Kitobni o'qish: «Bir nefeste 20. yüzyıl»
Bu kitabın geliştirilmesinde bize verdiği cesaret, ilham ve rehberlik için babama ve bana pek çok şekilde yardım eden sevgili annemin anısına…
Nicola Chalton
Harita Listesi
1 Avrupa’nın sömürgeleştirdiği Afrika – 1914
2 Emperyal Rakipler: Rusya ve Japonya
3 Avrupa’nın Birinci Dünya Savaşı (1914–18) sırasındaki askeri müttefikleri
4 1918 barış antlaşmalarından sonra Avrupa ve Ortadoğu, 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu
5 1922’de Sovyet Rusya, Transkafkasya, Ukrayna ve Belarus’un birleşmesiyle kurulan SSCB (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği)
6 Almanların Belçika’dan Fransa’ya ilerleyişi
7 1942’de Japon genişlemesinin uzandığı bölgeler
8 1999’da Avrupa Birliği
9 1970’lerde OPEC üyesi ülkeler
10 Güneydoğu Asya’da (Hindiçini) Fransız sömürge bölgeleri ve Vietnam Savaşı hazırlığı
11 1947’de Filistin’in bölünmesi ve 1949 ateşkes antlaşması
12 Doğu ve Batı Avrupa arasındaki “Demir Perde”
13 Yugoslavya cumhuriyetleri ve eyaletleri
Giriş
1900 yılı geldiğinde pek çok insan hâlâ atalarının yüzyıllardır yaşadığı gibi yaşıyordu. Genel dünya nüfusu 1,5 milyara dayanmıştı ve insanların büyük bir bölümü yakıt olarak kömür veya odun kullanıyor, kendi yiyeceğini kendi yetiştiriyor ve küçük kırsal bölgelerde yaşıyordu. Önceki yüzyılın Sanayi Devrimi yapay aydınlanma ve ısınma, buharlı tren, motorlu ulaşım ve telefon gibi birtakım yararlı yenilikler getirmiş olsa da, bunlar ancak gelişmekte olan Batı ülkelerindeki zengin bir azınlığın faydalandığı şeylerdi.
Milletler arasındaki ittifaklar esas olarak askeri savunma amaçlıydı. Sömürgecilik, Batı kültür ve teknolojisinin dünyanın her tarafına yayılmasını sağladı -yirminci yüzyılın küreselleşme yöneliminin başlangıcıydı bu- fakat bu durum, güçlü milletlerle onların sömürgeleri arasında hammadde ve ucuz işgücünün istismarına yol açan eşitsizliğe dayalı ilişkiler yaratılmasına neden oldu.
Sanayileşmiş ülkeler, yirminci yüzyıla geleceğe yönelik bir iyimserlik dalgasıyla girmişlerdi. Avrupa ülkeleri dünyayı politik ve ekonomik egemenlikleri altına aldılar. Yaptıkları bilimsel ve teknolojik yeni buluşlar, imparatorluklarının çıkarlarıyla birleştiğinde onlara sürekli gelişen bir dünya vaat ediyordu.
Ancak, yüzyılın başında sadece bazı ayrıcalıklı erkeklerin ve çok az sayıda kadının oy verme hakkı vardı ve kadınların yüksek öğrenim görmesi çok enderdi; çocukların ve gençlerin söz hakkı yoktu, toplumda keskin sınıfsal ayrılıklar vardı ve ırkçılık çok olağandı.
Yirminci yüzyılda değişecek çok şey vardı. Başka hiçbir yüzyıl, bu kadar hızlı ve yaygın değişimlere tanık olmamıştı; sadece bilimsel ve teknolojik olarak değil, aynı zamanda sosyal, siyasal, ekonomik olarak, tıp ve felsefe alanlarında da büyük gelişmeler olmuştu.
Bu kitap yirminci yüzyıldaki dönüm noktalarını tanımlamaya yardım ederek, sebeplerin ve bunların sonuçlarının altını çizerek, modern dünyamızı şekillendiren karmaşık olaylar ve gelişmeler arasında okuyucuya rehberlik ediyor.
Yüzyılın sonlarına doğru, çalkantılı savaş yıllarının sonunda ortaya çıkan ekonomik ve siyasal değişiklikler, aristokrat sınıfın kontrolü altındaki krallık ve imparatorlukların olduğu eski dünyanın, uluslararası ticaret ve ticari birleşmelerin egemen olduğu yeni dünyaya evrilmesine neden oldu.
1. Bölüm
ESKİ DÜNYANIN SİLKİNİŞİ
Avrupa’nın zenginliği, Sanayi Devrimi’ne ve denizaşırı bölgelerin sömürgeleştirilmesine dayanıyordu. On sekizinci yüzyılın sonlarında sanayileşen ilk ülke olan İngiltere, on dokuzuncu yüzyılın büyük bir bölümünde egemen olan sömürgeci ve ticari bir güçtü. İngiliz sanayiciliği Belçika’ya ve Kıta Avrupa’sının geri kalan ülkelerine de yayıldı. Avrupa’nın dışında, Amerikan İç Savaşı’nın (1861-65) ardından Birleşik Devletler de hızla sanayileşti. Japonya da Batılı güçlerin istilasına karşı direnme çabası içinde olmakla birlikte, yine de Batı’dan demiryolları, tekstil ve madencilik alanlarına odaklanan sanayileşme metotlarını aldı.
