Kitobni o'qish: «Telli Haseki Hümaşah Sultan»
Telli Haseki Hümaşah Sultan
Seyahatinden dönen Sultan İbrahim, Telli Haseki’ye biraz fazla ilgi göstermeye başlamıştı.
Telli Haseki, Sultan İbrahim’in sekizinci karısıydı.
Padişah, Hümaşah Sultan’ı nikâhla almış ve İstanbul’da parlak bir düğün yapmıştı.
Bütün vezirler, âlimler, divan erkânı, Bektaşiler, baltacılar ve bostancılar toplanmış Telli Haseki’yi Davutpaşa Bahçesi’nden alarak Topkapı civarında Valide Sultan Bahçesi’ne gelin getirmişti. Nikâhta, Telli Haseki tarafından Darüssaâde Ağası, Sultan İbrahim tarafından da Sadrazam vekil seçilmişti. Telli Haseki’ye düğün hediyesi olarak bir Mısır hazinesi verilmişti.
Türk sarayında hiçbir kadın Telli Haseki kadar güç ve iktidar sahibi olmamıştı.
Telli Haseki, Ben filancanın görevden alınmasını isterim, dediği zaman o adam derhal makamından olur, Ben filancanın terfi ettirilmesini isterim, dediği zaman o kimse derhal en yüksek mevkiye getirilirdi.
Padişah aylar geçtikçe, Telli Haseki’ye ateşli bir aşkla bağlanıyor ve sarayın idaresini yavaş yavaş ona bırakıyordu.
Telli Haseki kısa süre içinde bütün saray halkına hükmetmeye başlamıştı. Ve günün birinde, Ben filancanın başını isterim, dediği zaman onun bu arzusu da yerine getirilivermişti.
Telli Haseki’yi kıskanan diğer hasekiler ve Hünkârın sevgili cariyeleri korkularından göze görünmemeye çalışıyorlardı. Telli Haseki, bir sabah, Ben bazı cariyelerden şüpheleniyorum. Olmaya ki bu aşüfteler bir gün yüce Efendimize fenalık ederler, diyerek Sultan İbrahim’i vesveseye düşürmüş ve bu yolla on sekiz cariyeyi saraydan uzaklaştırmayı başarmıştı.
Bu olay üzerine bütün kadınlar Telli Haseki’nin gözüne görünmemek için odalarından çıkmaz, hatta birbirleriyle bile görüşmez olmuşlardı.
Telli Haseki saraydaki gücünü hükümet işlerinde de kullanmaya başlamıştı.
Sultan İbrahim’in tahta çıkışından beri çok kötü bir şekilde idare edilmekte olan devlet işleri Kösem Sultan’dan sonra Telli Haseki’nin eline geçmişti.
Telli Haseki çok güzel ve çok zeki bir kadındı. Sarayda güzelliğiyle Padişahı, zekâsıyla da Cinci Hoca’yı büyülemişti.
Genç Haseki, Padişahın cinlerden korktuğunu görerek saraya girdiği günden itibaren Cinci Hoca’ya iltifat etmiş ve onu tamamıyla elde etmeyi, kendi safına çekmeyi başarmıştı.
Cinci Hoca, Telli Haseki’den çekiniyordu. Kendi kendine söylenirken, “Bu kadınla iyi geçinmeliyim,” diyordu, “maazallah bir akşam Padişahtan başımı isteyiverse hâlim yamandır!”
Cinci Hoca bu endişe içinde bir gün Padişahla görüşürken yerini sağlamlaştırmak için şöyle demişti.
“Şevketli Padişahım, cinler son Hasekiden fevkalâde memnundur. Bu gece bir ordu halinde kulunuzu ziyarete geldiler. Millet kendisinden çok memnundur. Devlet işlerinde de oldukça başarılı olduğunu kanıtladı! Şüphe yok ki Padişaha layık bir eştir, dediler.”
Cinci Hoca’nın bu uydurma sözlerine inanan Padişah, hükümet işlerini büsbütün Telli Haseki’ye terk ederek eğlenceye dalmıştı.
Telli Haseki, Cinci Hoca’nın nasıl bir adam olduğunu tam olarak anlamış olsa da onu saraydan uzaklaştırmak genç kadının işine gelmiyordu. O da gidecek olursa Padişaha söz geçirecek hiç kimse kalmayacaktı.
Telli Haseki’nin bir derdi vardı. Bir sabah erkenden kalktı ve Cinci Hoca’nın odasına gitti.
Haseki’yi karşısında görünce Hoca’nın alt dudağı korkudan çatlamıştı.
Genç Haseki gülerek Hoca’nın yanına sokuldu.
