Kitobni o'qish: «Hint masalları»
Önsöz
Yayımlayacağımız kitapları seçerken göz önüne aldığımız pek çok ölçüt var: Söz konusu kitabın yayın ilkelerimize ve çizgimize uygunluğu, daha önce dilimize çevrilmemiş olması, yayın dünyasında bir boşluğu dolduracak olması ve elbette ki bizi heyecanlandırması.
2018 yılı için yayın programımızı şekillendirirken bir Japon masalları seçkisiyle karşılaştığımızda ölçütlerimizin hepsine ziyadesiyle uyduğunu fark ettik ve hemen bir masal dizisi çalışmalarına başladık.
Dizi için öncelikle üç ülke seçtik: “Güneşin Doğduğu Ülke1” Japonya, rengârenk kültüründen beslenen rengârenk masallarıyla Hindistan, uzun ve karanlık kış gecelerini zengin masal geleneğiyle aydınlatan Rusya.
Yayımlayacağımız versiyonu bulmaya çalışırken pek çok masal seçkisini inceledik ve en sonunda içimize en çok sinen, okurken en çok keyif aldığımız ve okuyuculara ulaştırmayı en çok istediklerimizi belirledik. Bolca araştırma içeren çeviri ve düzelti sürecinin ardından bu kez “Bu masalları en iyi yansıtan kapak nasıl olmalı?” sorusunun peşine düştük. Bu kültürlerin en önemli figürlerinin kapakta bulunmasını istedik. Uzun bir hazırlık süreci ve pek çok denemenin ardından hayalimizdeki kapaklara ulaştık.
Masal, sözlü anonim halk edebiyatıdır. Anlatı yoluyla nesilden nesle ulaşmış, nihayetinde de bir yazar tarafından yazıya dökülerek kalıcı hâle gelmiştir. Her ne kadar masal kahramanları ve yaratıkları doğaüstü, masallardaki olaylar ise gerçekdışı olsa da, masalların o toplumun bir yansıması olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Öyle ki her ülkenin masalları tıpkı kültürleri gibi diğerlerinden tamamen farklıdır. Bizim seçkimizdeki ülkelerde olduğu gibi. Kimisinin ana teması dostlukken diğerininki korku ve ölüm olabiliyor. Fakat bir zamanlar hiçbir teknolojik ürünün olmadığını düşünürsek, masalların toplumların sosyal hayatlarında ne kadar önemli bir boşluğu doldurduğunu tahmin etmek zor değil.
Giriş
Bu kitapla, Hint-Avrupa dünyasının en doğu ucuna yolculuk edeceğiz. Gideceğimiz yerde Hindu ülkesinin parlak güneşi ve kurak toprakları bizi bekliyor. Avrupa'da artık kimse periler, cüceler, cadılar ve canavarlara pek inanmıyor. Buna karşılık, Hint diyarında ise animizm2 tüm gücüyle yeşermeye devam ediyor.
Ülkeler ve yerel karakterler farklı olsa da masallar, işleyiş bakımından olmasa bile konu ve olaylar bakımından aynıdır. Bu ciltteki masalların büyük çoğunluğu Batı’da bir şekilde bilinegelmiştir. Sorun, bu masalların hem Batı’da hem de Doğu’da aynı anda nasıl var olduğunu açıklamaya gelince ortaya çıkmaktadır. Almanya’da Benfey, Fransa’da M. Cosquin ve İngiltere’de Clouston gibi bazı araştırmacılar, Hindistan’ı masalların ortaya çıktığı yer ilan etmiş ve tüm Avrupa masallarının Haçlılar, Moğol misyonerler, Çingeneler, Yahudiler, tüccarlar ve seyyahlar aracılığıyla Doğu’dan Batı’ya getirildiğini savunmuştur. Bu meseleyi bir dava olarak kabul edersek, davanın hâlâ sonuçlanmadığını ve bu konuyu ancak bir avukat gibi ele alabileceğimizi söyleyebiliriz. Bugüne kadarki tecrübeme dayanarak Hindistan üzerine kısa bir ders vermeye yetkin olduğumu düşünüyorum. Avrupalı çocukların ortak masallarının -ki bunlar bütün masalların üçte birinden fazladır- Hindistan kaynaklı olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle, birçok komik hikâye ve tekerlemenin kökenini kolaylıkla Hint yarımadasına götürebiliriz.
Elbette çok sayıda fıkra ve masalın, Haçlı Seferleri zamanında edebi yollarla Batı’ya aktarıldığına dair fazlasıyla kanıt mevcut. Avrupa’da Bidpai Fablları, Yedi Bilge Efendi, Gesia Romanorum ve Barlaam ile Josaphat adlarıyla bilinen masallar, ortaçağda son derece popülerdi; içerikleri, bir yandan keşiş vaizlerin Exempla’sına, diğer taraftan ise İtalya Novelle’sine geçmiş ve böylece, yıllar sonra ortaya çıkacak olan Elizabeth Dönemi tiyatrosuna da katkıda bulunmuştur. Belki Avrupa halk masallarındaki olayların neredeyse onda biri, bu kaynağa götürülebilir.