Tekstil, çelik, demiryolları ile pamuk, demir, kauçuk, petrol gibi diğer büyüyen sanayi kollarının ürünleri için pazarın yanı sıra hammaddeye de ihtiyaç vardı ve bu durum ticaret yapan birçok milleti, diğer ülkeleri sömürge olarak kontrolleri altına almaya yöneltti. Kâr etme dürtüsü ve milletlerin kendi aralarındaki rekabetin sürüklediği on dokuzuncu yüzyılın sonlarındaki imparatorluk kurma dalgası en çok, imparatorluğunun merkezine Hindistan’ı yerleştirmiş olan İngiltere’de gelişmişti. 1900 yılı civarında Fransa, Portekiz, Hollanda ve Rusya da siyasal ve ekonomik güçlerini kullanarak önemli sömürge imparatorlukları ya da bölgeler kurdular. Almanya ve İtalya kendi sömürgelerini kurma süreci içinde endüstriyel güçlerini ortaya çıkardı ve ticari olarak Çin pazarında genişleme hırsı içinde olan Japonya, siyasi ve ekonomik bir güç olarak Asya’da büyümekteydi.
Sanayileşme, refaha kavuşan orta sınıflar ve geniş bir işgücü yarattı, ancak bu dönemin getirdiği ekonomik refahı herkes paylaşamadı. Yirminci yüzyılın başlarında, daracık ve sağlığa uygun olmayan yerlerde yaşayan ve tehlikeli koşullar altında uzun saatler çalışan işçiler, daha iyi çalışma koşulları ve daha yüksek bir hayat standardı talebiyle zengin işverenlerine karşı başkaldırdılar. Rusya’da bu talepler Çarlık Rusya İmparatorluğu’nun devrilmesine yol açarak bir devrime ön ayak oldu.
Avrupa’daki çekişmenin bir sonucu olan 1914’teki Birinci Dünya Savaşı, Avrupa’nın genişlemesine olanak sağlayan barışın darmadağın olmasına, imparatorlukların yıkılmasına ve eski ülkelerin yerini yenilerinin almasına yol açtı.
Avrupa’nın Güç Gösterisi
Batı Avrupa güçlerinin Asya’yla ticarete uzun zamandır ilgileri vardı. Asya’daki Portekiz ve sonra Hollanda etkileri, on sekizinci yüzyılda İngilizler ve Fransızlar tarafından -İngilizlerin 1858’den itibaren Hindistan’ın kontrolünü resmi olarak ele geçirmesinden ve Fransızların 1840’tan itibaren Polonezya’yı, 1887’den itibaren Hindiçini’yi (Vietnam ve Kamboçya) kontrol altına almasından sonra- tamamen gölgede bırakıldı.
İngiltere’nin eski sömürgeleri tarafından 1783’te kurulan ABD, genel anlamda diğer ülkelerin meselelerine karışmamayı tercih eden yalıtılmış bir politika izliyordu. Ancak, stratejik askeri nedenlerle Hawaii Pasifik adaları grubunu ilhak edecek, İspanyol-Amerikan Savaşı’nın (1898) ardından İspanyol mülkiyeti altında olan Pasifik’teki Filipinler ve Guam ile bir Karayip adası olan Porto Riko’nun hâkimiyetini eline geçirecekti.
1878 ve Birinci Dünya Savaşı’nın çıktığı 1914 yılları arasında geçen sürede, rakip ülkeler kendi hammadde ihtiyaçları için dünyanın geri kalan son gelişmemiş bölgelerini aceleyle sömürgeleştirmek istediklerinden Avrupa’nın sömürgeci imparatorlukları hızla büyüdü. Afrika’nın istilası için öylesine bir rekabet söz konusuydu ki, buna “Afrika Kapışması” adı verildi. Ticari ve ekonomik yararlarının yanı sıra Avrupalılar sömürgeleştirmeyi, ilkel milletleri uygar ve Hıristiyan yaşam tarzına uygun bir seviyeye ulaştıracak soylu bir girişim olarak görüyorlardı. 1914’te Avrupa, dünyadaki yaşamaya elverişli toprakların yüzde seksen beşini kontrolü altına almıştı.
Afrika Kapışması
1880’lerde hâlâ sömürgeleşmemiş denilebilecek tek kıta, “Kara Kıta” Afrika idi. O sıralar bu büyük kıtanın bir kısmını kontrol altında tutmanın getirdiği prestijle birlikte ekonomik, politik ve stratejik olarak sağlayacağı faydalar tahrik edici bir erişilebilirlik içinde gibi görünüyordu: Sömürgeciler için çok korkutucu bir tehdit olan tropikal hastalıklara karşı savaşacak aşılar bulunmuştu ve Maxim makineli tüfeğinin icadı, yerli halkla mücadelede onlara kolay bir zafer vaat ediyordu. Avrupa’nın güçlü ülkeleri birbirleriyle savaşmaktansa Alman Şansölye Otto von Bismarck’ın organize ettiği bir Berlin Konferansı’nda buluştular (1884–85) ve Afrika’yı kendi aralarında nasıl bölüşecekleri konusunda bir anlaşmaya vardılar.
