Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Dünyanın kanlı tarihi»

Shrift:

Önsöz

Şiddet, işkence, katliam, zorbalık ve felaketler… Dünya tarihi bunlarla doludur. Geçmişteki en önemli olaylara, kargaşa ve cinnet anları, kavgalar ve katliamlar eşlik eder. Bu kitap da muhteşem olanların dehşet verici yanlarını; güçlü olanların çirkin yanlarını, gerçeklere bağlı kalarak gün yüzüne çıkarıyor. Tarih dediğimiz aslında kanlı bir geçmiştir.

İmparatorlar ve krallar çoğu zaman halklarını yönetme becerisinden mahrumlardı, hatta halkları için kendileri tehlike oluşturuyorlardı. Fransa Kralı IV. Charles’ın sık sık geçirdiği delilik nöbetleri krallığını zayıflatmış ve Yüz Yıl Savaşları esnasında İngiltere’ye Fransız topraklarından büyük parçalar fethetme şansı vermişti. On sekizinci yüzyılda yaşayan Kore Prensi Sado, öyle bir korku salmıştı ki sekiz gün bir sandıkta kapalı tutularak idam edildi. Madagaskar Kraliçesi Ranavalona ya da Rusya Çarı Korkunç İvan gibi bazıları da gerçek anlamda psikoz hastasıydı ve halklarından binlerce kişiyi yok yere katletmişlerdi.

Tarihteki hükümdarlar, cezalarda ve idamlarda işkence dolu ve özel yöntemler kullanmaktan sakınmıyorlardı. Tarihte, Perillos’un pirinç boğasından1 İranlıların skapizm2 uygulamasına kadar insan caniliğinin sınırı olmadığını gösteren birçok örnek mevcut. Yeni rejimler ve hanedanlar, genellikle, uzlaşmaya yanaşmayan düşmanların ortadan kaldırılmasıyla başlıyordu. İster Romalı Caracalla, isterse İran Şahı I. Safi olsun, yeni hükümdarlar hükümranlıklarına çoğu zaman kan akıtarak başladılar.

Savaşlar ve muhabereler dünya tarihinin sabit unsurları olagelmiştir. Nadiren hakkaniyetli bir şekilde verilmiş ve Yangzhou’nun, Magdeburg’un, Drogheda’nın yağmalanmalarında olduğu gibi genellikle askerlerin ve halkın öldürüldüğü katliamlara dönüşmüşlerdir. Cesur isyancılar çoğu zaman zorluklara karşı başarılı olamamış, hatta İskoçyalı vatansever William Wallace gibi cezalandırılmışlardır. İsyanlar ve ayaklanmalar başarılı olduğundaysa gelen rejimler gidenleri aratmıştır. Örneğin Fransız Devrimi sonrasındaki Terör Dönemi’nde on binlerce kişi giyotin ile idam edilmiştir.

Bütün bu insana ait kargaşa dönemlerinin arasında bir de sürekli depremler, salgın hastalıklar ve kıtlıklar gibi korkunç felaketler meydana geliyordu. 1755’de Lizbon’u sarsan büyük deprem 50.000 kişinin hayatına malolmuş, 1657’de Tokyo’da çıkan yangın ise nerdeyse 100.000 kişinin canını almıştı. On dokuzuncu yüzyılın ortasında İrlanda’da meydana gelen patates kıtlığında halkın yarısı ölmüştü. Fakat aralarında en yıkıcı olanı belki de Avrupa’nın üçte birini yok eden veba hastalığı oldu.

Tarih, çoğu zaman okul kitaplarında gördüğünüz pislikten arındırılmış kronolojik olaylardan çok farklıdır. Dünyanın Kanlı Tarihi, sefahat düşkünü Kral Şu Şang’in yaşadığı M.Ö. on birinci yüzyıldan II. Léopold’un Kongo’yu korkunç bir şekilde sömürdüğü on dokuzuncu yüzyıla kadar 3.000 yılı kapsayan süreçte gerçekleşen olayların en dehşet verici yanlarını kronolojik sırasına göre ve ayrıntılarıyla anlatıyor. Üzerinde insan yaşayan her kıtayı kapsayan bu kitap, tarihin nasıl birbirini izleyen bir katliamlar dizisi olabildiğini gösteriyor.

