Kitobni o'qish: «Kadınlar Alayı – Üç Perdelik Bir Oyun»
Jack London, 12 Ocak 1876’da San Francisco’da doğmuştur. Müzik öğretmeni Flora Wellman ve Astrolog William Chaney çiftinin oğludur. Ancak Chaney oğlunu kabul etmeyince annesinin intihar girişimi ve bunalımı sebebiyle Jack’in bakımı ile Virginia Prentiss ilgilenmiştir. Çocukluğu yoksulluk içinde geçen Jack, erken yaşlardan itibaren pek çok işte çalışmak zorunda kalmıştır.
1893 yılında gazetecilik ödülü kazanmıştır. Ancak 19 yaşındayken liseye başlayabilmiş ve kendisini sınavlara hazırlayarak üniversiteyi kazanmıştır. Fakat kısa bir süre sonra yoksulluk yüzünden eğitimini yarıda bırakmıştır. Bu süreçte kitaplarla arası hep iyi olmuş, sürekli Marx, Darwin, Spencer, Nietzche okuyarak kendi düşüncesini belirlemeye çalışmıştır. Yazmaya başladıktan sonra, onu üne kavuşturan eseri de Vahşetin Çağrısı olmuştur.
London, eserlerinde hayat mücadelesini duygusal bir bakışla anlatmış ve aynı zamanda çoğunlukla şiddetli bir kapitalizm eleştirisi yapmıştır. Kitapları yabancı dillere en çok çevrilmiş ABD’li yazarlardan olmuştur. Henüz 40 yaşındayken 22 Kasım 1916’da hayata veda etmiş olan Jack London’ın ölümü üzerine üç iddia söz konusu olmuştur: Böbrek yetmezliği, intihar ve kazara aşırı doz morfin. Vasiyeti üzerine cesedi yakılmış ve “Öldüğüm zaman küllerimin bu tepede dinlenmesini istiyorum.” dediği yere götürülmüştür.
Eserleri:
Açlar Ordusu, Âdem’den Önce, Alaska Kid, Alın Teri, Altta Kalanlar, Atalarının Tanrısı, Ateş Yakmak, Ay Vadisi, Beyaz Diş, Beyaz Sessizlik, Buck’ın Maceraları, Büyük Serüven, Can Yoldaşı, Cinayet Şirketi, Dehşet Ülkesi, Demir Ökçe, Demiryolu Serserileri, Deniz Kurdu, Direniş, Doğu Yakası (Uçurum İnsanları), Dönek, Düş Ülkelerine Yolculuk, Güneş Çocuğu, Halk Avcısı, İstiridye Korsanları, Japon Kıyılarında Dehşet, John Barleycorn, Kaptan David Grief, Kıyametten Sonra, Kız Kar ve Kan, Kızıl Veba, Kurt Dölü, Martin Eden, Meksikalı Devrimci, Midas’ın Müritleri, Ormandan Gelen Ses, Seçme Öyküler, Sevgili Jerry, Sevginin Katıksızı, Şampiyon, Tanrılar ve Köpekler, Uçurum İnsanları, Uzak Diyarlarda, Vahşetin Çağrısı, Yanan Gün, Yanan Günışığı, Yıldızlar Korsanı, Yol.
Hatice Vildan Topaloğlu, Kilis’te doğdu. İlköğretimine Hasan Ali Yücel İlköğretim Okulunda başlayıp Teğmen Kalmaz İlköğretim Okulunda tamamladı. Özel Sevgi Kolejini birincilikle bitirdi. Hacettepe Üniversitesinde bir yıl işletme okudu. ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Anadolu Ajansının İngilizce bölümünde 4 yıla yakın çalıştı.
Çevirmenin yayımlanmış tercüme kitapları:
Binbir Gece Masalları, Alâeddin’in Sihirli Lambası, Denizci Sinbad, Ali Baba ve Kırk Haramiler, Yeşilin Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Avonlea Günlükleri / Lucy Maud Montgomery, Avonleali Anne / Lucy Maud Montgomery, Adanın Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Rüzgârın Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Beyaz Diş / Jack London, Kadınlar Alayı / Jack London, Üç Silahşorler / Alexander Dumas, On Beş Yaşında Bir Kaptan / Jules Verne, Sokrates’in Savunması / Platon, Mutlu Prens / Oscar Wilde, Nar Evi / Oscar Wilde, Tavşan Peter / Beatrix Potter.
BİRİNCİ PERDE: Alaska Ticari Şirketi’nin Dawson’daki Dükkânı
İKİNCİ PERDE: Pioneer Binası’nın Giriş Salonu
ÜÇÜNCÜ PERDE: Freda Moloof’un Kulübesi
Oyunun geçtiği zaman: 1897, Dawson, Kuzeybatı Bölgesi. Olaylar on üç saat içinde gerçekleşiyor.
Freda Moloof Bir dansçı
Floyd Vanderlip Bir Eldorado kralı
Loraine Lisznayi Bir Macar
Captain Eppingwell Birleşik Devletler yetkilisi
Mrs. Eppingwell Onun eşi
Flossie Floyd Vanderlip ile evlenmek üzere nişanlı
Sitka Charley Kızılderili bir köpek sürücüsü
Dave Harney Bir Eldorado kralı
Prince Bir maden mühendisi
Mrs. McFee İşi ahlakla ilgili
Minnie Freda Moloof’un hizmetçisi
Köpek kızağı sürücüleri, ulaklar, Kızılderililer, atlı polisler, tezgâhtarlar vs.