Avrupa ve Hindistan arasında daha erken dönemde bir edebi temasın varlığının işaretleri, halk masallarının bir diğer dalı olan fabl veya hayvan masallarında görülmektedir. Daha ayrıntılı bir çalışmada, Sisamlı köle Ezop'un adıyla verilen fablların büyük bir kısmının Hindistan kaynaklı olduğu, muhtemelen jatakalar yani Buda’nın doğum hikâyelerinin kullandığı kaynaktan geldiği sonucuna vardım. Bu jatakalar, özgün ve eski Hint masallarının büyük bir bölümünü içermekte ve dünyanın en eski halk masalları koleksiyonunu teşkil etmektedir. Alman Grimm kardeşlerin masal derlemek amacıyla halk arasına karışıp muhteşem sonuçlar elde etmesinden iki bin yıl önce, Hint masalları külliyatı vardı. Bu nedenle, bu masalların büyük bölümünü bu cilde dahil ettim. İki bin yıl önce dindar Budistleri güldüren ve hayrete düşüren bu masallar, dünyanın diğer köşelerinde aynı etkiyi göstermezse çok şaşıracağımı belirtmek isterim. Jatakaların İngilizce tercümeleri, yetkin ve dilin hakkını veren çevirmenlerce tamamlandığı için çok şanslıyız. Bu cilt için Christ’s College, Cambridge’den W. H. D. Rouse’un çevirdiği iki yeni jatakayı eklemekten büyük sevinç duymaktayım.
Hint masalları, mevcut en eski masallar olsa da bir başka açıdan bakıldığında en yeni olanlardır. Çünkü Hint masallarının modern koleksiyonu, yalnızca yirmi beş yıl önce Bayan Frere’in dikkat çekici çalışması Old Deccan Days (Londra, John Murray, 1868; dördüncü baskı, 1889) ile başladı. Onu, Bayan Stokes, Bayan Steel, Yüzbaşı Temple (şu anda binbaşı), Hindu din alimi Natesa Sastri, Bay Knowles ve Bay Campbell gibi birçok araştırmacı Indian Antiquary ve The Orientalist gibi dergilerde masallar yayımlayarak izledi. Son yirmi beş yıldır modern Hindistan’ın hikâye deposuna dalmış bulunmaktayız. Gerçi ülkenin muazzam büyüklüğü, ek çalışma ve koleksiyonlara fırsat sağlıyor. Hâlihazırda derlenmiş malzemeler söz konusu olduğunda, Avrupa halk masallarındaki en yaygın olayların büyük kısmı Hindistan’da bulunmuştur. İster burada ortaya çıkmış isterse ödünç alınmış olsun, kesin bir karara varabilmek için çok az kıstasa sahibiz; fakat Hindistan’da halk arasında hâlâ yaygın olan bu masalların bir kısmını, bin yıl öncesine dayandırmak mümkün olduğu için masalların Hint kökenli olduğu görüşü ağırlık kazanmaktadır.
Bütün bu kaynaklardan yani jatakalar, Bidpai masalları ve daha yeni koleksiyonlar içinden, fabl ve halk masalları türünü en iyi anlattığını düşündüklerimi seçtim. Daha önce tekrar tekrar anlatılmış olanları tekrarlamamak adına, Grimm kardeşler tarzı masalları çok fazla eklemedim. Bu durum, Hindistan savını belli ölçüde zayıflatmış oldu. Gençlere de hitap edebilme ihtiyacı, “Masallar Okyanusu” (Katha-Sarit Sagara) olarak adlandırılabilecek Somnadeva’nın masal külliyatından ancak kısıtlı bir şekilde faydalanabilmeme sebep oldu. Orijinal şekli Pali ve Sanskrit dillerinde olan bu masalları, genellikle de Benfey’in Almanca çevirisi ve Profesör Rhys-Davids’in güzel İngilizce çevirisinden aldım. Prof. Rhys-Davids’e, kendi yaptığı jatakalar çevirisini kullanmama izin verdiği için teşekkür ediyorum.
İlk derlemeciler veya derlemeleri yayımlayanların yardımı sayesinde temsil niteliğindeki bu Hint Masalları koleksiyonunu tamamlayabildim. Özellikle, benim için bir istisna yaparak çok hoş bir hikâye olan “Punçkin” ve yine sevimli bir mit olan “Güneş, Ay ve Rüzgâr Akşam Yemeğine Çıkar” adlı masalları kullanmama izin verdiği için Bayan Frere’e teşekkür ediyorum. Bayan Stokes da Hint Masalları başlıklı çalışmasındaki karakteristik örnekleri kullanmama izin verme nezaketini gösterdi. Sayın Temple’ın hayranlık uyandıran çalışması Wideawake Stories’den masallar seçebildiğim için kendisine şükran borçluyum. Sayın Kegan Paul, Bay Knowles’a ait Folk-tales of Kashmir adlı eseri kullanmama izin verdi. Sayın W. H. Allen, Bayan Kingscote’un Tales of Sun adlı eserini kullanabilmem için aynı şekilde yardımcı oldu. Sayın M. L. Dames, kendisinin henüz basılmamış Beluç halk masalları koleksiyonunu kullanmama izin vererek Hindistan’ın basılmış masal külliyatına yenilerini eklememi sağladı.
