Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Cehennemlik»

Shrift:

Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Sait Paşa adında bir subaydı. Annesini üç yaşındayken kaybetti. Çocukluğu teyzesinin yanında geçti. Mülkiye Mektebinde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) okudu. Kısa bir zaman memurluk yaptı. 1908’den sonra gazetecilik ve romanlarının gelirleriyle geçindi.

İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.

Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.

I
MERAK İLLETİ

Mevsim kış. Hava kapanık. Ağır, sıkıntılı, alçak, esmer bulutlar ara sıra hafifçe titreyen meşbu1 sünger dolgunluğu ile sızıyor. Ortalığa pülverizatörden2 saçılır gibi ince bir rutubet dökülüyor. Asabi insanları kalp sıkıntısından bitiren kapanık bir gün.

Hasan Ferruh Efendi … köyündeki yalısının denize bakan bir odasında, kendi isteği ile kapandığı mahbesinde oturuyor.

Bu odaya ilk defa giren bir adam burasını bir eczane zanneder ve pek de yanılmış olmaz. Burada çeşit ve miktarca şöyle böyle eczaneler ile boy ölçüşecek kadar ilaç vardır.

Yalı sahibi, korkunç bir hipokondriye, yani merak hastalığına uğrayalıdan beri okumaktan bir tat alamaz olmuş, koca kütüphanesini boşaltıp rafları baştan başa ecza şişeleri, kavanozları, kutuları ile doldurmuştu. Bundan başka, oturduğu sedirin yanlarındaki iki büyük etajer de yine öyle birer ilaç sergisi hâlinde idi. Yalnız yanı başında çeşitli hastalıklara ait Türkçede bulabilmiş olduğu sekiz on kitap dizili dururdu. Ara sıra bunlardan beş on satırını okur; rastladığı hastalık belirtilerini tekmil kendi vücudunda duyup merak helecanlarına düşerek kitabı elinden atar, baygınlıklar geçirir.

Gazetelerde bulduğu hastalığa ait hekimlik makalelerini ezberlercesine birer dikkatle tekrar tekrar okur, bunlardan çıkarabildiği akılalmaz birtakım hükümleri vücudunda tatbik ve mukayeseye girişir, biraz düzeldiği zamanlarda bile bu yüzden yeniden hasta düşer.

Hele gazetelerdeki, en müthiş illetleri bir günde bıçak gibi kökünden kesmek iddiasıyla iyileşmek vadeden, şarlatanlık ağız doluluğu ve kandırıcılığı ile övülen ilaç ilanlarında her ne görülürse ertesi günü o şişe yahut kutu odadaki rafların birinde mutlaka yerini alırdı.

Hasan Ferruh Efendi’nin asıl hastalığı ne idi? Yıllardan beri bunu adamakıllı keşfe ne kendi ne de bir hekim muvaffak olabilmişti. Kendine bakılırsa vücudu bir hastalık topluluğu idi. Yanında birkaç sahifelik bir hastalık listesi okunsa bunların hepsinin kendinde varlığını iddia eder; sinir, kalp, ciğer, böbrek, bağırsak, sidik yolu, romatizma, şeker hastalığı ve daha başkaları sayılabilecek hastalıkların kendisinde olduğunu söylemekten usanmaz.

Kendini muayene eden doktor, vücudunun herhangi bir noktasına parmağını dokundurarak “Burada ağrı var mı?” diye sorsa hemen evet cevabını alır.

Onun ağrımayan bir yeri yoktu. Kendisinde bulunduğunu sandığı hastalıklardan hiçbiri olmadığı, en usta hekimler tarafından her ne türlü inandırıcı suretlerle temin edilse inandırmak kabil olmaz.

Ve her vakit şu cevabı verir:

“Olmadığını söylediğiniz hastalık, hani olacak şey değil ya, bugün bende bulunmasa bile ileride benim böyle olmaya istidadım var. Bir gün mutlaka tutulacağıma şüphe etmem. Teminatınıza teşekkür ederim. Hekimlerin asıl vazifelerinden biri de tesellidir. Fakat Cenabıhak beni teselli ile iyileşebilecek kadar ahmak yaratmamıştır.”

Pire ısırığı ile vücudunun bir tarafı kızarsa bundan kanser belirtisi kaşıntılar çıkmasını günlerce bekler.

Bu adama “Hasta değilsin, bir şeyin yok…” demek kadar büyük bir hakaret olamaz. Hemen “Ölsem yine inanmayacaklar!” sızlanmasıyla bağırır, tepinir. Böyle tesellide bulunanları acımazlık, gaddarlık, belki de bu zalimce iddianın kendinde meydana getireceği hiddetle kanını döndürerek hayatına kasıtta bulunmak hainliği ile ithama kadar varır.

“Vah vah! Pek hastasın!” mübalağası ile ümitsizlik gösterenlerden de hoşlanmaz. Her vakit onun hastalık durumunu yaşamakla ölmek arasında değişmez şekilde orta bir hâlde gösterecek sözler bulup da söylemek lazım gelir.

