Kitobni o'qish: «Slav Mitolojisi»
Birinci Kısım
Koruyucu Periler
Birinci Bölüm
Ruh ve Koruyucu Peri İnancı
Slav inancında ruh, bedenden oldukça ayrı bir varlıktır. Yaşam sırasında bile bedeni terk etmekte özgürdür. Öyle ki uyuyanların ruhlarının bedenlerinden çıkıp ağaçlarda dolaştığına ya da beyaz kuşlar olup dünyada kanat çırptığına inanılır. Bu hikâyelerde ruhlar daha sonra bedenlerine geri döner. Su aramaktan yorulan ruhun ve bedenin zayıf düşmemesi için yatağa susuz gitmemesi gerekir. İnsanların bayılması durumunda ruhu bedenini terk eder ve dünyada huzursuzca çırpınır. Ancak geri döndüğünde, bilinç de aynı şekilde geri döner. Bazı kimseler üç gün ölü gibi yatar; bu süre zarfında ruhları öbür dünyada ikamet eder veya cennette görülebilecek her şeyi görür. Sırplar, uyurken bedeni terk edip dünyada süzülen ruhu Vjedogonia veya Zduh, Zduhacz (Ruh) olarak adlandırır. Sadece uyuyan insanların değil, kümes hayvanlarının ve kedi, köpek, öküz vb. hayvanların ruhları bile Zduhaczlara dönüştürülebilir. Bu koruyucu periler; milliyeti, cinsiyeti veya yaşı ne olursa olsun, dağların tepelerinde toplanır. Burada ya tek başlarına ya da birlik halinde savaşırlar, galip gelenler kendi vatandaşlarına iyi bir hasat ve sığır yetiştiriciliğinde bereket getirir ama bir adamın ruhu bu savaşta yok olursa o kişi asla uyanmaz. Karadağ’da, ilki kuraklığa ve ikincisi yağmura neden olan kara ve deniz Zduhaczları arasında bir ayrım yapılır. Dolayısıyla hava durumu, ikisinden hangisinin kazandığına bağlıdır. Bir anda çıkan fırtına, bu tür Zduhaczlar arasında bir savaşa işaret eder. Ancak diğer tüm açılardan koruyucu periler iyi ve duyarlı kabul edilip çok saygı görürler.
Karadağlılar, ruhu Sjen veya Sjenovik (Gölge) olarak kişileştirirler. Bu varlık, evlerden, göllerden, dağlardan ve ormanlardan sorumludur. Bir insan ya da kedi veya köpek gibi bir evcil hayvan hatta bazen daha özel olarak yılana dönüşebilen bir peridir.
Yaygın bir Slav inancına göre ister erkek ister kadın olsun tüm ruhlar, yaşayan bir varlık olan Moraya geçebilir. Moranın ruhu, gece vakti bedenden çıkar ve beden bir ölü gibi geride kalır. Böyle bir bedende bazen iki ruhun olduğuna inanılır, bunlardan biri uykudayken bedeni terk eder. Bir insan doğuştan Mora olabilir, bu durumda burnuna kadar inen gür ve siyah kaşları olur. Mora, çeşitli şekillere bürünerek geceleri insanların evlerine yaklaşır ve onları boğmaya çalışır. Bir saman parçası, beyaz bir gölge, deri bir çanta, beyaz bir fare, bir kedi, yılan ya da beyaz bir at şeklinde olabilir. İnsanı önce ferahlatıcı bir uykuya daldırır, sonra onlar uykudayken dehşetli rüyalarla korkutur, boğar ve kanlarını emer. Çoğunlukla çocuklara eziyet eder ama bazen hayvanların, özellikle de atların ve ineklerin üzerine atlar ve hatta ağaçlara zarar verip onları kurutur. Bu yüzden ondan kurtulmak için çeşitli yollara başvurulur.