Jacob F. Field, 2012

Antik Dünya
M.Ö. 1000 – M.S. 500

ŞANG KRALI ŞU

Şang hanedanının son kralı olan Şu, M.Ö. 1075 ile 1046 yılları arasında hüküm sürdü. Şu’nun ahlaksızlıkları ve zalimlikleri başkent Yin’in sınırlarının çok ötesine erişmişti. Uçarı yaşam tarzına para yetiştirebilmek için yüksek vergiler almak dışında devlet meselelerinden tamamen kopuk bir şekilde yaşıyordu. Sarhoşların dolup taştığı âlem geceleri ise sarayın günlük rutinlerinden biriydi. Şu’nun en bilindik deliliklerinden biri, kızarmış et parçalarının havada asılı olduğu şarapla dolu bir havuz inşa ettirmekti. Böylece Şu ve yanındakiler kayıkla havuzda yüzerken aşağı eğildiklerinde şarap içebiliyor, yukarı uzandıklarında ise etlerden yiyebiliyorlardı. Ayrıca en gözde sevgilisi Daji için ender bulunan egzotik varlıklarla dolu bir süs bahçesi de yaptırmıştı; tabii halkının çektiği eziyetler sayesinde.


Diri Diri Derisi Yüzülen Bir Adamın Tasviri


Hanedanın Sonu

Şu’yu eleştirmeye cüret edenlere verilen cezalar son derece acımasızdı. Saray görevlilerinden birinin canlı canlı derisi yüzülmüş, diğerinin bedeni paramparça edilmiş, kurutulmaya bırakılan et misali ipe asılmıştı. Şu’nun amcası ise kalbi yerinden sökülerek cezalandırılmıştı. Şu’nun sevdiği bir başka idam şekliyse mahkumu, kızarana kadar ısıtılan metal bir silindiri kucaklamaya zorlamaktı.

Bu terörün hüküm sürdüğü bu dönem, isyancıların lideri olan Chou kralı Vu’nun, Şu’yu Muye Savaşı’nda yenmesiyle sona erdi. Hükümranlığının son bulacağını anlayan Şu, sarayına geri çekilip intihar etti ve yeni kral Vu, Şu’nun kafasını herkesin görebileceği şekilde Yin’in kapılarının önünde bir kazığa çaktırdı.

Asur Kralı Asurbanipal

M.Ö. 668’den 627 yılına kadar hüküm süren Asurbanipal, Ortadoğu’dan Kuzey Afrika’nın ve Anadolu’nun bazı bölgelerine kadar uzanan Neo-Asur İmparatorluğu’nun son büyük kralıydı. Ninova’da kurduğu muazzam kütüphane ile ünlenen Asurbanipal daha çok zalimlikleriyle hatırlanır. Zira orduları, şehirleri ve barajları yok ederek, ekinleri yakarak düşmanlarının topraklarını yerle bir ediyordu. Tutsaklarının ellerini, burunlarını, kulaklarını ve parmaklarını koparacak kadar gaddardı. Yönetimi altındaki şehirlerden biri isyan edecek olsa halkı katledip cesetleri şehir kapısının önüne yığdırırdı. İsyankar soyluların ise derileri yüzülüp şehir duvarlarına asılırdı.

PİRİNÇ BOĞA

Sicilya’da bulunan Agrigentum şehrinin tiran hükümdarı Phalaris, yaklaşık M.Ö. 570 yılında yönetimi ele geçirdi ve hükümdarlığını adanın büyük bir kısmına yaymayı başardı. Küçük çocukları yiyen bir yamyam olduğuna dair söylentilerin yanı sıra dünyaya bıraktığı en korkunç miras, ölüm cezasının infazı için kullandığı pirinç boğaydı. Atinalı Perillos’un icat ettiği bu aygıt, özünde çok basit bir şeydi: yandan kapılı, içi boş, bronz bir boğa. Uygulamasıysa korkunçtu. Mahkum, boğanın içine konur ve altında ateş yakılırdı; böylece boğa kızgınlaştıkça kurban da içeride yanarak ölürdü. Aygıt, yanan insanın yarattığı dumanı ise ustalıkla tütsü bulutlarına çeviriyordu. Bir başka özelliği de boğanın kafasında, kurbanın çığlıklarını boğa böğürmesine çeviren tüplerden ve tapalardan oluşan bir mekanizma olmasıydı.