1914 yılına gelindiğinde, Afrika’nın yüzde doksanı Avrupa’nın kontrolüne girmişti. Sömürge topraklarının en büyük olanları İngiliz ve Fransızların kontrolü altındaydı ve Alman İmparatorluğu onların ardından üçüncü büyük hak sahibiydi; Belçika, Portekiz ve İtalya da önemli bölgelere sahipti. Ucuz işgücü, hammadde, altın (Afrika’nın güneyinde) sağlayan Afrika sömürgeleri hem Avrupa malları için açık bir pazar hem de gelecekteki dünya savaşlarında savaşacak Afrikalı askerler sağlayacak hazır bir kaynaktı.
GÖRSEL 1. Avrupa’nın sömürgeleştirdiği Afrika – 1914
Özellikle Mısır’daki Süveyş Kanalı çok stratejik bir öneme sahipti, Doğu ile Batı arasındaki denizaşırı ticaretin akışını sağlıyordu. Fakat Avrupa’nın Afrika Kıtası’nı, yerli grupları göz ardı ederek ve Afrika’nın yürürlükteki özyönetim sistemlerini geçersiz kılarak yeni devletlere ayrıştırması, yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkacak olan sorunların birikmesine yol açacaktı (bkz. sayfa 130).
Hükmet, İngiltere!
Kraliçe Victoria’nın saltanatı süresince (1837-1901) “üzerinde güneş batmayan” İngiliz İmparatorluğu dünyanın o kadar çok bölgesine uzanmıştı ki, imparatorluğun en azından bir parçası gerçekten de her zaman gün ışığı altındaydı. İngiltere, tarihteki en büyük imparatorluktu ve dünya nüfusunun yüzde yirmisinden daha fazlasına sahipti. Modern çağın ilk süper-gücüydü.
İmparatorluğun genişliği ve başarısı büyük ölçüde İngiltere’nin, ticaret yollarına hâkim olan ve ticari hudut noktalarını kontrol altında tutan güçlü Kraliyet Deniz Kuvvetleri’ne ve kendisine fethetme ve genişleme için gerekli araçları sağlayan Sanayi Devrimi’ndeki öncülüğüne dayanıyordu: demiryolları, buharlı gemiler ve otomatik silahlar…
İngiltere kendi sömürgelerinden aldığı şeker, çay, tütün ve özellikle Kuzey Amerika’daki eski sömürgelerinden getirttiği pamuk gibi ucuz hammaddeleri ithal ederek kâr sağlıyordu. Pamuk, İngiltere’nin buharla çalışan tezgâhlarında bükülüp dokunuyordu ve pamuklu kumaş imalatı ta ortaçağdan beri İngiltere ekonomisinin belkemiği olan geleneksel yünlü kumaşları geride bırakmıştı. Küresel pazar, İngiltere’nin Hindistan ve Mısır gibi daha az sanayileşmiş olan ülkelerdeki imalatçılardan daha ucuza ürettiği İngiliz pamuklu mallarıyla dolmuştu.
İngiliz İmparatorluğu ayrıca, köleliğin 1808’de kölelik karşıtı eylemlerin baskısı sonucu ortadan kaldırılmasına kadar Amerika’ya taşıdığı Afrikalı kölelerin ticaretinden elde ettiği kazançlarla da büyümüştü.
Kraliçe Victoria iktidara geldiği zaman imparatorluk merkantilist (lehte bir ticari dengeyi koruyacak şekilde düzenlenmiş gümrük vergileriyle ve ihracatın ithalattan daha fazla olduğu) bir ticaret anlayışına sahipti ve East India Company (Doğu Hindistan Şirketi) gibi tekelci ticari kuruluşların hâkimiyeti altındaydı. Victoria’nın saltanatı süresince İngiltere’nin ekonomisi, benimsenen serbest ticaret politikasının (ithalat veya ihracatta hiçbir vergi, kota veya kısıtlama olmaması) uygulamaya sokulmasıyla birlikte değişime uğradı. Victoria taraftarları bunun refahın anahtarı olduğuna inanıyorlardı.
Kruger’in Telgrafı
“Afrika Kapışması” sırasında Güney Afrika’da Transvaal’de büyük miktarda altın filizi keşfedildi. İngiliz altın arayıcılarının Johannesburg’un altın arazilerine akın etmeleri yakınlardaki İngiliz kontrolü altında bulunan Cape Colony’deki İngiliz yönetiminden kaçarak Transvaal’e yerleşmiş olan ve Güney Afrika dili konuşan Hollanda kökenli göçmen Boerleri rahatsız etti.
