Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Gönül Bir Yel Değirmenidir, Sevda Öğütür»

Shrift:

Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Sait Paşa adında bir subaydı. Annesini üç yaşındayken kaybetti. Çocukluğu teyzesinin yanında geçti. Mülkiye Mektebinde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) okudu. Kısa bir zaman memurluk yaptı. 1908’den sonra gazetecilik ve romanlarının gelirleriyle geçindi.

İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.

Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.

KADINA DOYMAZ BİR ÇAPKININ HİKÂYESİ
KARIMI NASIL ALDATTIM?

1

Karımı Nasıl Aldattım? Bu ürküntü veren, şaşırtıcı başlık üzerine birçok evli kimsenin öfke ile bakacağını, karşı çıkacağını bilirim. Gençten, yaşlıdan beni ayıplamayan kalmayacak:

“Aman Allah’ım, ne ahlaksızlık! Karısını aldatmış. Peki, bir halttır etmiş ama büyük bir ustalıkmış gibi bunu kıvançla herkese bağırmakta ne mana var?”

Aşağı yukarı buna benzer tümen tümen bönce sözler… Bu ikiyüzlü karşı koyuculara, serüvenin sahibi ben, ince bir gülümsemeyle yüzümü kızdırıp derim ki:

“Nikâhlınız olan bir kadınla beş on yıl yaşayıp da onu aldatmamış olanlarınız varsa beri yana gelsinler. Alınlarına birer doğruluk, bağlılık çelengi takayım. Ama ne yazık ki bu değer belirten işareti taşımaya hak kazanmış kocalar devede kulak bile değildir. Eğer kendim için iyi sayılmayacak bir hâli gizlemeyip söylemem bir suçsa bu suçta başkalarını da kendimle ortak görerek derin bir soluk alıyorum. Şu farkla ki ben söylüyorum, siz saklıyorsunuz.”

***

İbadet de gizli, kabahat de gizli mi diyeceksiniz? Ben bu kanun karşısında korkusuzca ileriye atılarak kötülük defterimi koltuğuma alıp ortaya çıkmak yürekliliğini göstereceğim. Çünkü çoğunlukla çirkin şeyler saklanabilir. Ve bu gizli şeyde hemen her zaman çoğunluğun zararına bir veya birkaç kişinin çıkarı vardır. Her şey kesin olarak açık açık geçse ahlakın yapısında kötülük mikropları barınamaz. En ayıp, en ağır işleri onları gizli tutabilmek kanısına bağlanarak ve böyle bir saklayışa güvenerek yaparız. İşleyeceğimiz suçun bir anda telefonlar, telgraflar, gazetelerle, adımızla, resmimizle el âleme kesin ilan edileceğini bilsek, çoğumuz suç işlemekten kaçınır, kendimizi düzeltmek zorunda kalırız. Hercailikte ben tipte kocaları olup da şu serüveni okuyan kadınların gözleri fal taşı gibi açılır. Bayanlar kızmayınız, ben hilesini halka gösteren bir hokkabazım…

***

Bağışlayınız. Şu satırları okuyan erkeklerden soruyorum. Kaç yaşındasınız? Evli misiniz? Evlenmeden önce sevda günahlarından uzak bir melek hayatı mı yaşadınız? Evlendikten sonra karınıza karşı dümdüz bir doğrulukla bağlı kalabildiniz mi? Dışarıda güzel kadınlar gördüğünüz zaman bunlardan bazılarını içiniz çekmez mi? Evlenme kanununda adına hıyanet denilen kaçamaklardan sonra pişmanlık duyar mısınız? Yoksa bu gibi hâlleri kanıksadınız mı? Olanaklar elverişli olsa karılarınızın üzerine evlenmek veya metres tutmak istemez misiniz? Karınızda hoşlanmadığınız vücutça, ruhça bazı kusurlar var mıdır? Bunlardan duyduğunuz tedirginlikleri ehvenleştirmek için çareler düşünebiliyor musunuz? Sevildiğinizden ve karınıza hoş gelmeyen, belki de acı veren bazı huylarınız, çirkinlikleriniz bulunmadığından emin misiniz? Eğer henüz ikiniz birbirinizden bıkmışsanız bu işin sonunun neye varacağını ara sıra düşünmez misiniz?

