Kitobni o'qish: «Dünyanın Mihveri Kadın mı Para mı?»
Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Sait Paşa adında bir subaydı. Annesini üç yaşındayken kaybetti. Çocukluğu teyzesinin yanında geçti. Mülkiye Mektebinde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) okudu. Kısa bir zaman memurluk yaptı. 1908’den sonra gazetecilik ve romanlarının gelirleriyle geçindi.
İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.
Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.
Bu romanı son defa aleyhimde bulunan fakat yazdığını imzalamaya utanan meçhul yazara armağan ediyorum.
BAŞLANGIÇ
Para mı, kadın mı dünyanın ekseni? Belki birincisi çok defa ikincisi için kazanılır. Bütün dünya bu iki şeyin çevresinde dönüyor. Hep iyilik ve kötülüğün kaynağı bu iki mıknatıs değil midir?
Mutluluk bunun birinde mi ikisinde midir? Zenginlik için gerçek mutluluk parada değildir derler. Kadın için de yüz güzelliği bir gün sona erebilir, huyu güzel olsun denir.
Bu sözlerde biraz züğürt çeşnisi görüyorum. Para ile çok felaketlere karşı gelinebilir. Onun olması, olmamasına oranla çok olağanüstü yararlar sağlar. Her yüzü güzel olan kadının ahlakı çirkin olması da elbet bir kanun değildir.
Her iki güzelliğin bir arada bulunması sahibini daha mutlu etmez mi? Fakat bu ikisini, üçünü bir araya getirmiş mutluya pek az rastlanır. Romanımızda bu mutlulukları birleştirmeye uğraşan zengin bir ihtiyarın vardığı ters sonucu okuyacaksınız.
Şimdi meselenin asıl pürüzüne gelelim. Bazı zenginler para ile başlarına türlü belalar satın alırlar. Suç o zenginlikte değil, o idaresizliktedir.
Hayatta bütün gülünç ve acıklı kavgalar zenginlerle züğürtlerin karşı karşıya olan sonsuz durumlarından doğar. En küçük sokak kavgasından en büyük savaşlara kadar insanlar arasındaki barış kabul etmez çekişmenin nedeni bu değil midir?
Şimdiki açlar, tipili havada mideleri boş kalmış kurtlar gibi saldırıyorlar. İşte zenginlere lokmalarını boğazlarında bıraktıran günün büyük problemi…
Hep birden zengin olmak… Veya genel zenginliği paylaşarak -ki buna imkân yoktur- hep birden fakir kalmak… İşte çözümü mümkün olmayan bu dava üzerine sosyolog filozofların hokkaları boşaltılıyor. Kinci kalemler, çeneler durmayıp işliyor. Sonuç ne olacak? Bu soruya eski çağların görünmeden seslenen melekleri yerine yeni yüzyılın bombaları karşılık veriyorlar…
Heybeliada, 21 Mayıs 1934
BİRİNCİ BÖLÜM
1
Bir açın sabahleyin Tanrı buyruklarını yerine getirmesi…
Kalk bakalım Edip Münir, günün geçinme tezgâhını kur. Bir dilim ekmek için yine bugün ne kadar yalan söyleyecek, kaç kişiyi aldatacak, kimlerle dalaşacak, ne kadar fena adamları dövmeye mecbur olacak, ne kadar iyilerin karşılarında bulunacak, ne kadar günahı iyi bir davranışmış gibi gösterecek, ne kadar hileyi gerçekmiş gibi kabul ettirmeye çalışacaksın. Basabildiklerini çiğneyip geçerek kendine reklamlar yapacaksın.
Ruh var mı? Yok mu? Vicdan boş bir göz müdür? Hak ne anlama gelir? Bu, çözümlenmeleri mümkün olmayan problemleri aptal filozoflara bırak. Metafizikle toklar uğraşırlar. Günlük hayatta çalışanlar açlardır. Bir lokmaya üşüşen tavuklar gibi senden daha beceriksizin ağzından rızkını kapmak, hayat kavgası denilen ustalıkla yapılmış olan iş işte budur.
Kaç zorbaya, “Aman efendim!”, kaç zavallıya “Haydi defol!” diyeceksin? Kaç şarlatana hak verecek, kaç haklıya yumruk göstereceksin?
Edip Münir, Sirkeci taraflarında ucuz bir pansiyonda oturuyordu. Sabah gevşekliğiyle gerinerek kirli karyolasından sıyrıldı. Döndü, yattığı yere bakarak mırıldandı:
“Ben döşeği değil, döşek beni kirletiyor. Bu örtüler mutlaka bulaşık bezleriyle beraber yıkanıyor. Bu yatak takımı ilk serildiği günlerde daha fazla kokar. Yata yata kokunun yarısı bana siner. Döşek böylece biraz temizlenir, ben pislenirim.”