Britanya, Boer Krallığı’nı bölgedeki kendi üstünlüğü için bir tehdit olarak gördü ve Transvaal Hükümeti’ni devirmek için gizli bir plan hazırladı. Jameson Baskını denilen bu plan başarısızlığa uğradı ve baskına öfkelenen Alman Kayzer II. Wilhelm’in (Kraliçe Viktorya’nın torunu) 3 Ocak 1896’da Transvaal Devlet Başkanı Paul Kruger’e bir telgraf göndermesine neden oldu. Telgrafta “Siz ve halkınız, ülkenize saldırarak barışı bozmaya çalışan silahlı gruplara karşı, dost kuvvetlerin yardımına başvurmadan, kendi güçlü savunmanızla barışın yeniden tesis edilmesini ve ülkenin bağımsızlığının sürdürülmesini sağladığınız için şahsınıza en içten tebriklerimi sunuyorum,” deniyordu.
Kayzer’in telgrafı Britanya ile Almanya arasındaki gerginliği artırdı ve İngilizlere “hiçbir düşmandan korkmamak ve hiçbir dosta gereksinim duymamak” prensibine dayalı “muhteşem yalnızlık” politikalarına ilişkin tehlikeleri hatırlattı. İngiltere bunun hemen ardından Avrupa’yı bir savaş sürecine sokacak olan bir ittifak sistemine dahil olacak ve politikasını değiştirecekti.
Muhteşem Yalnızlık Sona Eriyor
İngiltere, İkinci Anglo-Boer Savaşı’nda (1899-1902) Boerleri bastırdı ve onların Afrika cumhuriyetlerini kendi topraklarına kattı, ancak bu çatışma Afrikalı-Avrupalılar arasında milliyetçiliğin yayılmasına yol açarak, bağımsızlıklarını İngiltere’den geri alma azmini güçlendirdi. Bu çelişki karşısında sarsılan İngiltere, imparatorluğunun güvenliği için korkmaya başladı. Bu önemli bir konuydu, çünkü İngiliz ekonomisi için imparatorluk hayati önem taşıyordu.
Britanya 1902’de kendi uluslararası etkisini güçlendirmek ve Çin’deki İngiliz ticaretini korumak için o sıralar Uzakdoğu’daki en büyük bölgesel güç olan Japonya’yla bir askeri ittifak yaptı. Bu ittifak, her iki ülkenin de hasmı olan Rusya’ya bir darbe vurmayı hedefliyordu. Rusya, çok yakın bir tarihte Mançurya’nın stratejik öneme sahip limanı Port Arthur’u işgal ederek Britanya’nın Çin’deki ticari çıkarlarını tehdit etmeye başlamıştı ve Japonya’nın arka bahçesi gözüyle bakılan Kore’yi ele geçirme ihtirası içindeydi. Şimdi İngiltere ve Japonya, Rusya veya başka bir güce karşı bir savaş durumunda birbirlerini destekleme konusunda karşılıklı güven kazanmışlardı.
İngiltere ayrıca aralarında uzun süredir devam eden sürtüşmeleri bir kenara bırakıp Fransa’yla Entente Cordiale (1904) denilen bir dostluk antlaşması yaptı. Bu antlaşma, Avrupa’da bir savaş çıkması halinde, özellikle 1871’de Prusya’nın yönetimi altında yaptığı birleşmeden beri çok güçlenen Almanya’ya karşı, her iki ülkeye de karşılıklı güvence sağlıyordu.
1910 yılına gelindiğinde İngiltere’nin üretim kapasitesi, Amerika ve Almanya tarafından gölgede bırakılmıştı. Üretim, 1912’de İngilizlerin Mısır’a, İtalyanların Libya’ya açılmaları nedeniyle tehdit altına girdi (bkz. sayfa 14) ve on yıl sonra 1919-22 Mısır Devrimi sırasında İngilizlerin kontrolünden zorla çekilip alındı. İngiliz İmparatorluğu her ne kadar topraklarını genişletmeyi Birinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasına kadar sürdürmeye devam ettiyse de artık İngiltere dünyanın önde gelen sanayi ve askeri gücü olmaktan çıkmıştı.
Çin İmparatorluğu Parçalanıyor
Dünyanın bir başka bölgesinde, Avrupalı güçlerin sömürge kontrolünden doğrudan kaçabilen Çin vardı. Fakat, en az iki bin yıldır uygarlığın merkezi olan ve 1644’ten beri Çing Hanedanı tarafından yönetilen Çin İmparatorluğu çökmeye başlamıştı. İngiltere’nin kârlı fakat yıkıcı afyon ticaretine devam etme serbestliği istemesiyle başlayan çatışmaların doğurduğu Afyon Savaşları (1839-42 ve 1856-60), Çin’in felç edici ödünlerle birlikte Hong Kong Adası’nı tazminat olarak İngiltere’ye verip kaybetmesiyle sonuçlandı.
Çin ayrıca kanlı bir iç savaşın (Taiping İsyanı, 1850-64) acısını yaşamış, Rusya’ya toprak kaptırmış, 1880’lerde Vietnam’da Fransa’yla çatışmış ve Kore’de Japonya’yla rekabete girmişti.