FREDA MOLOOF: Yunanlı bir kız ve dansçı. Muhteşem İngilizce konuşur ancak yine de tanımlanamaz, hafif bir yabancı aksanın dokunuşu vardır konuşmasında. Güzel, narin bir fiziği olsa da çok da ince değildir. Yaşı belirsiz olsa da yirmi beşten yukarı değildir. Onun kürkleri Chilcoot’tan St. Micheal’a kadar Yukon bölgesinin en görkemli kürkleridir. Adı erkeklerin dudaklarında sık sık yer alır.
FLOYD VANDERLIP: Bir Eldorado kralı. Birkaç milyonluk serveti vardır. Duyguları basit, ilkel, neredeyse çocuksudur. Ancak cesur bir adamdır ve erkeksidir. Bir adamın hayatta yaptığı işleri yapmıştır. Kadınların ellerinden çok kürek saplarını okşamıştır. Kaslı, iri vücutlu, samimi yüzlü, düzgün kadınların dünya evine gireceği türden bir adamdır.
LORAINE LISZNAYI: Bir Macar, varlıklı olmasıyla nam salmıştır ve Klondike’e keyif ve macera için seyahat etmiştir. Gençliğin heyecanını geçmiştir ve gençliği taklit etme konusunda oldukça başarılıdır. Önceki dolgunluğuna yeni eklemeler yapmanın ilk aşamasındadır. Koyu renkli gözleriyle büyüleyici bir esmerdir. Artist kraliçelerin stüdyolarında poz vererek ve kapısında kardinallerin ve prenslerin kartlarını kabul ederek bir günde kazandığı dünya vatandaşlığı unvanına sahiptir.
KAPTAN EPPINGWELL: Birleşik Devletler özel yetkilisidir.
BAYAN EPPINGWELL: Eşi. Yirmi beş ila yirmi sekiz yaşları arasındadır. Soğuk kadınlardan biridir, aklı başında, kendine hâkim ve kontrollüdür. Kahverengi saçları ile yarı sarışın, oval yüzlü, yüz hatları kabartma misalidir. Abartı derecesinde iyi olmasa da ilkelere göre hareket eder ve ne yaptığının her zaman farkındadır.
FLOSSIE: On sekiz on dokuz yaşlarındadır. Yumuşak ve yapışkan bir tip. Güzel, büzülmüş dudakları, dalgalı saçları, hayatın neşeli yüzeyselliği ile dolu gözleri vardır. Floyd Vanderlip ile evlenmek üzere nişanlanmıştır.
PRENS: Genç bir maden mühendisi. İyi bir dost ve maço bir erkektir.
BAYAN McFEE: Neredeyse kırk yaşındadır, İskoç aksanı ile konuşur, keskin hatları ve başkalarının işlerine sokulan meraklı ve güzel olmayan bir burnu vardır.
SITKA CHARLEY: Yerli bir köpek kızağı sürücüsü. Beyaz adamın ateşinin yanına ısınmak için gelmiş ve bir şekilde onlardan biri oluncaya kadar ateşin yanında kalmıştır. Vanderlip ve Kaptan Eppingwell’den çok daha kısa olmamalıdır.
DAVE HARNEY: Bir Eldorado kralı olmanın yanında bir Yanki’dir. Şekere düşkündür ve keskin bir ticari zekâsı vardır. Uzun, ince, gevşek eklemleri vardır. Paytak paytak yürür. Ağır ağır, kelimeleri uzatarak konuşur.
MINNIE: (Freda’nın bir hizmetçisi) Sakin, cansız bir kadın.
POLİS: Küçük sarı bıyığıyla genç bir adam. İngiliz, cesur, soğukkanlı ama kolayca utanır. Her ne kadar sık sık “özür dilerim” ve “üzgünüm” dese de hiçbir zaman korkmaz.
BİRİNCİ PERDE
ALASKA TİCARİ ŞİRKETİ’NİN DAWSON’DAKİ DÜKKÂNI
Sahne. Alaska Ticari Şirketi’nin Dawson’daki dükkânı. Saat on bir ve soğuk bir kış sabahı. Ön tarafta, solda, odunların yandığı geniş bir ocak var. Ocağın arkasında yakacak odunlarla dolu tahtadan bir kutu. Daha da arkada, sol tarafta üzerinde “Özel” yazısı bulunan bir kapı. Sağ tarafta kapı ve sokak girişi. Kapının yanında ise ayakkabılardaki karı temizlemek için küçük bir süpürge. Arka planda oda genişliğinin tamamını sadece giriş çıkışa müsaade edecek uzunlukta kaplayan uzun bir tezgâh. Tezgâhın üzerinde geniş altından ağırlıklar ve arkasında aynı uzunlukta sıra sıra raflar, bölmeli, sıradan ev pencereleri ile ikiye bölünmüş. Pencerelerden loş, gri ışık gelmekte. Kapılar, pencere çerçeveleri ve pencere kanatları kaba, cilasız çam kerestelerinden. Raflar, oraya buraya dizilmiş birkaç araç gereç (çömlek, tava, demlik gibi şeyler) ve dokuma ürünleri (mukavva kutuları ve koca kumaş ruloları) dışında neredeyse boş. Dükkânın duvarlarını oluşturan kütüklerin arasında kahverengi yosunlar var. Tezgâhın üzerinde kürkler, mokasenler, eldivenler ve battaniyeler incelenmek üzere serilmiş; önünde çok sayıda kar ayakkabıları, kazmalar, kürekler, baltalar, altın renkli tavalar, altın ayıklama tepsileri, demirden yapılma dikdörtgen şeklinde Yukon sobası levhaları… En dikkat çeken özellik, herhangi bir miktarda gıda ürününün yokluğu. Raflarda birkaç konserve mantar, birkaç kavanoz zeytin.