Rusya’da Moralar veya Kikimoralar, ev tanrılarının (penates) rolünü oynarlar. Bunlar, ocağın arkasında yaşayan minik dişi varlıklardır ve geceleri sızlanıp ıslık çalarak çeşitli sesler çıkarır, uyuyan insanları rahatsız ederler. Fırıl fırıl dönmeyi çok severler, sürekli bir oraya bir buraya zıplarlar. Kadınların kumaşlarını birbirine karıştırıp yırtarlar. Kadınlar istavroz çıkarmaya fırsat bulmadan çıkrıklarının başından kalkarlar. Bu varlıklar görünmezdir ve yaşlanmazlar; ayrıca ortaya çıkmaları her zaman belaya işaret eder.
Slavlar ve diğer pek çok halk arasında (İngiliz werewolf, Fransız loupgarou, Litvanyalı vilkakis gibi) bazı kişilerin yaşamları boyunca kurt şeklini alabileceklerine dair yaygın bir inanç vardır. Böyle insanlar Vlkodlak (Vukodlak, Vrkolak, Volkun vb.) olarak adlandırılır. Büyük ayaklar veya dişle doğan bir çocuk bir Vlkodlak olur ya da normal biri sihirle böyle bir varlığa dönüşebilir. Bu, genellikle gelin ve damat evlenmek için kiliseye giderken gerçekleşir. Vlkodlak’a dönüşen biri, köyün etrafında kurt şeklinde koşar ve insanların evlerine yaklaşır. Çevredeki kişilere kederli bakışlar atar ama kimseye zarar vermez ve büyüleyen kişi tılsımı yok edene kadar kurt adam şeklini korur.
Jugo-Slavları (Güney Slavları, yani Yugoslavlar) arasında on üçüncü yüzyıla dayanan eski bir gelenek hâlâ varlığını sürdürmektedir Buna göre bir Vlkodlak, bulutları takip etmiş, güneşi veya ayı yutarak bir tutulmaya sebep olmuştur. Buna bağlı olarak böyle bir durumda davullar vurulur, çanlar çalınır ve silahlar ateşlenir; tüm bunlarla iblis uzak tutulmaya çalışılır.
Vlkodlak kendisini sadece kurda değil, aynı zamanda tavuğa ve at, inek, köpek ve kedi gibi hayvanlara da dönüştürebilir. Geceleri sığırlara saldırır; ineklerin, kısrakların ve koyunların sütünü emer, atları boğar ve sığırların vebadan ölmesine neden olur; hatta insanları korkutarak, döverek ve boğarak onlara saldırabilir. İstriya’daki Slavlar, her ailenin eve zarar vermeye çalışan kendi Vlkodlak’ı olduğuna inanırlar; ama evin aynı zamanda iyi bir koruyucu perisi vardır: Krsnik (Kresnik, Karsnik); bu peri evi Vlkodlak’tan korur ve onunla savaşır. Yaygın gelenekte Vlkodlak sıklıkla vampirle özdeşleştirilir ve her iki varlık hakkında da benzer hikâyeler anlatılır.
Bütün Slavlar, ruhun bedeni bir kuş (güvercin, ördek, bülbül, kırlangıç, guguk kuşu, kartal, kuzgun), kelebek, sinek, yılan, beyaz bir fare, bir tavşan veya küçük bir alev şeklinde terk edebileceğine inanırlar. Bu nedenle ne zaman birisi ölse pencere veya kapı açık bırakılır, böylece ceset evde kaldığı sürece ruhun serbestçe gelip gitmesi sağlanır. Ruh, kulübede sinek şeklinde kanat çırpar, zaman zaman sobanın başına oturur, yas tutanların feryatlarına, cenaze hazırlıklarına şahit olur ve avluda bir kuş gibi gezinir.