Avrupalılar orada ticari sömürü için bir fırsat gördüler, fakat imparatorluğa karşı hızlı bir saldırıya girişmeleri şiddetli bir tepkiye neden oldu ve 1899-1901 yılları arasında Fists of Righteous Harmony1 (Batılılar, dövüş teknikleri nedeniyle onlara “Boksörler” diyordu) adlı gizli bir grubun üyeleri tarafından yönlendirilen Boksör İsyanı’na yol açtı. Boksörler Çin’in kadim kültürünü tehdit etmekte olan Hıristiyan misyonerlerin faaliyetleri de dahil olmak üzere, Çin’deki Batı etkisine son vermeyi hedefliyorlardı. Çinli bir devrimcinin sözleri şöyleydi: “Ülkeme baktığım zaman, duygularımı kontrol edemiyorum. Yalnızca Rusya’nınkiyle aynı otokratik yönetime sahip olduğu için değil, 200 yıldır yabancı barbarlar tarafından ezildiğimiz için.”
Şiddet, Alman etkisi altında hızla sanayileşen bir bölge olan kuzey kıyı eyaleti Shandong’da patladı; çok az para ödenen Çinli işçiler, Avrupalıları öldüren Boksörler’e katıldılar. Pekin’de kurşunlardan doğaüstü güçler tarafından korunduklarını ileri süren Boksörler, yabancıların sığınmış olduğu Legation Quarter’ı (Yabancı Temsilcilikler Bölgesi) kuşatma altına aldılar. Batılı ittifak kuvvetleri onlara rahatlama sağlamak için yaklaşırken, Ana İmparatoriçe Cixi köylü milisleri destekleme yolunu seçti. Rusya, Japonya, Amerika ve Avrupalılardan oluşan uluslararası ittifak kuvvetlerinin Pekin’e ulaşmaları elli beş gün sürdü. Kuşatma altındaki yabancılar kurtarıldı ve yüzlerce Boksör işgal kuvvetleri tarafından idam edildi.
İmparatoriçe’ye, işin içindeki yabancı devletlere, Çin’in ekonomisini felce uğratacak derecede tazminat ödemesi emredildi. Tamamen zayıflayan Çing Hanedanlığı, on yıl sonra yapılacak bir askeri darbeyle dağılacak ve böylece Çin İmparatorluğu’nun sonu gelmiş olacaktı.
Gezgin, Tüketici Yeni Dünya
1900 yılında Batı toplumu eşi görülmemiş değişikliklerin olduğu bir yüzyılın içine girmenin sersemliği içindeydi. Tarıma dayalı ekonomiler, Sanayi Devrimi ile dönüşüme uğramıştı. Suyun ve beygirlerin gücünün yerini buharlı motorlar almış ve artık bunlar gemilerde, trenlerde ve 1890’lardan itibaren (içten yanmalı motoru olan) ilk modern otomobillerin piyasaya çıkmasıyla birlikte ilk defa binek araçlarda kullanılmaya başlanmıştı. Örgü ve dokuma makineleri tekstil dünyasını dönüştürmüştü. Yeni yöntemler dövme demir ve çelik ürünlerini yaratmış ve kömür madenciliği gelişmişti. Yollar iyileştirilmiş, kanallar ve demiryolları inşa edilmişti. Telefon ve telgrafın icadı, iletişimi değiştirmişti.
Girişim kültürünün ürünleri arasında, Doğu Mısır’daki Akdeniz’le Kızıldeniz’i birleştiren ve Avrupa, Kuzey Afrika ve Asya arasındaki ticaret yollarını kısaltarak küresel ticaret akışında devrim yaratan Süveyş Kanalı gibi mühendislik harikaları da yer alıyordu. Aynı şekilde kırk yıl sonra 1907-1914 arasında Birleşik Devletler tarafından inşa edilen ve Kuzey ile Güney Amerika’yı birbirine bağlayan dar kara şeridinin içinden geçen Panama Kanalı da (Panama Kıstağı) Atlantik ve Pasifik okyanusları arasındaki deniz ticaretini geliştirmiş ve uluslararası deniz ticaretinde hayati öneme sahip bir denizyolu haline gelmişti. Amerika’nın batı sahiline giden gemiler artık Güney Amerika’nın ucundaki Cape Horn’un etrafından dolanan tehlikeli rotayı izlemek zorunda kalmıyorlardı.
Yirminci yüzyılın başlarında insanlar, Amerikan Henry Ford Otomobil Fabrikası’ndaki montaj bandında birleştirilen arabalar gibi, seri üretilen tüketim mallarıyla tanıştılar. Bu yenilik, Ford’un Model-T arabalarının üretim süresini kısaltmıştı. 1918 yılına gelindiğinde Amerika Birleşik Devletleri’ndeki tüm arabaların yarısını bu arabalar teşkil ediyordu. Uygun fiyatlı ve büyümekte olan orta sınıfa pazarlanabilen Ford otomobilleri, Amerikalılar için motorlu taşıtla yolculuk yapabilme fırsatı yaratmıştı. Montaj bandı buluşu çok geçmeden başka tüketim malları için de uygulanmaya başlandı.
Batı kültürü, bilim ve teknolojik gelişmeler, ticaret bağlantıları ve sömürgecilik aracılığıyla dünyanın her tarafına yayıldı ve küreselleşme süreciyle birlikte uzak yerlerdeki milletleri de etkiledi.