Perillos, mekanizmasını tanıttığında bu özelliği sergilemek adına içeri girmeyi kendisi teklif eder, bunun üzerine acımasız Phalaris ise kapının kilitlenmesini ve aygıtın altında bir ateş yakılmasını emreder. Perillos’un çığlıkları gerçekten de boğa böğürmesine dönüşür ve hiç olmazsa çok geç olmadan boğanın içinden çıkarılır. Fakat Perillos icadı için ödüllendirilmek yerine bir tepenin başından atılarak öldürülür. Samsatlı Lukianos’a göre Phalaris’in mucide olan bu sert tepkisinin sebebi “kendisinin bile böyle dahiyane bir zalimliğin düşüncesinden tiksinmesi” ve yaratıcısını cezalandırmaya yemin etmiş olmasıdır. Kaderin cilvesine bakın ki yaklaşık yirmi sene sonra Phalaris devrildiğinde onu öldüren tam da bu boğa olacaktır. Kalabalık bir grup Phalaris’i Perillos’un icadının içine atıp diri diri ölüme terk edecekti.


Pirinç Boğanın İçine Yerleştirilen Bir Kurban


MİTRİDAT’IN İNFAZI

Genç Kiros’un, ağabeyi Pers Kralı II. Artakserkses’e karşı ayaklanması M.Ö. 401’de Kunaksa Savaşı ile son bulur. Mitridat adında bir asker, Kiros’u bulunduğu tapınakta beklenmedik bir anda mızrakla vurur. Kiros sallanarak tekrar atına binerken başka bir asker de bacağını yaralar. Kiros yaralı haliyle atından düşerek ölürken, zarar görmüş tapınağı da yerle bir olur.

Gururlu bir adam olan Artakserkses, Kiros’un ölümünün kendi elinden olduğuna inanılmasını ister. Böylece Artakserkeses, kardeşinin ölümünü kendi başarısıymış gibi gösterebilmek için Mitridat’ı değerli hediyelere boğar. Fakat savaş sonrasındaki ziyafette sarhoş olan Mitridat dilini tutamayıp başarısıyla övününce Artakserkses, yalanın ortaya çıkmasına o kadar kızar ki Mitridat’ı “kayık işkencesi” olarak da bilinen skapizm yöntemiyle idam cezasına çarptırır.

Bu vahşi uygulamada kurban; elleri, ayakları ve kafası dışarıda kalacak şekilde iki dar kayığın ya da oyulmuş ağaç gövdesinin arasına hapsedilir, sinekleri ve başka böcekleri çeksin diye yüzüne dökülen süt ve bal dökülerek beslenirdi. Sonunda kayıklar, olabildiğince uzun süre canlı kalması için süt ve balla düzenli olarak beslenen kurbanın dışkısıyla dolardı. Zamanla kurbanın kol ve bacakları kangren olur ve biriken dışkı kurtçukları çektikçe vücutta kurbanın etini yavaşça yemeye başlayan kurtçuklar türemeye başlardı. Tarihçi Plutarkhos’un aktardığına göre Mitridat, bu acı verici işkenceye ölmeden önce on yedi gün boyunca maruz kalmıştı. Artakserkses ise bu olaydan sonra kırk üç yıl daha kral olarak hüküm sürdü.

Kalinga’nın Fethi

Büyük Asoka neredeyse bütün Hint yarımadasını kapsayan bir imparatorluk yaratmıştı. Ona boyun eğmeyen son bölgelerden biriyse Hindistan’ın doğu kıyısında bulunan Kalinga krallığıydı. M.Ö. 265 yılında Asoka 400.000 kişilik, yani sayıca düşmanından çok üstün bir ordu ile saldırıya geçti. Kalinga, savaş fillerinin de yardımıyla kahramanca bir mücadele veriyordu; fakat bu durum Asoka’nın ordusunun daha da gaddarlaşmasından ve 100.000 sivili de öldürmesinden başka bir işe yaramadı. Çatışmalar o kadar kanlı geçiyordu ki Daya Nehri’nin suyu bile kırmızıya bulanmış ve Kalinga sonunda harap bir şekilde teslim olmuştu.

Sebep olduğu yıkımın dehşetine kapılan Asoka, savaştan sonra Budizm’e geçip bir daha sonsuza dek şiddet kullanmayacağına yemin etti.