Hindu halkının hayal gücüne dayalı bu güzel masallara hoş ve eğlendirici bir biçim verdiğimiz için kendimi ve işbirliği yaptığım dostum J. D. Batten’ı kutlamak istiyorum. Kendisinin başardığı üzere, hem Hindu hem de dünyanın diğer halklarının ihtişamı ve mizah anlayışını somutlaştırmak kolay bir iş değildir. İşte bu, masalların belli bir topluma ait olmaktan öteye gittiğinin kanıtıdır. Masallar insana aittir.
Joseph Jacobs
Aslan ve Turna
Bir zamanlar Bodhisatta, Himavanta bölgesinde beyaz bir turna olarak dünyaya gelmişti. Brahmadatta, o sıralarda Benares bölgesini yönetmekteydi. Kaza bu ya, aslanın biri et yerken boğazına kemik takılıverdi. Boğazı şişti, yemek yiyemez hâle geldi. Canı çok yanıyordu. Bir ağaca tünemiş yemek ararken, aslanın hâlini gören turna sordu: “Neyin var, dostum?” Aslan, sıkıntısının sebebini anlattı.
“Kemiği çıkararak seni bu dertten kurtarabilirim dostum fakat beni yiyeceğinden korktuğum için ağzından içeri girmeye cesaret edemiyorum.”
“Lütfen, korkma dostum. Seni yemem. Hayatımı kurtar, tek dileğim bu.”
“Pekâlâ,” dedi turna ve aslandan sol tarafı üzerine yatmasını istedi. Ama içinden, “Bu hayvanın ne yapacağı belli olmaz,” diye geçirdi. Aslanın iki çenesi arasına küçük bir sopa yerleştirerek ağzını kapamasını engelledi. Sonra başını aslanın ağzına sokup hayvanın boğazına sıkışmış kemiğe gagasıyla vurdu. Bunun üzerine kemik düştü. Kemiği çıkarır çıkarmaz turna, küçük sopaya gagasıyla vurdu ve sopa, aslanın ağzından dışarı fırladı. Sonra da bir dala tünedi. Aslan kısa sürede iyileşti. Yine bir gün öldürdüğü bir bufaloyu yiyordu. Bunu gören turna kendi kendine, “Şunun bir ağzını arayayım,” diye düşündü. Aslanın hemen tepesinde bir dala yerleşip ilk dizeyle sözü açtı:
“Ey Hayvanların Kralı! Sana güzel hizmet ettim elimden geldiğince.
Peki, karşılığında ne alacağım sizce?”
Buna cevaben Aslan ikinci dizeyi okudu:
“Kandan beslenmek için daima av peşinde koşarım
Bir zamanlar dişlerim arasında olup da şu an hâlâ hayatta kalman ödülün.”
Buna yanıt olarak turna, dört dize ile cevap verdi:
“Kıymet bilmez, iyilik etmez. Kendine gösterilen saygıyı başkasına göstermez.
Minnettarlık bilmez bu krala hizmet etmek faydasızdır.
Dostluğu, belli ki güzel işlerle kazanılmaz.
En doğrusu, kıskanmadan ve incitmeden yanından uzaklaşmaktır.”
Bu sözleri söyledikten sonra turna kanat çırpıp uçarak uzaklaştı.
Büyük Öğretmen Buddha Gautama bu hikâyeyi anlatıp ekledi: “O aslan Hain Devadatta’nın ta kendisiydi, beyaz turna ise benden başkası değildi.”
Raja’nın Oğlu, Prenses Labam’ı Nasıl Kazandı?
Ülkenin birinde bir Raja yaşardı. Tek evladı olan oğlu, her gün avlanmaya giderdi. Bir gün annesi Rani dedi ki: “Bu üç tarafta dilediğin gibi avlanabilirsin ama şu dördüncü tarafa sakın gitme.” Kadın böyle bir uyarıda bulundu çünkü dördüncü tarafa gittiği takdirde oğlunun güzel Prenses Labam’ın varlığından haberdar olacağını, sonra da Prenses’i bulmak için anne ve babasını bırakacağını biliyordu.
Genç Prens annesini dinledi ve bir süre boyunca onun sözünden çıkmadı. Fakat gitmesine izin verilen üç tarafta avlandığı bir gün, annesinin dördüncü taraf hakkında söyledikleri aklına geldi. O tarafta avlanmasının neden yasaklandığını öğrenmeye karar verdi. O tarafa vardığında kendini bir ormanda buldu ve burada papağanlardan başka kimse yoktu. Genç Prens, içlerinden birine nişan alınca hepsi kanat çırpıp göklere uçtu. Biri hariç. Bu kuşun adı, Hiraman papağanıydı ve ormandaki kuşların rajasıydı.