Lavaboya yaklaştı. Bu ada layık olduğu şüpheli bir şey… Yıkanmak için kırık küvete boşalttığı bulanıkça suya baktı. Yine mırıldandı:
“Bu suyun benden önce birkaç kirli yüz daha yıkamadığından emin değilim. Bu su ve güneş memleketinde gün görmez evler, Kerbela’ya benzer semtler vardır.”
Küvetteki suyu avuç avuç, yüzüne çarptıktan sonra çok silinmekten paçavraya dönmüş havluya el attı. Evirdi, çevirdi, kokladı ve nihayet söylendi:
“Temizleniyor muyum?”
Bir hafta önce peşine takıldığı zengin bir beyle Beyoğlu’nda son modern konforda bir apartman gezmişti. Banyo, tuvalet ve bütün odalar, salonlar, koridorlar, o ne temizlik, o ne genişlik, insanın yüzüne gülen o ne ferahlıktı! Orada yaşayanlar da insandı; ev diye bu kiralık ahırlarda geçinenler de…
Münir düşünüyordu:
Bu bolluktan ne o zenginlerin boyları bir karış fazla uzuyor ne de biz bu pis kovuklarda büzülmeden köstebekleşip başka bir biçim alıyoruz. İki taraf da yine insan kalıyoruz.
Bu iki geçim şekli arasındaki büyük farkın etkisi bizim neremizden seçiliyor? Galiba onlar gittikçe incelip nazikleşiyorlar, biz yalnız kabalaşma değil, belki de biraz canavarlaşıyoruz. Giderek hayvanlaştığımı bakınız neden anlıyorum: Hayvanın savunma ve saldırma araçları dişleridir. Beni tekerleklerinin altında ezmesine, iki parmak kalan bir otomobil kazasının önünden can kaygısıyla sıçrayıp zor kaçabildikten sonra bu lüks arabanın şoförünü ve içindekileri ısırmak, dişlerimle onlardan birkaç lokma et koparmak istiyorum.
Onlar benim bu korkunç isteğimden habersiz, sokağın kalabalığı içinden şimşek hızıyla akıp gidiyorlar. Kendilerini benim gibi daha kaç zavallının lanetleme bakışları izlediğini hiç umursamıyorlar.
Biraz nefes almak için pencereyi açtı. Birbirinin havasını kesen, bozan, ağırlaştıran sıkışık ev kalabalığı… Kuyu gibi derinleşen, gün görmez, rutubetli, çöplük hâlini almış pis kokulu aralıklardan fukaralığın, düşkünlüğün bulantı getiren havası sızıyordu.
Bu çatı altı penceresinden ilk planda bir Yahudi evinin yırtık pırtık çamaşırlar asılı taraçası görünüyordu. Oraya daha bir kucak çamaşırla orta yaşlı, saçları alan taran bir Musevi kadını çıktı. Hem ellerindekileri asıyor hem de ağız kalabalığı ile alt kata bir şeyler söylüyordu. Kavga mı? Konuşma mı? Anlaşılmaz…
Edip Münir dinledi ve kendi kendine dedi ki:
“Yahudice ağır söylenince üslubunu kaybeden bir dildir. O böyle kavga eder gibi konuşulur. İşte insan kılığında bir kuluçka… Bu kadının doğum yapmadan geçirdiği bir yıl yoktur. Martta kabakta yavrular. İshak, Moiz, Bohor, Rebeka, Luiza, kıçlarına indirilen birer tokatla sokağa salıverilirler. Yumurtadan çıkınca derede yüzen ördekler gibi dörder yaşında ticarete başlarlar. Sizde bu üreme kolaylığı, bu çalışkanlık varken topsuz, tüfeksiz çok milletleri alt edersiniz. Üreyiniz, üreyiniz, Kamanto ağababanız, Rothschild’ler dayınızdır. Biraz hava almak için pencereyi açar açmaz bu karı çarpık bacakları, kurada kolları, porsuk gerdanıyla karşıma çıkar. Bu görünüşten sonra artık akşama kadar işim ters gider. Bu yarı kirli kalmış çamaşırlardan çıkan buharla burnuma Yahudi kokusu dolar. Sirkeci, Sirkeci, bu adı buraya kim koymuşsa tam tanımını yapmış. Bu keskin, bu kekremsi kokunun dimağa yaptığı etkiyi burada, bu semtte yatıp kalkanlar bilirler.”
Eğer otelleri, pansiyonları sınıflara ayırırsak Edip Münir’in yatıp kalktığı yeri anlatabilmek için bunların en adilerinden daha aşağı bir derece bulmalı. Burayı karısıyla birlikte Karamanlı İlya yönetir. İkisi de doksanar okkalıktır. İri gözleri ve iki şişman yanağın arasına gömülmüş burunlarıyla erkek, dişi ikili bir buldoğa benzerler. Oğulları Apostol biraz ötede dükkân işleten bir bakkaldır. Satılmayan ne kadar bayat, bozuk mal varsa pansiyonerlere sürerler. Öyle cimri hilecilerdir ki iki gece pansiyonlarında yiyip içerek kalan bir adam artık bir daha bunlara borçlanmaktan kurtulamaz.
