Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Hazan Bülbülü»

Shrift:

Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Sait Paşa adında bir subaydı. Annesini üç yaşındayken kaybetti. Çocukluğu teyzesinin yanında geçti. Mülkiye Mektebinde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) okudu. Kısa bir zaman memurluk yaptı. 1908’den sonra gazetecilik ve romanlarının gelirleriyle geçindi.

İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.

Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.

BAŞLANGIÇ

Memleketimizde daha “tiyatro” sanatı adına layık olabilecek bir kumpanya kurulamadı. Çünkü bu büyük sanatın da öğrenilecek yeri vardır. Kendiliğinden yetişen mantar gibi oyuncu yetişemez. Bizim sefil sahnelerimizin üzerinde en basit cümlelerde bile ifade beceriksizliği ile sıçrayan, haykıran, didinen maharetsiz, liyakatsiz hatta çoğu ilk terbiyesi olmayan birtakım zavallılara (birkaçı bir yana bırakılmak üzere) sanatkâr denilemez. Kabahatleri yoktur, bunları ayıplamıyorum. Çevre “tiyatro” nedir anlayamamış. Bunun fikir ve medeniyet terbiyesine olan tesir derecesini değerlendirmeden her zaman uzak kalmış. Sanat, rağbetle denk gider. Her şeyde ilerleme ahalinin aşkı, şevki, isteğindeki ciddilik, iyiyi kötüden ayırt etmek kudretiyle meydana gelir. Cahilce bir cömertlikle “tiyatro” adını verdiğimiz o yığıntı yerlerimizde ne zaman bulunsam halkın, ıslık çalınacak yerde alkış şakırtısıyla ortalığı sarstığını görerek ağlamaklı olurum. Evet, doğrusunu söylemeli ki bu halk işte ancak o derecede “artist”ler yetiştirebilir. İsimleri, eserleri bütün medeniyet dünyasında dolaşan Hervieu’ler, Brieux’lar, Capus’ler, Henri Bataille’lar daha bizim için hiç bilinmeyenlerdendir.

Gazetelerimizin her gün yazdıkları tiyatro ilanlarına bakınız: “Çifte Gelinler”, “Budala Âşık”, “Kurnaz Yazıcı” gibi isimler görürsünüz. Bunları yazanlar kimlerdir? Dokunulması gerekli hangi yaralarımız tenkitçi sanatın ince, tesirli, ibret verici oyunlarıyla göz önüne konuyor? Ne oynayanlar ne seyredenler hiçbir zaman bu kaygıda değildirler. Oyunculardan bağırmak, tepinmek, ara sıra ne yazık ki arsızlanmak, ahaliden el çırpmak… Bizde oyun bilgisi ve tiyatro zevki işte bundan ibaret… Tiyatro denince çok kere gözler önünde birtakım adi şeylerden, daha doğrusu zevzekliklerden, maskaralıklardan başka bir şey canlanamadığı için bu sanatı aşağılık ve ufak görmek gibi sosyal bir hastalıkla böyle illetli kalmışız… Biz onu yükseltemiyoruz ki onun büyüleyici uyaran parıltısı bizi diriltebilsin.

Piyes şekline konulan talihsiz “Mürebbiye”nin sahneler üzerinde defalarla uğradığı beceriksiz oyunlar ve içine karıştırılan tuluat saçmaları beni pek ümitsizlendirdi. Bu “Hazan Bülbülü”nü, o yolda bir oyun aşağılığı felaketinden kurtarmak için sahnece olacak düzen sanatını, pek dikkate almayarak ancak bir roman gibi okunmak kaygısıyla yazdım. Onun için uzun konuşmalardan sakınmadım. Çok defa sahnenin iki kişiyle boş kalmasına ehemmiyet vermedim. Bu hakikati kendim söyledikten sonra bunu tekrar için, artık kimsenin yorulmasına hacet kalmaz sanırım. Boş sözler söylemeyi bir üstünlük bilen inatçı tenkitçileri susturmaya uğraşmanın boşuna bir çalışma olduğunu son tecrübelerimle öğrendim. Dilin kemiği olmadığı gibi doğru bir vicdanın yönüne bağlı olmayan garazcı kalem de doğru yanlış her vadide söz karalayabilirler. Dünyada kusursuz iş olmaz. O iddiada değilim. İyi niyete, tenkit sanatına dayanmayan tatsız tuzsuzlukların aşağılıkları da her zaman çıktıkları yere döner.