Hiraman papağanı yalnız başına kaldığını görünce diğer papağanlara seslendi: “Uzaklara uçup da beni burada Raja’nın oğlunun ateşi altında, yalnız başıma bırakmayın. Beni terk ederseniz, Prenses Labam’a anlatırım.”
Bunun üzerine bütün papağanlar tekrar Rajalarının yanına geldi. Prens inanılmaz şaşırdı ve dedi ki: “İnanamıyorum, bu kuşlar konuşabiliyor!” Sonra papağanlara döndü: “Prenses Labam da kim? Nerede yaşar?” Ama papağanlar, Prenses’in nerede yaşadığını ona söylemeyeceklerdi. “Prenses Labam’ın ülkesine asla ulaşamazsın.” Ağızlarından başka bir laf alamadı.
Prens, papağanların başka bir şey söylememesine çok üzüldü. Silahını yere atıp evine gitti. Dili tutulmuş gibi tek kelime etmedi, yemeden içmeden de kesildi. Dört beş gün yatağında yattı, çok hasta görünüyordu.
Nihayet anne babasına Prenses Labam’ı görmek istediğini söyledi. “Gitmek zorundayım,” dedi, “Nasıl biri olduğunu görmek zorundayım. Ülkesinin nerede olduğunu bana anlatın.”
“Nerede olduğunu bilmiyoruz,” dedi annesiyle babası.
“O hâlde arayıp bulmalıyım,” dedi Prens.
“Olmaz, katiyen olmaz,” dedi anne ve babası. “Bizi bırakamazsın. Sen bizim tek evladımızsın. Yanımızda kalmalısın. Hem, Prenses Labam’ı bulman imkânsız.”
“Bulmak zorundayım,” dedi Prens. “Hem Tanrı bana bir yol gösterecektir. Hayatta kalır da onu bulursam, size geri döneceğim. Belki de ölürüm, o zaman sizi bir daha göremeyeceğim. Bunu biliyorum ama yine de gitmek zorundayım.”
Oğullarının gitmesine izin vermek zorunda kaldılar. Ondan ayrılırken çok ağladılar. Babası, güzel giysilerle güçlü bir at verdi oğluna. Sonra Prens; tabancası, ok ve yayı dışında birçok silaha kuşandı, “Zira,” dedi, “bunlara ihtiyacım olabilir.” Ayrıca babası yüzlerce rupi verdi.
Prens, yolculuk için atını hazırlayıp anne ve babasıyla vedalaştı. Annesi, şekerleme ve tatlılarla doldurduğu mendilini oğluna verdi. “Çocuğum,” dedi, “karnın acıkınca bu şekerlemelerden ye.”
Ardından Prens, yolculuğuna başladı. Bir ormana varana dek atını sürdü. Burada su dolu bir sarnıç ve etrafını gölgelendiren ağaçlar vardı. Sarnıçtaki suyla kendini ve atını yıkadı, sonra bir ağacın altına oturdu. “Şimdi,” dedi kendi kendine, “annemin verdiği şekerlemelerden biraz yiyip su içeyim. Sonra yoluma devam ederim.” Mendilini açıp bir tane şekerleme çıkardı. Şekerin üzerinde karınca vardı. Sonra başka bir tane çıkardı. Sonra bir tane daha, derken bütün şekerlemeleri çıkardı ama hepsi karıncalıydı. “Neyse,” dedi, “şekerlemeleri yemeyeceğim. Karıncalar yesin.” Bunun üzerine, Karıncaların Rajası gelip tam karşısında durdu: “Bize çok iyi davrandınız. Başınız derde girerse, beni düşünün. Biz imdadınıza yetişiriz.”
Raja’nın oğlu karıncaya teşekkür edip atına atladı ve yoluna devam etti. Başka bir ormana varana dek atını sürdü. Burada acıyla kükreyen bir kaplan gördü, hayvanın ayağına diken batmıştı.
“Ne diye inliyorsun böyle?” diye sordu genç Prens. “Neyin var?”
“On iki yıldır ayağımda diken var,” diye cevapladı kaplan. “Çok canım yanıyor. O yüzden inliyorum.”
“Pekâlâ,” dedi Raja’nın oğlu, “dikeni çıkaracağım ayağından. Ama seni derdinden kurtarınca, beni yemeyeceğin ne malum? Ne de olsa kaplansın.”
“Yo, hayır,” dedi kaplan, “asla yemem seni. Beni şu illetten kurtar, yeter.”
Bunun üzerine Prens, cebinden küçük bir bıçak çıkararak kaplanın ayağındaki dikeni kesip çıkardı. Ama bıçağın darbesiyle kaplan eskisinden de yüksek sesle kükredi. Öyle ki diğer ormandaki karısı bile sesini duyup ne oluyor diye yanına koşturdu. Kaplan, karısının geldiğini görünce Prens’i sakladı.