Karı kocanın uyuşmazlıklarında hafif veya ağır basan daha böyle binbir soru var. Yaratılıştan gelen zaafımız yüzünden hepimiz kendimizi eğitmeye, her kim olursa olsun karşımızdakini suçlamaya çabalarız. Gerçeği dosdoğru ve apaçık görebilsek, insafı elden bırakmasak, hastalığı eskiterek bizi zorla sevemeyen kalbi kurşunla delmek zorunda kalmayız.

***

Şimdi sorularıma vereceğiniz karşılıkları tabii ben işitmeyeceğim. İşitmenin de gereği yok. Siz bu karşılıkları vicdanınıza vereceksiniz. Yalnız karınıza düşman gibi kalmayınız. Kendi kendinizin de davacısı olunuz. Benliğinizden sıyrılarak kendinizi kuş bakışı bir görüşle görmeye uğraşınız. Zorla güzellik, yani zorbalıkla karı kocalık olmaz.

***

Yüzünü görmek değil, daha adını bile tanımazdan önce ben karımı aldattım. Gelecekteki karıma, bu adsız, şekilsiz hayale karşı nasıl doğruluk gösterir, bağlı kalabilirdim? Evlenmemizden epey bir süre sonra şimdi bugün ben onu yine aldatıyorum. Ve bunu çok tabii buluyorum. Eğer siz aldatmıyorsanız, bu bağlılığınızın bir veya birkaç koskocaman nedenleri olacak. Bağışlayınız, ya kadınların sizden hoşlanmayacakları bir yaratılıştasınız ya da kadın kalplerini büyüleme, ele geçirme bilgisine sahip değilsiniz. Bu konuda denemeleriniz olmamış yahut para tutmuyorsunuz? Bu son kusur pek acıklı ama bu zamanda hiç de ayıp değil.

Genç, güzel ve zenginseniz siz kendinizi ne kadar sakınsanız zaten kadınlar sizi rahat bırakmazlar. Bir erkeğin gözü sevdaya, şöyle böyle gelişigüzel birleşmelere ne kadar tok olsa erkek cinsi bu cici-mama hususunda obur çocuklara benzerler. Bu açgözlülerin bayramda midelerini ne kadar şekerle doldursanız bunlar yine vitrinde iştahlarını çekecek bir bonbona takılırlar ve bunun için de cüzdanlarının bir köşesindeki parayı fedadan çekinmezler.

***

Erkeklerle kadınlar eskiden beri aralarında sonsuz bir beyin uzlaştırma işiyle yorgundurlar. Tabiatın kilit ve anahtar gibi birbirini tamamlamak için yarattığı bu çift arasındaki geçimsizlik nedir? Daha beşiklerimizde uyurken ilk işittiğimiz dırıltı anamızla babamızın çevrelerimizde uçuşan kavgaları değil midir? Hatta onlar fazla bağırdıkları zaman biz de ağlamaz mıydık? İşte o kavga büyüdü. Bugün tam bir savaş biçimini aldı. İki sıra olarak karşı karşıya düşman durumuna geçtiler.

Daha dün yabancılar önünde asıl adının anılması büyük bir ayıp hatta günah sayılan bacı yahut eş, arkadaş, bugün kısacık püften bir sileceğe bürünmüş deniz hamamı soygunu teklifsizliğiyle ortaya çıkıverdi. Uygarlığın ışığı altında bu tabak gibi açılışa içimizde sevinenler, ağlayanlar var. Sevinenler bu açılmanın amacını bilerek sevinmiyorlar. Ağlayanlar da neye acındıklarının farkında değillerdir. Çünkü onlara sorunuz: Sizin isteğinize göre kadın nasıl olmalıdır?

Alacağınız karşılıkların saçmalığından şaşırır kalırsınız. Çünkü batımızda bir Avrupa var ki din, ahlak, gelenek, görenek, sanat, politika ve benzeri hiçbir şeyin yapısında örtülü bir gizlilik bırakmak istemiyor.