Ocağa gelince, arkaları ocağa dönük, elleri arkalarında, oduncu kumaşından takımlar giyen, kösele sırım uçlarıyla boyunlarında eldivenleri sallanan, kürk başlıklarının kulakları kapatan kısımları kalkık vaziyette duran birkaç madenci. Prince ocağın yanında, bir Kızılderili koca odun parçaları ile ateşi harlıyor. Atlı polis içeri girip çıkıyor. Sitka Charley kar ayakkabılarını inceliyor, ayakkabıları büküyor ve deniyor. Tezgâhın arkasında birkaç tezgâhtar. İçlerinden biri tezgâhın sağ ucunun yakınlarındaki bıyıklı bir madenci ile ilgileniyor.
MADENCİ: (Acınacak hâlde) “Un yok mu?”
TEZGÂHTAR: (Kafasını sallar.)
MADENCİ: (Daha acıklı hâlde) “Fasulye yok mu?”
TEZGÂHTAR: (Aynı şekilde kafasını sallar.)
MADENCİ: (En acınası hâlde) “Şeker yok mu?”
TEZGÂHTAR: (Tezgâhın arkasından gelip sobaya yaklaşır, öfkelendiği bellidir, başını vahşice sallar, yolun yarısında Madenci ile karşılaşır, Madenci geriye doğru adım atar.) “Hayır! Hayır! Hayır! Sana ‘hayır’ diyorum! Fasulye yok, şeker yok, hiçbir şey yok!”
Sobada ellerini ısıtır ve Madenci’ye gaddar bir bakışla bakar. Dave Harney sağdan içeri girer, ayakkabılarındaki karları temizler ve ocağa doğru yürür. Uzun boylu ve zayıftır. Gevşek eklemleri ile paytak paytak yürümekte ve Tezgâhtar ile Madenci’yi ilgiyle dinlemektedir. Konuşma isteğini belli etse de soğuktan donan bıyıklı ağzını açamaz. Buzların çözünmesi için sobaya doğru eğilir.
MADENCİ: (Tezgâhtar’a hitaben, artan bir öfkeyle) “Yüce ve azametli rolü kesmene pekâlâ seni sinsi ufak tezgâh zıpzıpı. Ama hepimiz lanet şirketinin neyin peşinde olduğunu çok iyi biliyoruz. Yiyecek saklamanızın sebebi fiyat yükseltmek, yaptığınız tam olarak bu. Kıtlık fiyatları sizin işiniz.”
TEZGÂHTAR: “Raflara baksana be adam! Raflara bak!”
MADENCİ: “Peki ya depolara ne demeli? Tavana kadar yiyecekle dolu.”
TEZGÂHTAR: “Değil.”
MADENCİ: “Sanırım boş olduklarını söylüyorsun.”
TEZGÂHTAR: “Boş değiller. Ama içlerindeki azıcık yiyecek de sen ülkeye gelmeyi daha düşünmeden geçen bahar ve yazda siparişlerini veren Alaska madencilerine ait. Üstelik bu madencilerin sayısı bile azaltıldı, yarıya indirildi. Şimdi sesini kes. Daha fazla bir şey söylemeni istemiyorum. Siz yeni gelenler bu ülkeyi yönetmeyi aklınızdan bile geçirmeyin çünkü bunu başaramayacaksınız.” (Madenci’ye arkasını dönüp) “Lanet olası yeniler!”
MADENCİ: (Yere çöker ve korkar ancak Tezgâhtar’dan değil kıtlıktan korkmaktadır.) “Peki Tanrı aşkına ben ne yapacağım? Tüm kış için 50 pound (22,6 kg) kadar bile unum yok. Eğer satarsan yiyeceğimin parasını ödeyebilirim. Beni açlığa terk edemezsin!”
DAVE HARNEY: (Bıyığındaki son buz parçasını da koparır ve yere atar. Buz parçası ses çıkarır. Ağır ağır konuşur.) “Ah, siz yeniler insanı çok yoruyorsunuz. Sizin gibi mahlukatı daha önce hiç görmedim. Bu ülkede sizden çok daha iyi insanlar açlık çekti ve lafını da etmediler hani. Hepsi de bir deri bir kemikti doğru bildiysem. Bunun ne olduğunu zannediyorsun? Pazar pikniği mi? Öylece geliverdin, değil mi? Üstelik de sağlam korkmuşsun. Bana bak hele, ben eskilerdenim, Alaska madencilerinden, bundan da gurur duyuyorum. Kimseler şirketi suçlamadan önce geldim ben bu ülkeye. Kahvaltım için balık tuttum, akşam yemeğim için ava çıktım. Balıklar yemi yutmadığında ve av olmadığında da sadece kemerimi biraz daha sıkıp yürüyüp gittim. Somon gövdesi ve tavşan izleriyle idare edip mokasenlerimi yedim.” (Neşeyle) “Sana derim ki bu memleket senin suyunu çıkarır!” (Eskilerden biriyle yüz yüze gelen Madenci, bu nutuk karşısında allak bullak olur ve nihayet diğer madencilerin arkasına çekilir. Oradan da sağ taraftaki çıkışa yönelir. Cebinden bir kâğıt çıkarıp gösterir.) “Buraya bak hele Tezgâhtar Efendi, buna ne dersin?”