ÇİN’İN İLK İMPARATORU

Çin Şi Huang, M.Ö. 221’de birleşen Çin’in ilk imparatoru oldu. İmparator Çin ülkede reformlar yaptı, Çin Seddi’ni ve kendisi için Şian’da gerçek insan boyutunda binlerce terakota asker3 tarafından korunan muazzam bir mezar inşa ettirdi. Kudretini pekiştirmek için kullandığı yöntemse insafsız ve yasakçı olmaktı. M.Ö. 213’te Çin rejiminin geçmiştekilerle karşılaştırılıp eleştirilmesinin önüne geçmek için bütün kitapların yok edilmesini emretmesiyle kötü şöhreti iyiden iyiye yayıldı. Sadece tıp, kehanet ve hanedanlık tarihi kitapları alevlerden kurtulabilmişti. Eski kayıtlardan bahsetmeye cüret edenler halkın gözü önünde idam ediliyor ve Çin’in yönetimine şüpheyle bakan kişilerin aileleri tamamen ortadan kaldırılıyordu. Yasaklanan eserlere sahip oldukları ortaya çıkan vatandaşların ise yüzleri damgalanıyor ve Çin Seddi’nde işçi olmaya mahkum ediliyorlardı. Okumuş kişilerden oluşan bir grup, imparatora karşı söylemlerini dile getirdiğindeyse mahkemeye çıkarılmış ve akabinde içlerinden 460’ı diri diri gömülmüştü.

Çin’in Ölümsüzlük Arayışı

Çin yaşlandıkça, hayat iksirini bulma arzusuyla yanıp tutuşur oldu. İmparatorluğun en bilge adamları ölümsüzlük iksirini bulmak için çalışırken başaramadıklarında bazıları idam ediliyordu. Giderek içine kapanan Çin ise farklı yerleşkeleri arasında tüneller yoluyla hareket etmeye başlayarak insanlardan ve devlet sorumluluklarından elini eteğini iyice çekmişti. Sonunda M.Ö. 211’de ölümsüzlük vereceğini düşünerek aldığı cıvadan zehirlenerek öldü.

SPARTA

Askeri üstünlüğü ile tanınan çalışkan Sparta halkı, her şeyin en iyisine sahip olmaya kilitlenmişti. Yunanistan’ın en savaş odaklı şehir devletinde yeni doğanlar arasında güçsüz ya da sakat olanlar uçurumdan atılırdı. Çocuklar sekiz yaşından itibaren katı bir askeri eğitime tabi tutulur, burada koğuşlarda kalır ve az miktarda yemekle beslenirlerdi. Yemek çalmaya teşvik edilmelerine rağmen yakalandıklarında meydan dayağı yiyorlardı. Bu gaddar eğitimin sonucunda Sparta ordusu, M.Ö. 5. yüzyılda Persleri geriye püskürten Yunan güçlerinin başını çekmiş, ancak buna rağmen M.Ö. 3. yüzyılın sonlarına doğru ordunun gücü azalmaya başlamıştı.

Sparta’nın Tiran Kralı

Sparta’nın son bağımsız hükümdarı, M.Ö. 207’de tahta çıkan Nabis oldu. Köleleri özgür bırakmak, zenginlerin ve soyluların topraklarıyla mülklerini halk arasında paylaştırmak gibi birçok düzenleme yapmaya başladı. Sparta’dan kaçmaya çalışanlarsa yakalanıp öldürülüyor ya da hesap vermek için Nabis’in karşısına çıkarılıyordu. Kedisine karşı gelenlerin sonu, “Nabis’in Apega’sı” denilen demir giyotin benzeri bir işkence aletiydi. Alet, karısı Apega’nın kopyasıydı ve kurbanı kollarıyla sıkı sıkıya “kucaklıyordu”. Polybius’un kayıtlarına göre aletin göğsü, elleri ve kolları gizli yaylar ve düğmelerle kontrol edilen sivri demirlerle kaplıydı. Nabis, aleti kullanarak düşmanlarına boyun eğdirene kadar onlara yavaşça eziyet ediyordu. Sonunda Nabis M.Ö. 192’de devrildiğindeyse Sparta Achea Ligi’ne katıldı.