Ölünün ruhu aç ve susuz kalmasın diye tabuta veya mezara çeşitli yiyecek ve içecekler koyulurdu. Diğer hediyelerin yanı sıra merhuma küçük madeni paralar verilerek öte tarafta kendine ait bir yer satın alması sağlanırdı. Cenaze töreninden sonra kutlanan ziyafette yemeğin bir kısmı, görünmez olsa da şölene katılan ruh için ayrılırdı. Cenazeden sonraki ilk gece ruh, sevdiklerini bir kez daha görmek ve kendini yenilemek için evine dönerdi. Bu nedenle putların altına bir testi su konulur ve ertesi gün ruhun içip içmediği kontrol edilirdi. Bu uygulama bazen altı hafta boyunca devam ettirilirdi. Bulgaristan’da cenazenin ertesi günü, ruh susuz kalmasın diye mezarın başına şarap dökülür; Rusya’da ve diğer Slav ülkelerindeyse mezar yerine buğday serpilir veya yiyecek koyulur.
Ruh, ölünün hayattayken sık sık uğradığı yerleri arayarak kırk gün boyunca yeryüzünde kalır; kendi evine ya da başkalarının evine girerek ölene düşman olan insanların başına her türlü belanın gelmesine neden olur; ruh ya görünmezdir ya da bir hayvan şeklinde ortaya çıkar. Bulgar geleneği, ruhun kırkıncı günde bedene yaklaştığını, ona girmeye ve yeniden yaşamaya çalıştığını söyler ama şekli bozulmuş ve çürüyen cesetten korkarak mezarın ötesindeki dünyaya uçar. Ruhun yaşadığı ve çalıştığı yerlerde kırk gün kaldığı inancı Slavlar arasında da yaygındır. Rus geleneğine göre ruh, daha sonra güneşe, aya veya yıldızlara doğru uçar veya ormanlara, sulara, dağlara, bulutlara veya denizlere doğru yol alır.
Ölenlerin ruhları genellikle kilise bahçelerinde veya bataklıklarda yanıp sönen, insanları bataklıklarda ve göletlerde yoldan çıkaran veya onları boğan ve şaşırtan küçük fenerler gibi görünür. Onlarla alay edenin ya da ıslık çalanın vay haline, çünkü bu durumda onu öldüresiye döverler; ama bir gezgin nezaketle onların rehberliğini isterse, ona izlemesi gereken yolu gösterirler.
Slav inancına göre merhumların ruhları bir bütün olarak, yaşayanlarla dostane ilişkilere devam ediyordu. Bunun tek istisnası, yaşamları boyunca büyücülük yapanlar, ağır günah işleyenler, intihar eden veya cinayet işleyenler, ölüm cezasına çarptırılanlar veya Hıristiyanlığa uygun şekilde gömülmesi kabul edilmeyenlerin hayaletleriydi. Büyücülerin ruhları, ister erkek ister kadın olsun, bedenlerinden ayrılmaya isteksizdir ve genelde kapıdan veya pencereden gitmezler. Kendileri için çatıdaki bir tahtanın kaldırılmasını isterler. Ölümden sonra ruhları, pis hayvanların suretine bürünerek geceleri evlere girer; ev halkını tedirgin edip onları incitmek isterler. İntihar edenlerin ruhları aynı düşmanlığı yaşayanlara karşı gösterir çünkü düzgün bir şekilde gömülmedikleri için intikamlarını almaya çalışırlar. Eski zamanlarda intihar edenlerin, suçluların, boğulan kişilerin ve şiddet görerek ölenlerin ya da büyücü olarak kabul edilenlerin cesetlerinin kilise bahçesine defnedilmesi kabul edilmiyordu. Bunların cesetleri Hıristiyan ayinleri yapılmadan ormanlara veya bataklıklara gömülmekte, hatta çukurlara atılmaktaydı. Alt sınıflar, bu tür kişilerin ruhlarının kötü hasatlara, kuraklıklara, hastalıklara vb. neden olduğuna inanıyordu. Bu nedenle, dini ve laik yetkililerin bu tür hurafelere son verme çabalarına rağmen, kalplerine bir kazık geçiriliyor veya kafaları kesiliyordu.