TEZGÂHTAR: (Gözünün ucuyla kâğıda bakar.) “Gıda sözleşmesi.”
DAVE HARNEY: “Ne anlama geliyor peki?”
TEZGÂHTAR: (Bitkin bir şekilde) “1000 poundluk yiyecek.”
DAVE HARNEY: “Peki ne kadar şeker?”
TEZGÂHTAR: “1000 poundluk yiyecek.”
DAVE HARNEY: “Bir daha de.”
TEZGÂHTAR: (Kâğıttaki maddeye bakar ve okur.) “75 pound.”
DAVE HARNEY: (Muzaffer bir şekilde) “Ben de öyle gördüm. Gözlerimin iyi olduğunu düşünmüştüm.”
TEZGÂHTAR: (Bir müddet duraksadıktan sonra) “Yani?”
DAVE HARNEY: “Yanisi, depodaki o uyuz ufak herif kâğıt üzerinde sadece beş yüzlük alabileceğimi, hiç de şeker alamayacağımı söylemişti. Ne demek oluyor bu?”
TEZGÂHTAR: “Anlamı beş yüz pound ve şeker yok demek. Azaltma bugün yürürlüğe girdi. Emirler böyle.”
DAVE HARNEY: (Hevesle) “Hiç şeker olmayacak mı?”
TEZGÂHTAR: “Hiç şeker olmayacak.”
DAVE HARNEY: “O yiyecekler benim, şeker de. Geçen baharda parasını ödedim. Şuradaki tartılarda altın tozumu1 tarttım.”
TEZGÂHTAR: “Yapabileceğim bir şey yok, talimatlar bu şekilde.”
DAVE HARNEY: (Hevesle) “Hiç şeker olmayacak mı?”
TEZGÂHTAR: “Hiç şeker olmayacak.”
DAVE HARNEY: (Düşünceli bir şekilde, alçak sesle) “Tuhaf ama değil mi? Çok tuhaf hem de. Elimde iki tane beş yüzlük Eldorado belgesi var, kendim de beş milyon ederim ama lapamı ya da kahvemi tatlandırmıyorum.” (Ani bir öfkeyle Tezgâhtar’a döner, Tezgâhtar bitkin bir şekilde tezgâhın gerisine çekilir.) “Lanet olsun! Bu memleket alev alsa da umurumda olmaz. Ben bırakıyorum. Kesinlikle bırakıyorum. Birleşik Devletler’e dönüyorum. İdareyle görüşeceğim.” (Hızlı adımlarla soldaki kapıya doğru yürür.)
TEZGÂHTAR: “Dur!” (Dave Harvey durur.) “Patron meşgul, yanında Vanderlip var.”
DAVE HARNEY: “Demek o da şeker teklifine itiraz ediyor, değil mi?”
TEZGÂHTAR: “Hayır, etmiyor.”
DAVE HARNEY: “O zaman hadi bakalım. Dave Harney, Vanderlip ya da başka bir adamı beklemez.” (“Özel” yazısı bulunan bir kapıyı sarsarak açar. Vanderlip kapıda görülür, içeri girmektedir.)
VANDERLIP: “Merhaba Dave. Acelen ne?”
DAVE HARNEY: “Merhaba, Vanderlip. Satacak şekerin var mı?”
VANDERLIP: “Hayır ama almak isti…”
DAVE HARNEY: (Sözünü keser.) “Şeker yok, benimle iş yapamazsın.” (Kapıya doğru fırlar, arkasından çarpar.)
Sobanın etrafındaki madencilerden gülme sesleri gelir. Tezgâhtar yaka silker. Vanderlip bir an için açtığı kapıdan arkaya doğru bakar ve Dave Harney’e güler. Loraine Lisznayi sağ taraftan içeri girer ve mokasenlerinden karları temizlemek için kapıda durur.
VANDERLIP: (Loraine Lisznayi’yi, görür. Ona doğru yürümeye başlar. Ancak yarısında Sitka Charley ile konuşmak için aceleyle durur.) “Köpekler ne âlemde Charley?”
SITKA CHARLEY: “Yavaş yavaş hazırlarım.”
VANDERLIP: “Onları hemen, bugün istiyorum.”
SITKA CHARLEY: “Dün, yarın dedi bana.”
VANDERLIP: “Bugün, sana bugün diyorum. Fiyatı hiç düşünme. O güzel köpekleri almam lazım. Bu gece saat on ikide su çukurunun yanında koşumları, yemleriyle beraber tamamen hazır olsunlar. Bir de onları benim için nehrin aşağısına kadar süreceksin. Tamam mı?”
SITKA CHARLEY: “Tamam.”
VANDERLIP: (Sağa geçmeye devam ederken omzunun üzerinden) “Ücreti düşünme. Onları almam lazım.” (Sağ tarafa, Loraine Lisznayi’ye doğru yürür. Yüzünde bir keyif ifadesi vardır. Kürk şapkasını çıkarır ve kadının elini sıkar.)
LORAINE: “Bundan daha iyisini yapmanız lazım. Eğer burada bir kadın olsaydı yüzünüz her şeyi açık etmiş olurdu.”
VANDERLIP: “Memnuniyetimin yüzüme yansımasına engel olamıyorum, Loraine.”
LORAINE: “Bana Loraine deme. Biri duyabilir. Ayrıca ne kadar dikkatli olursak o kadar iyi. Hem bir dakikadan daha uzun süre konuşmamalısın Floyd.”
