Kitobni o'qish: «Buşido»

Shrift:

Inazo Nitobe eğitimci, tarım ekonomisti ve diplomattır. William S. Clarke’dan aldığı ilhamla Sapporo Agricultural College’da eğitim gördükten sonra tarım politikası üzerine çalışmak için Amerika’ya gitti. Japonya’da çeşitli üniversitelerde profesör olarak görev yaptı. Yaşamının büyük bir kısmını kadınların eğitimi konusuna adadı ve araştırmalar yaptı. 1901 yılında danışman olarak Tayvan’daki Japon sömürge hükümetine tayin edildi. I. Dünya Savaşı’ndan sonra Institute of Pacific Relations’a katıldı. Birleşmiş Milletler’den emekli olduktan sonra Japon İmparatorluk Parlamentosu’nda görev aldı. Bushido: The Soul of Japan en önemli eseri sayılmaktadır.

Selvi Danacı lisans eğitimini 2015 yılında Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde tamamladı. Yüksek lisans derecesini aynı bölümde “Samuel Beckett’in Dream of Fair to Middling Women, Mercier and Camier ve How It Is Adlı Eserlerinde Arınma Kavramının Yeniden Tanımlanması” başlıklı teziyle aldı. Edebi çevirmenliğin yanı sıra çeşitli edebiyat mecralarında eser incelemeleri ve öyküler kaleme alıyor. Doktora tezini İngiliz sürrealist romanı üzerine yazıyor.

Bu küçük kitabı geçmişe saygı duyup bana samurayların kahramanlıklarını takdir etmeyi öğreten sevgili amcam Tokitoshi Ota’ya adıyorum.


 
“Dağın tepesindeki patikada kim dursa,
Kuşku duyar elbet yolun bir yere vardığından;
Halbuki dönüp baksa aynı yola çorak toprakların içinden,
Görür o çizginin uzandığını bir uçtan bir uca,
Su götürmez bir berraklıkla! Bu uçsuz bucaksız çölün
İki ucunda beliren birkaç çatlak nedir ki?
Peki ya (bir daha baksa başka gözle)
Bizzat bu çatlaklarsa nihayet
İnsanoğluna görmeyi, inanmayı öğreten,
Mükemmel düzeni gösteren?”
 
-Robert Browning,
Bishop Blougram’s Apology


“Zaman zaman dünyaya hükmetmiş, insanoğlunun ahlaki duygu ve davranışlarına en etkili şekilde yön vermiş olan deyim yerindeyse üç kudretli ruh vardır. Bunlar; özgürlük, din ve onur ruhudur.”

-Hallam,
Europe in the Middle Ages


“Şövalyelik bizzat yaşamın şiiridir.”

-Schlegel,
Philosophy of History

Önsöz

Yaklaşık on yıl kadar önce birkaç günlüğüne Belçikalı hukukçu, konuksever merhum Mösyö de Laveleye’nin evinde kalırken yürüyüşlerimizden birinde konu dine geldi. “Yani okullarınızda hiç dini eğitim verilmediğini mi söylüyorsunuz?” diye sordu kıymetli profesör. Verilmediğini söylediğimde şaşkınlıktan ansızın olduğu yerde kalıverdi ve kolay kolay unutamayacağım o ses tonuyla yineledi: “Din yok ha! Ahlaki eğitim nasıl veriliyor öyleyse?” Bu soru o an beni bir hayli şaşırttı. Halihazırda verecek bir cevabım yoktu çünkü çocukluğumda öğrendiğim ahlaki değerler okullarda verilmiyordu, neyin doğru neyin yanlış olduğuna dair fikirlerimi oluşturan farklı unsurları incelemeye başladığımda ise bunları zihnime işleyenin Buşido olduğunu fark ettim.

Bu küçük kitabın asıl ortaya çıkışı eşimin Japonya’da kabul gören çeşitli fikir ve geleneklerin arkasında yatan sebeplerle ilgili sık sık sorduğu sorulara dayanıyor.

Mösyö de Laveleye ve eşimin sorularına makbul cevaplar vermeye çalışırken şunu fark ettim ki, feodalizm ve Buşido’yu anlamadan günümüz Japonya’sının ahlaki görüşlerini anlamak mümkün değil.