KARISINI KATLETTİĞİ İÇİN ÖLEN FİRAVUN

M.Ö. 1. yüzyıla gelindiğinde firavunların etki alanı o kadar azalmıştı ki artık Roma Cumhuriyeti’ne tabi hale gelmişlerdi. M.Ö. 80. yüzyılda IX. Ptolemaios ölünce yerine kraliçe olarak kızı III. Berenis geçti. Bunun üzerine Roma diktatörü Sulla, koruması altında tuttuğu XI. Ptolemaios’u, Berenis ile evlenmesi ve yönetimde Roma yanlısı bir etki oluşturması için Mısır’a gönderdi. Genç adamın, üvey annesi ve aynı zamanda üvey kız kardeşi olan Berenis’le birlikte yönetime geçmesi planlanmaktaydı. Fakat Berenis’in yeni kocasına herhangi bir yetki vermeye niyeti yoktu ve bu duruma kızan XI. Ptolemaios henüz 19 günlük evliyken karısını öldürtmüştü. Akabinde öfkeli İskenderiye halkı da, XI. Ptolemaios’u saraydan kovup linç ederek öldürdü.

KÖLELİK VE AYAKLANMALAR

Antik Roma’da köleler sahiplerinin keyfi, sert cezalarına maruz kalıyorlardı. Kırbaçlanmak çok sıradan bir cezaydı. Kaçmaya yeltenenler ise yakalandıklarında alınlarından damgalanıyordu. Bazıları, ayaklarına ağırlıklar bağlanıp ellerinden asılarak öldürülüyorlardı. Köleler ölüm cezasına çarptırıldığında çoğunlukla çarmıha geriliyorlardı. Kırbaçlanıp dövüldükten sonra mahkum köleler boyunlarının arkasına takılan furcayla, yani V-şeklinde, ağır, metal bir boyunlukla ve elleri kalçalarına bağlı bir şekilde idam yerine yürütülüyorlardı. M.S. 4. yüzyılda I. Konstantin döneminde baştan çıkarıcılıkla suçlanan kölelerin boğazından aşağı kızgın kurşun dökülüyordu. M.Ö. 135-71 arasında muhtemelen bu uygulamaların sonucunda üç büyük köle ayaklanması gerçekleşti. Bunların sonuncusu ve en meşhuru Spartaküs’ün önderlik ettiği isyandı.


Spartaküs Ayaklanmasının Sonu

Spartaküs M.Ö. 73 yılında efendisinden kaçan ve hızlı bir şekilde yanına yandaş kaçaklar toplayan Trakyalı eski bir gladyatördü. M.Ö. 71’de Romalı lejyonlara yenilene kadar kendisine karşı yürütülen tüm birlikleri dağıtmayı başarmıştı. Mızrakla üst bacağından yaralandıktan sonra büyük bir lejyoner grubu tarafından alt edilen Spartaküs’ün cesedi hiçbir zaman bulunamadı. Savaş sonrası hayatta kalan 6.000 köle, Romalılar tarafından yakalanıp Capua ile Roma arasındaki yaklaşık 120 km uzunluğundaki Appian Yolu boyunca çarmıha gerildiler. Çürüyen cesetleri, ayaklanmayı aklından geçiren diğer kölelere ibret olması için uzun süre öylece bırakıldı.

ROMA CUMHURİYETİ’NİN KANLI SONU

M.Ö. 49 yılında 10 Ocak’ta Jül Sezar ve ordusu, İtalya ile Cisalpina Galya eyaleti arasındaki sınırı oluşturan Rubicon Nehri’ni geçti. Ordu birliklerinin Roma’da kontrolü ele geçirme ihtimalini önlemek adına İtalya’ya girmek aslında yasaklanmıştı. Fakat Sezar’ın niyetlendiği tam da buydu ve böylece Roma’nın cumhuriyetten imparatorluğa dönüşümünü de kapsayan, kanlı çatışmalarla dolu yaklaşık iki yüzyıllık bir süreci başlatmış oldu.