VANDERLIP: (Yüzünde kocaman bir sırıtma ile) “Hah şimdi oldu, bana Floyd dedin. Biri duyabilir. Ama kimin umurunda? Benim değil. Bırak duysunlar. Bundan memnun olurum! Senin benim olmandan gurur duyarım. Dünyadaki en tatlı küçük kadın benim, sadece benim.”
LORAINE: (Etrafa kaçamak bakışlar atar ve kimsenin dikkat kesilmediğini görür.) “Hişş, tatlım. Güvenli bir mesafeye ulaşıncaya dek bekle. Sonra senin benimle gurur duymandan tüm dünya karşısında gurur duyuyor olacağım. Sen öyle bir adamsın ki! Öyle bir adam!”
VANDERLIP: “Seni o Akdeniz sarayına götürünceye dek bekle sadece. Bizdeki bu Klondike altınıyla ayakta bekleteceğiz onları. İnsanlar benim ne kadar zengin olduğumu bilmiyorlar Loraine. Sen de bilmiyorsun. Dominion Creek’te hiç kimsenin hayal bile edemeyeceği ödeme senetlerim var ve…”
LORAINE: “Ne kadar çok ya da az paran olduğu umurumda değil. Sen, sen koca adam, benim kahramanım olan sen umurumdasın. Sen saraylara prens misali soyluluk katacaksın, üstelik ben birkaç prens de tanırım.”
VANDERLIP: “Kraliçeler de tanıdığını söylememiş miydin?”
LORAINE: “Evet, kraliçeler de. Üstelik seni tanımaktan gurur ve memnuniyet duyarlar. Oralarda senin gerçek adamlar yok. Sen sansasyon yaratacaksın.”
VANDERLIP: (Endişelenerek) “Ama bu saraylarda yaşama işleri, insanı yumuşatıyor ve şişmanlatıyor, öyle değil mi? Ben şişmanlığı sevmem.” (Kadına eleştirircesine bakar.) “Senin o yöne meylin yoktur, değil mi?”
LORAINE: (Kahkaha atar.) “Seni şapşal tatlı adam. Tabii ki yok. Öyle görünüyor muyum?”
VANDERLIP: (Yavaşça) “Yani, biraz yuvarlak ve şey görünüyorsun, dolgun.”
LORAINE: “Ben hep böyle dolgun olmuşumdur. Anneme benzerim. O da böyleydi. Kendisi hiçbir zaman şişmanlamadı, ben de şişmanlamayacağım.”
VANDERLIP: (Endişe yüzünden kaybolur ve yerini memnuniyete bırakır.) “Ah, sen yerli yerindesin Loraine, buna emin olabilirsin.”
LORAINE: “Ama şimdi beni bırakman lazım Floyd. Her an biri gelebilir. Ayrıca, yolculuğumuz için almam gereken birkaç şey var.”
VANDERLIP: “Orada benim paramı hazırlıyorlar.” (Soldaki kapıya doğru kafasını sallar. Loraine hevesli ve gayriihtiyari bir ilgi gösterir istemeden.) “İtibar mektupları, biliyorsun işte ve diğer şeyler. Fazla toz2 taşıyamam. Çok ağır olur. Bu arada fazla ağırlık olmasın. Çok fazla ufak tefek şey alma. Köpek köpektir ve çok fazla yük çekemez.”
LORAINE: “Sadece kendimi rahat ettirecek kadarını alırım.”
VANDERLIP: “Bir kadının rahat edebilmesi için çok fazla şeye ihtiyacı oluyor. Ama sorun değil. Sen kendini ne kadar rahat ettirirsen ettir, bizi taşıyacak iki kızak olacak. Bol miktarda ayak giyimi, mokasen, çorap ve benzer şeyler getir. Ayrıca tüm kıyafetlerinle gece yarısında su çukurunda ol. Senin Kızılderililin yeterince köpek yemi getirdiğinden de emin ol. Ben bugün bir ara kendi köpeklerimi getireceğim.”
LORAINE: “Hangi su çukuru?”
VANDERLIP: “Hastanenin yanındaki. Hata yapıp da diğerine gideyim deme. Diğer, yolun uzağında.”
LORAINE: “Şimdi sadece beni bırakman lazım ve beni bugün içinde gece yarısına kadar, yani hastane yanındaki su çukurunda buluşuncaya kadar görmemelisin. Seni gözümün önünden ayırmaya güç bela dayandığımı biliyorsun. Ama bu kadınlar yok mu? Ah nasıl da şüpheci yaratıklar onlar!”
VANDERLIP: “O zaman bu geceye kadar hoşça kal.” (Sola doğru gitmek için döner.)
LORAINE: (Yumuşak bir şekilde) “Floyd!” (Vanderlip arkasını döner.) “Bu gece baloya gitmen lazım. Ben gidemeyeceğimi özür dileyerek ilettim ama sen gitmelisin. Böylece olası şüpheler bertaraf edilmiş olur.”
VANDERLIP: “Zaten gidiyordum. Kısa bir süreliğine uğramak için. Ben, anlarsın ya, Bayan Eppingwell’e gideceğime dair söz verdim.”
LORAINE: (Kıskanç bir şekilde) “Bayan Eppingwell demek!”
VANDERLIP: “Tabii ki ama sorun yok Loraine. O sayılmaz.”
LORAINE: “Tabii ki sayılmaz. Ama ben seni o kadar çok seviyorum ki Floyd az biraz kıskançlık etmeden duramıyorum. Ama hadi bakalım, gitmek zorundasın. Hoşça kal, canım.”
VANDERLIP: “Hoşça kal canım, canım Loraine.” (Sola doğru gitmek üzere döner.)