“Şenlik Pansiyonu”… Karı koca zıt bir esinlenişle ticaret yerlerine bu adı uygun görmüşlerdir. Şenlik pansiyonerleri de çoğunlukla gelirleri düzgün kimseler değillerdir. Ucuzluğuna tamahla buraya gelirler. Fakat pansiyon sahipleri kirada gösterdikleri bu ucuzluğu ötedeki hileli işlerinde kabartmanın yolunu bilirler.
Yeni gelen pansiyonerlerin valizleri, sandıkları yani hamalla getirilen eşyaları var mıdır yok mudur, buna çok dikkat ederler. Elinde bir bastonla hafifçe gelenleri pek uğurlu saymazlar. Çünkü böylelerinin kirayı biriktirdikten sonra bir para vermeden ortadan kaybolanları çoktur. Yüklüce gelenler ansızın kaçamazlar. Borçlarına karşılık eşyaları alıkonabilir. İki tarafın birbirlerine oynadıkları aldatma oyunları aralarında sonsuz bir komedyadır. Şenlik Pansiyonu sahiplerinin bu alandaki kaşarlanmış idmanlarına rağmen onları da ara sıra atlatanlar bulunur.
Edip Münir’in pansiyona bir buçuk aylık borcu vardı. Bununla birlikte kocaman da bir valizi… Borcunu ödeyemeyecek fakat bavulunu oradan nasıl aşırabilecekti? Pansiyonda her hafta başında hesap görülmek kesin usuldendi. Edip Münir ne yapmışsa yapmış, yalancı vaatlerle bu altı haftayı para vermeden atlatmayı başarmışsa da yedinciyi savsaklamak epeyce zor görünüyordu.
Karamanlıların yine kendi hemşerilerinden bir avukatları vardır. Hristo Efendi… Böylelerinin eşyalarına derhâl haciz koydurmanın en kolay yollarını bilir.
Edip Münir’in birkaç kat çamaşırı, Frenk gömlekleri, bir kat yabanlık elbisesi, kısası bütün varlığı bu bavulun içindedir. Çamaşırlarını birbiri üzerine giyip de birkaç nöbet başka yerde soyunmayı düşündü. Hepsini bu yolla kaçırmayı başarsa da en sonunda bavulu gözden çıkarmak gerekiyordu. Buna da gönlü razı değildi. Pansiyona olan borcu kırk liraya yakındı. Bu Şenlik’ten bir kere palamarı çözmeyi başarsa elbette kendini bir iki ay daha bedava besletecek bir yere kapağı atmanın çaresini bulabilirdi.
Gözlerinin önünde kuyu karanlığı ile derinleşen yapılar arasındaki çukura baktı, baktı… Beyninin içinde bir fikir şimşeği çaktı. Yeni bir buluşu ortaya atan fen adamı sevinciyle güldü. Aradığını elde etmişti sanki. Hemen çamaşır asan Yahudi karısına seslendi:
“Bonjur madam!”
“Bonjur mösyö!”
“Sizinle beş dakika görüşmek isterim.”
Komşu kadın biraz düşünür gibi yaptıktan sonra:
“Söyleyiniz, dinliyorum.”
“Burada değil, birazdan evinizin kapısına gelip gizlice konuşacağım.”
Yahudi karısı aklından ne geçirdiyse tuhaf bir gülümsemeyle “Olur.” dedi.
Pencereden taraçaya edilen bu soru cevap sırasında pansiyonun kağşamış tahta merdiveni ağır bir vücudun adımları altında inlemeye başladı. Madam İlya geliyordu.
Edip Münir, Yahudi karısıyla hemen konuşmayı keserek pencere önünden çekildi. O, her sabah bu tulum gövdeli dişi yargıcın önünde korkunç bir sorgu saati geçirirdi.
Karı müsaade istemeden kapıyı itti. Kızarmış ve biraz soluyan bir suratla içeriye girdi. İri gözleri, döşemeden tavana kadar odanın içini birkaç kere dolaştı. Bir süre sessizce bakıştılar. Birbirinden hile sezmeye uğraşıyorlardı. İri bavul bir köşede duruyordu. Madama güven verdi. Biraz yapma gülümsemeyle:
“Sabahın kalimera Münir Bey!”
“Kalimera madam!”
“Biriyle mi konuşuyordun? Kulağıma ham hum bir şeyler esti.”
“Belki şeytanlarla… Fakat ham hum hangi dildendir, bilmiyorum.”
“Üstü kapalı edilen laflara böyle derler.”
“Teşekkür ederim. Türkçeye iki kelime daha kazandırdın. Dil Kurumuna bir ham hum fişi göndereceğim. Fakat madam, hâlâ soluyorsun, otur bakalım.”
“Ah bu merdiven beni kesiyor. Para kazanamıyoruz ki asansör koyalım.”