Heybeliada,
1 Kanunusani 1329 (14 Ocak 1913)

ŞAHISLAR


Aşçı, bağcı, arabacı, hizmetkâr

MİLLÎ TİYATRO

BİRİNCİ PERDE

Sahne, ortadan ikiye ayrılmış, sağ bölüm düzgünce bir oda, karşıya gelen duvara bitişik bir karyola, yanında küçük bir dolap, üstünde bir sürahi bardak, birkaç ilaç şişesi, kutular, çıngırak düğmesi. Karşı tarafta bir kanepe, birkaç koltuk, orta yerde üzeri örtülü ufak bir masa. Bölmenin öbür tarafında bir konsol ayna, bir iki sandalye. Ortada her iki yana geçilir bir kapı

Birinci Sahne
REFİ EFENDİ, AYŞE KADIN

Refi Efendi gecelik elbise ve takkesiyle yatağa yatmış, yorganı üzerine çekmiş görünüyor

AYŞE KADIN: (koyu düzgün ve allık sürmüş, şakağına bir çiçek takmış, bir ince başörtüsüyle yan taraftan boş bölmeye girer, ayaklarının uçlarına basa basa yürüyerek) Aman bakayım… İhtiyarcağızım ne yapıyor? Zavallı pinponum! Bir hafta evveli turp gibiydi. Birdenbire hastalandı. Bir şey değil, paçavra hastalığı imiş. Hekim “Merak etmeyiniz, geçer.” diyor. (kapıya yürür, gözünü anahtar deliğine uydurarak) Mışıl mışıl uyuyor… Uyusun da büyüsün ninni… (gözünü delikten çekerek) İhtiyardır ama değme gençlere değişmem. O ne zampara eskisidir o! Hastalanmazdan önce, geçenlerde havlu verirken elimi sıktı. Arada sırada insana şöyle göz ucuyla manalı bir bakışı vardır. Benim için gönlünden bir şeyler geçiriyor, anlıyorum. Fakat ötekilere çaktırmaya gelmez, sonra beni hasetlerinden çiğ çiğ yerler.

REFİ EFENDİ: (ağır ağır kalkıp döşeği içinde oturarak) Tevekkeli bu dünyaya “devran-i biaman” dememişler. Durmuyor dönüyor. Dönüyor ama bakınız insanı da ne hâle koyuyor. Hiçbir anında sebat yok. Genç iken çok aldandım. O kararsız cilvelerinin işe yaramadığını şimdi anlıyorum.

Duruş ve öksürük. Başını yastığa dayar

AYŞE KADIN: (kulağını kapıya vererek) Ay kalktı! İşte mırıl mırıl söyleniyor. Bu zavallı adamın bir derdi var ama bir türlü anlayamıyorum. Bu kadar yaşlı olmasa hemen hemen birisine gönül çekiyor deyivereceğim. İnsan yaşlansa da gönlü kocamazmış derler, “ihtiyar olsam da gönlüm tazedir” şarkısı yok mu? İşte bu da o ihtiyarlardan. Kimi seviyor acaba? Allah’ın bildiğini kuldan ne saklayayım? Hâllerine, göz süzüşlerine bakıyorum da beni seviyor sanıyorum. Şu adamın gönlündeki esrarı anlayabilsem başka bir şeycik istemem.

İkinci Sahne
EVVELKİLER, SELİME, SONRA ANİKA

SELİME: (hemen aynı tuvaletle içeri girerek) Kimin esrarını anlayacaksın kuzum? Bizim efendinin mi? Ayşe pek saygısız bir kadın oldun… Ne zaman seni burada görsem ya gözünü anahtar deliğinde ya kulağını kapıda buluyorum. Ayıp değil mi? Bir insan efendisinin esrarını anlamaya uğraşır mı böyle?