Hastalığımın sebep olduğu mecburi aylaklıktan faydalanarak evde yaptığımız sohbetlerde konuyla ilgili verdiğim kimi cevapları halka sunmak üzere düzenleyerek yazıya döktüm. Yazdıklarım çoğunlukla feodalizmin hâlâ hüküm sürdüğü dönemde gençken öğrendiğim ve duyduğum bilgilerden oluşuyor.

Bir tarafta Lafcadio Hearn ve Bayan Hugh Fraser, öbür tarafta ise Sör Ernest Satow ve Profesör Chamberlain varken Japonya’yla ilgili İngilizce bir şeyler kaleme almak bir hayli göz korkutucu. Bu isimlere kıyasla sahip olduğum tek avantaj kendini savunan bir sanık gibi davranabilmem, öte yandan bu güzide yazarlar olsa olsa avukat ya da dava vekili rolüne bürünebilir. “Onlardaki dil yetisi bende olsa Japon toplumunun ülküsünü daha etkili ve güzel şekilde anlatırdım!” diye düşünürüm sık sık. Fakat yabancı bir dilde konuşan kişi söylediklerini çevresine anlatabildiğine bile şükretmeli.

Kitap boyunca çeşitli konuları açıklarken Avrupa tarihi ve edebiyatıyla benzerlikler kurmaya çalıştım. Bu şekilde yabancı okurların konuyu daha iyi anlayabileceğini düşünüyorum.

Dini konular ve din adamlarıyla ilgili yaptığım göndermeler olur da aşağılayıcı olarak anlaşılırsa umarım Hıristiyanlığın kendisine karşı tutumumdan şüphe duyulmaz. Benim eleştirdiğim İsa’nın öğretileri değil, bu öğretilerin üstünü örten dini yöntem ve sistemler. Ben kalplerimize kazınmış kanunlara olduğu kadar İsa’nın öğrettiği ve Yeni Ahit’le bizlere bıraktığı dine de inanıyorum. Ayrıca Tanrı’nın, Yahudi ya da değil, Hıristiyan ya da kâfir, tüm toplum ve milletler tarafından “eski” olarak kabul edilen bir ahit gönderdiğine de inanıyorum. Bunun dışındaki dini inancıma gelince, toplumun tahammül sınırlarını zorlamasam daha iyi olur.

Bu önsözü sonlandırırken dostum Anna C. Hartshorne’a pek değerli önerileri ve kitabın kapağı için yaptığı karakteristik Japon tasarımı için en içten teşekkürlerimi sunmak isterim.

Inazo Nitobe
Malvern, Pennsylvania

Etik Bir Sistem Olarak Buşido

Şövalyelik, en az ülkenin sembolü olan kiraz çiçekleri kadar Japon topraklarına özgü bir çiçektir; bu açıdan tarihimizin bitki koleksiyonunda saklanan, modası geçmiş, kuru bir erdem numunesi olmaktan çok uzaktır. O hâlâ aramızda yaşayan güçlü ve güzel bir canlıdır, elle tutulur bir şekli ya da biçimi olmasa da çevremizi ahlaki duygularla sararak bugün bile onun güçlü büyüsü altında olduğumuzu bizlere gösterir. Şövalyeliği ortaya çıkarıp besleyen toplumsal koşullar uzun zaman önce yok oldu ve unutuldu ancak nasıl ki çok uzaklarda bir zamanlar var olan yıldızlar bizleri hâlâ aydınlatmaya devam ediyorsa, feodalizmin ürünü olan şövalyeliğin ışığı da içinde doğduğu sistemi geride bırakıp ahlaki yolcuğumuzda bizleri aydınlatmaya devam etmekte. Bu kitabı şövalyeliğin Avrupa’daki karşılığının bir köşeye atılıp unutulan naaşı için o dokunaklı meşhur methiyeyi düzen Burke’ün dilinde yazmaktan büyük mutluluk duyuyorum.

Son derece bilgili bir bilim insanı olan Dr. George Miller’ın hiç çekinmeden şövalyeliğin ya da buna benzer bir sistemin eski uygarlıklarda veya günümüz doğu medeniyetlerinde asla var olmadığına ilişkin savunması1 Uzakdoğu hakkındaki üzüntü verici bilgi eksikliğini gözler önüne sermektedir. Fakat saygıdeğer doktorun eserinin üçüncü baskısı Komodor Perry’nin dışa kapalı olan ülkemizin kapısına dayandığı sene çıktığı için böylesi bir cehalet gayet mazur görülebilir. Bundan on yılı aşkın bir süre sonra ülkemizdeki feodalizmin son nefesini verdiği dönemde Kapital2 eserini yazmakta olan Karl Marx, okuyucularına o sırada yalnızca Japonya’da var olan feodalizmin sosyal ve politik geleneklerini incelemenin kendine özgü faydalarından bahseder. Aynı şekilde ben de Batılı tarih ve etik araştırmacılarını günümüz Japonya’sındaki şövalyeliği incelemeye davet ediyorum.