Bu ölmez hastanın üç doktoru vardır. Biri gelir biri gider. Birinden aldığı sağlık öğütlerini ötekinin sağlık nasihatleri ile karşılaştırır, bunlardan çıkarabildiği neticelere göre kendince bir tedavi usulü takip eder. Bunların verdikleri ilaçları hemen üçte bir nispetinde karışık olarak kullanır. Birinin hapını yutar, ötekinin tozunu yer, berikinin suyunu içer. Türlü mide hastalıklarına, bulantılara, sinir bozukluklarına, uykusuzluklara uğrar. Bu fenalıklardan üç doktoru da mesul tutar. Gazete ilanlarında görüp kullandığı hazır ilaçlarla kocakarı ilaçları da başkadır.

Bu zavallı adam, maddi ve gerçek bir hayatta değil her vakit bir kuruntu âleminde yaşar. Herkesi, hatta akrabalarından olan kimseleri bile kendine karşı gizli bir ölüm hazırlamak ile uğraşıyor sanır.

Her gece bir yatak yeri seçerek döşeğe girebilmesi mühim bir iş şeklini alır. Yangını, zelzeleyi, hırsızı düşünür. Birdenbire bir yangın çıkacak olduğu zaman kolayca kaçmak planları hazırlar. Çatının, zelzele felaketine karşı en dayanabilecek tarafının altına sığınmak ister. Hırsız korkusundan oda kapısının bayağı kilidinden başka sürgüleri de vardır. Tehlike çıktığı zaman imdat istemek için odanın duvarı birçok elektrik düğmeleriyle donanmıştır. Akrep, yılan ve başka türlü böceklerin gizlenebilmesi korkusu ile içine girilmezden evvel döşeğin şilte, yastık, yorgan ve örtülerinin her katı, her aralığı, her bükümü ayrı ayrı araştırılır, gözden geçirilir.

Bir gün Hasan Ferruh Efendi’yi ziyarete gelen kimselerden biri her nasılsa boş bulunarak astronomiden söz açarak her gün havadan dünya üzerine türlü hacimde binlerce gök taşının döküldüğünden ve bunlardan bazılarının koca bir köyü tezek gibi yamyassı ezerek içinde canlı bir tek insan bırakmayacak irilikte bulunduğundan bahisle zavallı adamı büsbütün çıldırtacak korku helecanına düşürmüştü.

O günden sonra Ferruh Efendi her birine karşı korunma tedbirleri ile uğraştığı bir sürü musibetlere eklenen bu yeni beladan nasıl kendini kurtaracağını bilemeyerek en son sistem istihkâmlara benzer çelikli, betonlu kat kat kubbeler yaptırtıp bunların altında yaşamayı düşünecek kadar korunma hâllerini genişletmişti.

Bu ölmez hastanın ödü koptuğu tehlikelerden biri de mikroplar idi. Hayatın bu görünmez düşmanlarına karşı şimdiki tıbbın korunma tedbirlerini kâfi bulmuyor, bütün mikropları hayat çevresinden adını yok edecek çarelerin hâlâ niçin keşfedilmediğine pek hiddet ediyor, “Mikropsuz hayat olmaz!” diyenlere karşı yeisinden ter ter tepiniyordu.

İstanbul’da kolera çıktığı zamanlar kızıl divaneye döner. Odasına kimseyi sokmaz. Aile insanlarına, sokağa çıkmayı, misafir kabul eylemeyi yasak eder. Odasındaki bütün eşya her saat süblime ile pülverize edilir, saatlerce kaynatılmadıktan sonra ağzına bir şey koymaz, etüvden3 geçmedikten sonra sigarasını bile içmez.

Yanında hiçbir vakit ölüm lakırtısı edilmez. Akraba ve ahbaplarından biri öldüğü zaman ölüm haberi gizlenir. Kazara tabut, cenaze görecek olsa ıspazmozlara tutulur. Kör dilenci ilahisi, baykuş sedası, köpek uluması işitirse saatlerce hasta düşer. “Allah iman selameti versin”, “Son nefeste ölümümüzü âsân eylesin”4 gibi dualar karşısında beti benzi atar, kireç kesilir. Ev halkından biri nezleden hastalansa hemen herkesten ayrı bir yere yatırılarak karantina altına alınır. Ölüm bulaşmasından korkarak evinden kimseyi başsağlığına göndermez.

Yerli gazetelerden bir tanesi dezenfekte edildikten sonra her sabah önüne konulur; uğursuz havadise, hele bir ölüm haberine rastlamaktan çekinerek bir müddet elini uzatamayarak gazeteye şüpheli gözlerle yan bakar. Ölüm yahut “esefli bir kayıp” başlığı gözüne ilişirse elleri titrer, bir hayli zaman okumak cesaretini gösteremez; anlamak merakını da yenemez. Sonunda titremeler içinde kekeleyerek okur. Ölen kaç yaşında imiş? Hangi hastalıktan ölmüş? Kaç yıl hasta yatmış? Bakan hekimlerin isimlerini ve nasıl bir tedavi usulü takip ettiklerini, hep bunları anlamak ister. Bu çeşit haberleri her alıştan sonra kendi de hastalanır. Ölüm sebebi olan hastalığı kendi vücudunda da duyar. Kendi usulünce o güttüğü sağlık koruma işindeki düşkünlüklerinde birkaç derece daha azıtır.