Doğumuzda da öyle değişmez memleketler duruyor ki oralarda her şey karanlıklara gömülü. Kadının yüzü soluklarını tıkayan sık kıl peçelerle örtülü. Biz bu aşırılıkların ortasındayız. Şimdi söyleyiniz, nasıl istiyorsunuz? Doğumuza bakıp kadını mumya gibi örtülerle kefenleyelim mi? Yoksa batımıza dönüp onları taklit ederek gizli bir neyimiz varsa Mikelanj’ın Kaptif heykeli gibi çırılçıplak ortaya mı dökelim?

Ah efendim, ne yazık ki zaman artık bizim fikrimizi sormuyor! Her şeyi kökünden söküp atıyor. Kasırga batıdan koptu. İnsanlığı önüne kattı, sürüyor, sürüyor… Hangi uçuruma? İşte bu soru karşılıksız dudaklarda donup kalıyor.

Öküz arabasıyla, kağnı ile bu lokomotiflerin, otomobillerin, uçakların önlerinden kaçabilirsek, bizi bulamayacakları bir güvenlik iline çekilelim. Ama Dalai Lama’yı gizlilikler sarayından çıkardıkları bu olup biten her şeyi araştırma çağında, bizim geçen yüzyıllara sığınmamız kabil mi? Olabilir mi? Hiçbir şeyi doğru kestiremezsek yalnız şunu iyi bilelim ki bu fırtınanın önünde bundan sonra ne yakın ve ne de Uzak Doğu’da ne dünyanın ötesinde artık yüzü kıl peçeli bir kadın kalmayacak, bu tuhaf şeyi torunlarımız masallarda okuyarak şakalaşacaklardır.

Evlenme düğümü ile birleşen iki hayattan kadın ve erkek için bir üçüncü dönem doğuyor. Buna evlilik hayatı diyoruz. Bu hayatın uymak zorunda olduğu kanunlar ve karı koca arasındaki karşılıklı haklar nelerdir? Bunu evlilerden pek az kişi bilir. Bu haklara tam ölçüde saygı gösteren aileler dünya yüzünde var mıdır? Doğrusu işte ben bundan kuşkuluyum.

Durum içten içe bir hüküm sürme, yani birbirini alt etme meselesidir. Karı kocadan hangisi ötekinin burnuna hırızmayı takarsa yenilen için zincirin çekildiği yöne gitmekten başka bir hak ve çıkar yol kalmaz.

Bir delikanlı gençlik ateşinin kafasında yarattığı resme kavuşmak için evlenir. Bu hayal, kollarının arasında canlandığı gün özlemin birleşmeden daha tatlı olduğunu anlar. Bunun içindir ki çok defa sahip olduğu şeyin dışında istekler tutuşur. İşte bu nedenle erkek aşkta hercaidir. Ettiği bağlılık vaadine harfi harfine inananlar aldanırlar.

İleri gidiyorum galiba? Bu sözlerimle kocaları karılarının şüpheleri altında ezdirmekten korkuyorum. Ama başımdan geçenleri anlatırken sözlerime yalan karıştırmayacağım. Sosyal ikiyüzlü geleneklerimizin, zorunlu saydığımız hile ve yalanlarımızın dışına çıkacağım. Karının kocayı, kocanın karıyı bunca yüzyıllardan beri aldattığı yetişmez mi? Bu gerçeğe renksiz gözlükle bakamayanlar yaraları olup da gocunanlardır.

Karımı aldatmakla ben yeni bir hıyaneti ortaya atmış olmuyorum. Babamın anama, dedelerimin ninelerime yaptıklarını yapıyorum.

Birçok hanımların yumruk kaldırarak beylerine şöyle dediklerini işitiyorum: “Söyle bakayım, beni kaç defa aldattın? Seni gidi babasının oğlu seni!..”