Avrupa ve Japonya’daki feodalizm ve şövalyelik konularını karşılaştıran bir tarihi araştırma yapmak her ne kadar cazip görünse de bu çalışma bu konuyu detaylı bir şekilde ele almayı amaçlamamaktadır. Bilâkis niyetim, ilk olarak Japon şövalyeliğinin kökenini ve kaynaklarını, ikinci olarak karakteristik yapısını ve öğretisini, üçüncü olarak halkın üzerindeki etkisini, dördüncü olarak da bu etkinin devamlılığı ve daimiliğini anlatmak. Bu hususlardan ilki bir hayli kısa ve üstünkörü olacak, yoksa okuyucuları milli tarihimizin dolambaçlı yollarına sokmam gerekir; ikincisi ise büyük olasılıkla düşünce ve yaşam biçimimiz açısından Uluslararası Etik ve Karşılaştırmalı Davranış Bilimleri araştırmacılarının ilgisini çekeceği için çok daha uzun bir şekilde ele alınacak; geri kalan hususlara da son bölümlerde değineceğim.

Basitçe Şövalyelik olarak ifade ettiğim Japonca kelime aslen Süvarilikten daha derin bir manaya sahip. Bu-şi-do tam anlamıyla Savaşçı-Şövalye-Adabı demek; yani savaşan soyluların görev sırasında olduğu kadar gündelik hayatlarında da dikkat etmesi gereken kurallar, – kısaca “Şövalyeliğin İlkeleri” – savaşçı sınıfın noblesse oblige’i3 anlamına geliyor. Buşido’nun tam olarak ne ifade ettiğini açıkladığıma göre bundan sonra kelimenin kendisini kullanabilirim. Bu kelimeyi özgün haliyle kullanmanın daha doğru olmasının bir sebebi de, bu kadar kendine özgü bir düşünce ve karakter tarzı oluşturan böylesine sınırlı ve emsalsiz bir öğretinin bu eşsizliğini kendi ismini taşıyarak göstermesi gerektiğidir; üstelik kimi kelimelerin milli bir tınısı vardır, bu tını ırksal nitelikleri öyle bir şekilde dışa vurur ki, en yetenekli tercümanlar bile mutlaka bir adaletsizlik ve mağduriyet yaratmak bir yana, bu kelimenin hakkını tam olarak veremez. Hangi çeviri Almanca “Gemüth” kelimesini olduğundan daha iyi ifade edebilir? Peki ya İngilizce gentleman ile Fransızca gentilhomme gibi oldukça benzer telaffuz edilen iki kelime arasındaki farkı kim hissetmez ki?

Buşido, şövalyelerin uyması beklenen ya da gereken ahlaki ilkeler bütünüdür. Bu yazılı bir kanun değildir, olsa olsa kulaktan kulağa aktarılan ya da kimi meşhur savaşçıların ve âlimlerin yazıya döktüğü birkaç özdeyişten ibarettir. Çoğunlukla söze ve yazıya dökülmemiş bir kurallar bütünüdür, hakiki kahramanlığın ve yüreğin etten duvarlarına kazınmış bir kanunun ziyadesiyle güçlü bir teyididir. Ne kadar muktedir olursa olsun tek bir zihnin eseri yahut ne kadar şanlı olursa olsun tek bir kişinin hayatı üstüne inşa edilmemiştir. Buşido, onlarca hatta yüzlerce yıllık askeri yaşamın organik gelişimi sonucu oluşmuştur. İngiliz Anayasası’nın politik tarihte oynadığı rolü Buşido’nun etik tarihinde oynadığı söylenebilir ama Magna Carta ya da İhzar Müzekkeresi Yasası ile kesinlikle mukayese edilmemeli. On yedinci yüzyılın başlarında Askeri Yasaların (Buké Hatto) yürürlüğe sokulduğu doğru ama bu yasalardaki on üç kısa madde genellikle evlilik, şatolar, dernekler vb. konularla ilgiliydi ve ahlaki düzenlemelere neredeyse hiç değinilmemişti. Bu yüzden Buşido için belli bir yer veya zaman gösterip “İşte çıkış noktası burasıdır,” diyemeyiz. Feodal dönemde ortaya çıktığı düşünülecek olursa yalnızca dönem bakımından kökenini feodalizmle özdeşleştirebiliriz. Ancak feodalizm çeşitli unsurlardan meydana geldiği için Buşido da feodalizmin bu karmaşık yapısını paylaşır. Nasıl ki feodalizmin politik geleneklerinin İngiltere’de Norman Fethi’ne dayandığını söyleyebiliyorsak, Japonya’daki yükselişinin de on ikinci yüzyılın sonlarında Yoritomo’nun tahta çıkışıyla aynı döneme geldiğini söyleyebiliriz. Fakat İngiltere’de feodalizmin sosyal unsurları I. William döneminden çok daha eskiye dayandığı gibi Japonya’da da feodalizmin tohumları bahsettiğim dönemden çok daha önce atılmıştır.