Hasan Ferruh Efendi uzunca boylu, çelimsiz, cildi ince, solgun iri kara gözlü, tümsek burunlu, sivri çeneli, saçına sakalına yarı yarıya kır düşmüş, alnı geniş, mevzun armudi yüzlü, görünüşü hazin, fevkalade zeki elli beşlik bir kimsedir.

Bir noktaya dikilmiş, sabit, dalgın, sönük, yarı uykulu bakışı ile saatlerce yerinden kıpırdamayarak mutlak bir sessizlik içinde oturuşunu görenler zavallıyı hiçbir şey düşünmeksizin uyukluyor zannederler. Hâlbuki bu görünüşteki sessizliği, onun içindeki meraktan ileri gelen elemlerinin en ziyade şiddetlerine alametti.

Böyle zamanlarında en karanlık düşüncelere dalar, dünya, ahiret, hayat, ölüm, hastalık, sağlık hakkında acı acı düşünür. Dünyaya geldiğinden hiç hoşnut olmadığı hâlde gitmekten daha çok ürker. Ölüm olduğu için doğmayı acı ve manasız bir zulüm bulur. Ölümden korktuğu kadar zihni onun akla gelebilecek en korkunç şekilleriyle hep temastadır. Geniş hayali zavallının kuruntu sahnesi önünde ölümün yürek titretici her türlü manzaralarını icat eder. Kuruntudan kaçmak istedikçe hayallerin içine daha ziyade gömülür. Etrafını ölüm döşeğine uzanmış, canı dudağının ucunda, ölümün ilk uykusuna dalmaya uğraşan bal mumu sarılığında hastalar, önleri peştamallı, kolları sıvalı, elleri lifli ölü yıkayıcılar, köpüklü teneşirler, siyah servilerin kasvetli gölgeleri altına kazılan karanlık çukurlar kaplar. Oralara indirilen tabutların gacırtısını, ölünün ağırlığı altında gerilen iplerin kulakları zedeleyen hırıltısını işitir. Çukura atılan kürek kürek toprakları görür, okunan aşırları, edilen duaları dinler. Telkin verilir, cenazenin cemaati dağılır. Hasan Ferruh Efendi’nin aklı fikri hâlâ oradadır, bir yere gitmez.

O, asıl ondan sonraki ölüm sırlarını anlamak ister. Mezarda ölüye ne hâl oluyor? Hayalinin ve muhakemesinin olanca kuvvetiyle bu acıklı şeyi keşfe uğraşır.

Varlıktan yokluğa geçerken bir insanın son nefeste duyabileceği tasavvur olunamaz ızdıraba zihninde, duygusunda bir mikyas, bir ölçü bulmak ister. Bunu iyice anlayabilmek için mutlaka ölüp yine dirilmek lazım geleceği zorunluluğu karşısında buram buram terler.

İlkin, adem5 sözüne pek anlaşabilecek bir mana veremez. Lakin gitgide kuruntularına öyle kuvvet gelir ki yokluğu bir çeşit bir ahiret varlığı diye tasarlar, böyle olunca da ölünün cesedini ahiret âlemi hayatıyla his ve ruh sahibi ve mezardaki işkenceleri tamamıyla idrak eder sanır. Bu son derece kasvetli, bu karanlık, bu havasız, daracık azap yerinde susuz, yemeksiz ebedî olarak hareketsiz yatan ölünün bedenini kurtlar kemirdiğini, gözlerine topraklar dolduğunu, bir gün kendinin de sonunda böyle olacağını düşündükçe âdeta delilik alametleri gösterir. Hemen gözleri büyür, dişleri kenetlenir, yüzünün çizgileri derinleşir. Yüzünde kara sevda kasılmaları peyda olur. Nefes sıklaşır, nabız artar. Pek rahatsızlık veren bir çarpıntı ile çırpınır. Eline rastlayan şeyi atıp kırar, hemen hemen saldıracak zannedilir. Fırtınadan evvelki durgunluk gibi o ilk sükûnetin arkasından böyle şiddetli bir kriz gelir. Nihayet çırpına çırpına baygınlığa düşer. Aile fertleri imdadına yetişir. Kordiyaller6 verirler, vücudunu ovarlar, döşeğine yatırırlar.

Hasan Ferruh Efendi eski vezirlerden büyük bir nüfuz ve serveti bulunan bir kimsenin tek, sevgili oğlu idi. Kızları da vardı. Fakat babalık kalbinde bu evladın erdiği yüksek sevgi derecesine kızlar çıkamazlardı. Mahdum bey, çocukluğunda şöyle böyle bir dikkat ve zahmet içinde ciddi olmayan, kısa bir tahsil gördü. İki tarafında birer lala, sırma haşalı at üstünde Valide Rüştiyesi’ne gitti. “Çocuk hiç sıkılmasın, istediği kadar okusun!” diye hususi emirlerle hocasına haber haber üstüne gönderilirdi. Çocuk hocalardan değil, hocalar çocuktan korkarlardı.