AYŞE KADIN: Ay sen nereden geldin başıma kel kâhya? Kapıdan ben çekileyim de sen dinle değil mi? Efendiyi başkası dinlerse ayıp… Selime Hanım dinlerse değil! Halka verir talkını kendi yutar salkımı…

ANİKA: (saçlarını tepesine kabartmış, önünde gayet süslü bir prostela ile koşa koşa içeri girerek) Bu iki kadın da aralarında efendiyi bir türlü paylaşamazlar!

AYŞE KADIN: (kahkaha ile) Al sana bir ortak daha! Aman hakanoz. Koş, geç kaldın, efendi ne benim ne Selime’nin… (eliyle göstererek) İşte bu matmazel cenaplarının…

Hepsi kulaklarını kapıya verirler

REFİ EFENDİ: İnsan maşa kadar bir boyda doğuyor, yavaş yavaş büyüyor.

ANİKA: Ne dedi anladınız mı?

AYŞE KADIN: Maşayı insan doğurur, diyor.

SELİME: A… Bunak sayıklıyor galiba?

REFİ EFENDİ: Bir çiçek gibi açılıyor, şundan bundan birer kâm alayım derken soluyor, tebah oluyor.

AYŞE KADIN: Yine bugün hekimi çağırtmalı. İhtiyarcağız, sayıklıyor. Nöbeti ziyade. Çiçek açılır tabak olur, diyor, eskiler alayım, diyor, saçmalıyor.

REFİ EFENDİ: Ömür denilen şey durmadan bir değişmeden başka bir şey değil… İhtiyarlık bir kere insanın yakasına çöker ise artık geçmiş ola… Sen gayri istediğin kadar saçını sakalını boya… Doğduğun zamandan sekiz on yılı indirmeye uğraş… (duruş ve öksürük) Ele baston almayınca bel doğrulmaz. Gözlüksüz bir şey seçilmez, ilaçsız, karbonatsız yenilip içilmez… Artık her azanız takatten kalır. Onlara işlerini yaptırmak için ilaçlar, yardımcılar lazım gelir. Eskiden haz veren şeyler artık âdeta birer zahmet, birer yorgunluk, birer hastalık şeklini alır, iştahı açmaya uğraşmalı, sonra yediğini sindirmeye çabalamalı, uyumaya çalışmalı, hayat mücadelesinin en korkuncu gençlikte değil asıl işte ihtiyarlıkta başlıyor.

AYŞE KADIN: Ne diyor? Ne diyor?

ANİKA: Ne diyorsa diyor! Efendinizin her dediğini anlamaya uğraşmak sizin için ayıp değil mi?

SELİME: Ay yellosun çalımına bak! Deminden efendi ne diyor diye o bize soruyordu. O sorarsa olmuyor da biz sorarsak ayıp oluyor. O nedir öyle İcadiye tepesi gibi saçlarını kabartmışsın… Daha dün geldin, bu evde hanım olmaya kalktın. Gönlünden neler geçiriyorsun bilmem ki?..

ANİKA: Ne geçireceğim? Hiç… Allah kuru iftiradan saklasın.

SELİME: Aman mıymıntı! Sen onu eski pabuçlarıma anlat! Senin gönlünden esen rüzgârı ben çoktan keşfettim.

ANİKA: Ben de senin kalbinde patlayan borayı çoktan anladım. Hepsini biliyorum.

SELİME: (Anika’ya doğru yaklaşarak) Ne biliyorsun? Söyle bakalım.

ANİKA: Efendiye varmak istiyorsun.

SELİME: Hah hah hay!.. O senin gönlündeki ayol… “Âlemi nasıl bilirsin, kendin gibi.” demişler. Kokona hanım gönlümdeki şu sırrı nasıl anladın, bakalım?

ANİKA: Nuruosmaniye’deki hocalara gidip büyü yaptırttığından…

SELİME: (haykırarak) Kuru iftira diye işte buna derler!

ANİKA: İftira mı? Üfürükçülere yazdırttığın o kâğıt parçalarını ıslatıp ıslatıp suyunu hasta adamcağıza içirmedin mi? Bu yazılı parçacıkları pencereden bahçeye attığın zaman ben gidip birer birer topladım. İşte hâlâ para çantamın içinde duruyor. (cebinden çantasını çıkarıp bir kâğıt parçası göstererek) İşte işte daha bazılarının yazıları bütün bütün silinmemiş.