Üstelik Avrupa’da olduğu gibi Japonya’da da feodalizm resmen uygulanmaya başladığında görevi gereği savaşan sınıf haliyle önem kazandı. Bu savaşçılara eski İngilizcedeki cniht (knecht, şövalye) gibi tam olarak muhafız ya da yardımcı anlamına gelen samuray deniyordu; samuraylar yapı olarak Sezar’ın Akitanya’da bulunduğunu söylediği soldurii’lere ya da Tacitus’a göre onun döneminde Cermen liderlere itaat eden comitati’lere, daha güncel bir benzetme yapmak gerekirse de ortaçağ Avrupa tarihinde okuduğumuz milites medii’lere benziyordu. Sinico-Japonca4 bir kelime olan Bu-kéya da Bu-shi (Savaşçı Şövalyeler) gündelik hayatta da kullanılmaya başladı. Samuraylar ayrıcalıklı bir sınıftı ve muhtemelen başlangıçta savaşmayı meslek edinmiş olan kaba insanlardan oluşuyordu. Uzun yıllar aralıksız devam eden savaşlarda haliyle bu sınıfın en yiğit ve gözü pek erkekleri asker olarak seçildi, bu esnada da bir tür eleme süreci yaşandı, ürkek ve güçsüz olanlar ayıklandı, Emerson’ın deyimiyle sadece “kaba, erkeksi ve yabani bir güce sahip olanlar” hayatta kalıp samuray rütbesine getirildi ve soyunu devam ettirdi. Bu samuraylar, büyük bir onur ve muazzam ayrıcalıklara erişmenin yanında büyük sorumluluklara da sahip olduklarında çok geçmeden ortak bir davranış modeline ihtiyaç duydular; her daim savaşa hazır bulunmaları ve farklı kabilelere mensup olmaları da bu ihtiyacı pekiştirdi. Nasıl ki doktorlar mesleki nezaket gereği aralarındaki rekabeti sınırlı tutar, avukatlar kurallar ihlal edildiğinde disiplin mahkemesine başvurursa, savaşçıların da işledikleri kabahatlerle ilgili nihai kararı verebilecek bir kanuna ihtiyaçları vardı.

Dövüşte kurallara riayet vardır! Bu basit, yabani ve çocuksu anlayışta ahlakın nice verimli tohumları yatar. Bu kural bütün askeri ve sivil erdemlerin temeli değil midir? Sanki bunları çoktan aşmışız gibi “asla bir çocuğa zorbalık yapmamış, büyüklerine de sırtını dönmemiş biri olarak anılmak” isteyen küçük İngiliz Tom Brown’un çocukça arzusuna bakıp gülüyoruz. Oysa bu arzunun muazzam niteliklerdeki ahlak sistemlerinin inşa edildiği temel olduğunu kim bilmez? Daha da ileri gidip en hoşgörülü, en barışçıl dinlerin bu amacı benimsediğini söylemek mümkün değil midir? Tom’un bu arzusu İngiltere’nin azametinin büyük ölçüde dayandığı temeldir, Buşido’nun da aynı yüce temelden doğduğunu çok geçmeden göreceğiz. Saldırı ya da savunma amaçlı fark etmeksizin savaşmak, Quaker’ların haklı olarak savunduğu gibi özünde yanlış ve gaddarca olsa da Lessing’e kulak verip “ahlaki gücümüzün nasıl doğduğunu yenilgilerimize bakarak öğrenebiliriz.”5 “Sinsilik” ve “korkaklık” ahlaklı ve alçakgönüllü insanlara ithaf edilebilecek en kötü hakaret sözleridir. Çocukluk bu fikirlerle başlar, şövalyelik de öyle fakat insan büyüdükçe, hayatla olan bağı çeşitlendikçe temel inancı daha üst bir yetkiden onay almak; kendi meşruiyeti, memnuniyeti ve gelişimi için daha akla yatkın kaynaklar edinmek ister. Daha üstün bir ahlaki destek olmadan yalnızca askeri çıkarlar kullanılsaydı şövalyelik ideali kahramanlık erdeminin nasıl da gerisinde kalırdı! Hal böyleyken Avrupa’da şövalyeliğe uygun imtiyazlarla yorumlanan Hıristiyanlık bu ideali manevi ögelerle harmanladı. “Din, savaş ve şan kusursuz bir Hıristiyan şövalyenin üç ruhudur,” der Lamartine. Japonya’da Buşido’nun çok sayıda kökeni vardı.