İlk Motorlu Uçuş
1903 yılında Orville Wright, ABD’de Kuzey Karolina’da ilk defa içinde insan olan havadan ağır motorlu bir uçakla on iki saniye süren bir uçuş gerçekleştirdi. Bu, Orville ve Wilbur kardeşlerin yıllar boyu yaptıkları deneylerin doruk noktasıydı. 1909’da Fransız mucit ve havacı Louis Blériot, İngiltere’den Fransa’ya Manş Denizi üzerinden tek kanatlı bir uçakla uçarak Daily Mail gazetesi tarafından ortaya konulan 1.000 sterlinlik ödülü kazandı. Çok geçmeden uçaklar, ilk defa
İtalyan-Türk Savaşı (1911-12) sırasında İtalyanlar tarafından keşif ve bombalama amaçlı olarak savaş görevlerinde kullanılmaya başlandı. 1914 yılında Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasının ardından Fransız pilot Roland Garros, uçağının önüne sabit bir makineli tüfek yerleştirdi ve 1915’te Alman savaş uçağı pilotu Kurt Wingens, uçağın pervanesini geçerek ateş etmek üzere senkronize edilmiş bir makineli tüfekle silahlandırılmış bir savaş uçağıyla ilk hava zaferini kazandı.
Altın Yaldızlı Çağ
Sanayileşen uluslar her ne kadar dünya sahnesinde ekonomik güce sahip olsalar da kendi içlerinde bölünmüş bir toplum olmanın sancılarını yaşıyorlardı. Zengin aristokratlar ve orta sınıftakiler sanayileşmenin nimetlerinden fazlasıyla yararlanırken, fabrikalardaki yerlerini makinelerin aldığı işçi sınıfı ve yoksullar, makineyle çalışılan fakat düşük ücretli yeni işler bulabiliyorlardı. Hayat standartları alt seviyede kalmaya devam ediyordu.
Avrupa’nın 1870-1914 arasındaki iyimserlik, yenilik, bolluk ve istikrar dönemi “Belle Époque” olarak bilinir. Bu altın yıllar boyunca zengin sınıflar artan refahın tadını çıkarırken Paris de sanatçı ve yazarların merkezi haline geldi. Fransız başkentinin Art Nouveau tarzının doğal organik biçimleri dünyanın her yanında mimariyi etkiledi. Émile Zola gibi yazarlarda ifadesini bulan edebi gerçekçilik, modernizmin öncülerinden biriydi (bkz. sayfa 29).
Aynı tarihlerde, iç savaş sonrası Amerika, demiryollarının yaygınlaşması ve petrol arıtımı, çelik imalatı ve fabrikada üretilen ürünler sayesinde canlanan bir ekonomik gelişmeyle birlikte “Altın Çağ” dönemini yaşıyordu. Amerika’nın yeni zenginliğine paralel olarak, kırsal alanlardan göçüp gelenler ve çoğu, Avrupalı uluslardan daha iyi yaşam koşullarına kavuşmak için gelen yabancı göçmenlerin oluşturduğu muazzam bir işgücünün doğurduğu sosyal sorunlar baş göstermişti. Bu sosyal sorunlar, Mark Twain’in Charles Dudley Warner ile birlikte yazdığı Altın Yaldızlı Çağ: Bugünün Masalı (1873) adlı kitapta, ince bir zenginlik yaldızıyla maskelenmiş bir görüntü olarak anlatılıyordu.
İşçiler, Birleşin!
İngiltere’deki Victoria toplumu, kendi kendini yetiştirmiş adamların yeteneklerine göre takdir gördüğü ABD’nin aksine, bir beyefendinin öneminin ona miras kalmış olan toprakla belirlendiği inancı üzerine kurulmuştu ve bir beyefendi için en yüksek meslek ticari alanda değil, devlet içinde olabilirdi. Bu durum, arazi sahibi aristokratları ticaret yapan ve çalışan sınıflardan ayırıyordu, ayrıca bir başka ayrım da sanayici işverenlerle düşük maaş ve çalışma koşullarına içerleyen işçiler arasındaydı. Zengin ve dinsel motivasyona sahip hayırseverler bu zorlukları hayır işleriyle çözmeye çalıştılar, ancak giderilen ihtiyaçlar düzensizdi ve devlet tarafından sağlanan güvenlik ağı da bu konuda çok yetersizdi.
1910 yılına gelindiğinde İngiltere’nin ekonomik büyümesi durmuş, ücretler sabit kalmış ve fiyatlar yükselmişti, ayrıca kâr seviyesinin düşmemesi için İngiliz işçiler verimliliği artırma baskısı altına girmişlerdi. Grev yapan kibrit fabrikası çalışanlarını örnek alan havagazı işçileri ve liman işçilerinden pek çoğu ortak yardım almak için işçi sendikalarına katıldılar ve bu hareket, çalışan kesimin ücret ve çalışma koşullarını iyileştirme amacı güden “Büyük Huzursuzluk” diye adlandırılan bir grev dalgasının yayılmasına yol açtı. 1926’da İngiltere, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından ortaya çıkan bir ekonomik kriz sırasında, grev yapan İngiliz maden işçilerinin diğer sanayi işçileriyle dayanışma içinde katıldığı ilk genel grevi yaşayacaktı. Fakat orta sınıftan gönüllüler, yasal zorluklar ve korku dolu sendika liderlerinin oluşturduğu koşullar, bu grevin sona ermesine neden oldu.