Bu yumruk karşısında bey bıyık altından incecik bir gülümseme ile inkâr yolunu tutmuyor mu? Kesinlikle böyle bir şeyin söz konusu olamayacağını anlatmaya çalışmıyor, diretmiyor mu? İşte bütün hileler bu gülümsemede gizlidir. Ama hanımefendiler, acele etmeyiniz. Ben günah defterimin yapraklarını önünüzde yüksek sesle okuyarak çevirirken hayatınıza değinen satırlara rastlayacaksınız sanırım. Çünkü her koca bir parça benim gibidir. Sevdada açgözlü, sinsi ve inkârcı…

2

Havalanan delikanlıları ne yaparlar bilirsiniz. Hemen evlendirirler. Bu genç uçurtmaların ipleri becerikli ellerde idare olunmazsa onlar yine havalanırlar. Hem de öncekinden birkaç kat yükseklikte bir haşarılığa… Çünkü kadın kocasından daha küçük bir çocuktur. Tecrübeli, bilgili, yaşlı kadınların tutamadıkları bu sevda azgınlarıyla nasıl baş edilecek?

***

Anamın babamın beni evlendirmekteki acelelerinde önemli bir neden daha vardı. Onlar beni kendilerince uygun buldukları biriyle evlendirmezlerse benim, başlarına hiç hoşlarına gitmeyecek bir gelin getirmemden korkuyorlardı. Bu endişelerinde pek de haksız değildiler.

Ben, komşumuz kahvecinin kızı Mesrure’ye mektup yazmakla işe başladım. O bana cevap verdi. Çarpık satırlı, f’lerin, m’lerin başları belirsiz, cımcılız bir yazısı vardı. Ama her kelimesi büyük bir çekicilikle beni çıldırtır, büyülerdi. Böylece ikimiz de çıra gibi tutuştuk. Bir fırsat bulup da görüşemezdik. Pek seyrek olarak iki evin tahtaboşunu ayıran tahta perdenin arasından ancak birkaç kelimecik konuşabilirdik.

Ağlayarak rica ederdim. Mesrure, yeni kopmuş bir goncaya benzeyen parmağının ucunu budak deliğinden bizim yana uzatırdı. Öperdim, öperdim, öperdim… Doyamazdım. Bazen dişlerimin kıskacı arasında tutar, salıvermezdim.

“Aman bırak, annem geliyor!” diye yalvarırdı.

Bir gün gözüm o kadar kararmış ki tahtaboşta gezinen anayı, kızı zannederek: “Dön, biraz yüzünü göreyim… Yanıyorum, insaf…” ricasıyla ahlar saçmıştım.

Kadın bana yüzünü çevirince budak deliği önünde ne büyük bir pot kırdığımı anladım. Ama o, Mesrure’nin anası, bu ateşimi kendi üzerine alarak: “Sen de adam oldun da güzel kadınlara ah mı çekiyorsun? Bak, işte doya doya gör yüzümü…” demesin mi?

O akşam Lütfüyâr Hanım bize kendi eliyle pişirdiği bir tabak tatlı gönderdi. Her şeyde olduğu gibi kadınların beğenilmek hususunda da kendilerine karşı ne büyük bir niyetleri bulunduğu ve bu hataları yüzünden ne gülünç patavatsızlıklara düştükleri gözümde belirlendi.

Ah bu, benim için düzeltilmesi ne kadar tehlikeli bir hata idi. Ama çok sürmedi, gerçek ortaya çıktı.

Bir yaz gecesi her iki evde de el ayak çekildikten sonra bizim taraftan öte yana uzanan asmaya tırmanarak Mesrure’nin tahtaboşuna geçmek istedim. Kız da beni öte yanda tiril tiril sevda titremeleri içinde bekliyordu. Ama çürük tahta perde ağırlığıma dayanamadı. Gürül gürül öbür tahtaboşa kapandı. Mesrure az kaldı altında ezilecekti. İki evden de gürültüye koştular.

Benden gece tahta perdenin üzerindeki cambazlığımın nedeni sorulduğu vakit, koruk koparmaya çıktığımı söyledim.

Gece yarısından sonra döşeğimden kalkıp koruk koparmak… Bu yenir yutulur yavelerden değildi. Zavallı Mesrure, öyle vakitsiz tahtaboştaki gezintisine hiçbir sebep uyduramadı. Dayak yedi.