Buşido’nun Kökenleri

Bunlardan biri olan Budizm ile başlayabiliriz. Budizm, Kader’e karşı dingin bir güven duygusu, kaçınılmaz olana uysal bir teslimiyet, tehlike ya da felaket anında metanetli bir soğukkanlılık ile hayatı reddetme ve ölümle kucaklaşma hissi sunmuştur insanlar için. Önde gelen bir kılıç ustası, öğrencisinin bu sanatı mükemmel bir şekilde öğrendiğini gördüğünde ona, “Verdiğim eğitim bundan sonra yerini Zen öğretilerine bırakmalı,” demiştir. “İnsanın sözlü ifadenin sınırlarını aşan düşünce alanlarına meditasyon yoluyla ulaşmaya çalışmasını temsil eden”6 Dhyâna’nın Japonca karşılığıdır “Zen”. Yöntemi içebakış, anlayabildiğim kadarıyla amacı ise evrendeki tüm olayların altında yatan temel ilkeden hatta mümkünse Mutlak olanın kendisinden emin olabilmek ve böylece insanın bu Mutlak ile uyum içinde olmasını sağlayabilmektir. Bu şekilde tanımlanan Zen öğretisi bir mezhep doktrininden çok daha fazlasıydı, buna göre kim Mutlak olanın algısına erişebilirse dünyevi meseleleri aşar ve “yeni bir Cennet ile yeni bir Dünya’ya” uyanır.

Budizmin sunamadığı ne varsa Şintoizm ona fazlasıyla yer verir. Hükümdara bağlılık, ataların anısına hürmet ve aileye saygı gibi başka hiçbir inancın öğretmediği değerler Şinto ilkeleriyle öğretilir ve diğer türlü kibirli bir kişiliğe sahip olacak olan samuraya dinginlik bahşeder. Şinto inanışında “doğuştan günah” fikrine yer yoktur. Aksine insan ruhunun doğuştan iyiliğine ve Tanrısal saflığına inanılır, ilahi kehanetlerin ortaya çıktığı kutsal bir mabet olarak görülen bu ruha tapılır. Herkesin bildiği gibi Şinto tapınaklarında çarpıcı bir biçimde hiçbir ibadet nesnesi ya da aracı yoktur, duvara asılı basit bir ayna ibadethanenin ana eşyasıdır. Bu parçanın varlığını açıklamak oldukça kolaydır; ayna, tamamen durgun ve temiz olduğunda İlahi varlığın asıl görüntüsünü yansıtan insan kalbini temsil eder. Böylece ibadet etmek için tapınağın önünde durduğunuzda aynanın o parlak yüzeyinde kendi yüzünüzün yansımasını görürsünüz ve ibadetiniz de eski bir Delfi öğüdü olan “Kendini Tanı.” sözüne denk olur. Fakat Yunan öğretisinde de Japon öğretisinde de kendini tanımak insanın fiziksel tarafını, anatomisini ya da psikofiziğini tanıması anlamına gelmez; aranan bilgi ahlaki bir bilgidir, içe dönüp ahlak dünyamızı incelemekle elde edilir. Yunanlarla Romalıları karşılaştıran Mommsen, ilkinin ibadet etmek için gözlerini gökyüzüne çevirdiğini çünkü ibadet şeklinin içebakış olduğunu, diğerinin ise başını örttüğünü çünkü ibadet şeklinin dışavurum olduğunu söyler. Temelde Roma’nın din algısı gibi bizim dışavurumumuz da bireyin milli bilincinden çok ahlaki bilincini ön plana çıkarmıştır. Bu inanışın doğa odaklı ibadeti ruhumuzun en derin köşelerine bu ülkeye duyduğumuz sevgiyi işlerken, ata odaklı ibadeti de nesilden nesle imparatorluk ailesinin izini sürerek bu ailenin bütün milletin asıl kökeni olduğunu ortaya koymuştur. Ülkemiz bizim için altın çıkarılan ya da ekin biçilen bir toprak parçasından daha fazlası; o, tanrıların kutsal evi, atalarımızın ruhudur, bize göre İmparator bir Rechtsstaat7 Baş Memurundan, hatta bir Culturstaat Hamisinden bile yücedir; İmparator, Tanrı’nın yeryüzündeki dünyevi temsilcisidir, onun gücünün ve lütfunun vücut bulmuş halidir. Bayan Boutmy’nin8 İngiliz kraliyet ailesiyle ilgili söyledikleri doğruysa, yani benim de düşündüğüm gibi hanedan “yalnızca otoritenin temsilcisi değil, aynı zamanda milli birliğin yaratıcısı ve sembolü” ise bu tanım Japonya’daki kraliyet ailesi için de misliyle geçerlidir.