Özel teşebbüs ve serbest piyasa kapitalizmiyle ilişkili sosyal eşitsizlikler, başka bir hareketin, yani sosyalizmin gelişmesini tetikledi. İşçi hareketi, kapitalist sistem içindeki işçiler için koşulları iyileştirmeyi amaçlarken, sosyalistler kapitalizmi, işçilerin üretim araçlarının mülkiyetini ve kontrolünü paylaştığı yeni bir sistemle değiştirmek istiyorlardı. Meslek sendikacılarıyla ittifak kuran Avrupa sosyalistleri, Alman ekonomist ve devrimci Karl Marx’ın sloganından esinlenen uluslararası bir emek hareketine öncülük ettiler: “Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!” Onlar, günde sekiz saat çalışma süresini de kapsayan daha iyi çalışma koşulları talep ediyorlardı.
İngiltere ve diğer gelişmiş Batılı ülkeler, yirminci yüzyılın başındaki değerli birkaç yıllık istikrar sırasında yeni ortaya çıkan kitlesel işçi sınıfının hareketlerine uyum göstermeyi başardılar. Ancak bazı uluslar için bu yıllar, yaklaşan ya da asıl devrimin öncesi olan yıllardı.
Rusya Çatırdıyor
Batıda Polonya’dan, Asya’nın uzakdoğusundaki Kamçatka Yarımadası’na kadar uzanan Çarlık Rusya İmparatorluğu, 1900’lerde buralara sınırları olan dünyanın en büyük komşu devletiydi.
Rusya’nın muazzam nüfusu, Almanlar ve Asyalılar, Ruslar, Polonyalılar ve diğer birçok Slav halklarının da içinde olduğu farklı milletlerden oluşuyordu ve bu kadar çok ulusun bir arada olması nedeniyle sürekli bir siyasal gerilim vardı. Rus kültürü, Rus Ortodoks Kilisesi tarafından desteklenen Hıristiyanlığa öncelik verilerek imparatorluğun her yerine zorla dayatılıyordu. Rus Yahudileri, Rusya’daki diğer azınlıklar gibi, tüm haklarından mahrum edilmişti. Nüfusun yaklaşık yüzde seksen beşi köylüydü; 1861’de Rus özel mülklerindeki köleliklerinden azat edilen köylüler, yüzyılın başında ülkenin en fakir topraklarında büyük yoksulluk içinde yaşıyorlardı.
Rusya İmparatorluğu, sanayileşme konusunda rakibi olan İngiltere, Fransa ve Almanya imparatorluklarına kıyasla yavaştı; fakat 1892’den itibaren Trans-Sibirya ve Çin Doğu Demiryolları’nı da içine alan altyapı gelişti. Yeni fabrikalar kurmak üzere ülkeye yabancı sermaye girişi başladı ve yirminci yüzyılın başında Rusya dünyanın en büyük dördüncü çelik üreticisi ve en büyük ikinci petrol kaynağına sahip ülkesi haline geldi.
Hızlı sanayileşme binlerce topraksız köylüyü şehirlere çekti ve yeni bir sanayi işçi sınıfı ortaya çıkardı. Sert koşullarda yaşayan ve çalışan köylülerin (günde ortalama on bir saatlik çalışma) hayatlarını iyileştirecek hiçbir şeyleri yoktu: Sendikalar yasa dışıydı, grev yasaktı ve Rus ordusu huzursuzluğu zor kullanarak bastırıyordu. Bu arada, çalışan nüfus arasında devrimci fikirler giderek yayılıyordu.
1894’ten sonra imparatorluğu Çar II. Nikola yönetti. Marksist devrimci ve teorisyen Ukraynalı Leon Troçki (o zamanlar Ukrayna, Rus İmparatorluğu’na bağlıydı) bir keresinde şöyle demişti: “Nikola atalarından sadece dev bir imparatorluk değil, aynı zamanda bir devrim miras aldı. Ama ona bir imparatorluğu, hatta bir ülkeyi yönetebilecek çapta bir özellik miras kalmadı.”
2. Emperyal Rakipler: Rusya ve Japonya.
Çar, İçişleri Bakanı Vyacheslav Plehve’ye reformcuları ve devrimcileri bastırma görevi verdi. Plehve, Rusya’daki devrimcilerin yüzde 90’ının Yahudi olduğunu iddia ederek çeteleri onlara karşı (Yahudi Kıyımı olarak bilinen) şiddetli saldırılar yapmaları için kışkırttı ve pek çok Yahudi’nin Rusya’yı terk ederek Amerika’ya gitmesine neden oldu.