Altmış yıl evvelki zamanın sınırlı tahsilinin gerektirdiği birer parça emsile, bina, avamil, Gülistan filan okudu. İmtihanlarda sorulacak sualler çocuğa önceden öğretilir, mümeyyizler önünde sorulan suallere bülbül gibi cevaplar verir, paşa babası oğlunu aferinlere, hocaları da hediyelere boğardı.

Bu suretle Ferruh Efendi yirmi yaşında aliyyülâlâ, yaldızlı bir rüştiye diploması aldı. Çocuğun o küçük yaştaki büyük becerikliliğine dost düşman parmak ısırdı. Yekten saniye mütemayizi7 rütbesi ve üç bin kuruş aylıkla amedi-i divan-ı hümayuna8 memur edildi.

Az vakitte küçük bey büyük zekâsıyla resmî kitabette ilerledi. Babıali’de adı anılır kâtipler sırasına geçti. Nefi gibi şiirler söylemekte bile istidat gösterdi. Dev adımları ile memurluktan memurluğa atladı. Büyük sıfatlı bir amir oldu. Saray ve Babıali entrikalarına karıştı. Kuvvetli düşmanlar ile birbirini devirmek boğuşmasına girişti.

İçki ve sefahat âlemlerine daldı. Şarkı söyleyen, ney üfleyen hanende ve sazendelerden, dört kaşlı içki sunanlardan, taklitçilerden meydana gelmiş bir dalkavuk heyeti etrafını sardı. Her gece havuz başı meclisleri, mehtap âlemleriyle vakit geçiriyordu. Beyoğlu sefahat yerlerine dadandı. Konakta karısı, odalıkları, hasretle yataklarında beyin lütfen gelmesini şiddetle beklerlerken o, adi kadınların kolları arasında gençlik ateşini yatıştırmaya çalışıyordu.

Babasının ölümünden birkaç yıl sonra nazır olarak kabineye girdi. Vezir olmak için döndürülecek fırıldakların şiddetli rüzgârına kapıldı. Doğruluk göstermede akranının hasetlerini uyandıracak derecede bir gayretle işe girişti. Vaktin padişahına yaranmak için olan fazla gayretle giriştiği ince bazı işlere kötü manalar verildi. Velinimetinin gözüne girmek için kudreti dışında gösterdiği fedakârlık sadakati gözden bütün bütün düşmesine sebep oldu. Düşmanları bundan yararlanarak aleyhine jurnal jurnal üstüne yağdırdılar. Müdafaaları tesirsiz kaldı. Hasan Ferruh Efendi Şam’a sürüldü.

Orada bir iki yıl kaldıktan sonra mabeyinde henüz kendisini tutan kimselerin yardımı ile padişaha birçok istirhamnameler takdim ederek İstanbul’daki yalısında oturmasına izin verildi. Artık orada, eş dost ziyaretinden mahrum olarak devrin düşmüş adamlarına mahsus bir münzevi hayatı geçirmeye başladı.

Eski hovardaca hayatının yorgunluğu ve gözden düşmüş olması, başarısızlığı vücudunu yıprattı, sinirlerini bozdu. Yalısında ve hemen bir odada uzun zaman kapalı kalmak, bu hareketsizlik sonunda evvela mide hastalıklarına ve sonra hafif karaciğer hastalığına uğradı. Hareketli zekâsı bir çalışma zemini bulamıyordu. Hep vücudunu dinlemeye koyuldu, bunun sonunda da hipokondriye tutuldu.

Hasan Ferruh Efendi terbiye ve nezaketçe eski Babıali usulü terbiyesinin benzerleri arasında canlı bir örneği idi. En adi konuşmalarında kullandığı lügatleri, en küçüklere karşı olan alçak gönüllülüğü, birçoğu yersiz denebilecek saygıları, mübalağalı hareketleri asaletinin birer açık nişanesi idi. Kendini karşısındaki hemen herkesin “kulu”, “bendesi”, hak-i payı” mevkisinde tutar, kendi adamlarına bile “efendim”siz lakırtı söylemez, vereceği emirleri rica eder yollu anlatır.

Hastalık neticesi olarak tabiatında bir sertlik peyda olalıdan beri bile her vakitki nezaketine uymazlığı pek az görülürdü.

II
BÜYÜK KAYIP

O sabahki havanın ağırlığı ve kapanıklılığı efendinin zayıf sinirleri üzerinde kötü tesirlerini göstermeye başladı. Pencereden denize, göre göre usanmış olduğu bu uçsuz bucaksız ve her an buruşan mavi suyun yüzüne, bu her zamanki manzaraya bakarak zihnini, gözünü oyalamaya çalıştı.