“Korkma,” dedi, “sana söyleyeceklerimi aynen yapacaksın! Şimdi Hünkâra kahvaltı tepsisini götürecekler. Ben onunla kahvaltı ederken, sen de gece cinlerden önemli bir haber almış gibi, telaşla huzura gir ve şu sözleri aynen Hünkâra söyle: Padişahım, bütün cinler, kardeşiniz Fatma Sultan’ın Telli Haseki’ye hizmet etmesini arzu ediyorlar! Cinlerin arzusunu yerine getirmeyecek olursanız, başınıza bir felâket gelmesi muhakkaktır!”
Cinci Hoca’nın dili tutuldu. Beklemediği bu teklif karşısında birdenbire ne cevap vereceğini şaşırmıştı.
Telli Haseki fazla bir şey söylemedi. “Anladın mı? Yarım saat sonra seni bekliyorum,” diyerek gitti.
Cinci Hoca’nın, Padişahın kızkardeşlerine karşı büyük bir saygısı vardı. Özellikle Fatma Sultan ne kadar hassas, temiz kalpli, melek gibi bir kadındı.
Cinci Hoca, Telli Haseki’nin verdiği emre göre hareket edecek olursa, Fatma Sultan’ın sıradan bir hizmetçiden ne farkı kalacaktı?
Sultan İbrahim gibi aklı ve iradesine hâkim olmayan bir hükümdar, şüphe yok ki bu teklifi derhal kabul edecek ve kızkardeşini Telli Haseki’nin hizmetine verecekti. Fakat Kösem Sultan kızını bu durumda görmeye dayanabilecek miydi?
Cinci Hoca bu ani teklif karşısında şaşırıp kalmıştı. Kösem Sultan’la yeniden mücadeleye girişmek hiç de hoş bir şey değildi.
Zaten Fatma Sultan hastalıktan yeni kalkmıştı. Padişah bu teklifi kabul etse bile, biraz sonra, işin içyüzü anlaşılınca Kösem Sultan nasıl cevap verecekti?
Aradan yarım saat geçmişti.
Telli Haseki’nin arzusunu yerine getirmekten başka yapılacak bir iş kalmadığını anlayan Cinci Hoca, Padişahın huzuruna girdiği zaman genç Haseki ile Hünkâr baş başa vermiş, konuşuyorlardı.
Sultan İbrahim, Hocayı görünce “İyi ki geldin,” dedi, “gözümün nuru bu sabah beni çok üzdü. Bütün arzularını derhal yerine getirdiğim halde gül yüzünde neşeden eser göremiyorum. Bari sen şöyle neşeli bir fıkra anlat da bu elmas parçasının yüzü gülsün!”
Cinci Hoca, Sultan İbrahim’in neşesini yerine getirmek için bundan daha güzel bir fırsat bulamazdı. Telli Haseki’nin biraz önce verdiği talimat dairesinde söze başlayarak, “Cinler Sultan Efendimizden çok memnunlar, Padişahım!” dedi.
Telli Haseki, Hocayla ilgilenmiyormuş gibi görünüyordu.
Hoca cinlerin memnuniyetinden bahsettikten sonra sözü Fatma Sultan’a getirerek dedi ki:
“Bugün cinlerin son arzularını yerine getirecek olursanız, halk arasında şan ve şerefiniz artacak, her türlü tehlike ve saldırılardan korunmuş olacaksınız Padişahım!”
Cinci Hoca bu girişten sonra, Fatma Sultan’ın Telli Haseki’ye bir cariye gibi hizmet etmesinin istendiğini söyledi.
Sultan İbrahim karısının yüzünde biraz neşe ve tebessüm görebilmek ümidiyle o dakikada her şeyi yapmaya hazırdı. Gözü Telli Haseki’den başka bir şey görmüyor, zihni karısından başka bir şeyle meşgul olmuyordu.
“Yalnız Fatma değil, diğer kızkardeşlerim Ayşe ve Hanzade de gözümün nurunun hizmetine baksınlar,” dedi.
Padişah bu konuşmadan hemen sonra emrini Kızlarağasına ve Hazinedar Kalfa’ya da bildirmişti.
Padişah, Cinci Hoca’ya, “Var selam söyle benden cin taifesine,” dedi, “arzularının yerine getirilmesini emrettim. Biricik Hasekime yalnız kardeşlerim değil, bütün millet kul köle olsun!”
Cinci Hoca bu işi de başarmıştı. Huzurdan çıktığı zaman hamamdan çıkmış gibi terden sırılsıklam olmuştu. Odasına inerken Kızlarağasıyla karşılaştı.
İşin aslından haberdar olmayan Arap, gözlerini açarak sordu:
“Hünkâr Efendimizin iradeleri haremi alt üst etti. Zavallı Fatma Sultan’ın gözlerinden yaş yerine kan akıyor. Bu cinler neden bu derece insafsız hareket ediyor Hoca Efendi Hazretleri?”