Şintoizmin ilkeleri arasında ırkımızın duygusal yaşantısına ait iki baskın özellik vardır, Vatanseverlik ve Sadakat. Arthur May Knapp şöyle söyler: “İbrani edebiyatında yazarın Tanrı’dan mı yoksa halktan mı, cennetten mi yoksa Kudüs’ten mi, Mesih’ten mi yoksa ulusun kendisinden mi bahsettiğini anlamak çoğu zaman güçtür.”9 Son derece doğrudur. Benzer bir karışıklık milli inancımızı sınıflandırırken de yaşanabilir. Buna karışıklık diyorum çünkü ifadedeki anlam belirsizliğinden dolayı mantıklı bir kimse bu durumu karışık bulabilir, yine de milli sezgilerin ve ırksal duyguların temeli olan Şintoizm asla sistematik bir felsefe ya da rasyonel bir inanç olma iddiası taşımaz. Bu din, hatta daha doğru bir tanım yapmak gerekirse bu dinin ifade ettiği ırksal duygular Buşido’yu tamamıyla hükümdarlığa karşı sadakat ve ülke sevgisiyle donatmıştır. Bu unsurlar birer doktrinden çok, motivasyon görevi görmüştür çünkü ortaçağ Hıristiyan Kilisesi’nin aksine Şintoizm, taraftarlarına neredeyse hiçbir iman doktrini dayatmamış, bunun yerine onlara doğrudan basit bir gündem sunmuştur.

Değişmez etik ilkeler söz konusu olduğunda Konfüçyüs’ün öğretileri Buşido’nun en verimli kaynağıydı. Onun efendi ile köle (yöneten ile yönetilen), baba ile oğul, koca ile karısı, ağabey ile kardeş ve iki dost arasındaki beş ahlaki ilişkiye dair söyledikleri, eserlerinin Çin’den bize ulaşmasından çok önce ırksal sezgilerimizin halihazırda farkında olduğu bir olgunun teyidinden ibarettir. Soğukkanlı, olumlu ve gün görmüş niteliğe sahip olan politik-etik ilkeleri yönetici sınıfı oluşturan samuraylara bilhassa hitap ediyordu. Onun asil ve muhafazakâr tavrı bu savaşçı devlet adamlarının gereksinimlerini bir hayli karşılıyordu. Konfüçyüs’ten sonra Mensiyüs’ün de Buşido üzerinde büyük bir etkisi oldu. Etkin ve bir o kadar da demokratik fikirleri gönüllere fazlasıyla hitap ediyordu, hatta mevcut sosyal düzene tehlike oluşturduğu ve yıkıcı nitelikte olduğu düşünülüyordu; bu yüzden eserleri uzun bir süre boyunca sansürlendi. Buna rağmen dâhiyane sözleri samurayların gönlünde kalıcı bir yer etmeyi başardı.