Plehve ve Çar, Japonya’nın Çin-Japonya Savaşı’nda (1894-95) Çin’i yenilgiye uğratmasından sonra hızla gerilemekte olan Çin İmparatorluğu’nda kendileri için bir genişleme fırsatı gördüler. Hedeflerinde Liaodong eyaletinde yıl boyunca faaliyete hazır Port Arthur da dahil olmak üzere Mançurya vardı ve Kore, rakip Japonya İmparatorluğu’nu, yirminci yüzyılın ilk büyük savaşı olan Rus-Japon Savaşı’nda (1904-5) misilleme yapmak için kışkırttı. Çar II. Nikola Rusya’nın yenilgiye uğramasından sorumlu tutulurken, Japonya’nın kesin zaferi, onun güçlü bir sanayi ulusu olarak ortaya çıkmasını onaylamış oldu. Rus devrimciler, özellikle sürgündeki Vladimir Lenin’in 1905’teki “Rusya’nın köylüleri ve işçileri, yalnız değilsiniz! Eğer feodal despotları, polis destekli toprak ağalarını ve Çarlık Rusya’sını devirmeyi, ezmeyi ve yok etmeyi başarabilirseniz, bu zaferiniz sermayenin zulmüne karşı mücadele veren dünya için bir işaret görevi yapacaktır,” sözlerinin ardından harekete geçme kararı aldılar.
Kanlı Pazar Katliamı
Rus fabrikalarındaki sert koşullardan ve reform eksikliğinden memnun olmayan radikal bir rahip olan Peder Georgy Gapon 1903’te bir Rus İşçileri Meclisi kurdu. Bir yıl sonra, meclisin dört üyesinin bir demir fabrikasında görevden alınması üzerine Gapon 100 bin işçi ile birlikte Çar’a, sekiz saatlik mesai süresi, daha yüksek ücret, iyileştirilmiş koşullar ve evrensel kapsamlı oy verme çağrısı yapan imzalı bir dilekçe sunmak için St. Petersburg’da bir yürüyüş düzenledi.
Çar’ın askerleri kalabalığa saldırarak 100’den fazla kişiyi öldürüp 300 kişiyi yaraladı. Bu olay, Rusya’daki 1905 Devrimi’ni tetikledi. Potemkin Zırhlısı’nda bir isyan çıktı, işçi grevleri başladı, St. Petersburg’da ve diğer şehirlerde Sovyet adı verilen meclisler -ya da işçileri temsil eden seçilmiş organlar- kuruldu. Orta sınıf meslek sahipleri de bir sendikalar birliği kurarak ve bir kurucu meclis talebinde bulunarak bu eylemlere katıldı. Baskılara boyun eğen Çar II. Nikola, konuşma, toplanma ve örgütlenme özgürlüğü tanıyan, yargılanmadan hapse atılmayı önleyen reformlara yönelik olarak çalışmak üzere seçilmiş bir yasama organı olan Duma’nın (Rus Parlamentosu) kurulmasına izin veren Ekim Bildirgesi’ni yayınladı.
Çar, 1906’da ilk devrimin başarısız olduğunu ileri sürerek sözünden döndü ve Duma’yı feshetti, fakat gelecekteki isyanın ve Rus İmparatorluğu’nun çöküşünün tohumları artık ekilmişti (bkz. sayfa 62).
Halk İsyanları Yayılıyor
Yozlaşmış otokratik hükümdarlara, baskıcı rejimlere ve eşitsizliklere karşı duyulan hoşnutsuzluklar dünyanın her yanında devrimcileri harekete geçirdi.
Otuz yıldır hükümette olan diktatör Başkan Porfirio Díaz’ı deviren Meksika Devrimi (1910-20), Diaz’ın bir seçim yapma kararı sonucu patlak verdi. Meksika’nın tarımla uğraşan nüfusu yoksulluk içinde yaşıyor ve ülkeyi yıllarca şiddet ve siyasi istikrarsızlık içine sokacak bir isyan dışında herhangi bir seçenek göremiyordu.
Müsrif ve aciz Muzaffereddin Şah tarafından yönetilen çökmüş Acem İmparatorluğu (bugünün İran toprakları) 1905-1907 yılları arasında bir devrim yaşadı. Bu devrim, yeni bir anayasaya, Şah’ın tahttan el çekmesine ve İran’da bir parlamentonun kurulmasına yol açtı. Ancak 1907’de İngiltere ve Rusya’nın, Anglo-Rus Antlaşması’nı bitirip, Büyük Oyun diye bilinen -İngiltere’nin Rusya’yı, sömürgesi Hindistan’a karşı tehdit olarak gördüğü- Orta Asya’daki yıllar süren rekabeti sona erdirerek İran’ı kendi aralarında paylaşmaları sonucu, İran İmparatorluğu özerkliğini kaybetti. Devletleri yok etmeyi ve onların yerine devletsiz toplumlar getirmeyi hedefleyen anarşistler de çeşitli ülkelerde faaliyete geçmişlerdi ve 1900 yılında İtalya Kralı I. Umberto ile 1901’de Amerika Başkanı William McKinney’in öldürüldüğü suikastlar da dahil, birçok bireysel terör eylemi gerçekleştirdiler. Anarşistler, halk muhalefet güçlerine şiddeti ve radikalizmi getirdiler.