Jül Sezar’ın Zaferi ve Ölümü

Roma’ya doğru ilerleyen Sezar’ın fazla güçlendiğini düşünen senatörlerin oluşturduğu muhalefet, başkenti savunmasız bırakarak güneydeki Capua’ya doğru çekildi. İç savaşta Sezar’ın düşmanlarına, daha önce dost olduğu ve sonra Sezar’ın birlikleri tarafından Akdeniz’in ötesine kovalanan Pompey önderlik ediyordu. M.Ö. 48’de Pompey, Mısır kıyılarına demir attı. Mısır hükümdarı XIII. Ptolemaios, onu kadırgasından aldırmak için küçük bir kayık yolladı. Ailesi ve yandaşlarının gözü önünde kıyıya çıkan Pompey, Ptolemaios ile görüşeceğini sanıyordu. Fakat kız kardeşi VII. Kleopatra ile olan hanedan çatışmasında Sezar’ın desteğini alabilmeyi umut eden Ptolemaios, adamlarına Pompey’i öldürmelerini emretti ve Pompey’in kellesini sunmak için Sezar’ı yanına çağırdı.

Yine de plan fena geri tepti. Mısır’a gelen Sezar dehşete düştü ve daha sonra birlikte bir ilişki yaşayacağı ve M.Ö. 47’de kedisine bir erkek çocuğu, “Küçük Sezar”ı (Caesarion) doğuracak olan Kleopatra’ya destek verdi. Roma’ya zaferle dönen Sezar zaferini kutlamak adına Circus Maximus’da 500 savaş tutsağı, 20 fil ve 40 atlıdan oluşan iki orduyu ölümüne çarpıştırdı.

Ancak bir yandan da senatörler arasında Sezar’ın diktatörce yönetimine karşı muhalefet sesleri yükseliyor ve suikastler planlanıyordu. Sezar M.Ö. 44 yılının 15 Mart’ında senatoda yerini alırken bir grubun saldırısına uğradı. Kendisini bir kağıt iğnesiyle savunmaya çalışsa da 23 yerinden bıçaklanarak oracıkta can verdi.

Roma İmparatorluğu’nun Başlangıcı

Sezar’ın suikastının ardından, en güvendiği yardımcısı Marcus Antonius ile yasal varisi ve kardeşinin torunu olan Octavianus, Roma’nın en önemli iki lideri haline geldiler. Antonius, karısı öldükten sonra M.Ö. 40 yılında Octavianus’un kız kardeşi ile evlendi. Fakat aralarında yavaş yavaş oluşan gerginlikler Antonius, Kleopatra ile bir ilişki yaşamaya başlayınca iyice alevlendi. Takvimler M.Ö. 31 yılını gösterdiğinde birbirleriyle savaşıyorlardı. Octavianus rakibini kolayca yendi ve Antonius Mısır’a kaçmak durumunda kaldı. M.Ö. 30 yılında Octavianus, İskenderiye’ye doğru yola çıktığında Antonius’un adamları topluca firar etti. Antonius ve Kleopatra için yenilgi kaçınılmazdı. M.Ö. 30 yılının Ağustos ayında Antonius sevgilisinin de intihar ettiğine inanarak kendini kılıçla öldüdü ve İskenderiye Octavianus’un eline geçti.

Kleopatra ise tuzağa düşürüldü. Fakat Roma sokaklarından zincirlenmiş bir şekilde geçmek istemediği için o da intihar etti. Bunu çoğu insanın inandığı gibi bir kobra kullanarak yapmış olması pek olası değil; baldıran otu ya da zehirli bir ilaç gibi daha kesin bir yöntem kullanmış olması daha muhtemel. Sonunda Kleopatra’nın cesedi tüm krallık simgelerini barındıran kıyafetleri ve yanında iki hizmetçisi ile birlikte bulunmuştu. Kleopatra’nın oğlu Caesarion firavun ilan edilmesine rağmen Octavianus onu da öldürttü. Caesarion firavunların sonuncusuydu ve onun ölümünden sonra Mısır, Roma’nın bir vilayeti haline geldi. M.Ö. 27 yılında kendine Augustus adını veren Octavianus, Roma’nın ilk imparatoru oldu ve M.Ö. 14’te ölene kadar hükümdarlığını sürdürdü.

İMPARATOR CALİGULA

M.S. 37-41 yılları arasında Roma en gaddar hükümdarlarından birine tanık oldu. Katliamlar ve zorbalıklar Caligula yönetiminin alamet-i farikasıydı.