SELİME: (bozularak) Ya! Acayip! Demek bu evin içinde seni casus tayin etmişler… Herkesin peşinden gezip ne yaptığını araştır demişler. Sen eski zamanki zaptiye nazırlarının konaklarında hizmetçilik ettin miydi? Ama emin ol ki acemi şaşkın bir casussun. Efendiye içirdiğim o kâğıtlı sular hastalığından şifa bulması içindi.

ANİKA: Efendinin haberi olaydı o suları içer miydi bakalım?

SELİME: Orası senin ne vazifen?

ANİKA: Niçin? Ben o efendinin ekmeğini yiyorum, parasını alıyorum, sayesinde yaşıyorum.

AYŞE KADIN: (karşıdan) Aman ya Rabbi, evin içinde neler oluyormuş da benim haberim yok! Hiç hasta adama nasıl mürekkeple yazıldığı belli olmayan kâğıtların suyu içirilir mi? Tevekkeli değil geçen akşam zavallı adamcağız öğüre öğüre bir oldu.

SELİME: (öfke ile Ayşe Kadın’a dönerek) Hele sen sus Ayşe! Senin de ne mal olduğunu herkesten âlâ bilirim! Büyücülere yazdırtıp da efendinin gecelik takkesinin tepe kapağının iki katı arasına diktiğin ufacık muşambalı muskayı oradan ben kendi elimle söküp çıkardım. Muradının ne olduğunu biliyorum. Ayşe, efendiye varmak istiyorsun ama böyle yedi bin kuruş aylıklı, hatırlı, şanlı, kelli felli bir efendiyi sana kolayca kaptırmazlar!

AYŞE KADIN: Bana kaptırmazlarsa sana hiç yutturmazlar, avcunu yala!..

SELİME: Ayşe sus! Ben senin daha çok ipliğini pazara çıkarırım. Ben şu kokona hanımın meramını anlamak istiyorum. Hoş onunki de bizimkinden başka türlü değil… Değil ama o bizden daha kurnazca davranıyor. Suda ezdiğim kâğıtları Nuruosmaniye’deki hocalardan aldığımı nereden biliyor? Demek oralara kendi de gidiyor.

ANİKA: Ben öyle büyü müyü bilmem, efendinin canı kimi isterse onu alır.

SELİME: Ya öyledir de bizim arkamızı neye kolluyorsun? Ne yaptığımızı ne gözetliyorsun?

ANİKA: Dedim ya efendinin ekmeğini yiyorum. Zavallı ihtiyara bir fenalık yapmayınız diye dikkat ediyorum.

SELİME: Kız biz efendiye ne fenalık ederiz? Musibetin zoruna bak…

ANİKA: Her türlüsünü…

SELİME: Anika… Anika… Otur oturduğun yerde! Ben iki elimi adamın ağzına sokarsam şöyle pas gibi ayırıveririm! Anladın mı? Lakırtını bil de söyle!

ANİKA: Yavaş gel kuzum! Benim ağzım eski salaşpur değil.

AYŞE KADIN: Şuna soralım bakalım: Bizim efendiye yapacağımız fenalık ne imiş?

ANİKA: Ne yapacağınızı kalbiniz biliyor ya! Bana ne soracaksınız?

AYŞE KADIN: Haçının, putunun başı için söyle, ne yapacakmışız? Bunu anlayamazsam bundan sonra ben meraktan bir yerde duramam…

ANİKA: Zaten sizin içinize felfelek taşı kaçmış… Bir yerde durup oturabiliyor musunuz? Siz bu ihtiyar efendinin ak sakalını, buruşuk yüzünü sevmiyorsunuz ya? Sizin istediğiniz başka…

AYŞE KADIN: Ne imiş? Çabuk söyle bakalım… Malını mı seviyoruz? Parasını mı çalacağız?

ANİKA: Efendi öldüğü zaman evli bulunursa karısına üç bin kuruş aylık bağlanacakmış… Bunu geçen gün hesaplıyordunuz. Efendiye varınız. O da çabuk taklağı atsın, paralara konunuz. İşte maksat bu…

SELİME: Aman ben de bir lakırtı söyleyecek sandım! Böyle kuru dırıltılarla efendiyi elimizden kapamazsın. Yağma yok! Bu kelepiri sana yutturmayız!