Hoca cübbesini toplayarak yürümek istedi.
“Şimdi sana hesap verecek vaktim yok. Sen daha anlamadın mı ki, bütün dünyaya hâkim olan cinlerdir? Onları rencide edersek, maazallah, sarayın da, memleketin de, dünyanın da altı üstüne gelir!”
“Fatma Sultan’ın bir hizmetçi gibi elinde tepsiyle kahvaltı götürmesine ve Telli Haseki’nin karşısında el pençe divan durmasına Valide Sultan nasıl tahammül edecek bilmem…”
Arap dudağını bükerek söylenirken, Cinci Hoca, “Hümaşah Sultan’a herkes kul ve köle olacak, anladın mı gece renkli budala?” diyerek merdivenden indi. Bu haber, beş on dakika içinde bütün saray halkını telaş ve heyecana düşürmüştü.
Haremde Sultan İbrahim’in divaneliklerini uzaktan seyreden Turhan Sultan, bu haberi alınca Kösem Sultan’a koştu.
“Padişah çıldırmış,” dedi, “devlet, millet işlerini yüzüstü bırakarak Telli Haseki’nin oyuncağı olmuş. Kadın ortalığı kesip biçiyor… Başları ayak, ayakları baş yapmakta bir an bile tereddüt etmiyor! Şimdi de, bütün bunlar yetmiyormuş gibi, Fatma Sultan’ı Telli’nin karşısında bir hizmetçi gibi bekletecekmiş. Bu rezalete siz nasıl izin veriyorsunuz?”
Valide Sultan bu haberi işitince çok üzülmüştü.
“En masum evladım öyle bir şırfıntıya hizmetçilik mi edecek?” diye ağlamaya başladı. Turhan Sultan, Padişahın kız kardeşinden zannedildiği kadar memnun değildi. Fakat bu olay Turhan Sultan’da bir endişenin doğmasına sebep olmuştu. Kadın, Bu hal devam edecek olursa günün birinde hepimiz Telli’nin huzurunda el pençe divan duracağız. Kadın yavaş yavaş hepimizi pençesi altına alıp ezecek! Padişah, Telli Haseki’yle evlendiği günden beri hepimizin hayatı tehlikededir. Bütün Hasekiler odalarına kapanmış, gece gündüz gözyaşı dökerek ağlaşıyorlar. Padişah hiçbirimizi arayıp sormuyor. Bütün kudret ve kuvvetini, bütün iradesini Telli’nin eline vermiş. Dün gece günahsız bir cariyenin başını koparan bu kadın yarın da bizim boynumuzu vurdurmakta tereddüt etmeyecek, diye düşünüyordu.
Kösem Sultan, oğlunun kadınlara olan ilgi ve zaafını bildiği için Turhan’ın endişelerini yersiz, anlamsız bulmamıştı.
“Haydi yavrum, sen odana git. Yine, eskisi gibi, göze görünmemeye gayret et,” dedi. “Bu kadının bütün hasekiler arasında seni hepsinden fazla kıskanması muhtemeldir. Ben oğluma bu akşam fırsat bulursam biraz nasihat edeceğim. Ümit ederim ki nasihatlerim ona doğruyu gösterir.”
Padişahın Kavuğunu Yere Düşüren Kadın
Sultan İbrahim, Telli Haseki’nin önünde diz çökerek yalvarmaya başladı.
“Hazinenin anahtarı senin elinde! Memlekete baştanbaşa hükmeden sensin. Kızkardeşlerim birer cariye gibi senin karşında ayakta duruyor! Tacıma, tahtıma benden çok sen sahip oldun! Beni bir Van kedisi gibi, daima ayaklarının dibinde süründürüyorsun! Zulmetmek meleklere yaraşır mı? Biraz ilgi göster bana, ne otur!”
Sultan İbrahim gururlu karısının ilgisini üzerine çekmek için her şeyi feda ediyor, memleket ve servet denilen şeyler gözünde anlamını yitiriyordu. Çılgın hükümdar daha o sabah Telli Haseki’ye hazinenin bütün anahtarlarını teslim etmişti.
Telli Haseki, “Fatma’ya ferman buyurun gelsin!” dedi, “Elimi silmek için bir peşkir lazım.”
Padişah derhal emir verdi. Fatma Sultan elinde bir gümüş tepsi ile huzura girdi.
Sultan İbrahim kızkardeşine bağırdı.
“Sevgili karım, elmas parçam ellerini silecek! Peşkiri uzatsana, ne duruyorsun?”
Genç kız sesini çıkaramadı. Elindeki tepsiyi uzattı.
Padişah, Telli Haseki’ye doğru eğildi.