Pencerenin yakınından insan ve eşya yüklü bir pazar kayığı geçti. Baş tarafları yalı kazığı merdanesi büyüklüğündeki küreklere sekiz kişi yapışmış, bir makine pistonu intizamı ile kalkıp kalkıp iniyorlar. Bu kuvvetli pazıların zorlu çekiş hareketiyle o yüklü, ağır, battal, hantal kayık yürüyor.

Hasan Ferruh Efendi bu pazı kuvvetine imrenir gibi bir hayretle:

“Fesüphanallah, acaba bu herifler kalktıkları yerden varacakları yere kadar bu dayanılmaz kürek çekme gayreti ile böyle kaç defa yatıp kalkarlar? Allah’ım, yarattıklarının kimisini pamuktan, kimisini çelikten yaratıyorsun. Doktorlar bana ‘Hareketsizliğinden dolayı vücudunda yanma fiili olmuyor.’ diye durmadan şikâyet edip duruyorlar. Vücudumun külhanında hayat ateşini sürdürmek için ya böyle pazar kayığı hamlacısı yahut sırık hamalı yaratılmalı imiş. Biz ise ‘bey’ doğduk, ‘paşa’ olmaya heves ettik. Ne tersine bir dilek imiş. Ben süslü soframda bin körpe piliç yesem şimdi bu heriflerin şu yorgunluktan sonra tıkınacakları soğan ekmeğin lezzetini, hazmetme kolaylığını bulamam. Bu sinir zayıflığından kurtulmak için kürek mi çekeyim? Bu yaştan sonra hamallık mı edeyim? Dolap mı çevireyim? Biz zamanın nice elemini, sitemini çektik, daha berbat olduk. Ben o koca küreğe yapışıp yatar isem altında ezilir, bir daha kalkamam. Yanma işi benim vücudumda değil beynimde oluyor. Yangın benim beynimde. Orada her dakika bin vehim cehennemi tutuşur. Kafa değil, hep fışkıran bir azap ateşgedesi…9 Böyle para pul, her türlü nimet içinde aç oturan bir paşa olmaktansa somununu, soğanını doymadan hazmeden bir hamal olmak bin kere daha iyidir. Bilmem yaradılışın ikbali, sefaleti hangi tarafta, gerçek saadet ve sefalet hangi cihette kalıyor? Jean Jacques Rousseau; lisanını pek bilmiyorum ama methini çok yerde işittim. Sen akıllı bir divane, yiğit bir mürteci imişsin. İnsanları ilk göçebelik zamanlarına döndürmeye uğraşmış, meşhur hakim Voltaire’e bile hayvanlık zevki vererek ot yemeye bile heveslendirmişsin. Doktor Gebers seni her zaman metheder. Bana ‘Beyefendi, Avrupa’da doğaydın mutlak bir Rousseau olurdun.’ der. Herif yüzüme karşı ‘Sen bir kızıl divanesin.’ diyemediği için, adını bana vererek o manayı nezaketle anlatmak istiyor. Doktor Gebers, sen o ilaçlarınla beni bir gün geberteceksin ama bakalım ne vakit?”

O aralık denizden, kuş gibi bir kano geçti. Hasta, yine kendi kendine söyleniyordu:

“Denizde, karada, havada uçunuz bakalım kâfir oğlu kâfirler… Ecele çare bulamadıktan sonra sizin zekânızı kaç paraya alırım? Bizi hızlı uçuşunuza uymayı mı çağırıyorsunuz? Ahlak kaidesinden değişmez bir hareket düsturumuz olan:

 
Erişir menzil-i maksuduna aheste giden
Tiz reftar olanın pâyına dâmen dolaşır
 

mısralarının uyuşturucu neşesini zihinlerimizden çıkaramadıktan sonra bizi koşturamazsınız. Aceleniz ne? Deminden giden pazar kayığını görmediniz mi? Türk’te o pazı kuvveti varken makineyi ne yapacak?”

Hasan Ferruh Efendi nereye baksa hayatın umumi akışının kendi uyuşuk, hastalıklı varlığı ile tam tezat hâlinde olduğunu görerek isyan hezeyanlarına kapılıyor; uçan, koşan, pazılarının kuvvetiyle yaşayan, canlı kanlı, kuvvetli insan kardeşlerinin sağlık akan neşeli yüzlerini görmeye dayanamıyor, sağlıktan da elem duyuyordu, ölümden de… Artık âlem, onu sevindirebilecek hadiselere sahne olmak mucizesinden kalmış, amansız, zalim, gaddar olmuştu.

Oda kapısı dışarıdan tık tık vuruldu.

Efendi “Buyurunuz!” diye girme iznini verdikten sonra tertemiz bir halayık, terliklerini dışarıda bırakarak, nereye ve nasıl basacağını bilemez, korkulu ve çekingen bir yürüyüşle hiçbir tarafa sürtünmeksizin, o sabahın gazetesini parmaklarının ucuyla getirdi, efendinin önüne bıraktı. Yine aynı ürkeklikle çekildi.