Konfüçyüs ve Mensiyüs’ün çalışmaları gençler için başlıca ders kitabı, yaşlılar arasında da en önemli tartışma konusu haline geldi. Öte yandan bu iki bilgenin değerli yapıtlarına yalnızca aşina olmakla yetinmek hoş karşılanmazdı. Ünlü bir özlü söze göre Konfüçyüs hakkında sadece yüzeysel bilgisi olan bir adam ne kadar çalışkan olursa olsun Seçmeler’den10 bihaber olduğu sürece gülünç duruma düşermiş. Samuraylar genelde fikir adamlarına kitap tozu sarhoşu derlerdi. Bazıları da ilmi kullanıma hazır hale gelene kadar defalarca kez haşlanması gereken kötü kokulu bir sebzeye benzetirdi. “Çok az okumuş bir adam ukalalık kokar ama gereğinden fazla okumuş bir adam daha çok ukalalık kokar, ikisi de eşit derecede sevimsizdir.” Bu özlü sözün sahibinin söylediklerinden çıkarılacak anlam, bilginin yalnızca öğrenenin zihninde özümsenip kişiliğine yansıdığı zaman gerçek bilgi olduğudur. Âlim bir uzmana makine gözüyle bakılırdı. Bizzat zekâ etik duygudan sonra gelirdi. İnsan ve evren ruhsal ve etik anlamda benzer görülürdü. Buşido, Huxley’nin evrensel işleyişin ahlâk dışı olduğu yönündeki görüşünü kabul etmezdi.

Buşido böyle bir fikri yok sayardı. Onun yolundan gitmek esas amaç değil, yalnızca bilgeliğe ulaşmak için bir araçtı. Bu sebeple bu yolda yürümekten vazgeçenlere emir üzerine şiir ve vecize yazan kullanışlı bir makine gözüyle bakılırdı. Dolayısıyla bilgi gündelik yaşama uygulanmış hâliyle eşdeğer tutulurdu, bu Sokratik öğretinin en büyük savunucusu ise her daim “Bilmek ve eyleme geçmek aynı şeydir,” diyen Çinli filozof Wan Yang Ming’ti.

Kısa süreliğine konudan ayrılıp bu noktaya değinmek istiyorum çünkü buşi’nin en asil türlerinden bazıları bu bilge adamın öğretilerinden bir hayli etkilenmiştir. Batılı okuyucular Ming’in eserleriyle Yeni Ahit arasında sayısız benzerlik bulmakta zorlanmayacaktır. İki öğretide geçen belli ifadeler dikkate alındığında “Öncelikle Tanrı’nın krallığını ve onun erdemini arayın ve tüm bunlar size bahşedilecektir,” sözleri Wan Yang Ming’in eserlerinin neredeyse her sayfasında bulunabilecek bir yaklaşıma sahiptir. Ming’in Japon bir öğrencisi11 şöyle der: “Cennetin ve yeryüzünün, tüm canlıların efendisi insanoğlunun kalbinde yatar ve onun zihni olur (Kokoro), bu yüzden zihin canlı bir varlıktır ve her daim ışıldar.” Ardından şöyle devam eder: “Asıl varlığımızın ruhani ışığı saftır ve insanın iradesinden etkilenmez. Bir anda zihnimizde belirip neyin doğru neyin yanlış olduğunu gösterir; buna vicdan denir, bu ışık göklerin tanrısından gelen ışıktır aynı zamanda.” Bu sözler ne kadar da Isaac Pennington ve diğer felsefi mistiklerin sözlerini çağrıştırıyor! Bana öyle geliyor ki, Şinto dininin basit ilkelerinde ifade edildiği haliyle Japon zihni Yang Ming’in öğretilerini benimsemeye bilhassa hazırdı. Ming, vicdanın yanılmazlığı ilkesini en uç noktada bir transandantalizme taşıdı ve vicdana sadece doğru ve yanlış arasındaki farkı değil, ayrıca ruhsal gerçeklerin ve fiziksel olguların doğasını da algılama yetisi atfetti. İdealizm konusunda en az Berkeley ve Fichte kadar ileri gidip insanın algısı dışındaki her şeyin varlığını inkâr etti. Ming’in ortaya attığı sistem tüm mantık hatalarını solipsizme bağlamışsa son derece etkili ve güçlü bir iddia ortaya atmış olur, ayrıca özgün ve ölçülü bir kişilik geliştirmeye atfettiği ahlaki önem de reddedilemez.