“Neden öyle kükredin, biri bir şey mi yaptı?” dedi karısı. “Kimse bir şey yapmadı,” diye cevap verdi kocası, “sonunda biri gelip ayağımdaki dikeni çıkardı. Üstelik bir Raja’nın oğluymuş.”
“Nerede, peki? Göster bana onu,” dedi karısı.
“Onu öldürmeyeceğine söz verirsen çağırırım,” dedi kaplan.
“Öldürmeyeceğim. Görmek istiyorum, o kadar,” dedi karısı.
Bunun üzerine kaplan, Raja’nın oğlunu çağırdı. Prens gelince, kaplan ve karısı tarafından defalarca selamlandı.
Sonra Prens’e güzel bir akşam yemeği yedirdiler ve Prens kaplanların yanında üç gün kaldı. Her gün kaplanın ayağına bakım yapıyordu. Üçüncü günün sonunda kaplanın ayağı tamamen iyileşti. Prens, kaplan ve karısına veda etti. Kaplan dedi ki: “Başın derde girecek olursa, hemen beni düşün. Yanına gelirim.”
Raja’nın oğlu, üçüncü bir ormana varana dek atını sürdü. Burada öğretmenleri ve efendileri ölmüş dört Fakir3 ile karşılaştı. Efendileri ardında dört şey bırakmıştı: üzerine oturanı dilediği yere götüren bir yatak; sahibine mücevher, yiyecek, giysi gibi ne dilerse veren bir çanta; en yakındaki kuyu kilometrelerce uzakta olsa bile sahibine dilediği kadar su veren taş kâse ve son olarak bir sopa ve ip. Biri onunla savaşacak olursa sahibinin tek yapması gereken “Sopa, burada ne kadar adam ve asker varsa hepsini perişan et,” demekti. Sopa hemen hücuma geçip saldırganlara vurur, ip ise hepsini bağlardı.
Dört Fakir oturmuş, bu eşyalar için tartışıyorlardı. Biri “Ben şunu istiyorum,” derken, diğeri “Olmaz, onu ben alacağım,” diye karşı çıkıyordu. Böylece tartışıp duruyorlardı.
Raja’nın oğlu onlara dönüp dedi ki: “Bu eşyalar için kavga etmeyin. Okumu atacağım, ilk kim yetişirse birinci eşyayı yani yatağı o alacak. İkinci oka ulaşan kişi, ikinci eşyayı yani çantayı alacak. Üçüncü oka kim yetişirse, kâse onun olacak. Son olarak, dördüncü oka yetişen, sopa ve ipi alacak.” Kabul ettiler. Prens, ilk okunu fırlattı. Fakirler oku almak için yarıştılar. İlk oku getirdiler. Bu sefer prens, ikinci oku fırlattı. Onu da bulup getirdiklerinde, üçüncüsünü ve son olarak da dördüncü oku attı.
Uzaklarda dördüncü oku aradıkları sırada Raja’nın oğlu, atını ormana saldı. Kendisi ise kâse, çanta ve sopa ile ipi yanına alarak yatağa oturdu. Sonra dedi ki: “Yatak! Beni Prenses Labam’ın ülkesine götür.” Küçük yatak birden göklere yükseldi, Prenses Labam’ın ülkesine ulaşana dek uçup orada yere indi. Raja’nın oğlu gördüğü birkaç adama sordu: “Burası kimin ülkesi?”
“Prenses Labam’ın ülkesi,” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Prens yoluna devam etti. Nihayet bir eve vardı. Burada yaşlı bir kadın oturuyordu.
“Sen kimsin?” dedi kadın. “Nereden geliyorsun?”
“Uzak diyarlardan geliyorum,” dedi Prens, “Bu gece sizinle kalabilir miyim?”
“Hayır,” diye yanıt verdi yaşlı kadın, “benimle kalamazsın. Zira kralımızın emri var: Başka ülkeden gelen adamlar onun ülkesinde kalamazlar. Bu yüzden evimde misafir edemem seni.”
“Teyzem sayılırsın,” dedi Prens, “ne olur, bu gecelik kalayım. Görüyorsun ya, akşam oldu. Şimdi ormana gidersem vahşi hayvanlar beni yer.”
“Pekâlâ, bu akşamlık burada kalabilirsin ama yarın sabah erkenden gitmen gerek. Kral, geceyi evimde geçirdiğini duyacak olursa beni yakalatıp hapse attırır.”
Kadın, Prens’i evine aldı. Raja’nın oğlu çok mutluydu. Yaşlı kadın yemek hazırlamaya koyuldu ama Prens onu durdurdu. “Teyzecim,” dedi, “ben sana yiyecek veririm.” Elini çantasına sokup “Çanta! Akşam yemeği istiyorum,” dedi. Çantanın içinden hemen iki altın tepsiye konmuş leziz bir akşam yemeği çıktı. Yaşlı kadın ve Raja’nın oğlu birlikte yemek yediler.