Bir Tiran Yetişiyor

M.S. 31’de Caligula büyük amcası İmparator Tiberius’un yanına gidip onunla birlikte yaşamaya başladı. Tiberius’un Capri adasındaki konağı, adeta bir sapkınlık ve günah yuvasıydı. Saray, imparatoru hoş tutmak için seks partileri düzenleyen eğitimli gruplara ilham vermek adına erotik resim ve heykellerle donatılmıştı. Tiberius aynı zamanda yenilikçi işkence yöntemlerinden de zevk alıyordu. Öyle ki, kurbanın bol miktarda şarap içirildiği ve daha sonra tuvalet ihtiyacını gideremeyeceği şekilde bağlandığı yöntemi kendi icat etmişti. Roma, Tiberius’un ölümünü sevinçle karşılasa da gelen gideni aratacaktı. Tarihçi Cassius Dio’ya göre Caligula “selefinin ahlaksızlıklarına ve kana susamışlığına özenmekle kalmamış, çok yeni boyutlar katmıştı.”

Bir İmparatora Yaraşır Eğlenceler

Caligula, hükümdarlığının ilk yıllarında ılımlı bir tutum sergiliyordu ve Roma halkı tarafından seviliyordu. Fakat bu durum uzun sürmeyecekti. Zamanla kendisinin de araba yarışlarına katılarak, gladyatörlerle savaşarak ve tiyatro oynayarak yer aldığı büyük ve halka açık gösterileri saplantı haline getirdi. Caligula’nın oyunları zamanın koşullarına göre değerlendirildiğinde bile vahşiceydi. Mahkumlar, bağıramasınlar diye dilleri koparıldıktan sonra vahşi hayvanlara yem olarak atılıyordu. Hayvan yemi pahalı geldiğinde de ölümcül hayvanları beslemek için sabıkalılar kullanılıyordu. Tüm bunlar olurken Caligula, yarışmacılar da seyirciler de güneşin altında pişsinler diye arenanın brandalarını geri çektirirdi.

Roma Sokaklarında Kan ve Rezillik

Caligula’nın kız kardeşi Drusilla ile ensest ilişki yaşadığına dair dedikodular vardı. Drusilla M.S. 38 yılında öldüğünde Caligula onun tanrılaştırılmasını ve Venüs tapınağına heykelinin dikilmesini emretti. Yas süresi boyunca gülmek, hatta banyo yapmak bile ölümle cezalandırılıyordu. Caligula, üst rütbeli Romalıların sempatisini kazanmak adına onlara diğer kız kardeşlerini fahişe olarak sunuyordu. İmparatorun ruh sağlığı kötüleştikçe rütbe ve mevki de kaprislerinden korunmaya yetmemeye başlamıştı. Asiller kızgın demirlerle damgalandıktan sonra çalışmak için madenlere gönderiliyorlardı. Bazıları hayvanlar gibi dört ayaküstünde kafeslere kapatıldıktan sonra parçalara ayrılıyordu. Aileler kendi çocuklarının idamlarını seyretmeye zorlanıyorlardı. Caligula’nın yönetimini sesli bir şekilde eleştirmekten çekinmeyen bir senatörün de diğer senatörler tarafından parçalanması emredilmişti. Kolları, bacakları ve bağırsakları sokaklarda sürüklendikten sonra imparatorun önüne getirilmişti. Birkaç yıl içinde Caligula, Roma’nın geleneksel yönetici sınıfını kendisinden tamamen soğutmayı başardığı için M.Ö. 41’deki suikastı sürpriz olmadı. Şölenlerine katılmış bir grup göstericiye hitap ederken bıçaklanarak öldürüldü.

1.Pirinç Boğa: Pirinç dökümcüsü Atinalı Perillos’un Agrigentum Tiran‘ı Phalaris için icat ettiği ölümcül bir işkence aletidir. Tamamen pirinçten yapılmış, içi boş bir boğanın içine kapatılan kurbanın, metalin rengi sıcaktan kırmızaya dönene kadar ısıtılmasında kullanılır. (e.n.)
2.Scapizm: Pers İmparatorluğu’nda kurbanın, soyulup sıkı biçimde iki teknenin arasına bağlandığı, midesi bozulana kadar süt ve bal içmeye zorlandığı, ardından vücuduna bal dökülerek haşerelerin gelmesinin sağlandığı bir işkenceyle öldürme yöntemi. (e.n.)
3.Terakota asker: Pişmiş kil bazlı, kahverengimsi kızıl renkli, mat seramikten askerler. (e.n.)
18 294,30 s`om