On birinci yüzyıla dayanıyor olması mümkün olan vampir inancı (hayatları boyunca büyücülük yapan, kötü karaktere sahip veya katil olan ve bedenleri şimdi kirli bir ruh tarafından ele geçirilen ölüler) varlığını Slav nüfusu arasında hâlâ büyük ölçüde sürdürmektedir. Upir, Upior vb. olarak karşımıza çıkan bu isim, muhtemelen eski Türkçe uber (büyücü, cadı) kelimesinden gelmektedir. Ancak wieszczy ve martwiec (Lehçe), vedomec (Slovence), kruvnik (Bulgarca), oboroten (Rusça) gibi diğer tanımlamalar da aynı şekilde kullanılmaktadır.
Güney Slavlar, üzerine kirli bir gölge düşen veya üzerinden bir köpek ya da kedi atlayan herhangi bir kişinin vampir olabileceğine inanırlar. Böyle bir varlığın cesedi gömüldüğünde çürümez, canlı rengini korur. Bir vampir kendi göğsünün etini emebilir veya kendi vücudunu kemirebilir ve en yakın akrabalarının yaşam enerjisine bile saldırarak onları tüketip sonunda ölmelerine neden olabilir.
Vampirler, geceleri mezarlarını terk edip ağlayarak, ileri geri sallanarak yol kenarındaki haçlara yürürler. Her şekle girerek yavaş yavaş yok ettikleri insanların kanlarını emer veya buna vakitleri yoksa (özellikle güçleri şafak vakti tükendiği için) evcil hayvanlara saldırırlar. Bununla birlikte vampirlerden kurtulmanın çeşitli yolları bilinmektedir. Vampir olduğu varsayılan bir adamın cesedinin mezardan çıkarıldığına, içinden dişbudak ağacından yapılma bir kazık (alıç ya da akçaağaç da olabilir) geçirildiğine ve yakıldığına dair bolca kanıt vardır. Bu yapılanlarla kötülüklerine kesin bir son verildiğine inanılır.
İkinci Bölüm
Ölülere ve Atalara Tapınma
Pagan Slavlar, eski dönemlerde ölülerini yakıyorlardı ancak daha sonra bu uygulamanın yanı sıra ölülerini gömmeye başladılar. Ölen kişi, şarkılar ve feryatlar eşliğinde bir odun yığınının oluşturulduğu cenaze yerine götürülüyor, yığının üzerine yatırılıyor ve kendi yakınları tarafından ateşe veriliyordu. Alevin tükettiği odun yığınları ve ceset; küller, kömürleşmiş kemik kalıntıları, silahlar, mücevherler ve her türlü hediyelik eşyayla birlikte kavanoza konularak bir höyüğün içine yerleştiriliyordu. Elbe Slavları, Polonyalılar, Güney Slavları ve Ruslarının geleneklerinin kanıtladığı üzere, ölen bir kabile reisiyse eşlerinden biri onunla birlikte yakılırdı. Benzer şekilde, reisin sevdiği hayvanlar da öldürülüp yakılıyordu. Mezarda askeri bir cenaze töreni (tryzna) yapılır, ardından gösterişli bir ziyafet (strava) verilirdi.
Arap gezgin İbn Fadlan (922), bir Rus kabile şefinin cenaze töreninin canlı bir tasvirini sunmaktadır. Yüksek seviyeden biri öldüğünde, cesedi on gün boyunca geçici olarak bir mezara konulup kefeni hazırlanana kadar da orada bırakılıyordu. Mülkü üç parçaya ayrılıyordu. Üçte biri ailesine veriliyor, üçte biri cenaze masraflarını karşılamak için kullanılıyor ve kalanı cenaze töreninde sunulan alkollü içeceklere harcanıyordu. Son cenaze törenleri için belirlenen günde sudan bir tekne çıkarılıyor ve etrafına insan şeklinde tahta parçaları yerleştiriliyordu. Daha sonra ceset, geçici mezarından çıkarılıyor ve üzerine pahalı bir elbise giydirilerek kayığa, ölenin silahları ve sarhoş edici içeceklerin dizildiği zengin işlemeli bir koltuğa oturtuluyordu. Tekneye sadece ekmek ve meyve değil; aynı zamanda köpek, at, inek, horoz, tavuk gibi öldürülen hayvanların etleri de konuluyordu. Ölen kocasıyla birlikte yakılmayı gönüllü olarak kabul eden eşlerinden biri, “Ölüm Meleği” adlı yaşlı bir kadın tarafından tekneye götürülür ve cesedin yanında bıçaklanırdı. Ardından üstüne odunlar yığılır ve teknenin etrafı ateşe verilirdi. Cesetlerin ve üzerine konan diğer tüm eşyaların bulunduğu tekne yanıp kül olduktan sonra küller toplanıp höyüğün üzerine saçılırdı. Gece gündüz kesintisiz süren bir ziyafetle tören sona ererdi.