Sonra mektuplarımız tutuldu. İş anlaşıldı. Lütfüyâr Hanım benim kendine değil de kızına yandığımı öğrenince zavallıyı dayak altında çürüttü. Benim aşağılık bir çapkın olduğumu komşulara yaydı. Artık tatlı tabaklarına karşılık şimdi o taraftan bizim eve zehir zemberek sözler esiyordu.

İşte ilk aşkım böyle bir yıkılış acısıyla sona erdi. Ama bu birinci deneme bir hayli gözümü açtı. Ben bütün genç kızlarda toy bir Mesrure ve analarda kızlarının sevgililerini benimsemek hatasına düşen birer Lütfüyâr Hanım görüyorum.

***

Birkaç komşu kızıyla daha serüvenler geçirdikten sonra evdeki hizmetçilerle yetinmek zorunda kaldım. Bunun da ne belalı sakıncaları var.

Of Züleyha, Züleyha!.. Bu, esmer, çatık kaşlı, abanoz karısı gür saçlı, devamlı gözlerinden iki sevda damlası akacak gibi sulu bakışlı, iri yarı bir kızdı. Evi hep o çeker çevirirdi. Onun sarı pirinç mangalları ovan, kaloşlarımızı temizleyen, çatlaklarına kir dolmuş, nasırlı, pürüzlü hizmetçi ellerini içim titreyerek koklaya koklaya öptüğümü şimdi hatırlıyorum da burnuma kirli çamaşır sepeti gibi bir koku geliyor. Gönlüm mü bulanıyor sandınız? Perim aşağılıktır. Ben böyle kirli karılardan hoşlanmak hastalığına tutulmuşum.

İşini bitirsin de biraz seveyim diye çamaşırlığın aralığında, kiler köşesinde, bodrumlarda onu beklerdim. O, kömür tozu bulaşmış, is kokan yanağını bana uzatacak bir fırsat anı bulurdu. Bazen yanımdan geçerken çirkefli eliyle yüzümü sıkmak gibi kaçamak okşayışlarla bana iltifatlar ederdi.

Gide gide pek kıskanç, çekilmez oldu: “Sen sokakta giderken Ratibe Hanım’ın penceresine niçin öyle dikkatli bakıyorsun?” yahut “Neden bu akşam eve yarım saat geç geldin? Neredeydin?” gibi sorular, kâhyalıklarla canımı sıkmaya başladı. Benden yedi sekiz yaş büyük, güçlü ve çok istekli bu karının dayağını yemekten korkuyordum. Onunla sarmaş dolaşlarımızın arası seyreldiği vakit eline aldığı tabağı, bardağı kırar, verirken yemeklerin sularını üzerimize döker, söylenen lakırtıyı anlamaz, titiz, öfkeli, lanet, söz dinlemez bir insan olurdu.

Beni gece koynuna çağırabilmek için tahtakurusu, sivrisinek bahanesiyle döşeğini evin en tenha, en kuytu köşe bucağına taşır. Bu gece çağrılarına gidemediğim zamanlar içlerinde sevdanın gücenikliğe dönmesinden derin bir kin yanar gözlerini üstüme devirir. Sözlerime hiç önem vermez. O beni saymaz. Ben ondan titrerdim. O hanım, ben uşak…

Züleyha, üzerimdeki etki, baskı ve işkencesini pek taşırdı. Çatılmış kaşları, öfkeli gözleriyle başkalarının yanında bana kumanda etmeye kadar işi azıttı. Bir gün biz kiler aralığında çekişirken annem üstümüze geldi. Bu bir dövüşme miydi? Sevişme miydi? Galiba o da anlayamadı.

Akşam eve geldiğimde Züleyha’yı göremedim. Çok memnun oldum. Nereye gittiğini sormadım. Kimse de bana bir şey söylemedi. Ama herkesin yüzünde bana karşı sessizliğe bürünmüş bir ayıplama var gibiydi.