“Sakın ha! Bu asansörle sen inip çıkacaksan ona mutlaka bir tünel kayışı takmalıdır ki bir kaza çıkmasın.”
“Zevzekliği bir tarafa koy! Bu oda pansiyonumuzun en güzel havalı yeridir. Buraya zayıf gelenler semirip de giderler.”
“Tersine, ben burada zayıflıyorum. Bu pansiyonda semirenler sizsiniz. Bir de fareler… Onlar da sizin gibi tombul tombuldur. İnsanın elinden lokmayı kaparlar. Bu kadar cesurlarını hiçbir yerde görmedim.”
“Onlar da size benzerler. Çünkim parasızdırlar. Otuz liraya böyle bir havalı oda, rahat döşek, sabah kahvaltısı, akşam yemeği… Yerinizi bırakırsanız kırk beşe müşterisi hazır… İlya ile düşündük. Kiranızı artıracağız. Biz de kira veriyoruz. Vergi veriyoruz. Siz bize borçlandıkça biz de başka tarafa borçlanıyoruz. Faizle para kaldırıyoruz. Bu yorgunluklar da cabaya kalıyor.”
“Yorulmadan mı para kazanmak istiyorsun?”
“Biz para kazanmıyoruz. Üste veriyoruz. Senin gibi elleri sıkı birkaç pansiyonerimiz daha vardır. 9 numaradaki karı koca… İşin başında söylediklerine inandık. Bütün paralarını süse verirler, kiraya gelince hık mık… 11 numarada hasta vardır. Pansiyonumuz için ağır bir uğursuzluk… Canı burada çıkarsa arkasından bütün pansiyonerlerimiz de kaçarlar. Evin içinde günlük kokusu, papaz uluması bizim için yıkımdır. Geldim şuraya, boş yere yürüyorum, bana acır görünmüyorsun.”
“Bu çalçeneliğin için önce sen kendine acı, sonra ben sana acıyayım.”
“Para için verdiğin sözün sonuna üç gün kaldı. Hazırlıyor musun?”
“Hazırdır madam, merak etme.”
“Her seferki gelişimde bu katakulliyi okursun. Hazırdır. Fakat sözün ardı hep boşa çıkar.”
“Bu sefer öyle değil. İki gün sonra göreceksin.”
“Apukatımız seni, hastayı, karı kocayı bu ayın dilekçesine koydu.”
“Hacet kalmaz.”
“Her günün sözü budur. Bunun da öyle olmayacağını aklım almaz.”
“Bu defa aklını biraz genişlet.”
“Bakalım bu sefer sen mi utanacaksın, ben mi?”
“Her ikimiz için de bu erdemi umamıyorum madam.”
2
Edip Münir sözü de gövdesi kadar ağır karının sabah kahvaltısı yerine her gün önüne serdiği bu sorgu ısıtmasından kurtulduktan sonra doğru Yahudi karısının öbür sokaktaki kapısına gider.
Aralık duran kanadın önünde bir sıraya oturmuş irili ufaklı, kirli suratlı üç çocuk, üzerlerine sıvışık bir madde sürülmüş, ellerindeki birer dilim ekmeği geveleyip duruyorlar. Günlerden beri temizlik arabasının semtine uğramamışa benzeyen bu çirkefli, süprüntülü sokakta her ürküntüde havalanan cins cins sinekler çocuklara hücumla parmaklarının arasına kadar sokularak sabah kahvaltısını birlikte yiyorlar.
Edip Münir en büyüğüne seslendi:
“Haydi git, ananı çağır.”
Kız gülümsedi. Süzgün gözlerle lokmasını yutarak hiç istifini bozmadı. Edip Münir aynı sözü tekrarladı. Şu karşılığı aldı:
“Madam mutfakta…”
Ve eliyle evin uzunluğuna doğru içerisini gösterdi.
Edip Münir kapıdan girdi. Yer sıvaları dökülmüş, çöplük kokan loş bir antreden yürüdü. Sondaki mutfağı buldu. Yahudi karısı etrafa çirkefler saçarak bir yığın bulaşığı temizlemeye uğraşıyordu.
Edip Münir güler yüzle:
“Bonjur madam.”
“Bonjur mösyö.”
“Size bir iş gördürmeye geldim.”
“Çamaşır mı ütü mü?”
“Hayır. Çamaşırdan, ütüden çok kolay bir iş…”
“Yapabileceğim bir şeyse yaparım.”
Edip Münir Şenlik Pansiyonu ile bulundukları yerin arasında kuyu gibi derinleşen aralığı göstererek:
“Bu akşam gece yarısından sonra bu aralığa ip ucuna bağlanmış bir valiz indireceğim. Sen bu emaneti alıp saklayacak, sabahleyin geldiğim zaman bana teslim edeceksin.”
Kadın biraz irkilerek:
“Bu bir hırsızlık işi olabilir, korkarım!”
“Hırsızlık değil… Valiz kendi malımdır. Biliyorsun ki karı koca İlyaların damı altında pansiyonerim.”