Nitekim kökenleri ne olursa olsun, Buşido’nun kullanıp benimsediği temel ilkeler basit ve sayıca azdı. Buna rağmen bu ilkeler milli tarihimizin en çalkantılı döneminde ve en tekinsiz zamanlarında bile güvenilir bir yaşam biçimi oluşturmak için yeterliydi. Savaşçı atalarımızın haysiyetli ve toy mizacı, sıradan ve bölük pörçük öğretilerin bağından ruhlarını fazlasıyla doyurmaya yetecek kadar beslendi, kadim düşüncelerin önemli, önemsiz tüm yollarında bilgi topladı ve çağının gerekliliklerinden hareketle bu bilgilerle yeni ve özgün bir insanlık modeli oluşturdu.

Keskin zekâlı Fransız âlim Mösyö de la Mazelière on altıncı yüzyıldaki izlenimlerini şu şekilde özetler: “On altıncı yüzyılın ortalarına doğru Japonya’da hükümet, toplum, kilise, hepsinde bir karmaşa hâkimdi. Fakat iç savaşlar, adabımuaşeretten barbarlığa dönüş, herkesin kendi adaletini yerine getirmek zorunda kalması, tüm bunlar Japon halkını, Taine’nin ‘coşkulu girişkenliği, hızlı çözümler üretme ve gözü kara işlere atılma alışkanlığı, yaptıklarının sorumluluğunu üstlenme konusundaki müthiş yetisinden’ dolayı övdüğü on altıncı yüzyıldaki İtalyanlara denk hale getirmişti. İtalya’da olduğu gibi Japonya’da da ‘Ortaçağa özgü görgüsüzlük insanoğlunu son derece saldırgan ve dirençli korkunç bir hayvana dönüştürmüştü.’ Bu yüzden de on altıncı yüzyıl, Japon ırkının asıl mizacını, yani yaradılışlar arasında olduğu kadar zihinler (ruhlar) arasında da bulunan o devasa çeşitliliği en üst düzeyde ortaya koyar. İnsanlar Hindistan’da ve hatta Çin’de daha çok güç ve zekâ konusunda birbirlerinden ayrılırken Japonya’da özgün kişilikleri açısından da farklılık gösterirler. Günümüzde bireysellik üstün ırkların ve halihazırda gelişmiş medeniyetlerin göstergesidir. Nietzsche’nin sık sık dile getirdiği bir ifadeyi kullanarak şunu söyleyebiliriz: Asya’da insanlıktan bahsederken onun ovalarından bahsederiz, Japonya’da ise Avrupa’da olduğu gibi insanlık her şeyden önce dağlarıyla tarif edilir.”

Mösyö de la Mazelière’nin bahsettiği insanların yaygın özelliklerine şimdi biz değinelim.

1.History Philosophically Illustrated, (3. Bs. 1853), Vol.II, s. 2.
2.Karl Marx, Kapital, Yordam Kitap, çev. Nail Satlıgan-Erkin Özalp-Mehmet Selik, İstanbul, 2021. (ed. n.)
3.Soyluluktan gelen yükümlülükler. (ç. n.)
4.Çinceden beslenen Japonca kelimelere verilen ad. (ç. n.)
5.Ruskin dünyanın en nazik, en barışçıl insanlarından biriydi. Fakat o, emek harcanarak yaşanan bir hayatın en coşkulu savunucusu olarak savaşa inanırdı. The Crown of Wild Olive eserinde şöyle der: “Sizlere savaşın tüm sanatların temeli olduğunu söylerken aynı zamanda bunun, insanoğlunun bütün yüce erdem ve becerilerinin de temeli olduğunu söylemek istiyorum. Bunu fark etmiş olmak benim için çok şaşırtıcı ve de dehşet verici fakat bunun kesinlikle inkâr edilemez bir gerçek olduğunu gördüm. Kısacası tüm büyük milletlerin kendi hakikatlerini ve kudretli felsefelerini savaşta öğrendiğini, savaşla büyüdüğünü ve barışla yok olduğunu, savaşla öğrendiğini ve barışla aldandığını, savaşla terbiye edildiğini ve barışla yanlış yola saptığını, sözün özü, savaşla doğduğunu ve barışla öldüğünü anladım.”
6.Lafcadio Hearn, Exotics and Retrospectives, s. 84.
7.Hukuk devleti. (ç. n.)
8.The English People, s. 188.
9.Feudal and Modern Japan,” Vol.I, s. 183.
10.Konfüçyüs, Seçmeler, çev. Mehmet Türdeş, Sarmal Yayınları, İstanbul, 2002, 1. Baskı. (ed. n.)
11.Miwa Shissai.

Bepul matn qismi tugad.

17 721,86 s`om