Yemekleri bitince, yaşlı kadın dedi ki: “Şimdi biraz su getireyim.”
“Dur, zahmet etme,” dedi Prens. “Dilediğin kadar su gelecek önüne.” Kâsesini çıkarıp şu sözleri söyledi: “Kâse! Biraz su istiyorum.” Bu sözlerin ardından kâse suyla doldu. Ağzına kadar dolunca Prens, “Kâse, dur!” diye bağırdı, kâse hemen durdu. “Gördün mü, teyzecim. Bu kâse yanımda oldukça dilediğim kadar su içebilirim.”
Gece olmuştu. “Teyzecim,” dedi Raja’nın oğlu, “lambayı neden yakmıyorsun?”
“Gerek yok,” dedi yaşlı kadın. “Kralımız, ülkesinde lamba yakılmasını yasaklamıştır çünkü karanlık çöker çökmez kızı Prenses Labam sarayın çatısına çıkar. Öyle güzel parlar ki bütün ülke ve evlerimiz onun ışığıyla dolar. Sanki gündüzmüş gibi her tarafı görebiliriz.”
Karanlık iyice çökünce Prenses uyandı. En güzel elbiselerini giyinip mücevherlerini taktı, saçlarını topladı, başına inciler ve elmaslardan bir bant taktı. Sonra gökteki ay misali ışıldamaya başladı. Güzelliğiyle geceyi, gündüze çevirdi. Odasından çıkıp sarayının çatısına oturdu. Gündüzleri evden dışarı adım atmazdı. Yalnızca geceleri çıkardı. Babasının ülkesindeki bütün insanlar da böylece işlerini bitirirlerdi.
Raja’nın oğlu, Prenses’i sessiz sedasız izledi. Çok mutluydu. Kendi kendine, “Ne kadar güzel!” dedi.
Gece yarısı olup herkes yatınca kız, çatıdan inip kendi odasına gitti. Prenses yatağına girip uyuduğu sırada Raja’nın oğlu yavaşça kalkarak kendi sihirli yatağına oturdu. “Yatak!” dedi, “Beni Prenses Labam’ın yatak odasına götür.” Küçük yatak onu Prenses’in uyuduğu odaya götürdü.
Genç Prens çantasını çıkarıp seslendi: “Bir sürü betel4 yaprağı istiyorum.” Hemen önünde onlarca betel yaprağı bitiverdi. Bunları Prenses’in yatağının yanına koydu. Sonra küçük yatağına binip yine yaşlı kadının evine gitti.
Ertesi sabah Prenses’in hizmetkârları betel yapraklarını buldular ve yaprakları yemeye koyuldular. “Bunca betel yaprağını nereden buldunuz?” diye sordu Prenses.
“Yatağınızın yanındaydı,” diye cevap verdi hizmetkârlar. Hiç kimse Prens’in gece gelip yaprakları oraya bıraktığını bilmiyordu.
Sabah olunca yaşlı kadın, Raja’nın oğlunun yanına gitti. “Artık sabah oldu,” dedi, “gitmen lazım. Kral senin için yaptıklarımı öğrenirse beni yakalatır.”
“Hastalandım, teyzecim,” diye cevap verdi Prens. “Ne olur, bir gün daha kalayım.”
“Peki, o zaman,” dedi yaşlı kadın. Böylece kadının evinde misafirliğe devam etti. Yine çantadan çıkan akşam yemeğiyle karınlarını doyurup kâsenin verdiği suyla da susuzluklarını giderdiler.
Gece olunca, Prenses ayağa kalktı ve tekrar sarayın çatısına oturdu. Saat gece yarısını vurunca, herkes yataklarına geçti, Prenses de odasına gitti ve çok geçmeden uykuya daldı. Sonra Raja’nın oğlu yine küçük yatağına binip Prenses’in yanına gitti. Çantasını çıkardı: “Çanta! Senden çok güzel bir şal istiyorum.” Çantadan harikulade bir şal çıktı ve uykudaki Prenses’in üzerine serildi. Sonra Raja’nın oğlu yaşlı kadının evine dönüp sabaha kadar orada uyudu.
Sabah olunca şalı gören Prenses çok sevindi. “Baksana, anne,” dedi, “bu şalı bana Tanrı göndermiş olmalı. Gerçekten çok güzel.” Annesi de çok mutlu olmuştu.
“Evet, kızım,” dedi, “Sana bu muhteşem şalı Tanrı göndermiş olmalı.”
Gün doğunca ihtiyar kadın yine Raja’nın oğluna gitti: “Artık gitmen gerek.”
“Teyzecim, daha iyileşmedim. Birkaç gün daha kalayım, lütfen. Evinde saklanırım, kimse burada olduğumu bilmez.” Bu sözler üzerine yaşlı kadın, Prens’in kalmasına razı oldu.