“Bundan sonra her sabah kahvaltıdan sonra senin peşkirini Fatma getirecek ve Ayşe de eline ibrikle su dökecek,” diyerek karısını boynundan öptü. Hümaşah Sultan gururlu bir tavırla başını Fatma Sultan’a çevirdi.
“İşitiyorsun ya?” dedi, “Bundan sonra her sabah biz kahvaltımızı ederken, sen karşımızda el pençe divan duracaksın!”
Fatma Sultan üzüntüsünden neredeyse bayılacaktı. Dizlerinde derman kalmamıştı.
Sultan İbrahim hiddetle ayağa kalkarak kızkardeşini kolundan çekti.
“Kız,” dedi, “niçin, Başüstüne Sultanım, demiyorsun? Haydi, burnu havadalığı bırak da cevap ver. Yoksa başını yere düşürürüm!”
Fatma Sultan korktu ve Telli Haseki’nin önünde eğilerek, “Başüstüne Sultanım!” dedi.
Haseki Sultan güldü.
Padişah memnundu.
Fatma Sultan kahvaltı tepsisini alarak odadan çıktı.
Haremde bütün kadınlar merak ve telaş içinde Fatma Sultan’ı bekliyordu.
Padişahın kızkardeşi meseleyi ağlayarak anlattı.
“Yarın sabah kardeşim başımı vurduracak. Çünkü istediğini yapmaya gücüm yetmez, asla yapamam bunu,” dedi.
Bu olay bütün hasekilerde çok da haksız olmayan bir endişe yaratmıştı. Şimdi hepsi şu sorunun cevabını düşünüyordu.
“Acaba Padişah bize de böyle bir teklifte bulunursa ne yaparız?”
*
Sultan İbrahim o gün akşama kadar odasında Telli Haseki ile ilgilendi. Ayağının dibinden ayrılmadı.
Hümaşah Sultan, Padişahı tam anlamıyla avcunun içine almıştı.
İsterim dediği şey derhal yapılıyor ve istemem dedikleri de olmuyordu.
Telli Haseki’nin Padişaha bu derece haşin davranmasının da sebep ve hikmeti vardı.
Hekimbaşı İsa Efendi bir gün Telli Haseki’ye, “Kızım,” demişti, “eğer günün birinde hasekiler sırasına geçersen, Padişahın kalbini tamamıyla çalmaya ve hükümet işlerini bizzat kendin kontrol etmeye gayret et! Çünkü bu işler yarım akılla yürümez. Hünkârın gözlerine perde inmiş ve kulakları tıkanmış. Sarayın dışında olup bitenleri ne görüyor, ne duyuyor!”
Hümaşah Sultan, İsa Efendi’nin sözlerini unutmamıştı. Padişahın yarım aklını da çalarak onu esir gibi yönetmeye başlamıştı.
Telli Haseki o gün Sultan İbrahim’in gururunu kırmak için ne mümkünse yaptı. Dizleri dibinde oturan Padişahın başındaki incili kavuğu çekip yere düşürdü.
Sultan İbrahim güldü.
“Bu ne iltifat, elmasım!” diyerek Telli Haseki’nin dizlerini öptü. “Sana bin hükümdar tacı feda olsun!”
Telli Haseki bununla da kalmadı. Ayağını uzatarak “Yerdeki kavuğu ayağıma geçir… geçir ki beni sevdiğini anlamış olayım!” dedi.
Sultan İbrahim, bir an bile duraksamadan yerdeki kavuğunu alıp karısının ayağına geçirdi.
“Bu güzel ayaklara ne yaraşmaz gözümün nuru!” dedi, “Sen ne dilersin de olmaz?”
Hümaşah Sultan, kocasının aklını ve kalbini tamamen avcunun içine aldığından emin olarak gülümsedi ve Padişahın omzuna başını dayadı.
“Şimdi inandım ki beni seviyorsun!”
Padişah, sevgilisinden iltifat görünce iradesini kaybetmişti.
“Şimdi bütün acılarım dindi,” dedi, “Seni çekemeyenler, başını omzumda görseler hasetlerinden çatlarlar…”
Telli Haseki iltifat ve sevgisini dirhemle satar gibi davranıyordu. Güzel elleriyle Hünkârın sakalını okşayarak sordu.
“Beni çok seviyorsun, değil mi, İbrahim?”
Padişah, şımarık bir çocuk gibi gülerek, “Aşkımdan şüphe mi ediyorsun?” dedi. “Ben hayatımda ilk defa bir kadını sevdim. O da sensin.”
“Yüz elli cariyenin içinde kalbinizde iz bırakan başka bir kadın yok muydu?”