LORAINE: (Yumuşak bir sesle) “Floyd!”
VANDERLIP: (Arkasını dönüp bekler, bir müddet durduktan sonra) “Evet?”
LORAINE: (Tatlı bir serzenişle) “Hakkınızda bir şeyler duymuştum beyefendi.”
VANDERLIP: “Şimdi ne oldu?”
LORAINE: “Ah sizin galiba, nasıl desem! Yabancılara temayülünüz var!”
VANDERLIP: (Şaşırır.) “Ne dediğini anladıysam Tanrı belamı versin. Temayül ne? Yenir mi?”
LORAINE: (Kahkaha atar.) “Yani, bir kadın varmış, güya Yunan’mış ama neyse benim gibi yabancı işte. Ama dünya tatlısı bir aksanı varmış. Erkekler öyle di…”
VANDERLIP: (Sözünü keser.) “Freda, demek istiyorsun.”
LORAINE: (Yüzünde sert bir ifade belirir.) “Evet, sanırım kadının ismi buydu.”
VANDERLIP: (Neşeyle güler.) “Bunda bir şey yok. Zerre kadar umurumda değil o. Zerre kadar.”
LORAINE: “Bir de şu Bayan Eppingwell var. Ona biraz sadık olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum.”
VANDERLIP: (Hafif bir utanç ifadesiyle) “Ah, benim onunla sadece tanışıklığım var, hepsi bu, sadece tanışıklık.”
LORAINE: “Ve sadece beni mi seviyorsun?” (Vanderlip başını sallar.) “O zaman bunu söyle.”
VANDERLIP: (Dürtüsel bir hevesle kollarını sarılmak istercesine hafifçe kaldırır ve kendini kontrol etmek için çabalar.) “Ah, seviyorum Loraine, seviyorum, seviyorum.”
LORAINE: “Bunu söylediğini duymak güzel. Şimdi ise mutlaka gitmelisin. Hoşça kal canım, hoşça kal.”
Sahnenin soluna geçer ve dışarı çıkar. Kadın sahnenin arkasına doğru geçer ancak kendisine yaklaşan Sitka Charley tarafından durdurulur.
SITKA CHARLEY: (Kaba bir şekilde) “Günaydın.”
LORAINE: (Tatlı bir sesle) “Günaydın, Charley.”
SITKA CHARLEY: (Hemen lafa girer.) “Paramı getirdin?”
LORAINE: “Ah, dur bakayım. Ne kadardı?”
SITKA CHARLEY: “200 dolar.”
LORAINE: “Sana ne diyeceğim: Yarın sabah kulübeme gel. Sana orada vereceğim.”
SITKA CHARLEY: (Kadının yalan söylediğini bildiğini belli etmeden) “Yarın sabah paramı verecek?”
LORAINE: “Kulübemde, sakın unutma.”
SITKA CHARLEY: “Peki o zaman, yarın sabah.” (Ani bir hareketle döner ve sobaya doğru yürür.)
LORAINE: (Seslenir.) “Ah, Charley!” (Arkasını kadına döner.) “Dominion Creek çok zengin mi?”
SITKA CHARLEY: “Çok deli zengin.”
LORAINE: “Peki Bay Vanderlip’in orada mülkü olup olmadığını biliyor musun?”
SITKA CHARLEY: “Ben bilmem.” (Gitmeye başlar.)
LORAINE: (Onu alıkoyarak) “Ama Bay Vanderlip çok zengin, değil mi? Bunu biliyor musun?”
SITKA CHARLEY: “Vanderlip çok deli zengin.”
Sitka Charley aniden döner ve sobaya gider. Loraine sol arka taraftan sahneyi geçer ve kendisini bir tezgâhtarın beklediği tezgâha yönelir. Bayan Eppingwell ve Bayan McFee sağdan giriş yaparlar. İkisi de mokasenlerinden kar temizlemekle meşguldürler.
BAYAN EPPINGWELL: (Ayakkabısını ilk o temizler ve birini ararcasına dükkânın içinde göz gezdirir.) “Kaptan Eppingwell’i göremiyorum. Hâlbuki kendisi dakikliğin adamıdır.”
BAYAN McFEE: (Kar temizlemeye devam eder.) “Belki de biraz erken geldik Bayan Eppingwell. Ama dediğim gibi bu maskeli balo daveti ahlaken pek şaibeli. Maskeli olmasının düşük seviyeli dans salonu yaratıklarının gelmek için can atması ve nezih insanları varlıklarıyla utandırmaları demek olduğunu size hatırlatırım. Ben aklımdan geçeni söylerim ve ahlaklı insanların bu duruma maruz kalması rezil bir şey. Günahkâr yüzleri maskelerle kapanmış kabadayılar ve kumarbazlar olacak ve kim tanıyacak onları? Bir de şu Freda denilen kadın var. Dediklerine göre baloncuklarla oynayan çocuklar misali oynuyormuş erkeklerin kalbiyle. Diğerleri ise, arsız aşüfteler, ince kuş tüylerini suratımıza doğru sallamalarına kim engel olacak? Onları kim durduracak, sorabilir miyim?”
BAYAN EPPINGWELL: (Gülümseyerek) “Kapı görevlisi tabii ki. Çok basit. Maskeler kapıda kaldırılmak zorunda.”
BAYAN McFEE: “Ayy, çok basit, derim ben. Muhtemelen kapı gözetleme işini siz alırsınız ve muhtemelen her serserinin yüzünü tanıyorsunuzdur.”