Hava kararıp gece olunca Prenses, en güzel giysilerini giyip mücevherlerini taktı ve yine çatıya oturdu. Gece yarısı odasına gidip uykuya daldı. Sonra Raja’nın oğlu yine yatağına oturup kızın odasına uçtu. Çantaya döndü: “Çanta, senden çok ama çok güzel bir yüzük istiyorum.” Bunun üzerine çantadan muhteşem bir yüzük çıktı. Prens, Prenses Labam’ın elini alıp yüzüğü nazikçe parmağına taktı. Kız, korkuyla uyandı.
“Kimsiniz siz?” diye sordu Prens’e. “Nereden geliyorsunuz? Odamda ne işiniz var?”
“Korkmayın Prenses,” dedi Raja’nın oğlu. “Hırsız falan değilim. Ben büyük bir Raja’nın oğluyum. Avlanmaya gittiğim ormanda yaşayan Hiraman papağanı, bana sizin adınızı söyledi. Ben de annemi babamı bırakıp sizi görmeye geldim.”
“Madem büyük bir Raja’nın oğlusunuz, sizi öldürtmeyeceğim. Annemle babama, sizinle evlenmek istediğimi söyleyeceğim,” dedi Prenses.
Bunun üzerine Prens, yaşlı kadının evine geri döndü. Güzel Prenses ise sabah olunca annesine gitti: “Büyük bir Raja’nın oğlu ülkemize gelmiş. Onunla evlenmek istiyorum.” Annesi, kızının dileğini Kral’a anlattı.
“Pekâlâ,” dedi Kral, “fakat bu Raja oğlu, kızımla evlenmek istiyorsa önce ondan istediklerimi yapmalı. Başarısız olursa onu öldürtürüm. Ona seksen kiloluk hardal tohumu vereceğim. Bir günde bütün tohumları ezip yağını çıkarmalı. Bunu yapamazsa ölür.”
Sabahleyin Raja’nın oğlu, yaşlı kadına gidip Prenses ile evlenmek istediğini söyledi. “Aman!” diye bağırdı ihtiyar. “Kaç git bu ülkeden ve Prenses ile evlenmeyi aklından çıkar. Nice rajalar ve raja oğulları, Prenses ile evlenmek istedi ama Kral hepsini öldürttü. Kızıyla evlenmek isteyen kişi, onun istediği şeyi yapmalıymış. Başarırsa Prenses’le evlenecek ama başarısız olursa Kral onu öldürtecekmiş. Fakat deneyenlerin hiçbiri Kral’ın istediklerini yapamadı. Bütün o rajalar ve raja oğulları öldürüldü. Bu işe kalkışırsan sen de öldürülürsün. Git buradan.” Ama Prens kadına hiç kulak asmadı.
Kral, Prens’i almaları için hizmetkârlarını yaşlı kadının evine gönderdi. Raja’nın oğlu saraya, yani Kral’ın huzuruna getirildi. Kral, Prens’e seksen kilo hardal tohumu verip hepsini o gün içinde ezmesini, yağını çıkarmasını ve ertesi sabah yağı saraya getirmesini istedi. “Kızımla evlenmeyi arzu eden kişi, ondan istediklerimi yapmak zorundadır. Yapamazsa öldürtürüm onu. Bu demektir ki yarın sabaha kadar hardal tohumlarının yağını çıkartamazsan ölürsün.”
Prens bunu duyduğuna çok üzüldü. “Bu kadar hardal tohumunu bir günde nasıl ezebilirim?” dedi kendi kendine. “Yapamazsam, Kral beni öldürecek.” Bu düşüncelerle hardal tohumlarını yaşlı kadının evine götürdü ama ne yapacağını hiç bilmiyordu. Sonunda Karıncaların Rajası geldi aklına. Onu düşünür düşünmez Karıncaların Rajası ve karıncaları ortaya çıktı. “Neden bu kadar üzgünsün?” diye sordu Karıncaların Rajası.
Prens ona hardal tohumlarını gösterdi. “Bütün bu hardal tohumlarını bir günde ezip yağını çıkarmanın bir yolu var mı? Tohumların yağını çıkarıp yarın sabah Kral’a götürmezsem beni öldürecek.”
“Üzülme,” dedi Karıncaların Rajası. “Git yat, güzelce uyu. Biz tohumları senin yerine ezeriz, yarın sabah da yağı Kral’a götürürsün.” Raja’nın oğlu yatıp uyudu ve karıncalar onun için çalışıp tohumları ezdi. Prens, tohumlardan çıkan yağı gördüğünde çok sevindi.
Ertesi sabah yağı alıp Kral’ın sarayına götürdü. Fakat Kral, “Henüz kızımla evlenemezsin. Kızımı istiyorsan önce iki ifritimle dövüşüp onları öldürmen gerek,” dedi.
Kral, uzun zaman önce iki ifrit yakalamıştı ve onlarla ne yapacağını bilemediği için bir kafese kapatmıştı. Ülkesindeki bütün insanları yiyeceğinden korktuğu için onları salmıyordu. Bu canavarları nasıl öldüreceğini de bilmiyordu. Dolayısıyla, Prenses Labam’la evlenmek isteyen bütün krallar ve prensler, bu iki ifritle dövüşmek zorunda kalmıştı. “Belki,” diyordu Kral, “ifritler ölür, ben de böylece kurtulmuş olurum.”