“Mümkün olsa da kalbime girebilsen… Orada kendinden başka bir kadının izine bile rastlayamazsın. Yemin ederim ki seninle evlendiğim günden beri içi boş bir küp gibi yaşıyorum. Kalpsiz, akılsız, senin etrafında pervane gibi dolaşıyorum! Beni yakma yavrum! Bana merhamet et! Beni dizinden göğsüne çıkar. Yüzün daima gülsün. Seni neşesiz gördüğüm zaman gözlerim kararıyor, kendimi kaybediyorum.”
O güne kadar Türk hanedanından birine hiçbir kadın ismiyle hitap etmemişti. Sultan Murat’ın şehzadeliği zamanında, lalası, kendisine bir gün, “Murat, oğlum,” diye seslenmiş ve bunu duyan Padişah lalanın boynunu vurdurmuştu.
Sultan İbrahim’e de ilk defa “İbrahim” diye hitap eden Telli Haseki olmuştu.
Padişah, bu son Haseki için yanıp tutuşuyordu.
Sarayda Hümaşah Sultan’dan başka hiçbir kadın Padişahı oyalayamıyordu. Bahçeye çıkmaz olmuştu. Altıntop kameriyesi, havuz âlemi, kırmızı fıskiyeler, Üsküdar çengileri, Voyvoda kızının masalları, göbek taşı sefası, kayıkla Boğaziçi gezintileri, Kâğıthane eğlenceleri hemen hemen unutulmuş gibiydi. Sultan İbrahim’in Telli Haseki’den başka eğlence ve işi yoktu. O sırada önemli bir mesele hakkında kendisini ziyaret ve kurban bayramını tebrik etmek için saraya gelen Nemçe elçisini bile kabul etmeyerek, “Padişah sarayda yoktur deyiniz,” demişti.
Telli Haseki, Padişahı bu derece avcunun içine aldıktan sonra, kendisine Padişahtan çok karışan Kösem Sultan’ı saraydan uzaklaştırmanın çaresini aramaya başlamıştı.
Cinci Hoca, sarayın ve devlet işlerinin yavaş yavaş Telli Haseki’nin eline geçtiğini görünce, her işte kendisinin suyuna gitmeye ve genç Hasekinin bütün istek ve düşüncelerini yerine getirmeye başlamıştı.
*
O gün İstanbul halkını, özellikle zenginleri üzen bir duyuru yapıldı.
Arabaya binmek yasak
“Bugünden itibaren zengin, fakir herkesin araba ile şehir içinde gezmesi yasaktır. Bu emre karşı gelenlerin ağır ceza göreceklerini herkes bilsin!”
Telli Haseki bu emrin şiddetle uygulanması taraftarıydı.
O gün, Padişahın bu emri çarşı ve pazar yerlerinde akşama kadar davullarla ilan edildi.
Cinci Hoca araba yasağının şehir içinde uygulanıp uygulanmadığını kontrol ediyor ve raporlarını Telli Haseki’ye bildirmek konusunda gecikmiyordu.
Cinci Hoca, Hümaşah Sultan’ın gözüne girmek için, o gün şehirde dolaşan iki arabayı yoldan geçerken çevirtmiş ve sarayın kapısına kadar getirmişti.
Sultan İbrahim, araba ile sokakta gezdiği zaman tesadüfen karşısına çıkan arabalara fena halde sinirlenir ve her sokağa çıkışında, şehirde halkın araba ile gezmesini yasaklatırdı. O gün Telli Haseki ile birlikte Topkapı’da bir delinin evine gidiyorlardı. Aksilik bu ya! Telli Haseki’nin eskiden tanıdığı zengin bir adam, arabasına kurulmuş, sokaktan geçerken, bir köşenin başında Padişahın arabasıyla karşılaşmıştı.
Telli Haseki, “Görüyorsunuz ya?” dedi, “Emirlerinizi uygulamıyorlar! İşte bir araba daha…”
Sultan İbrahim fena halde sinirlendi.
“Bugün, artık akşama kadar bu uğursuzluk devam edecek. Ne zaman sokakta bir araba görsem o gün mutlaka bir felaketle karşılaşırım,” diyerek arabasını geri çevirtti ve saraya döndü. Sultan İbrahim, Telli Haseki’yle odasına gittiği zaman, garip bir tesadüf eseri olsa gerek, çok sevdiği papağanını kafesinin içinde ölü bulmuştu!
“İşte bir felaket! Demedim mi ben sana, iki gözümün nuru? Şu uğursuz arabaları ortadan kaldırmayanların vücutlarını ortadan kaldıracağım. Zenginlerin araba nesine gerek? Godoşlar yürüsünler!”