REFİ EFENDİ: (başını yastıktan kaldırarak) Evet yaş ilerleyince hayatın her şekli değişiyor. Yemeğin çeşidi, ne kadar olacağı, uykunun zamanı, eğlencenin çeşidi değişiyor, eşin çeşnisi bozuluyor. Kısacası her şeyin gidişatı başka şekil alıyor. Bedenin çıkardığı bazı lüzumlu şeyler azalıyor. İdrar gibi lüzumsuzları çoğalıyor. Evet, yaşamanın en büyük zevklerinden sayılan bazıları da hemen hemen sıfıra iniyor. (durma, öksürük.)

SELİME: Durunuz, durunuz! Efendi uyandı. Yine söyleniyor.

Birbirini iterek üçü birden kulaklarını kapıya yapıştırırlar

AYŞE KADIN: Efendinin ördeği nerede?

SELİME: Karyolasının altında… Ne yapacaksın?

AYŞE KADIN: İdrarım çoğaldı diyor da… (Anika’yı iterek) Maksadın efendiye varmak değil de ya niçin böyle sakız gibi kapıya yapışıyorsun? Çekil biraz da biz dinleyelim.

REFİ EFENDİ: İşte bu mahrumiyet beni bitiriyor. En çok dokunanı da bu… Horoz ölür de gözü çöplükte kalırmış derler. Bu dünyada güzel kadına doyamadım. Galiba doyamadan da gideceğim.

Öksürük

SELİME: Ne dedi? Anladınız mı?

AYŞE KADIN: Güzel kadın dedi. Benim için söylüyor galiba!..

SELİME: Hah hah hay, aç tavuk kendisini arpa ambarında zannedermiş!

AYŞE KADIN: (kapıdan kulağını çekip Selime’ye alaylı bir temenna ederek) Allah ömrünüze bin bereket versin. Güzel kadın diye benim için değil, senin için söylüyor yosmam… Efendiye kendimi beğendireceğim diye suratını paskala çevirmişsin. Hiç senin gibi bir güzel dururken efendi beni beğenir mi?

SELİME: Ay… Ay… Aman ay, gülecek hâlim yok! Ayşe bir kere aynanın önüne gidip de suratına baksana… Süslenmeye uğraştıkça şebeleğe dönmüşsün. O kaşındaki kazan kulbu rastıklar nedir? Efendi tabiat sahibi bir adamdır. O kaşları beğenir mi hiç?.. Kadına değil, âdeta soytarıya benzemişsin.

AYŞE KADIN: “İnsan insanın aynasıdır.” derler. Gelsinler de soytarıya hangimiz benzemiş, Allah için söylesinler.

ANİKA: Doğrusunu isterseniz ikiniz de birbirinizden maskara olmuşsunuz.

SELİME ile AYŞE: Sensin maskara! El gün kepazesi, saçlarını Nemrut Dağı gibi tepene neye kabartmışsın?

ANİKA: Şimdi moda böyle…

SELİME: Hizmetçi kısmına moda yaraşır mı hiç? Bu evin içinde bir hanım olaydı bak seni efendinin karşısında böyle gezdirir miydi?

ANİKA: Bu kapıda hepimiz hizmetçiyiz. Size yaraşıyormuş da bana niçin yaraşmıyormuş? Bu evde hanım yoksa işte sizin gibi hanım taslakları var ya!.. İşte onun yerine siz her şeye karışıyorsunuz. Hem böyle nafile telaş etmeyiniz… Efendi “güzel kadın” dediyse ne senin için söyledi ne de Ayşe Kadın için…

SELİME: Oh iki gözüm kokoroz! Senin için söyledi değil mi?