Ertesi gün çiçek bozuğu, kaşını, kirpiğini güveler yemiş gibi yer yer tüyü dökülmüş otuz beşlik bir hizmetçi geldi. Annemin böyle şeylerden çekinir, idareli, sıkı ağızlı bir kadın olmasının tersine olay evde ağızdan kulağa yayılmış olmalı ki bu yeni gelen bana başörtüsü ile çıkıyor, somurtkan bir suratla bakarak: “Aklını başına al! Dikkat et ha… Ben onun gibi değilim!” demek istiyordu.

Ben de içimden karşılık veriyordum: “Aman kakanoz başını, kaşını iyi ört. Güve yenikleri görünmesin. Senin bu namuslu bakışlarında tutkulandırmak için kaçındığını anlatan bir telaş var. Sen de mi kendini fasulye gibi nimetten sayıyorsun?”

3

Komşulardan, evin içindekilerden boyumun ölçüsünü aldıktan sonra dışarıda satın aşk aramaya çıktım. Beliren böyle bir isteğinizin yerine getirilmesini kolaylaştıracak çevrede çok eş dost ortaya çıkıyor.

Kendi yaşımda birkaç arkadaşla biz dadandık mı dadandık… Aç kurtlar gibi devamlı olarak hep bu eğlencenin ardını kolluyorduk. Bu evlerin sayıları, yerleri, deyim uygunsa, mallarının güzellikleri hakkında muhabbet tellallarından epey bir bilgi edinmiştik. Filan sokakta, filan numarada bir tane yeni ev açılmış. Sıcağı sıcağına biz hemen oraya düşerdik.

Şaşılacak şey, savaş sırasında alışveriş durdu. Birçok ticaret evleri söndü. Bankalar top attı. Ama fırınlarla sevda satan bu tür alışveriş yerlerinin kazançları arttı. Demek halkın en büyük, en vazgeçilmez ihtiyacı bu iki şeyde duyuluyor: Ekmek ve sevda…

Bu sanattaki kaçakçılık öteki ticaretlerden çok fazla. Öyle kadınlar bu yola dökülmüşler, öyle kerli ferli adamlar muhabbet tellalı olmuşlar ki onlar söylerken siz utanır, ellerine para vermeye sıkılırsınız.

Buralara kendi evimden daha serbest girip çıkacak kadar alıştım. Direktris karılara hala, teyze, evet böyle en yakın akraba adlarını veriyordum. Onlar da bana evlat diyorlardı. Dost tutmanın bütün ince hilelerini öğrendim. Çıkan patırtılarda telle sabun kalıbı ayırır gibi pürüzsüz racon kesiyordum.

Soğukluk hastalığı önemsiz ama eskimiş bir nezle biçimini aldı. Ceplerimde ilaç şişeleri, hap kutuları, permanganat dö potaslar, süblimeler, şırıngalar… Bu hastalığa özgü bir küçük hastane taşıyorum. Her şey var. Yalnız havalanmış kafamda üç gün rahat durmak, perhiz tutmak gücü yok.

Doktorlar elimden el’aman çağırıyorlar. Bazen onlara bütün bütün kızıyorum. Kendi kendime tedavi yolları bularak uzun süre yanlarına uğramıyorum. Nezlem azıyor mu azıyor. Berbat oluyorum.

Evdeki üst kat helanın musluk taşı altındaki dolap âdeta ufak bir laboratuvar hâlini aldı. Ayakyoluna kapanıyorum. Uzun süre çıkmıyorum. Annem içeride ne yaptığımı merak etmiş. Bir gün ben evde yokken musluk dolabını açmış. İçini karıştırmış. Bulduğu şişeleri, kutuları şırıngaları gözden geçirmiş, bir şey anlayamamış.

Bir şişe, bir kutu, bir şırınga, bir suspansuar almış. Bir kâğıda sarıp tanıdığı bir eczacıya giderek: “Rica ederim, bana söyleyiniz. Bunlar hangi hastalıkta kullanılır?” demiş.

Eczacı gülmüş. Orada yaşlıca bir doktor oturuyormuş. İnce bir gülümseme ile karşılık vermiş:

“Hanımefendi, bunlar başları havalanmış zamane gençlerine özgü bir hastalıkta kullanılır. Evlenmeleri geciktirilen delikanlılar bu hastalığa tutuluyorlar.”