Sultan İbrahim, sokaktan geçen arabaları yasaklamak, fırtınalı havalarda denizdeki dalgalarla mücadele eylemek ve soğuk havaları emriyle sıcağa dönüştürmek gibi deliliklerine devam ederken, Telli Haseki saray dışında istediğini yapıyordu.
Zekâsını kişisel çıkarları uğrunda sarf eden genç Haseki, bütün akraba ve yakınlarını yüksek görevlere getiriyor ve birçok kimseleri işinden gücünden uzaklaştırıyordu.
Bir gün, Telli Haseki’nin uzak akrabalarından olan Sait Efendi isminde kırk yaşlarında bir adam, Bolu Kadılığı’ndan alınınca İstanbul’a geldi.
Aslında Sait Efendi, Kösem Sultan’ın emriyle memuriyetinden alınmış, yerine ise cahil bir yobaz gönderilmişti.
Bolu Kadısı Sait Efendi İstanbul’a gelir gelmez doğruca saraya gitti ve Hümaşah Sultan’ın ayaklarına kapanarak, “Bir dakika kulunuzu dinleyiniz, Sultanım,” dedi. “Ben akraba olduğumuz için, bundan cesaret alıp da gelmedim. Başıma yirmi arşın sarık sarıp da halkı kandıran cahil hocalardan değilim. Batının gelişmelerinden haberdar, halkı daima iyiliğe yönlendirmek için uğraşan, ilim ve bilgi sahibi bir insanım. Yerime gönderilen zat benden daha bilgili değilse bile hiç olmazsa benim seviyemde bir kimse olsaydı, emin olunuz ki cübbemi kendisine memnuniyetle terk eder ve huzurunuza gelip sizi rahatsız etmezdim. Fakat zavallı adam o derece kara cahil ki ‘Lâ ilâhe illallah’ın anlamını bile bilmiyor. Garip bir tesadüf, şehre gelir gelmez kendisini komik duruma düşürdü. Kâfirlerden biri İslam dinine geçmek istemişti. Ben de artık bu benim görevim olmadığı için bu kimseyi yeni vekile gönderdim. Adam, Efendim, lütfen bana Lâ ilâhe illallah’ın anlamını söyler misiniz, diye rica etmiş. Efendi ne dese beğenirsiniz? Her şeyin anlamı söylenemez. Sana ne öğretirlerse onu bellemeye mecbursun! O adam daha sonra din değiştirmekten, Müslüman olmaktan vazgeçti. Tam yola çıkarken de yanıma geldi. Efendi, dedi, yerinize gelen bu kimse ne zaman kendi dinini öğrenirse bendeniz de o vakit Müslüman olacağım. İşte, Bolu Kazası böyle cahil bir kadının eline kalmıştır. Kulunuz bu işte yandım. Fakat halk yanmasın, günahtır.”
Telli Haseki, Sait Efendi’nin anlattıklarını dikkatle dinledikten sonra Sadrazamı çağırıp, meseleyi anlattı.
Ardından, “Padişahın işleri böyle cahil bir adamın elinde kalırsa, memleketin hâli nice olur?” diye sordu ona.
Sadrazam Mehmet Paşa olayın iç yüzünü bildiği halde bunu belli etmemek istedi.
“Hemen araştıralım Sultanım,” dedi, “Sait Efendi’nin mağdur olduğu ortaya çıkarsa kendisini bir başka kazaya göndeririz.”
Sait Efendi söze karıştı.
“Sadrazam Paşa Hazretleri bendenizi Kahire’den tanırlar. Kulunuz yalan söylemesini bilmem. Meselenin aslını saklamakta bir anlam yoktur. Mehmet Paşa zannederim ki Kösem Sultan’dan çekiniyorlar. Çünkü yerime gelen kadı Valide Sultan’ın adamıdır!”
Sadrazam başını önüne eğdi. Hümaşah Sultan kaşlarını çatmıştı. Sait Efendi’ye hitaben, “Siz gidiniz ve içinizi ferah tutunuz,” dedi.
Bolu Kadısı odadan çıktıktan sonra Telli Haseki birdenbire oturduğu yerden hiddetle kalkarak Veziriazamın yanına gitti.
“Bundan sonra sarayda Kösem Sultan’ın emri ve arzusuyla hiçbir şey yapılmayacak. Ben ne emredersem o olacak, anladın mı koca bunak?” diye haykırdı.
Mehmet Paşa’nın, Bolu Kadısı yüzünden bu derece hakaret göreceği aklından geçmezdi. Başına bir kazan kaynar su devrilmiş gibi, bütün sinirleri gevşedi. Genç Haseki sinirinden ateş saçıyordu.
Mehmet Paşa, “Merak etmeyiniz Sultanım, meselenin düzeltilmesi için gayret ederiz,” diyerek, içine düştüğü tehlikeli durumdan yakasını kurtarmak istedi.