Arap yazar Mesudi’nin tanıklığından, Slavların büyük bir kısmının ölüleri bu şekilde yaktıklarını ve onlara taptıklarını biliyoruz. Katırlar, silahlar ve değerli eşyalar yakılıyor, koca öldüğünde karısı da onunla yakılıyordu. Kadınların, kocalarıyla birlikte cennete girmek istedikleri için alevler içinde ölümü seçtikleri söylenir. Ayrıca kölelerin, hatta bir prensin maiyetinin çoğunun öldürüldüğü ve efendileriyle birlikte mezara konulduğuna dair bilgiler de mevcuttur.
Bohemya’da yolların birbiriyle kesiştiği yerlerde pagan ayinlerine göre belirli türde oyunlar (scenae) oynanırdı. Mezar başında maskeli adamlar “küfürlü şakalar” (ioci profani) yaparlardı. Polonyalı tarihçi Vincentius Kadlubek (on üçüncü yüzyıl), genç kızların saçlarını nasıl yolduklarını, kadınların yüzlerini nasıl parçaladıklarını ve yaşlı kadınların giysilerini nasıl yırttıklarını anlatır.
Jan Menecius, 1551’de eski Prusyalılar, Litvanyalılar ve Rusların putperestliğini anlatmaktadır. Cenaze törenlerinden, merhumun evinde verilen ziyafetten, mezardaki ağıtlardan, ölenlere adanan hediyelerden bahsetmektedir. Atlılar cenaze arabasının yanında dörtnala koşup kılıçlarını savurarak kötü ruhları uzaklaştırırken ruhları açlık ve susuzluktan korumak için mezara ekmek ve bira konulurdu.
Ailenin merhum üyelerinin anısı dine uygun bir şekilde her yerde onurlandırılırdı. Bir hane üyesinin ölümünün ardından ilk yıl içinde pek çok yerde cenaze töreni yapılıyordu ve hâlâ yapılmaya devam ediyor. Bunlar genellikle cenazeden sonraki üçüncü, yedinci, yirminci ve kırkıncı günlerde; ayrıca altı ay ve bir yıl sonra yapılır, son şölen en dokunaklı olanıdır. Aile fertleri ve en yakın akrabalar, çeşitli yiyecek ve içeceklerle ölen kişinin mezarı başında toplanır, yemeklerin bir kısmı, sonraki ziyafette ölen kişi için ayrılır. Öte yandan Beyaz Ruslar, cenaze şölenlerini çoğunlukla evde kutlarlardı, yemeğin bir kısmı daha sonra mezara gönderilirdi.
Çoğu Slav halkı, bu aile bayramlarının yanı sıra, ölüleri anmak için genel festivaller düzenler. Bunlar belirli günlerde yılda üç, hatta dört kez tekrarlanır. Beyaz Rusya’da düzenlenen festivaller, en belirgin şekilde eski karakterleri nedeniyle öne çıkar; dziady veya bazen chautury olarak adlandırılır (ikinci isim kararname, kayıt anlamındaki Latince chartularium kelimesinden gelmektedir). Dziadyler, erkek ve kadın, ölen atalardır ve genellikle yılda dört kez anılırlar.