REFİ EFENDİ: Gençlik… Bu da bir rüya… Rüyaların en yaldızlısı, en parlağı, en umulanı, ömür boyunca yalnız bir kere görülebileceği için en aldatıcısı… Of, gençlik geri gelmeyecek uzak hayat noktalarının sisleri içine gömülmüş, her lahza bizden kaçan bir varlığımız… Yoklukla varlık sözlerinde mana farkı arayan mantıkçıların, ıstılahçıların bu iddialarına ben şimdi gülüyorum, işte ben varım. Fakat varlığımın geçmiş kısımları yok olmuş, yalnız beynimin hücrelerinde bıraktığı her dakika uçabilecek bir zayıf iz, şimdi beni ağlatan, hem ruhu okşayan hem yüreği yakan, tatlı acı bir hatıradan başka beni geçmiş ömrüme bağlayan başka bir şey yok… Demek ki ömür denilen şey bir masuradan boşanıp ötekine sarılan uçları bilinmeyen bir yaratılış ipliğidir. Demek ki ömrümüz her saniye ölüyor da haberimiz yok. Biz yalnız bu ölen şeylerin sonunda vereceği toplamı bekliyoruz. (Durur, sağına soluna hazin hazin bakınarak öksürür.) Şimdi bulunduğum yılların yükü altından silkinip hayatımın kırk yıl evvelki parlak ufuklarına doğru arzumun kanatlarını açabilmek için kafamın içinde bile bir ataklık, bir cesaret, daha, doğrusu, bir kuvvet kalmamış… Bana bir feylesof dostum, “Yaşlıları gençleştirmek için bir iki vasıta, daha doğrusu hayat mucizesi vardır, bunların en tesirlisi… (etrafına bakınıp elini ağzının üzerine getirerek yavaşça) ve en tesirlisi “Genç kadındır.” dedi. Genç kadın… (yanlarına ürkek ürkek göz gezdirerek yavaşça) Genç kadın… (Yorularak yastığına dayanır.)

SELİME: Ne dedi? Anlayabildiniz mi? Sanki birinin kulağına fısıldar gibi yavaş söylüyor. Bu zavallı ihtiyarın büyük bir derdi var ama biz anlayamıyoruz.

AYŞE KADIN: Benim kulaklarım alıştı. Onun en yavaş fısıltılarını anlayabiliyorum. “Genç kadın” diyor, genç… Geçen günü yine böyle genç kadın diye sayıklayıp durdu.

SELİME: Şu döşeğe yatalı bu zavallı adamın bizden başka kadın yüzü gördüğü var mı? Acaba içimizden hangimizi geçiriyor?

AYŞE KADIN: Haydi bakalım bunun için de aramızda bir kavga çıkaralım. Ben daha yirmi altısına gelmedim.

SELİME: Daha neler?.. Geçen gün imam senin nüfus tezkereni okurken yaşını hesaplamış; otuz beş dedi.

AYŞE KADIN: Dilin tutulsun karı, yavaş söyle! Belki efendinin kulağına gidiverir de sahih zanneder. İmam on beş demiş olsa bile sen hemen hasedinden otuz beşe çıkartırsın. Bilmez miyim seni kıskanç karı?

ANİKA: (bir kahkaha salıvererek) Yok… Yok… Ayşe Hanım on beş değil daha dokuz yaşındasın, aman bebeciğim…

AYŞE KADIN: Bu evde Matmazel Anika varken gencim, güzelim demek kimin ne haddine, içimizde en güzelimiz, en körpemiz o…

ANİKA: Tuhaf söylüyorsun. Burada en genci ben değilim de ya sen misin? Benim tezkere kâğıdımda yazıyor, daha yirmi beşime girmedim.

SELİME: Hay aman matmazel daha yirmi beşinde yokmuş… Daha küçül… Ayol daha küçül de seni elinden tutup mektebe götüreyim. Şurada kilise mektebine başlatayım…