Annem: “Aman efendim, tehlikeli bir hastalık mıdır? Allah kimin varsa bağışlasın. Artık olup olacağı yok. Bir erkek evlat…”

“Tehlikelidir hanımefendi. Nasıl söyleyeyim? Bu hastalığın öyle korkunç türleri vardır ki…” demiş, doktor yutkunmuş.

Annem fitili almış. Eve koşmuş. Gece ağlayarak tehlikeyi babama anlatmış. Babamın kalbi, kafası, ahlakı tertemiz, saf bir adam… O da annem kadar bu hastalıkların cahili. Ana tarafından Kazasker Lütfullah, baba tarafından Hafız Aşir Efendilerin torunuyum. Bu iki kutsal kişi birleştikleri vakit Türkçeyi bile tecvit üzere konuşurlardı.

Aşir Efendi beni Şadan’ın son hecesini dört elif ölçüsünde çekerek çağırırdı. Beni sevişlerinde, aksırışlarında, seslerinin bütün titreşimlerinde Kur’an’ı okuma kurallarının biçimleri seçilirdi. Güzel sesle ve kuralla Kur’an okumayı öyle bir alışkanlık hâline getirmişlerdi ki konuşurken bile kör hafız gibi sallanırlardı. İşte ben böyle beş vakit namaz kılan saygın kişilerin torunuyum.

Annemle babam o akşam karşı karşıya geçer, konuşurlar. Beni evlendirmeye karar verirler. Annem oraya buraya dolaşmaya çıkar. Eşe dosta benim için uygun bir kız ısmarlar.

Anam, babam ikisi de saf, Müslüman kalpli, insancıl ama bu noktadaki çıkarlarını da birçokları gibi enine boyuna düşünmekten kendilerini alamazlar. Beni zengin bir kız babasının yanına iç güveysi vermek isteğine kapılırlar. Bu kusurlarında yalnız çıkar düşkünlüğü değil, elbet koskoca bir bencillik de var.

Ben çapkınlıkta uçarı bir düzeye gelmiş, gizli hastalıklara uğramış, ahlakı bozuk bir gencim. Beni, yani oğullarını kurtarmak için, zavallı günahsız bir kızın başını yakmaktan çekinmiyorlar.

Uygun bir kız buluncaya kadar çok üzüntü çektik. Hem anamın babamın arzularına hem benim zevkime uygun biri bir türlü ele geçmiyordu. Çünkü onların seçme şartlarıyla benimkiler taban tabana zıttı.

Onlar şartlarından bazılarını değiştirmek zorunda kaldılar. Ben de bazı şeylere göz yumdum. Bir ikisine hemen hemen söz kesiliyordu. Ama beni kız evine yermişler. Evlere şenlik, uçarı çapkındır demişler. İş bozuldu.

Nihayet bir kız bulundu. Bu, anamın babamın fikirlerine pek uygun değildi ama benim kafama göre idi. Rubaîzade Didar Bey ailesi… Modern bir kayınpeder…

Nikâh kıyılacağı sıralarda yazıyla ve sözle beni Didar Bey’e de geçmişler. Ama koca herif hiç önem vermemiş:

“Ben zaten çapkın damat arıyorum. Uslu, durgun, aptal delikanlılardan hoşlanmam.” sözleriyle gammazların laflarını ağızlarına tıkamış.

Gördünüz mü şapır şupur eli öpülecek kayınbabayı!.. Araya dedikodu, soğukluk karışmasın diye işi çabuklaştırdılar. Her şey oldu, bitti. Haftaya güvey giriyorum.

Beni çekiştirenlerin haklarını nasıl çürütmeye çalışayım? Ancak insanların yaratılışlarında yalnız bir tuhaflık vardır ki övmeye üşenirler de yermekten haz duyarlar. Adam çekiştirmesi o kadar tatlı bir şeydir ki hele bizimki gibi sosyal eğlencelerin kıt olduğu bir memlekette bu en zevkli bir uğraşının yerini tutar.