BAYAN EPPINGWELL:
“Onları tanıyan adamlardan birini alırız, örneğin Bay Prince’i. Bak kendisi orada, sobanın yanında. Ondan kapı görevlisi olmasını rica ederiz.”
Prince arka tarafa geçer ve Loraine’e katılır.
BAYAN McFEE: (Her zamankinden daha kaba bir şekilde) “Peki Bay Prince aynı anda günahın çocuklarını tanıyıp nezih kimselerle nasıl arkadaşlık kurabiliyor?”
BAYAN EPPINGWELL: “Çünkü bir erkek olduğu içindir diye zannediyorum. Bak orada Sitka Charley var. Sanırım gelmek isteyecek olsa ona müsaade etmezdiniz.”
BAYAN McFEE: (Yargılarcasına) “Neden ki? Hayır, o çok iyi adam.”
BAYAN EPPINGWELL: “Yine de eminim ki senin deyiminle tüm günah çocuklarını tanıyordur.”
BAYAN McFEE: “Ama o bir Kızılderili ve dans etmez.”
BAYAN EPPINGWELL: (Gülerek) “O zaman onunla konuşarak seni hayrete düşürmüş olmam galiba.” (Sitka Charley’e yaklaşır, bu arada Bayan McFee tezgâha gider. Tezgâhtar onunla ilgilenir.) “Günaydın Charley, Kaptan Eppingwell’i gördün mü?”
SITKA CHARLEY: (Günaydın anlamında başını sallar.) “Evet.”
BAYAN EPPINGWELL: “Ne zaman görmüştün? Burada mıydı?”
SITKA CHARLEY: “Onu dün gece gördüm ben.”
BAYAN EPPINGWELL: “Ah!” (Gülerek) “Onu sonrasında gördüm zaten. Ama benimle burada buluşacaktı.”
SITKA CHARLEY: “Hımm.”
BAYAN EPPINGWELL: (Sohbet etmeye çalışır.) “Bu sabah çok soğuk.”
SITKA CHARLEY: “Hımm.”
BAYAN EPPINGWELL: “Ne kadar soğuk?”
SITKA CHARLEY: “Eksi altmış beş. Satılık köpek var mı?”
BAYAN EPPINGWELL: “Hâlâ köpek almaya mı çalışıyorsun? Bu kez kim için?”
SITKA CHARLEY: “Vanderlip. Sekiz köpek ister.”
BAYAN EPPINGWELL: (Şaşırır ve ilgilenmeye başlar.) “Bay Vanderlip mi?”
SITKA CHARLEY: “Hımm.”
BAYAN EPPINGWELL: “Köpeği ne yapacakmış?”
SITKA CHARLEY: “Hımm. Köpeğiniz var mı?”
BAYAN EPPINGWELL: (Zihninden ani bir düşünce geçer.) “Evet, satacak köpeğim var, daha doğrusu Kaptan Eppingwell’in var.”
SITKA CHARLEY: “Taze köpekler? Güçlü köpekler?”
BAYAN EPPINGWELL: (Düşünmeye başlar.) “Yani hayır. Şöyle oldu, kendisi daha dün geldi. Uzun bir yolculuk yapmıştı.”
SITKA CHARLEY: “Evet, biliyorum. Bin altı yüz mil. Köpekler bir deri bir kemik, tükenmişler, iyi durumda değiller.”
BAYAN EPPINGWELL: “Köpekleri ne zamana istiyor?”
SITKA CHARLEY: “Hemen şimdi, bugün.”
BAYAN EPPINGWELL: “Köpekleri neden istiyor?”
SITKA CHARLEY: (Umursamaz bir şekilde) “Ha?”
BAYAN EPPINGWELL: “Bay Vanderlip köpekleri ne için istiyor?”
SITKA CHARLEY: “Bu Sitka Charley’i ilgilendirmez. Vanderlip’i ilgilendirir.”
BAYAN EPPINGWELL: “Ama bilmek istiyorum.”
SITKA CHARLEY: “O zaman Vanderlip’e sor.”
BAYAN EPPINGWELL: “Söyle bana.”
SITKA CHARLEY: “Vanderlip’e sorman daha iyi, bence.”
Bir duraksama, bu sırada Sitka Charley sadece beklerken Bayan Eppingwell düşünür gibidir. Konuşmaya başladığı anda ses tonu değişmiş, ciddi bir hâl alır.
BAYAN EPPINGWELL: “Charley, birlikte Long Trail’de yolculuk ettik, sen ve ben.”
SITKA CHARLEY: “Hımm.”
BAYAN EPPINGWELL: “Birlikte Hills of Silence’ı geçtik. Son köpeklerimizin de yolda yere yığıldığını gördük. Tökezleyip düştük karları, ellerimizin ve dizlerimizi üzerinde sürünerek geçtik çünkü yiyeceğimiz yoktu ve çok soğuktu. Elimizdeki son yiyecekler çalındı…”
SITKA CHARLEY: (Gözleri parlar, yüzü gaddarca ve memnuniyetle katılaşır.) “Kaptan Eppingwell yemek çalan bir adamı öldürür. Ben diğerini biliyorum.”
BAYAN EPPINGWELL: (Ürperir.) “Evet, çok korkunçtu. Ama Charley sen ve ben yiyeceğe ve ısınacağımıza inanmaya devam ettik.”
SITKA CHARLEY: “Ve Kaptan Eppingwell’e.”
BAYAN EPPINGWELL: “Ve Kaptan Eppingwell’e. Şimdi o yiyeceğe ve ısınacağımıza olan inancın hatırına bana gerçeği söylemeni istiyorum.”