REFİ EFENDİ: (Gözlerini açar, başını yastıktan kaldırır.) Genç kadın yaşlılığın başlıca devası, en tesirli iksiri imiş… Bu doğru mu acaba? Yoksa genç kadın bir ihtiyarı derleyip toplayarak öbür dünyaya göndermek için en hızlı bir vasıta mıdır? Geçmiş ömrüm içindeki bu genç kadın yüzlerinden bir tanesi hâlâ kalbimde yaşar. Kırk beş yıllık sevgi ufkumda batmak bilmez bir güneş gibi hâlâ parıl parıl gönlüme karşı nurlarını saçar. Nezihe, adını söyleyince şu hastalık saatimde bile damarlarımda bir kımıldanma, kalbimde tatlı bir çarpıntı oluyor. Bazı karanlık görüşlü feylesoflar gerçek saadeti, hayat zevkini esastan inkâra kalkışırlar. Aşk adı ne olduğunu ben senin kollarının arasında duydum. O can artıran neşeyi tattım. İşte hâlâ onun şevkinin artığıyla yaşıyorum. Evet, itiraf ederim. Çabuk kaybolan bir saadet, kısa bir zevk, işte bakınız, şu acıklı zamanımda hatırlanan bir dakikası, bana yine bir koca saadet dünyası bağışlıyor. Nurdan yaratılmış sanılan o saf alnının altını süsleyen o kavisli, ince, samur kaşların, sık uzun kirpiklerin gölgesi altında baygın duran o ela gözlerin, evet işte dağınık kumral saçlarınla çerçevelenen güzel yüzün tamamıyla gözümün önüne geldi. Ruhumun gözleriyle bu tatlı hayali saatlarce seyretmeye doyamam. Bu hayal en tesirli iksirlerden çok bana ilaç oluyor.

Hasta gözlerini kapar, yastığa dayanır

AYŞE KADIN: İşittiniz mi? Samur kaşlı, kumral saçlı kadını severim diyor. (aynanın önüne koşar, eliyle saçlarını düzelterek) İçinizde benden başka samur kaşlı, kumral saçlı kim var?

SELİME ile ANİKA: (ikisi birden aynaya koşarak bir ağızdan) Vay samur kaşlı, kumral saçlı hanım vay!..

AYŞE KADIN: Artık çekemediğinizden ne diyeceğinizi bilemiyorsunuz. Selime’nin kaşları kelek külek… Ona kaşı var bile denmez. (Anika’ya doğru) Seninkiler de sarı çıyana benziyor. Doğru doğru dosdoğru, efendi içinizden beni tarif ediyor ama söylemek bir türlü işinize gelmiyor.

REFİ EFENDİ: Nezihe ile birbirimizi tanıdığımız vakit ikimiz de evli bulunuyorduk. İşte hayatımızı zehirleyen cihet bu oldu. Onun kocası kıskanç, hırçın bir adamdı. Benim karım da pek sinirli ve titizdi. Dünyada akla gelmeyecek engelleri aşmayı göze aldırdık. Geçirmediğimiz tehlike kalmadı. Bu zorluklar sevgimizin ateşini bütün bütün yelpazeledi. Evet, hâlâ şimdi Nezihe’den laf açınca vücudumda bir canlılık, sesimde bir kuvvet duyuyorum. Nezihe, hayatın ihtiyarlık düşkünlüğünü görmeden gençliğinin parlaklığı içinde söndü. Ah, o kara gün… Bunu hiç hatırlamak istemem. Karım da bana bir kız evlat bıraktıktan sonra o da yirmi yıl evvel öldü. Kalbi temizdi fakat çok hırçındı. Zavallının bu titizliğini göz önüne getirdikçe doğrusu ikinci evlenmeye bir türlü cesaret edemedim. Kızım Naime’yi üvey anaya hırpalatmamak bahanesiyle evlenmedim. Kızımı büyüttüm. Evlendirdim. Kızım, kocasıyla şimdi taşrada bulunuyor. Bir saatçik gözümün önünden ayıramazken dört senedir hasret kaldım. Bir buçuk aydan beridir de mektup alamadım. Kocayı bulunca babayı unutuyorlar. Dünyanın hâli böyle. Ben meraktan, ayrılıktan ölüyorum. Hastalık birdenbire üstüme çöktü. Birkaç hafta evvel ne kadar dinç, âdeta genç, ne kadar kuvvetli idim. Bu kısa hastalığı geçirdikten sonra yine eski hâlimi bulacağımı doktor bana sağlamca vadetti. (öksürerek) Bir şey değil, enfluançe. Ama insanı yıkıp bitiriyor… Evet, şimdi böyle hizmetçi kadınların eline kalmış bir hasta bekâr oldum. Hâlimi sormaya gelen eş dostum bana hep evlenmekten laf açıyorlar. Fakat bakıyorum her birinin satılık bir malı var. Evlenmek nasihatinin hemen arkasından kız sağlık veriyorlar. “Filan yerde çok iyi bir duvak düşkünü var. Onu size yapıversek pekâlâ olur.” demekten çekinmiyorlar. Hepsinin dilinde bu… Sonra el altından bu kadınların kim olduğunu öğreniyorum, hiçbiri istediğim gibi değil… En genci kırk beş yaşında. Kart karı suratı görecek olduktan sonra benim evdeki hizmetçilerin ne kabahatleri var?