Sonbahar dziadyleri, tarlalardaki çalışmaların bittiği ve ahırların iyi bir hasatla doldurulduğu Aziz Demetrius Arifesinde (Rus takvimine göre 26 Ekim) yapılır. Dziadyden önceki cuma günü avlu süpürülür, tarım aletleri kaldırılır ve her şey düzene sokulurdu. Ev sahibi tarafından ilkbaharda bu amaçla ayrılan bazı sığırlar kesilirdi. Kadınlar yemek hazırlar (dokuz ila on beş tabak), masaları ve sıraları fırçalar, odanın en önemli yeri olan fırının arkasındaki köşeye bilhassa özen gösterirlerdi. Bolca güzel yemekle temiz ve düzenli bir evin, ruhları cezbettiğine ve onları keyiflendirdiğine inanılırdı. Akşam ev halkı banyo yapardı. Dziadylerin yıkanması için içine bir tutam saman olan bir kova tatlı su koyduktan sonra aile, davet edilen akrabalarla birlikte, pazar günlerinde en iyi şekilde süsledikleri odada bir araya gelirdi. Evin reisi odanın bir köşesinde bir mum yakar ve dua ettikten sonra onu söndürürdü. Bunun üzerine herkes, çeşitli tabaklar ve içeceklerle dolu bir masanın etrafında oturur ve “kutsal Dziadyler”i yemeklerini yemeye davet ederdi. Daha sonra, ağzından birkaç damla akıp masa örtüsünü lekelesin diye bir bardağa su döker ve onu boşaltırdı. Bunun üzerine diğerleri de içip aynı şekilde küçük bir kısmın dökülmesine izin verirdi. Ev sahibi yemeye başlamadan önce her yemeğin bir kısmını ayrı bir tabağa ayırıp pencereye koyar ve ne zaman bir yemek bitse ataların kendilerine yardım etmesi için kaşıklar sofraya koyulurdu. Yemek yerken, ataların ve onların eylemlerinin ana tema olduğu ani fısıltılar dışında sessizlik gözlemlenir ve havanın ufak bir hareketi, herhangi bir kuru yaprak hışırtısı, hatta bir imparator güvesinin görünüşü bile ataların gelişi olarak kabul edilirdi. Bolca hazırlanan akşam yemeği biter, Dziadylere veda edilir ve onlardan göğe geri uçmaları istenir; bu arada onlar için belirlenen yemek ertesi gün sofraya bırakılır ve fakirlere dağıtılırdı.
Kış dziadyleri Quinquageslma pazarından önceki cumartesi günü benzer şekilde kutlanır.
Bahar dziadyleri veya radunica (Yunanca “güllerin çayırı” anlamındaki kelimeden türemiştir), Paskalya haftasında salı gününe denk gelir. Evin hanımı, biri ev halkı diğeri de atalar için olmak üzere iki çeşit yemek hazırlar. Aile üyeleri, putların önünde edilen kısa duadan sonra kilise avlusuna yiyecek ve içecekle girer. Kadınlar, burada tuhaf ağıtlar yakarlar, erkeklerse rahip tarafından kutsanmış yumurtaları yuvarlar. Daha sonra aile mezarının üzerine bir bez serilir, üzerine de erzak ve bir şişe votka koyulur. Ardından aile daire şeklinde oturur ve ataları ziyafetlerine katılmaya davet eder. Orada bulunan herkes, yiyip içerek ölülerden bahseder. Yemekten geriye kalanlar dilencilere dağıtılır. Pek çok dilenci mezarlıkta toplanır veya yiyecekler mezarların üzerine bırakılır. Yumurta kabukları ve hatta bütün yumurtalar mezara gömülür; ağıtlar ve cenaze ağıtlarıyla tören tamamlanır.
Yaz dziadyleri, mezarların huş ağacı dallarıyla süpürüldüğü Hamsin yortusundan önceki cumartesi günü benzer şekilde gerçekleştirilir. Buna “Dziadylere buhar banyosu vermek,” denir.