Bu İlyalar adı önünde Yahudi karısının suratı ekşidi. Tiksintili bir sesle:
“Ah karı koca İlyalar, ikisi de ne domuz Rumlardır! Kocanın tellallığıyla bir dükkân alım satımında tamam beş lira hakkımızı yediler. Her gün kesattan, zarardan laf açarlar. Bir yandan da gelir getirir şeyler düzerler.”
“Bana da çok oyun ettiler. Ben de onlardan valizimi kaçırmak istiyorum.”
Kadın anlamlı bir durgunlukla Münir’in gözlerinin içine baktı. Delikanlı cebinden parlak iki yirmi beşlik çıkararak:
“Madam, çok dardayım. Param olsa daha fazla verirdim. Bu işi bana bir dostluk diye yapınız. Bu iyiliğinizi hiç unutmayacağım.”
Karının gözleri, karşısında konuşan adamın yüzünden elli kuruşa dikildi. Parayı kapar gibi alarak önlüğünün cebine indirdikten sonra:
“Peki, yaparım. Fakat kocam bir şey duymasın.”
“Merak etme.”
“Gece yarısından sonra?”
“Evet, pansiyonda ışıklar sönünce… Saat biri geçer geçmez ben yukarıdan bir kibrit çakarım. Sen o zaman kuyuya kova sarkıtır gibi aşağıya indireceğim valizi alırsın.”
“Bu akşam?”
“Evet.”
“Anlaştık…”
Edip Münir memnunlukla karının çirkefli elini sıkarak ayrıldı.
O gün beş altı kuruşa daha kıyarak sağlamca bir ip satın aldı. Pansiyonda bir şüphe uyandırmamak için onu yeleğinin altında beline sardı. Akşam pansiyona dönünce yine karı koca İlyaların gözdağı veren hatırlatmalarına uğradı. Adı bu ayın dilekçesine geçirilmiş olduğu kendisine bir daha söylendi.
Gece saat biri geçiyor. Pansiyonda ışıklar söndü. Sesler kesildi. İpi sıkıca valize bağladı. Çukura bakan pencere önünde bir kibrit çaktı. Yahudi karısı aşağıdan başka bir kibrit yakarak işe hazır olduğunu anlattı. Epeyce bir zorlukla ağırca valizi yavaş yavaş aralığın karanlığı içine sarkıttı.
Biraz sonra avuçları arasındaki ip birden hafifledi. Yük yere inmişti. Fakat karı aşağıdan ipi şiddetle sarsıyordu. Yahudilik tamahçılığı ile onun ipi de istediğini anladı. Ve ipi bıraktı.
Şimdi işin en önemli bölümü görülmüş gibiydi. Ama sabahleyin
Madam İlya sorguya çıkmazdan önce pansiyonu bırakmak gerekti.
Valizin odada bulunmadığı anlaşılırsa gürültü kopacaktı.
Döşeğine uzandı. Alaca bir uyku geçirdi. Sabahleyin erkenden kalkıp giyindi. Alesta bekliyordu. Doksan kiloluk madamın tabanları altında, kağşamış merdivenin bir hayvan gibi inlediğini duyunca hemen odadan dışarı fırladı. Merdivenin yarısında karşılaştılar. Pansiyonerinin telaşından biraz şaşıran karı:
“Gün daha damımızı ısıtmadan nereye kaçıyorsun böyle Münir Bey?”
“Madam, sancılandım, eczaneye gidiyorum.”
Edip Münir bu sözleri karının suratına fırlattıktan sonra yaydan boşanmış ok gibi merdivenleri indi.
Sancılı bir adamın bu kadar taban hızıyla basamaklardan uçamayacağını anlayan karı birkaç saniye bir şaşkınlık duraksaması geçirdikten sonra içine doğan kuşkuyla odaya çıktı. İlk bakışta bavulu aradı. Meydanda öyle şey yoktu. Gözlerine inanamaz bir inatla karyolanın altına eğildi. O koca valiz sanki kibrit kutusu kadar bir şeymiş gibi elleriyle orayı burayı arıyordu. Yok… Fakat merdivenden aşağı su gibi akan Edip Münir’in ellerinin boş olduğundan da şüphe etmiyordu.
Merdiven başına geldi. Elleri göğsünde, tıkana tıkana kocasına bağırmaya başladı:
“Yine yandık! Ocağımız yıkıldı! Pansiyonumuzun yumuşak döşeğinde iki aydır besbedava bir Türk besledik. Belki daha bu sokaklardadır. İlya, komisere koş, yakalat… Bakalım yalnız bavulu mu götürdü? Pansiyonumuzun içinde daha neler taradı? Kasayı yokla… Ceplerini araştır. Ben böyle gözlere görülmeden yapılan kaçakçılıklardan korkarım. Zamanenin bu aç adamları hırsızlıkta kurnazlaştıkça namuslu kimselerin tuttukları işler sarpa sarıyor. Her yıl hükûmetten başka bu dolandırıcılara da vergi veriyoruz. Cepleri para tutmaz, hiçbir işle yorulmaz, senden benden yer, içer, beyler gibi eğlenir, gezer.”