Efendi, el dokundurmadan bir zaman gazeteye tereddütle baktı. Nihayet el uzattı.

Gazete ifadesini, kendi tabirince, “lisan-ı azap-ül-beyan-ı Türki’nin avamil-i inkırazlarından” (tatlı Türkçenin batma sebeplerinden) başlıcası saydığı cihetle yanlışla dolu, yontulmamış, fesahatsiz bulur, her satırın Amedi-i Hümayun’daki eski usule, resmî edep ve terbiyeye, edebiyat icazına, siyasi hikmete tamamıyla uygun seçilmiş kelimeler ve kısa cümlelerle edası taraftarı idi.

Gazeteler için, “Bunların lisanlarından ne eski yazı taraftarları memnun olur ne de cühelâyi kalem… Yazdıklarını ne hamal anlar ne kâtip beğenir. Türk, Arap, Acem, Frenk katışması, asil şiveden ve latif anlatıştan mahrum piç bir lisan vesselam!” der:

 
Kaldır da başını gel gör Nabi
Lisan-ı şiirin ne hâle geldi.
 

mısralarını ilave ederdi. Yerli gazetelerin başmakalelerini:

 
Ne edep var ne siyaset
Ne izan var ne zarafet.”
 

alayı ile okuma zahmetine layık bulmazdı.

Gazeteyi eline aldı, ilk makaleyi atladı. Ufak tefek dış haberleri çarçabuk bir süzdü. İç haberlere geldi. Bu kısmın baş sütunundaki yirmi dört puntoluk harflerle “Ziya-i Azim”10 başlığını görünce bir korku ürpermesi geçirdi. Fes başından fırladı. “Vah zavallı… Acaba yine kim?” diye acıklı bir sual ile gözleri büyüdü.

Okumak istemiyordu. Tehlikeli bir iş yapmaya hazırlananlarda görülebilecek bir korku ve telaşla yanına çiçek suyu, kordiyal şişelerini hazırladı. Bu ölüm acısının uyandıracağı teessüre karşı koyabilecek metaneti bulmaya uğraşarak başladı:

Bir müddetten beri esir-i firaş (yatalak) bulunan vüzera-yı fihâmdan 11 Hasan Muhsin Paşa dün gece sabaha yakın ‘irce-i…’ emri celiline lebbeyk-zen-i icabetle12 fazilet ve iyiliklerinin hasretinde olan herkesi büyük bir acıya ve matem yaşlarına gark etmiştir.

Merhum-i müşarünileyh, Allah vergisi olan dirayet ve istikametinden başka acıma, incelik ve cömertliği ile de meşhur idi. Tedavisine Doktor Gebers hazakatinde en meşhur hekimler tarafından fennin en son çarelerinden medet umularak çok çalışılmış ise de zamanı gelince ilaç tesir edemiyor. Hastalık en azgın bir karaciğer rahatsızlığı ile başlayıp yavaş yavaş müzminleşmiş olarak senelerce sürmüş, hiçbir tehlike beklenmediği bir anda ansızın şiddetlenmiş ve sinir sarsıntıları kalp arızası meydana getirerek ölümle neticelenmiştir. Yaşça elli beş raddelerinde bulunup hayatının ihtiyarlık denecek bir devresine ermemiş ve henüz kendisinden daha nice nice hayırlı işler beklenmekte iken müşarünileyhin böyle erken kayboluşu büyük teessüflere sebep ve ilaahir… diye rahmet ve gufran dileğinden sonra ölenin bir buçuk sütun süren hâl tercümesi yazılmıştı. Ayrı ayrı zamanlarda kazanmış olduğu mühim memuriyetler, rütbeler, nişanlar, gösterdiği yararlıklar teker teker sayılıyordu.

Hasan Ferruh Efendi, rahmetli Hasan Muhsin Paşa’daki “Hasan” adının kendiyle uygun olmasından, hastalığın karaciğerden başlamış olmasından, yaşıt bulunmalarından ve hele kendinin hususi doktoru Doktor Gebers’in rahmetliyi de iyi edemeyişinden fena hâlde uğursuzluklar hatırına gelerek limon gibi sarardı, bitti. Bu benzeyişlerin verdiği kuruntularla kendini de yarı ölmüş sayıyordu. Kendinin dünyada mı ahirette mi olduğunu anlamak için davranmaya uğraştı. Çünkü hareketsizlik ölüm işareti idi. Etrafını bir sis kaplamış gibiydi. Her şeyi bulanık görüyordu.

Bu neye alametti? Bu uyanık kâbustan kurtulmak için birkaç yudum kordiyal içti. Okumak istediği uzun hâl tercümesini bitirememişti. Söz söyleyip söyleyemeyeceğini anlamak merakı ile mırıldayarak “Bu kısa hayatın ne uzun olur derdi… İşte adamcağız ölmüş vesselam… Kerbela hikâyesi gibi bu faciayı ne uzatırsınız böyle?” dedi.