Selime, kahkahasını önlemek için eliyle ağzını tutar, fıkırdar

AYŞE KADIN: Kız Selime ne oluyorsun?

SELİME: Ne olacağım? Efendi kart karı diye senin yüzünü tarif ediyor.

AYŞE KADIN: Hay çenen tutulsun! Efendi seni benden, beni senden ayırmadı. Hepimize birden “kart karılar” dedi. Aman ya Rabbi, büyükbabamız yerinde adam. Pinpon kendini ne sanıyor acaba? İhtiyarlıktan beli bükülmüş, gözleri belerekalmış… Ayıptır söylemesi mendillerini, iç çamaşırlarını yıkarken gönlüm dışına dönecek gibi oluyor. Ayda öyle üç dört bine yutulur şey değil ama ah şu fıkaralığı görüyor musun? İnsana her şeye eyvallah dedirtiyor.

SELİME: Haydi artık çok söylenme. “İhtiyardır ama efendiyi gençlere değişmem.” diye her gün söyleyen sen değil misin? Bize “kart karılar” demekle ne çabuk tu kaka oluverdi? Şaka söyledim. Kart karı diye sana mı söylüyor? Başkasına mı? Kim bilir… Hastalık hâli bu, belki sayıklıyor.

Dışarıda saat ağır ağır yediyi vurur

REFİ EFENDİ: İşte saat yediyi vurdu. Bugün bana bir kılavuz kadın gelecekti. Bunu da bizim Yusuf Bey tavsiye etti. Hatırından çıkamadım. Gelsin dedim. Yoksa bundan sonra evlenmek bana ne kadar uzak. Zaten şu döşeğin içinde canım sıkılıp duruyor. Üç dört söz de onunla etmiş olurum. Azıcık derlenip toplanayım. Kadının tamam gelmek zamanı.

Zile basar

SELİME: (telaşla) Efendi çağırıyor, hangimiz gidecek?

ANİKA: Ben!

AYŞE KADIN: Hayır… Ben…

SELİME: Ne sen… Ne o… Ben gideceğim. Efendinin hususi işlerine ben bakarım.

AYŞE KADIN: Ay neden? Efendinin hususi işleri ne imiş? Anlayamadım.

SELİME: Daha deminden pinpon herif diye adamcağıza bir demediğini bırakmıyordun!..

Zil bir daha çalınır

ANİKA: Siz kavga ededurunuz. Ben gireyim. Zavallıyı bu kadar bekletmek olur mu?

AYŞE KADIN: (Anika odaya girerken yakasına yapışarak) Dur! Biz burada iken sen nereye gidiyorsun?

ANİKA: İçeri…

SELİME: Yağma yok kuzum!..

Zil bir daha çalınır. Anika içeri dalmak ister. Fakat Ayşe Kadın yine yakasına yapışır. Onlar becelleşirken Selime içeri girer

AYŞE KADIN: (Anika’nın yakasını bırakarak) Gördün mü kurnaz musibeti?.. Bizi birbirimize tutuşturdu, kendi içeri daldı. O girer de ben hiç durur muyum?

İçeri girer

ANİKA: Onlar girer de ben bekler miyim? (O da girer.)

19 296,92 s`om
Yosh cheklamasi:
0+
Litresda chiqarilgan sana:
11 iyul 2023
Hajm:
1 Sahifa 3 illyustratsiayalar
ISBN:
978-625-6485-73-0
Matbaachilar:
Mualliflik huquqi egasi:
Elips Kitap

Ushbu kitob bilan o'qiladi