Kaçağın pansiyondan birçok şeyler de aşırdığı suçlaması ile komisere başvurulur. Aranır, taranır, Edip Münir’den bir eser bulunamaz.
Madam İlya kaçağa kadar uzanabilecek bir ipucu bulabilmek için acemi bir detektif atılışıyla boş odaya çıkar. Tahta aralıklarına kadar her yeri tekrar gözden geçirir, umut verecek bir iz bulamayınca pencereden dışarıya haykırmaya başlar:
“Komşular gördünüz mü? Bu oğlan koca bavulu nereden uçurdu? Hava panpuruyla mı kaçırdı?”1
Yahudi karısı pansiyoncunun bu çırpınmalarına pencere kenarından kıs kıs gülerek “Evet, evet, hava panpuruyla!” diyordu.
3
Edip Münir bavulunu Yahudi evinden kurtardıktan sonra elinde bu ağır yükle Sirkeci’nin arka sokaklarından Eminönü’ne kadar geldi. Şimdi ne yapacaktı? Pansiyonda oturduğu birkaç ay içinde kurtulmuş olduğu serserilik hayatı o dakikadan itibaren yine başlamıştı. Ev yok, bark yok. Cepte para yok. Fakat İstanbul’da kendi durumunda pek çok kimse vardı. Onlar nasıl yaşıyorlardı? Hırsızlık, yankesicilik, dolandırıcılık istenir hâllerden değildir ama her yanı nimet dolu koca bir şehir içinde açlıktan ölmek de o fenalıkları yapmaktan elbette daha korkunçtur.
Pansiyonda iyi kötü yattı, kalktı. Yedi, içti. Bir buçuk aylık ücreti vermeden sıvıştı. Kuşkusuz bu bir ahlaksızlıktır. Ama ahlak daima gübrelenmeye, sulanmaya ihtiyacı olan bir fidana benzer. Bu bakımdan yoksun kalınca kurur. O anda günün ahlaklı sayılan bütün insanları Münir’in durumuna düşmüş olsalar, onların içinde bu kelimenin yaraşığı uğruna kendini feda edecek kaç kahraman bulunabilir?
Hayat kavgasının en son sınırlarına gelince ahlakla ilişki kesilir. Yaşamak ihtiyacı her şeye üstün gelir.
Hiçbir hırsız, hiçbir dolandırıcı, yani namuslu adamların emeklerinden çalarak yaşayanların hiçbiri, bu çalıp çırpma kötülüklerini ahlak yasalarıyla karşılaştırarak bir bağış dileme noktası aramaya kalkışmaz. Edip Münir böyle bir düşünceden çekinmediği için o profesyonellere bakınca kendini ahlak düşüncelerinden büsbütün kurtulamayan bir amatör sayıyordu.
Hele bu “namuslu adamların emeklerinden çalarak yaşayanlar” cümlesi önünde bir ikinci irkilişle durdu. Dünyada ahlakın en yüce doruğuna yükseldikleri kabul edilen tarafsız bir kurul toplanıp da yeniden bir yasa yapsalar “namuslu kimselerin emeklerinden çalmak” sözünün peyda edeceği çatal çutal anlamları içine alan tam bir gerçekçilikle ve hak gözetirlikle bağdaştırmaya nasıl imkân bulabileceklerdi? O zaman toplumun, yasal bir kılığa sokarak çaldıklarına bakınca adi sokak hırsızlarının aşırıntıları, adam sen de denecek bir hafiflikte kalırdı. Edip Münir böyle düşüne düşüne kendini tramvay ve otomobil tehlikelerinden sakınarak Eminönü kalabalığı içinden Balıkpazarı’na doğru yürüdü. Acaba izleniyor muydu? Bir polise rastladıkça başını çeviriyor ve hızlanıyordu.
Asmaaltı tüccarlarından bir Hacı Ömer Efendi vardır. Baba dostu bir adam… Başı sıkıldıkça Edip Münir ona koşar. Fakat bu eski kafanın bitmez tükenmez öğütlerinden yıldığı için pek bunaldığı anlarda bu kapıyı çalar. Bugün yine böyle bir zorunlukla öğüt dinlemek sıkıntısına katlanarak elinde bavuluyla biraz süklüm püklüm Hacı Ömer Efendi’nin mağazasına damladı.
İhtiyar tüccar mağazanın bir köşesindeki küçük camlı bölmenin içinde defterleri karıştırarak sekreterine bir şeyler yazdırıyordu. Münir’i görünce bir süre aldırmadı. İşini sürdürdü. Delikanlı yürek çarpıntısı içinde ayakta bekledi.
Nihayet defterleri kapatarak misafirine döndü:
“Ooo Münir oğlum, çoktandır görünmüyordun. Nereden esti bugün böyle? Bilirim başın çok sıkılmadıkça bana uğramazsın.”