SITKA CHARLEY: “Hımm.”
BAYAN EPPINGWELL: (İstekli bir şekilde) “Söyler misin?”
SITKA CHARLEY: (Kafasını sallar.) “Hımm.”
BAYAN EPPINGWELL: (Aceleyle) “Bay Vanderlip köpekler istiyor, taze köpekler… Neden?”
SITKA CHARLEY: “Uzun yolculuk yapacak. Çok geceler.”
BAYAN EPPINGWELL: “Nereye? Ne zaman? Söyle her şeyi.”
SITKA CHARLEY: “Nehrin aşağısına. Bu gece gidecek.”
BAYAN EPPINGWELL: “Tek mi gidiyor?”
SITKA CHARLEY: (Başını sallar) “Hayır.”
BAYAN EPPINGWELL: “Onunla kim gidiyor?”
SITKA CHARLEY: “Ben gider.”
BAYAN EPPINGWELL: (Öfkelenerek) “Evet, evet, tabii ki. Ama sen sayılmazsın. Başka kim?”
SITKA CHARLEY: (Başını sallar.) “Hımm.”
BAYAN EPPINGWELL: (Muzaffer bir şekilde) “Tam da düşündüğüm gibi. Söyle bana Charley. O, o… Bu korkunç kadın mı? Biliyorsun işte.”
SITKA CHARLEY: “Hımm… Bu kötü kadın, bu lanet gelesi kötü kadın. Hımm. Onunla gider. Bu gece saat on ikide, su çukurunda. Onunla orada buluşacak.”
BAYAN EPPINGWELL: (Hevesli bir şekilde) “Evet, evet. Peki sonra?”
SITKA CHARLEY: “Sonrası onunla gider, çok geceler, nehrin aşağısından.”
BAYAN EPPINGWELL: “Sen de köpekleri getireceksin demek.”
SITKA CHARLEY: “Evet, ben getiririm.” (Dave Harney sol taraftan girer, öfkeli adımlarla yürür.) “Onları şimdi getiririm ben.”
DAVE HARNEY: “Hoşça kal.” (Dave Harney’in olduğu tarafa doğru yürümeye başlar.)
BAYAN EPPINGWELL: “Bir dakika bekle Charley.”
SITKA CHARLEY: (Omzunun üzerinden) “Ben geri dönerim. Sen bekle.” (Dave Harney’e yaklaşır.) “Selam Dave. Bugün soğuk.”
DAVE HARNEY: (Vahşice ona döner.) “Emin olabilirsin ki soğuk. Her zamanki buz gibi hava. Ama ben bırakacağım, soğuğu bırakacağım. Köpeklerimi kızağa çekip adaletin olduğu diyarlara gitmek üzere yola çıkacağım. Bir adamın bir yıl önceden siparişini verip ödemesini yaptığı şeyi alabileceği yere…”
SITKA CHARLEY: “Satacak köpek var mı?”
DAVE HARNEY: “Satacak şekerin var mı?”
SITKA CHARLEY: “Ben köpek alırım.”
DAVE HARNEY: “Ben şeker alıyorum.”
SITKA CHARLEY: “Bende şeker yok. Sende köpek var. Ben sekiz köpek alırım. Ne kadar?”
DAVE HARNEY: “Köpek başına beş yüz dolar.”
SITKA CHARLEY: “Hımm… Sekiz köpek… Dört bin dolar.”
DAVE HARNEY: “Köpekler senin ödemeye razı geldiklerine değer.”
SITKA CHARLEY: “Hımm.”
DAVE HARNEY: “Buraya bak Charley. Bir zamanlar madenciydim. Ama şimdi iş adamıyım. Şekerin var mı?”
SITKA CHARLEY: “Şeker yok.”
DAVE HARNEY: “Biraz şeker için çok köpek verirdim. Şeker yoksa sana dört bine mal olur.” (Gitmek için arkasını döner.)
SITKA CHARLEY: (Onu alıkoymak için bir hareket yapmaz.) “Hımm.”
DAVE HARNEY: (Omzunun üzerinden) “Dört bin.”
SITKA CHARLEY: “Hımm.”
DAVE HARNEY: “Eğer gerçekten istiyorsan o kadar ederler.”
SITKA CHARLEY: “Peki Dave, alıyorum.”
DAVE HARNEY: “Altın tozunu saat birde benim kulübeme getir.”
SITKA CHARLEY: “Şimdi alırım.”
DAVE HARNEY: “Hayır alamazsın. Geri dönüp onlara haklarında ne düşündüğümü söyleyeceğim. Alçak herifler! Kendi lapalarını ve kahvelerini bol bol tatlandırıyorlar. Emin ol ki yapıyorlar bunu. Ya birazını alacağım ya da sebebini öğreneceğim.” (Hışımla sol taraftan kapıdan çıkar.)
Sitka Charley, Bayan Eppingwell’in yanına döner.
SITKA CHARLEY: “Şu Dave Harney tam bir soyguncu. Ama o köpekleri alacak.”
BAYAN EPPINGWELL: “Hadi bana bu kadından bahset Charley. Şu Freda’dan. Adı Freda Moloof, öyle değil mi?”
SITKA CHARLEY: (Dikkatinin Loraine Lisznayi’den başka bir şeye çekildiğini açıkça belli eder.) “Ah, Freda!”
BAYAN EPPINGWELL: (Gülümseyerek) “Ona Freda diyorsun.”
Bepul matn qismi tugad.