Telli Haseki divan kâtiplerinden birini çağırtarak Sadrazama şu emri verdi.
“Sait Efendi’nin tekrar Bolu’ya tayin edilmesini istiyorum. Kösem Sultan’ın gönderdiği o cahil kadıyı hemen görevden alıp evrakını bana getiriniz!”
Veziriazam zor bir durumda kalmıştı. Telli Haseki’den bu emri alınca derhal Sait Efendi’nin Bolu Kadılığı’na tayinini onaylayıp evrakını imzaladı. Genç Haseki de emrini böylece yerine getirtmişti.
Bu olay sarayda duyulunca Kösem Sultan küplere bindi.
Valide Sultan’ın Bolu’ya gönderdiği bir kadıyı, Telli Haseki görevden aldırıp yerine tekrar eski kadı Sait Efendi’yi göndermişti.
Bu nasıl olurdu?
Osmanlı’nın her köşesine hükmeden Valide Sultan’ın yaptığı bir işi Hümaşah Sultan ne cesaretle bozuyordu?
Bu işe Kösem Sultan kadar saraydaki bütün halayıklar da hayret etmişti.
Valide Sultan gücünü kayıp mı ediyordu?
Sarayda, bir ipte oynamak isteyen iki cambaz gibi, devlet işlerinde birbirini atlatmaya çalışan iki sultan, kendi fikir ve arzularında ilk defa ısrar ediyorlardı.
Telli Haseki, “Benim dediğim olacak!” demişti.
Kösem Sultan da aynı fikir ve iddiada bulunuyor, “Benim tayin ettiğim bir kadıyı Telli Haseki nasıl yerinden kaldırabilirmiş?” diyordu.
Bu fikir ayrılığını Veziriazamdan başka kimsenin halletmesine imkân yoktu. Mehmet Paşa durumu çok iyi kavramıştı.
Sultan İbrahim, Telli Haseki’yi fevkalâde seviyor ve onun bütün arzularını derhal yerine getiriyordu.
Padişah, Telli Haseki’ye bu derece bağlı ve adeta esir olunca, Kösem Sultan daima ikinci derecede kalacaktı.
Fakat bu gerçek Valide Sultan’a nasıl açıklanabilirdi ki?
Sadrazam, Kösem Sultan’a koştu. “Boş yere telaş etmeyiniz,” dedi, “Sait Efendi’ye Padişahımızın eskiden beri bir ilgi ve sevgisi varmış. Bolu’ya tekrar kendisini atayan da Telli Haseki değil, bizzat Hünkâr Efendimizdir.”
Hâlbuki o sabah, Telli Haseki cariyelerden birine, Kösem Sultan’ın kulağına gitsin diye şu sözleri söylemişti:
“Bundan sonra sarayda yalnız benim dediğim ve istediğim olacak.”
Hümaşah Sultan’ın bu sözünü Kösem Sultan’a aktarmaları uzun sürmemişti.
Valide Sultan, Sadrazamın verdiği bu anlamsız güvence karşısında büsbütün sinirlendi.
“Beni çocuk mu zannediyorsun Mehmet Paşa? Ben o şıllığın ne demek istediğini pekâlâ anlıyorum. Benimle yarışıyor aklınca. Fakat emin olsun ki, çabuk yorulup yarı yolda kalacak. Eğer İbrahim benim oğlumsa, anasını sekizinci Hasekisine ezdirmeyecektir!”
Sadrazam o anda içinden geçenlerini açıklamaktan korkmuştu. İki kadın arasında şaşırıp kaldı. Cevap vermek istemiyordu.
Kösem Sultan fikrinde ısrar etti.
“Şimdi İbrahim’e git ve durumu anlat. Sait Efendi’nin Bolu’ya dönmesine engel olmak için tüm gücünle çabala.”
“Efendimize verdiği emri nasıl geri aldırabilirim Sultanım? Kulunuz, her emrinizi yerine getirmek için varım, ama Padişahımızın öfkesinden de korkarım. Bu iş benim yaramda oldu, bitti. Şimdi nasıl gidip de, Sait Efendi’yi Bolu’ya göndermeyiniz, diyebilirim?”
Valide Sultan öfkesini yenemiyordu.
“Bu tayin işinde senin de parmağın varmış gibi görünüyor! Yoksa sen de onlarla aynı fikirde misin?”
Mehmet Paşa, bir an için olsun sadrazamlığını hatırlayıp da, Kösem Sultan’a karşı cesaretle, “Bu işe siz ne karışıyorsunuz? Ben onaylamışım, Şeyhülislâm Efendi imzalamış. Oğlunuz da emretmiş. Artık bu maskaralıklara bir son verelim,” demek istedi.