Beni çekiştirenlere hem kızıyor hem de hak veriyordum. Çapkınlık vücudumdan çatlak testi gibi sızıyordu. Böyle eskiyerek yerleşmiş akıntılarımla meşru bir döşeğe giremezdim. Doktora koştum. Beni görünce zavallı adam bağırdı:

“Perhiz etmezsin. Uslu durmazsın. Verilen doktor öğütlerinin hiçbirini tutmazsın. Bana neye geliyorsun?”

“Beni sıkı bir muayene geç… Üç dört günde tertemiz edecek bir fen mucizesi göster.”

“Fende mucize yoktur oğlum. Her hastalığın bir geçiş süresi ve tedavi yolu vardır. Tıp ‘Tretiman’ın da dörtnala koşamaz. Kendi olağan yürüyüşü ne ise işte o kadar gidebilir.”

“Ama doktorcuğum, kesinlikle buna ihtiyaç vardır. Gerekli bir şey bu…”

“Zaten tedavisi zorunlu sayılmayacak bir hastalık düşünülebilir mi? Çocuk olma.”

“Her şeyde hız, çabukluk olanaklar içinde söz konusudur. Olabildiği kadar kısa bir süre içinde beni iyi edeceksiniz. Çünkü iş başka…”

“Siz ‘Gut Militer’ ile kardeş olalı kaç yılı buldu? Sizi ondan, onu bizden nasıl ayırabilirim? Beraber yer, beraber içer, beraber azarsınız. Siz çaresiz onun bu sırnaşıklığına katlanıyor, uzun kaynaşma sonunda onu kendinize dost olmuş sanıyorsunuz. Ama o sinsi sizde öyle fena yıkıntılar, bozukluklara sebep oluyor ki…”

“Ah doktor, ah! Siz beni muayene etmeyeli epey bir zaman oldu. ‘Gut Militer’ benim iyilik azmanımdır. Şimdi çok fenayım. Sizden yine hastalığımın ‘Gut’ dönemine getirilmesini rica ediyorum. Çünkü zamane gereği her şeyde bir azgınlık var. Bu hastalığım da zannederim ‘Gut Militer’den ‘Gut de la guerre’e çevirdi.”

Doktor gülerek beni muayeneye başladı. İnceden inceye sorduğu sorulara karşılık verirken doktorun yüzündeki gülümseme eridi. Şimdi suratı gittikçe çatılarak idrar yolundaki afetleri saya saya tüketemiyordu.

Derin bir yalvarış ifadesiyle yüzüne baktım. Dedim ki:

“Doktor, esaslı bir tedavi isterim. Çünkü evleniyorum.”

“Ne söylüyorsun be çocuk?”

“Gerçeği söylüyorum.”

“Bu evlenme ne vakit?”

“Hemen üç dört güne kadar.”

“Çıldırmayınız!.. Bu olacak şey değil!”

“Her şey bitti. Bir gerdeğe girme kaldı. Birkaç güne kadar o da olacak.”

“Olamaz… Olamaz…”

“İşte bunu oldurmalısınız. Ustalığınıza sığınıyorum.”

“Üç aydan önce sizin elinize temiz pratikası veremem.”

Bu doktorla uyuşamadık. Bir başkasına başvurdum. O da hemen hemen aynı şeyleri söyledi. Sonunda bir genç uzman yakaladım. Dikkatli bir muayeneden sonra: “Merak etmeyiniz. Bir çaresini bulurum.” dedi.

Hemen boynuna sarılıp şapadak yanağından öpecektim. Ekledi:

“Yeni bir ilacım var. Onu sizde deneyeceğim.”

“Deneyiniz.”

“Ama şırıngaların acısına dayanmalı.”

“Dayanırım.”

Doktor içime bir ateş saldı. Yalnız acıya dayanmak değil bir daha çapkınlıkta bulunmamaya yedi ceddime tövbe ettim.

Yosh cheklamasi:
0+
Litresda chiqarilgan sana:
09 avgust 2023
ISBN:
978-625-6485-80-8
Matbaachilar:
Mualliflik huquqi egasi:
Elips Kitap

Ushbu kitob bilan o'qiladi