Edip Münir ezgince bir suratla:
“Ne yapayım efendi babacığım, geçinme derdi bu…”
Tüccar tekrar etti:
“Geçinme derdi… Ne geçinmez hâlin var canım? Tek başına, güçlü kuvvetli bir gençsin. Annen Ankara’ya erkek kardeşinin yanına gitti. Küçük kardeşin Cemil’i ablasına bıraktı. Biliyorum, enişten seni eve sokmuyor. Nazif Bey fena bir adam değildir. Kabahat kimde?”
Edip Münir ümitsiz bir gülümsemeyle:
“Eniştem Nazif Bey elbette fena bir adam değildir. İki yüz lira aylığı olan bir kimse fena olur mu hiç? O aylığı bana verseler dünyada benden daha iyi bir kimse bulunmaz.”
“İki yüz lira aylık böyle seninki gibi ağız dolusu bir söyleyişle çok görülecek bir para değildir. Çalış çabala, senin de o kadar bir gelirin olabilir.”
“Bu sizinkisi eski sistem düşünüştür.”
“Sistemle düşünmek ne demektir? Bunu ben bilmiyorum.”
“Siz her kazancı ille de bir çalışma karşılığı sanıyorsanız aldanıyorsunuz.”
“Bazen şanstan gelen zenginlikler de olabilir. Fakat bu pek seyrek görülen bir şeydir. Ağzını havaya açıp da şanstan böyle bir lütuf beklemek, öylece durmak nasıl olur?”
“Her kazanç ona harcanan kalori ölçüsünde para getirmez.”
Hacı Ömer Efendi yüzünü ekşiterek:
“Ben böyle kalori malori gibi yeni kelimelerden pek bir şey anlamıyorum.”
“Ben de sizinle Enderun ağzını konuşamam.”
Hacı Ömer Efendi başını ve sözünü dikleştirerek:
“Enderunu ağzında öyle bir hakaret sakızı gibi çiğneme! Genç olmak, geçmişi ulu orta aşağılatmak için bir bağışlanır sebep değildir. Bilgisizlik küstahlıktır. Temsilcilerine her şeyi aşağılık gösterir. Enderun dili, Enderun edebiyatı bugünkü Türk’ün geçmiş kültürüne ait bir tarih parçasıdır. Her kuşak kendinden önceki kuşaktan doğar. Damarlarında atalarının kanını taşır. Babasını kötüleyen adam soyca kendi kendini alçaltmış olur. Bu suretle geçmişe dil uzatışımız kendi soysuzluğumuzu açığa vurmak demek değil midir? Hiçbir iyi şey kendinden öncekine fena demekle daha iyileşmiş sayılmaz. Sözü bırakıp işte, yapıcılıkta kendini göstermelidir. İlerleme merdiveninde yükseldikçe aşağı basamakların çürüklüğü karşısında durmadan propaganda yapmak ağırbaşlı bir soyun şanına yaraşmaz. Bu kendi kendine görülecek bir şeydir. Gözlere sokmak için bu gerçeğin etrafında yaygaralar koparmak, yapılan yani övünülen şeyin kuvvetinden şüphe etmek demektir. Ciddiliği yaygaracılıktan üstün tutalım. Babasına söven çocuğun eğitiminden kim emin olabilir? Bu bir erdem değil ahlakça bir düşkünlüktür.”
Edip Münir sabırsızlanarak:
“Oo hacı efendi, coştunuz! Bir Enderun kelimesinden bu kadar laf çıkarabilmek için sizinki gibi yıllanmış bir kafa gerek.”
“Evet, yıllanmış kafa, beğenemedin mi? Ben de vaktiyle bir kalem efendisi, gazetelere şiir, makale gönderen bir şair, bir yazar taslağı idim. Ben de yabancı dilleri öğrenmeye heves etmiştim. Bu memlekette dimağ için çalışmaktansa mideye hizmet etmeyi daha kazançlı buldum. İşte bu tonoz altı cam bölmesine girdim.”
Edip Münir alaylı:
“Ölmeden kendinize türbe yapmışsınız!”
“Türbe say, ne sayarsan say. Gördüğün bu tonozla bu cam oda beni zamanın edebiyata ait ahlaksızlıklarından koruyan bir hisardır.”
Edip Münir, ihtiyar adama çatılmış kaşların altında birden parlayan gözlerle bakarak:
“Edebiyata ait ahlaksızlık? Bu ne demektir anlayamadım.”