Durdu. Kordiyalin vereceği geğirme ile bir kısım merakını dışarı boşaltmak için bekledi.

Gene söylenmeye başladı:

“Bu gazeteler külli kabahatlerinden başka bir de ölüm tellallığı ederler. Yazdıkları havadislerden bazıları, bir kısım kariler13 üzerinde ne türlü uğursuz tesirler meydana getirebilir, bunu asla düşünmezler. Onlar yalnız her vakayı yağlandırıp ballandırırlar. Sanki bu muharrirlerin, Allah kafalarını taştan, sinirlerini halattan yaratmış. Şu büyük kaybı yazan herif iğne ucu kadar bir acı duymuş olsa yüreğim yanmaz. Ölen kimse iyilik ve kötülük sahibi olsun mutlaka rütbesi derecesinde methedilir. Büyük kimseler son nefeslerine yaklaştıkları zaman konak kapılarının önünü ıskatçılardan evvel gazete muharrirleri sarar. Bu ‘Ziya-i Azim’ başlığı altındaki yanık sözler âdeta hazır birer klişedir. Bu matem satırları, isim, tarih gibi bazı rakamlar ve kelimelerin değiştirilmesiyle her paşanın ölümünde hiç farksız birer ölüm tarihçesi olabilir. Beceriksiz muharrirler bu klişeyi ezberleyecek kadar zekâ eseri gösteremezler. Büyük kimselerden birinin ölümünde gazete koleksiyonlarını karıştırırlar. Ondan evvel ölen vezirin basılmış olan ölüm haberi künyesini bularak, ötesini berisini pek az değiştirerek gazetenin teessür sütununa geçirirler. Bayramlar, kandiller, alaylar, selamlıklar, küşat merasimleri, filanlar hep böyle bayattan tazelenme şeylerdir. Zavallı karilerin bir kısmı okurken bu satırları aynı münasebetle başka zamanda da okumuş olduklarını biraz hatırlarlar. Fakat verilen onluğu israf etmemiş olmak için yine okumak inadında bulunurlar. Zaten gazete okuyanlardan kaçı yazar, kaçı siyasi, kaçı iyiyi kötü fark eden kimselerdir? Hakkıyla okumayı bilsin bilmesin on parası bulunan bir gazete alıyor. Yeni okuma usulünün verdiği kolaylıkla çarçabuk okuyor. Bu kolaylık ters bir netice veriyor. Yavaş yavaş ortada ciddi okuryazar kimse kalmıyor. Yedi yaşında bir çocuk gazete okuyor, mektup yazıyor. Fakat hiçbir şey anlamıyor, ne herze yediğini bilmiyor. Yemin ederim ki şimdikilerin otuz yaşındakileri de öyle… Yalnız Türkçe kelimeler üzerindeki heceyi kem kümlemekle iş biter mi? Ötesi var. ‘Gül, kurban, deriçe, yakın’ yazıyorlar. Yeni imlaya uygun, fakat aklıselime, ciddi terakkiye uyar mı?.. Senin ‘gül’ün, ‘kurban’ın, ‘deriçe’n, ‘yakın’ın yoksa Arap ve Fars’ın o güzel kelimelerini asıl şekillerinden ayrı olarak ‘a’, ‘e’, ‘i’ ile parçalayıp maskaraya çevirmeye ne hakkın var? Kelime bulmak için Uygur, Çağatay lehçelerini karıştır bakalım. Meydana birtakım acayip şeyler koy. İmrülkays’ın, Hafız’ın, Sadi’nin bize geçmiş, konuşulan kelimelerini bırakalım da birtakım garip şeyler kekeleyelim. Asya’nın unutulmuş mezarlıklarından çıkararak bin lehçe arasan ‘akıl’ ve ‘izan’ kelimelerini bulamazsın. Çünkü Allah beynin hücrelerine bunlardan zerre nasip kılmamış.”

Hasan Ferruh Efendi buhranlı zamanlarında, yanında bulunmayan ayrı fikirde birine karşı, her vakit böyle atar tutar, hoşnut olmadığı şu cihanı tenkidinin sövmeleriyle kökünden sarsmak ister, her şeye fena demekle biraz iyileşerek hemen hemen boğulmaktan, ölmekten kurtulurdu. Ölüm baygınlıkları içinde güçsüz kuvvetsiz kaldığı hâlde bu kadar sözü nereden bulup söylerdi? O hâlsiz vücudun çenesindeki bu hezeyan kuvveti, o uyuşuk beyindeki bu şiddetli parlama ne idi? Durmadan zayıflıktan yanıp yakılmasına karşı dilindeki bu çalışmayı görenler hastalığına inanmıyorlardı. Böyle kendi kendine söylenmek, ona en tesirli ilaçlardan çok deva yerine geçerdi.

Gazeteyi gene eline aldı. Rahmetlinin hâl tercümesini baştan aşağı okudu.