Ataların gazabından kaçınmak ve böylece ailesini talihsizliklerden korumak isteyen herkes, dziadyleri ağırlamalıdır; sadece başka bir yerde inşa edilen yeni bir meskene taşınan aileler bundan muaftır. Bununla birlikte yeni evde hanenin bir üyesi ölür ölmez, dziady kutlanmalıdır. Ayrıca aile, daha önce dziadylerin görüldüğü bir eve taşınmışsa bunun nasıl yapıldığını sorgulamaları gerekir, çünkü yemeklerin sunumunda olduğu gibi olağan törenden herhangi bir sapma, ataların öfkesini uyandırabilir ve talihsizliğe yol açabilir.
Cenaze törenlerine dair (pominki) diğer tanımlamalar Rusya’da bulunur: sonbahar ayinleri roditelskiye suboty (ebeveyn cumartesileri), ilkbahar ayinleri navskiy velikden veya naviy den (büyük ölüm günü veya ölüm günü) ve yaz semiki (Hamsin yortusu) olarak adlandırılır.
Bulgaristan’da yaygın cenaze törenleri (zadusnica) yılda beş veya dört kez kutlanır. Ancak çoğunlukla üç kez, yani Aziz Demetrius’tan, Büyük Oruç’tan ve Hamsin Yortusundan önceki cumartesi günü. Anma törenleri Rusya’daki bahar dziadylerine benzer. Bunların yanı sıra Bulgaristan’ın bazı bölgelerinde Beyaz Rusya’daki sonbahar dziadylerini anımsatan ayinler vardır ve bunlara stopanova gozba denir (ev sahibinin festivali). Sıradan halkın görüşüne göre bir Stopan (Stopanin), ailenin evini koruyan vefat etmiş bir atadır ve onun onuruna yapılan bayram şöyle kutlanır: Bütün ev, özellikle ortak oturma odası özenle fırçalanıp temizlenir, ardından aile üyeleri pazar kıyafetlerini giyer ve kendilerini çiçeklerle süslerler. Ocağın her iki tarafında (ateşin yanmaya devam ettiği yerde) ve kapının yanında mumlar yakılır. En yaşlı kadın siyah bir tavuk getirir, onu öldürür ve kanın ocaktaki oyuğa akmasına izin verir. Kan burada kile bulanır; sonra yaşlı kadın tavuğun etini kızartır, diğer kadınlar da bugün için özel olarak hazırlanmış unlu keki pişirir. Her şey hazır olunca aile reisi bir kadeh şarap alarak yarısını ateşe döker ve sonra kafasının üzerine bir kek koyup dört parçaya böler. Bunu yaparken odanın içinde dolaşır. Bir çeyreğe tereyağı ve bal sürülür, tavuğun sol bacağı ve üç küçük bardak şarap eklenir, ardından Stopan’a verilen tüm bu hediyeler çatının üç köşesine yerleştirilir. Sonra herkes masaya oturur, ama yemeye başlamadan önce yaşlı kadın, diğerleriyle birlikte ateşe şarap döker. Bir sonraki ayin, aileye sağlık ve uzun ömür bahşetmesi, sürüleri koruyup kollaması, çayırlara, bağlara vb. bakması için Stopan’a dua etmektir; yemekten sonra şarkılar söylenir ve Stopan’ın ev halkına bahşettiği güzellikler övülür. İki hafta sonra yaşlı kadın, Stopan için hazırlanan yemeklerle ilgilenir ve üzerlerindeki yemeklerden herhangi biri yenmişse aile çok mutlu olur.
Diğer Slavlar arasında bu eski törenlerin yalnızca izleri kalmıştır çünkü Roma Katolik kilisesi, Ortodoks kilisesi tarafından izin verilen bu uygulamaları bastırmak için her türlü çabayı göstermiştir.
Atalara tapınmanın Slavlar arasında geniş çapta yayıldığı, kanıtlanmış bir gerçek olarak kabul edilebilir: Slavlar, atalarını hem ailenin hem de hanelerinin mutluluğuyla yoğun bir şekilde ilgilenen koruyucu putlar olarak görüyorlardı. Birçok mitolojik varlığın, özellikle de putların kökeni buna benzer bir ata kültüne kadar götürülebilir.
Bepul matn qismi tugad.