuştu. Hasta da olsa kendisini sevmese de evlat evlattı, yanında olmaktan mutluydu. Ama X askerden dönünce herşey eskisi gibi olmuştu. Z annesini evine göndermiş, bir daha gelmemesi konusunda uyarmıştı. Ağabeyinin ise ara sıra gelmesine izin veriyordu.
İlginç olan bir şey daha vardı, geçen onca zamana rağmen Z büyük oğlunu hiç arayıp sormamıştı. Bir akşam X’le sohbet ederken “Ağabeyim aradı sana selamı var” deyince, susmasını işaret etmiş ve “o gizli görevde böyle ulu orta adını ağzına alma” demişti. Annesine göre o Amerikan gizli servisi adına çalışıyordu. Büyük oğlundan ara sıra annesine Bush aracılığı ile mesajlar geliyordu.
Büyük oğlanın da umurunda değildi annesiyle kardeşi. O kendi yolunu çoktan ayırmıştı. Üşütük bir anneyle biçare bir kardeşle bir ömür geçiremeyeceğini düşünüyordu. İstanbul’dan bir daha geri dönmedi. Bir süre sonra izini de kaybettirdi. Z’ye göre o Amerikadaydı ve çok önemli işleri vardı.
Küçük oğlu da önemli işler yapıyordu Z’ye göre. Örneğin Bush’dan gelen kargoları o getiriyordu. Bugün o çantayı getirmemişti eve ama ertesi gün akşam annesi, onun bir gün önce akşam getirdiği çantayı, sabah açtığını içinden önemli bilgiler ve evraklar çıktığını onu da gerekli yerlere ilettiğini anlatacaktı. O yüzden yarın akşamın gündemini bugünden kestirmek artık zor değildi X için.
Bir tür oyun oynuyor gibiydi annesiyle. Bazen çok bunaldığı başını alıp gitmek istediği bazen de hiç bitmesini istemediği bir oyundu bu. O da ağabeyi gibi yapabilirdi ama ya annesi? Annesi ne yapardı onsuz. Bir gün annesinin anlatacakları bitmişti de laf olsun diye, “Anne ben evlenip ayrı bir eve gitsem ne dersin?” diye sormuştu, annesi o güne kadar hiç olmadığı ölçüde duygusallaşmış ve ağlamıştı. “Sen gidersen ben ölürüm biliyor musun?” demişti. “Zaten Rus ajanları peşimde. Onlar senden korkup gelemiyorlar. Senin bu evden gittiğini anlarlarsa hemencecik öldürürler beni” demişti.
X banyodan çıktı. Birlikte mutfağa geçtiler. Hastalığa rağmen annesi hala güzel yemekler pişiriyordu. Bazen tarifini kimselerin bilmediği şeyler yapıyordu, lezzetli ve güzel görünüşlü şeyler. Z bir yandan tabaklarına yemeklerini dolduruyor, bir yandan anlatmaya devam ediyordu.
–Biliyor musun Barbara beni kıskanıyor
X Barbara kim diye sormadı. Barbara Bush olduğunu biliyordu. Bu konuşmanın devamını bildiği gibi. Hatta konuşmanın bildik şekilde devam etmesi için sorması gereken soruları sormaya başladı.
–Yine ne yaptı patavatsız kadın.
–Tam bir patavatsız, benim resmi görevli olduğumu unutuyor, acaba kocasını ayartıyor muyum diye düşünüyor.
–Ahlaksız şey
–Tam bir ahlaksız. Ona bugün ne dedim biliyor musun telefonda.
–Ne dedin?
–Ben Osmanlı kadınıyım dedim, beni o senin bildiğin Amerikalı aşüftelerle karıştırma dedim. Resmi görevim bitince de bu kırmızı hatlı telefonu kapattıracağım dedim.
–İyi demişsin
–Tabi iyi dedim. Ben Osmanlı sarayında büyüdüm bunu sende biliyorsun.
–Biliyorum, tuzu verir misin anne.
–Çok tuz atma genç yaşta tansiyon hastası olacaksın. Ha Hasta dedim de aklıma geldi. Aslında Sultan Abdülaziz hastaydı biliyor musun? Çok hastaydı. Sonunda hayatına son verdi.
–Hı hı
–Bunalttılar onu çok bunalttılar, o da daha fazla dayanamadı ne yapsın, kıydı canına. Bir de o zamanlar ben saraydan uzaktaydım bir iş için Almanya’ya gönderilmiştim. Şayet sarayda olsaydım onun kendini öldürmesine engel olurdum.
Bu da nereden çıktı diye düşündü X. Bu şimdiye kadar konuşmadıkları yeni bir konuydu. Annesi zaman zaman saray terbiyesi aldığından falan bahsederdi hanım sultanlarla hasbıhal etmişliği vardı ama Sultan Abdülazizin intiharından bugüne kadar hiç konuşmamışlardı. Aklına kötü kötü şeyler geldi X’ in
Bepul matn qismi tugad.