“Anlatayım. Gerçeği bugün senin suratına haykırmak için çeneme üşenmeyeceğim. Yirmi dört yirmi beş yaşında bir gençsin. Bugüne gelinceye kadar yaşının sayısından fazla işlere girip çıktın. Yazarlık da yaptın. Bir gazeteden çıkıp ötekine girince bir önceki patronlarının arkalarından konuştun, karşılarında bulundun. Seni oradan buradan çabuk yürüttüler. Kafada esaslı öğrenimi, ahlakta sağlamlığı, cepte geçinecek kadar parası olmayan senin gibi bir genç, kalemi ele alınca ne yazar? Bu, önce girdiği gazetenin eğilimine uyan bir yazı uşağıdır. Kendi vicdanından soyunmuş, aldığı emirleri bir zorlama gömleği gibi giyinmiş, günün bir lokma ekmeği için insanca kanılarını, fikir özgürlüğünü kiraya vermiş bir adamdır. Böyle bir yazarın göz önünde tuttuğu tehlike her şeyden önce yarının açlığıdır. Yirmi lira için gerçek kılığına soktuğu yirmi yalanı hiçbir yürek ezintisi duymadan yazar. Her yolsuz hareketimizde içimizi kemiren ahlak kurdu, onda ölmüştür. Kanı zaman dalkavukluğuna aşılanmıştır. Etrafına gül suyu kokusunda zehir saçar. Her şeye, gözüne geçirdiği çıkar gözlüğüyle bakar. Namuslu bir kimseyi kötülemek mi lazım? Kuduz salyalı bir kalemle saldırır. Edebî gücünü çoktan tanıtmış birini batırmak mı gerekiyor? Bilgide, edebiyatta birtakım çanak çömleği oturtulacak en iyi yere geçirip asıl özlülere çengel atmak… Şimdi cebine beş lira koyayım, dünkü yazdıklarının bütün martaval olduğunu bugün itiraf etmez misin? Bugünkü Edip Münir, dünkünün şiddetle karşısında bulunmaz mı? Hayhay… Çünkü sende bir inanca bağlı kalma erdemi yoktur. Ahlaksızlıkla kanı bir arada barınamazlar. Cebine para getirecek her şey senin için geçerlidir. Ahlaksızlığın korkuluğunu yıkmışsın. Uçurumun kenarında dolaşıyorsun.”
Edip Münir ateşli bir sesle:
“Yetişir efendi baba! Bütün bir kuşağı böylece çamura batırmaktan çekinmiyor musun?”
“Benim bugünkü kuşakla ilgili bir sözüm yok. Avukatlık gerekli değil. Her sağlam vücutta birkaç çıban çıkabilir. Ben karşımdaki tek örneği temel tutarak söylüyorum. Bu yaptığım şey tamamıyla senin portrendir. İnsan insanı, ahlak ahlakı andırabilir. Eğer bu tanıtımıma benzeyen başkaları da varsa kendi yaratılışlarına lanet etsinler.”
Edip Münir kendine acındırır bir poz almaya çalışarak:
“Bugün buraya ben sizden yardım istemeye gelmiştim. Fakat siz beni bu ahlakla ilgili eleştirmelerle karşılayarak sözü ağzıma tıkadınız.”
“Genç bir adam bir ihtiyardan nasıl yardım isteyebilir?”
“Asıl kuvvetin ihtiyarlıkta, gençlikte olmadığını bilirsiniz.”
“Oğlum, asıl kuvvet doğruluktur. Ahlak yolunda adımlarını çarpıttığın gün namuslu adamlardan yardım istemek hakkını kaybetmiş olursun.”
Edip Münir yumuşak bir tonla:
“Efendim, paraca ufak bir yardım…”
“Asla!”
“Bana birkaç lira vermekle zenginliğinizden ne eksilir?”
“Ben zengin değilim. Kıtkıllet geçinen bir adamım. Bundan geçelim, eli ayağı tutan bir dilenciye para vermek ahlakça ve kanunca yasaktır.”
“Ben bir baba dostu tanıyarak size başvuruyorum. Siz beni dilencilik basamaklarına indiriyorsunuz. Bu toplum içinde birbirinden para yardımı isteyen her kimse dilenci mi sayılır?”
“İsteğin çeşidine göre. Eğer sen doğru düzgün çalışıp kriz nedeniyle işi bozulmuş bir adam olaydın memnunlukla sana yardım ederdim. Sen meşru bir kazancın peşinde iş arayan bir adam değilsin. Bugün verdiğimi yiyerek yarın yine aynı duruma düşeceksin. Bunun için sana para vermek seni büsbütün dilenciliğe alıştırmak demektir. Namusunla kazanmayı öğren…”
“Efendim, bugün bana teklif edeceğiniz herhangi bir işi yapmaya hazırım. İş bulunuz, yapayım.”
“İşsiz kalan kimselerden çoğunun ahlakça kusurları vardır. Namuslu adam uzun süre iş aramaz. İş gelip onu bulur. Günün bu ahlak karışıklığı içinde kendine tamamıyla güvenilebilir, dosdoğru bir adam, ağırlığınca altına değer. Böyle bir kimseyi ele geçiren bir patron bir daha onu işi başından ayırmak istemez.”
“Ahlak ve namus yasalarınızı bana aşılayınız. Ben de kesinlikle onlara bağlı kalacağıma söz vereyim. Fakat namus da insana birdenbire çıkar sağlayan bir şey değildir.”