İfritleri öğrenince Raja’nın oğlu çok üzüldü. “Ne yapabilirim ki?” diye düşündü. “İki ifritle nasıl savaşabilirim?” Sonra arkadaşı kaplan aklına geldi. Kaplan ile karısı hemen imdadına yetişti: “Neden bu kadar üzgünsün?” Raja’nın oğlu cevap verdi: “Kral iki ifritle savaşıp onları öldürmemi istiyor. Nasıl yapacağım?”
“Hiç korkma,” dedi kaplan. “Üzülme, karımla birlikte senin için savaşırız.”
Sonra Raja’nın oğlu, çantasından muhteşem güzellikte, altın ve gümüş işlemeli, inci süslü iki kaftan çıkardı. Güzel görünmeleri için bunları kaplanlara giydirdi. Sonra da kaplanlarla birlikte Kral’ın yanına gitti: “Bu kaplanlar, ifritlerle benim adıma dövüşebilir mi?”
“Evet, dövüşebilir,” dedi Kral, ifritleri kimin öldüreceği umurunda değildi, yeter ki o iki canavar ölsün diye düşünüyordu. “Öyleyse, ifritleri çağırın,” dedi Raja’nın oğlu. “Kaplanlarım onlarla dövüşecek.” Kral, canavarları getirtti. Uzun bir mücadelenin sonucunda kaplanlar galip geldi ve ifritleri öldürdüler.
“Çok güzel,” dedi Kral, “sana kızımı vermeden evvel yapman gereken bir şey daha var. Göklerde bana ait bir kös var. Gidip onu çalmalısın. Başaramazsan, seni öldürürüm.”
Raja’nın oğlunun aklına küçük yatağı geldi. Yaşlı kadının evine gidip yatağına oturdu. “Küçük yatak!” dedi, “Göklerde Kral’ın kösü var. Ona gitmek istiyorum.” Yatak hemen uçmaya başladı ve Raja’nın oğlu kösü çaldı. Kral bunu duydu. Ama Prens aşağı indiğinde Kral kızını vermeyeceğini söyledi: “Senden istediğim üç şeyi yaptın. Ama şimdi bir şey daha yapman lazım.”
“Elimden gelirse, yaparım,” dedi Raja’nın oğlu.
Sonra Kral, sarayın yakınlarındaki bir ağacın gövdesini gösterdi. Çok ama çok kalın bir ağaç gövdesiydi. Prens’in eline sapı cilalı bir balta verdi: “Yarın sabah ağacın gövdesini bu baltayla ikiye bölmelisin.”
Raja’nın oğlu yaşlı kadının evine döndü. Çok üzgündü. Kral’ın onu bu sefer kesin öldüreceğini düşünüyordu. “Hardal tohumlarını karıncalara ezdirdim,” diye düşündü kendi kendine. “İfritleri kaplanlara öldürttüm. Küçük yatağım sayesinde gökteki kösü çalabildim. Ama şimdi ne yapacağım? Bu kalın ağaç gövdesini cilalı bir baltayla nasıl ikiye böleceğim?”
Geceleri yatağına binip Prenses’i görmeye gidiyordu. “Yarın,” dedi kıza, “baban beni öldürecek.”
“Neden?” diye sordu Prenses.
“Kalın bir ağaç gövdesini ikiye bölmemi istedi. Nasıl yapacağım?” dedi Raja’nın oğlu.
“Korkma,” dedi Prenses, “sana söylediğim gibi yaparsan ağacı kolayca ikiye ayırırsın.”
Bu sözlerin ardından kız, başından kopardığı bir saç telini Prens’e verdi: “Yarın, yanında kimse yokken ağaç gövdesine şöyle de: ‘Prenses Labam, bu saç teliyle ikiye ayrılmanı emrediyor.’ Sonra saç telini baltanın bıçak kısmına ger.”
Ertesi gün Raja’nın oğlu, Prenses’in söylediklerine harfi harfine uydu. Saç telinin gerili olduğu balta bıçağı ağacın gövdesine dokunduğu an, ağaç ikiye ayrıldı.
Kral, “Artık kızımla evlenebilirsin,” dedi. İki gencin düğünü yapıldı. Etraftaki ülkelerden rajalar ve krallar kutlamalara katıldı. Çok büyük eğlenceler düzenlendi. Birkaç gün sonra Prens, karısına dedi ki: “Haydi, babamın ülkesine gidelim.” Prenses Labam’ın babası onlara develer, atlar, hizmetçiler ve bol miktarda rupi verdi. Büyük bir sevinçle Prens’in ülkesine gittiler. Orada mutlu mesut yaşadılar.
Prens çantasını, yatağını ve sopasını hep yanında bulundurdu. Gerçi hiç kimse onunla savaşmaya gelmediği için sopayı kullanmasına gerek kalmadı.