Hükümet işleri, birbirine rakip iki kadınla, aklını kaybetmiş bir bunağın eline kalmıştı.
Kösem Sultan bu olayı bir türlü unutamıyordu. Sait Efendi’nin göreve yeniden gitmesine engel olmasa bile, hiç olmazsa Telli Haseki’nin bu girişiminden bahsederek dikkatini çekmek üzere oğlunun yanına kadar gitti.
Sultan İbrahim, o gün tahtırevanla Davutpaşa’ya doğru bir gezinti yapmak için odasında kaşlarını ve sakalını boyatmakla meşguldü.
Annesini dinlemedi.
“A, hatun,” dedi, “sabah sabah işini gücünü terkedip de karımı bana çekiştirmeye mi geldin? Görüyorsun ki kaşlarımı boyatıyorum. Şimdi senin safsataların kulağıma girer mi?”
Kösem Sultan o gün oğluna söz dinletmenin imkânı olmadığını anlayınca odasına döndü.
Akşama nasıl olsa, Padişahın dönüşünde, Sait Efendi meselesini oğluna anlatacak ve verilen emrin geri alınması için çalışacaktı.
Valide Sultan için bu bir şeref ve gurur meselesiydi.
Cariyeler daha şimdiden, “Efendimizin sevgili Hasekisi, Valide Sultan’ı yıldıracak gibi görünüyor,” demeye başlamışlardı.
Bu alay kokan dedikodulara Kösem Sultan nasıl dayanabilirdi?
*
Sultan İbrahim tahtırevanla Davutpaşa’ya doğru gidiyordu. Birkaç günden beri sarayda çıkan dedikodulara ve özellikle hasekiler arasında gittikçe artan kıskançlıklara önem vermemişti.
Padişah millet ve memleket işlerini ihmal ettiği gibi, son günlerde gözdeleriyle de ilgilenmemeye başlamıştı.
Sultan İbrahim’in kalbini ve kafasını meşgul eden tek kadın vardı: Telli Haseki.
Padişahı hiçbir kadın onun kadar etkilememiş, onun gibi avcunun içine almayı başaramamıştı.
Sultan İbrahim’in kızkardeşleri başta olmak üzere bütün hasekiler kendi odalarında buluşarak Telli Haseki’nin gözden düşmesi için çare arıyorlardı.
Turhan Sultan, diğer hasekilere şöyle bir yöntem tavsiye etmişti.
“Hünkâr sokağa çıktığı zaman, yolda kırmızı elbise giymiş insanlara rastlasın. Tanıdıklarınıza, pek çok kişiye şimdiden tembih edin. Padişah bu durumla karşılaşıp gelip sebebini sorunca da, Telli Haseki emretti, halk kırmızı renkli elbise giysin dedi, dersiniz. Hünkâr öfkelenir ve böylece sevgili Hasekisiyle bozuşur.”
Turhan Sultan’ın fikrini birbirine rakip bütün hasekiler sevinçle karşıladılar.
Ortak dertlerine hep birden deva aramak zorunda kalan hasekiler, o gün akşama kadar saray dışındaki adamları yoluyla halkı kırmızı elbise giymeleri konusunda teşvik ettiler.
Memlekette her şey bol olduğu halde ticaret Hintli ve Şamlı birkaç tüccarın elinde kalmıştı. Üç yıl önceki malın değeri o yıl birkaç misli artmış, okkası beş akçeye olan pırasanın bile fiyatına bir misli zam gelmişti.
Hasekilerin adamları halka şöyle bir güvence veriyordu:
“Sabahleyin elini yüzünü yıkayıp kırmızı elbise giyerek işine giden ve kırmızı elbisesi sırtındayken dükkânını açan herkes bilsin ki, böyle hareket edenlerin küpünde pekmezi ve peteğinde balı eksik olmaz. O kişi fakirlikten kurtulur ve az zamanda servet sahibi, zengin biri olur.”
Bu gülünç tavsiyeyi duyan esnaf, o gün hemen evlerine koşarak kırmızı şalvar, kırmızı entari ve kırmızı cübbe giymiş ve dükkânlarına geçip oturmuştu. Bir kısım halk da kırmızı elbiselerle sokaklara yayılmıştı.
Sultan İbrahim, akşamüzeri geç vakit Davutpaşa tarafından dönerken, bütün sokaklarda kırmızı elbiseyle dolaşan insanları görünce öfkeyle tahtırevanını durdurdu. Bostancıbaşıyı yanına çağırarak, “Bu herifleri dağıtın,” dedi, “Kırmızı renkli elbiseyi yalnız benim giydiğimi ve başkalarına bu renk elbise giymenin yasak olduğunu da söyleyin. Sadrazam bu yasağa uymayanların idam edileceğini ilan ettirsin!”