Hasan Muhsin Paşa’yı pek yakından tanırdı. Hükûmet mücadelesinde o, kendinin en yaman bir hasmı idi. Ferruh Efendi’nin çevirmek istediği fırıldakları birtakım entrikalar ile ters döndürmeyi becererek onu düşkünlük çukuruna yuvarladıktan sonra vezirliği kendi kapmıştı.

Evet ayağına karpuz kabuğu koyan o idi. Okumasının sonunda, şöyle bir muhakeme ve icmale başladı:

“Hâl tercümesi yarı yarıya yanlış. Resmî sicile geçen bu çeşit hâl tercümeleri çok defa sahipleri tarafından yazılır. İdarece olan kötü işler birtakım ustalıklı tabirler ve değiştirmeler ile örtülür. Bütün kusurlar, kandırıcı faziletler şekline sokulur. Hasan Muhsin Paşa’yı sicil müdürü ile gazete muharriri ne bilir? Onun kim olduğunu anlamak isterlerse benden sorsunlar. Çekememezlik meydanında karşı karşıya senelerce at oynattık. Beni kündeye getirdi. Kendi vezirlik merdivenine tırmandı. Neyse artık dünyadan elini ayağını çekmiş, süngüsü depreşmesin, Allah taksiratını affetsin.”

Sonra hazin bir gülümseme ile rahmetlinin birinci rütbeden Osmani, Mecidi, altın liyakat ve sair nişanlarını tekrar gözden geçirerek:

“Bu maden parçalarının göğsümüzde parladığını görmek, göstermek için ne kadar uğraştık! Bunlar protokolde sahiplerini yüksek mevkiye geçirirler. Fakat ahiret için öyle mi? Kabirde bunların şehadetlerine Münkereyn14 inanır mı? Asıl nişan, insanın vicdanında silinmez hakiki övünme izi bırakabilecek olan hayırlı işlerdir. Bu da kimsenin göğsünün dışında gözlere parlamaz, gizli olur. ‘İşte bakınız ben ne kadar büyük adamım. İnsanca büyüklüğüm göğsümde parlayıp duruyor.’ diyenlerle büyüklüklerini hiçbir gurur nişanıyla kendi cinsinden olanların gözlerine sokmak aldatıcılığında bulunmayanlardan hangileri daha yüksektir? Üstünlük ve meziyet ölçülerini açık açık göğsünde taşıyanlar, onu tanıtmak için gözleri zorlayanlar, o faziletlerinden kendileri de şüphe edenlerdir. Bu nişanlardan bazıları benim çekmecemde de duruyor. Onların benim yüksek insanlığım hakkındaki şahitliklerine niçin bugün kimse inanmıyor? Neden düşkünüm? Ben bunları taşımaya layık değilsem, adi bir adam isem bu iftihar alametlerini bana vaktiyle niçin verdiler? Demek ki bunların verilişlerinde sahici liyakati ölçmeye yarayacak sağlam bir takdir usulü yok. Lüzum görüldüğü zaman iyiye de veriliyor kötüye de… Mayası kötü olanın eline bu aldatıcı şehadetnameyi vermek günahtır, bu nişanlar ehil olan ve ehil olmayan göğüslerde parladıktan sonra ölünce de iyiliklerin sayılması sırasında böyle hâl tercümeleri varakasına geçiyor. Son aldatıcı hizmetleri de bu.”

1.Meşbu: dolmuş, dolu durumda olan, dolu, doymuş. (e.n.)
2.Pülverizatör: Püskürteç. (e.n.)
3.Etüv: Yiyecekleri, nesneleri yüksek ısıyla sterilize ve dezenfekte etmekte kullanılan kapalı araç. (e.n.)
4.Âsân eylemek: Kolaylaştırmak. (e.n.)
5.Adem: Yokluk. (e.n.)
6.Kordiyal: Çarpıntı ve kalp rahatsızlıklarında kullanılan rahatlatıcı ilaç. (e.n.)
7.Saniye mütemayizi: Devlet dairesinde yazışmaları düzelten mümeyyiz unvanlı memurun ikinci derecede olanı. (e.n.)
8.Amedi-i divan-ı hümayun: Sadrazamın, Babıali makamında, kurumun dış yazı işlerini yöneten daire. (e.n.)
9.Ateşgede: Ateşe tapanların ibadet ettikleri mabet. (e.n.)
10.Ziya-i Azim: Büyük kayıp. (e.n.)
11.Vüzera-yı fihâm: Saygın vezirlerden. (e.n.)
12.Lebbeyk-zen-i icabetle: Tanrı’nın emrine uyarak. (e.n.)
13.Kari: Okuyucu, okur. (e.n.)
14.Münkereyn: Kabirde ölüleri sorgulayan Münker ve Nekir adlı melekler. (e.n.)
13 327,37 s`om
Yosh cheklamasi:
0+
Litresda chiqarilgan sana:
11 iyul 2023
Hajm:
1 Sahifa 2 illyustratsiayalar
ISBN:
978-625-6485-98-3
Matbaachilar:
Mualliflik huquqi egasi:
Elips Kitap

Ushbu kitob bilan o'qiladi