Kitobni o'qish: «Can Pazarı»
Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1864 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Sait Paşa adında bir subaydı. Annesini üç yaşındayken kaybetti. Çocukluğu teyzesinin yanında geçti. Mülkiye Mektebinde (Siyasal Bilgiler Fakültesi) okudu. Kısa bir zaman memurluk yaptı. 1908’den sonra gazetecilik ve romanlarının gelirleriyle geçindi.
İlk eserini on iki yaşındayken yazdı. Yayımlanan ilk yazısı İstanbul’da Bir Frenk adını taşıyordu ve 1888 yılında Ceride-i Havadis gazetesinde yayımlanmıştı. Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ilk büyük romanı Şık, Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tefrika edilmeye başlandı. O zaman yirmi iki yaşındaydı.
Ömrünün sonuna kadar yazdığı romanları ve hikâyeleriyle kendini her sınıftan okuyucuya sevdiren Hüseyin Rahmi’nin kişiliğinde pek belirgin noktalar vardır: İstanbul’un konuşma dilini, kenar mahalle kadınlarını büyük bir ustalıkla canlandırır. Bütün romanlarında eşsiz ve dikkatli bir gözleme dayanarak gerçekçi çığırda yürümüştür. Bir de mizah unsuru, olayları alaylı bir çerçeve içinde vermek, karakterinin başlıca özelliğidir, Duyguludur, Mithat Efendi gibi, o da zaman zaman olayın akışını bir yana bırakarak felsefe bilgilerini sayfalara aktarmaktan hoşlanır. Yazılarında orta oyunu ve “Karagöz”ün anlatım tekniğinden de yararlanmıştır. Konularında İstanbul dışına hiç çıkmamıştır. Gürpınar 1944 yılında Heybeliada’daki köşkünde vefat etmiş, Heybeliada mezarlığına gömülmüştür.
BİRİNCİ BÖLÜM
1
Fatih yangını anlaşılmaz bir hoppalıkla evin üzerinden atlayarak ona ateşini dokundurmadan geçmişti. Bu korunmayı ev sahibi Baba Enis’in kerametine verenler çok oldu:
“Baba Efendi, maneviyatınız sayesinde eviniz kurtuldu.” diyenlere karşı koca Enis kendi kerametini tasdik eden ince bir gülümsemeyle göz süzerdi.
Yine o sırada bulunan Muhtar Bekir ve Saraç Hüsnü Efendilerin evleri de belki bu keramet yüzünden yanmamıştı.
Viranelerin ortasında kübik şekliyle bir kale burcu görünüşünü almış olan Baba Enis’in evi gecenin karanlık sessizliğine bürünmüş, uyuyordu.
Evin etrafında iki karaltı peyda oldu. İçeri girmek için bir kümesin uygun yerini araştıran sansarlar gibi dolaşıyorlardı. Arada bir fısıldaşarak göğüslerini dolduran kahkahaları tutmak için boğuk boğuk gülüşüyorlar, alt kat pencerelerine kulak verip içeriyi dinliyorlardı.
Karaltının biri arkadaşının kulağına eğilerek: “Uyumuş olmalı…”
Öteki ezgin bir alayla cevap verdi:
“Deve gibi yüksek bir delikanlısın, fakat yazık ki, aptalsın Muhsin…”
“Bana aptal diyenin burnuma çekecek bir çimdik enfiye kadar aklı olaydı bari…”
“Ulan akıl denilen şeyi ne sen tutarsın ne ben… İkimizde de mafiş…”
“Aç başı be… Ben yalnız mangiz1 kokozuyum.2 Akıl dedin mi kafamın içinde kum gibi kaynar.”
“Aklı olan devletlinin mangırı da gani olur. Sen içeride karıyı uyumuş sanıyorsun, hâlbuki uyanık… Bizim burada dolaştığımızı görüyor, kurnazlığından ses vermiyor. Dudaklarımın hararetini yanaklarının üzerinde duymadığı gecelerde onu uyku tutmaz.”
“Demek ki, sen onu tılsımlamayınca uyuyamaz.”
“Ne sandın avalım susti?”
“Öyle ise bir saatten beri burada dolap beygiri gibi dolanıyoruz da neye ses vermiyor?”
“Her şeyin bir eşref saati var ulan…”
“Eşref saat meşref saat bilmem ben… Karıyı hem tıklıyorsun hem de kaz gibi yoluyorsun. Necibe Hanım’ın yanakları hararetli genç dudaklardan hoşlanıyorsa benimkileri de bir denesin. Seninkilerden daha az ateşli iseler bir parasını almam. Seninle bir sevda yarışına girelim. Hangimiz daha keskin, hangimiz daha ateşli anlaşılır. Hem ben voli başına yüzde otuz iskonto yaparım.”
“Ulan ağdalı köpek tersi gibi bu akşam tabanımın altına ne takıldın? Belaya mı gireceğiz seninle?”
“Yine sakız çiğneme be, miden bozulur.”
“Ağzın sulandıysa tükür ulan.”
“Yut baban görmesin…”
“Lafa yekûn çek be. Sen yanımda olmasaydın ben şimdiye kadar gerdeğe girerdim.”
“Sen buraya gerdeğe merdeğe girmeye gelmedin, karıyı soymaya geldin. Haydi ne efsun okuyacaksan oku da nazenin pencereye gelsin. Kocasının hacı yağı kokan helal kaymelerinden birkaç tanesini, def-i kaza ve bela için başından çevirip çevirip bize atsın. Karakulak suyu gibi hafifledim. Yine bir haftadır mangiz tutmuyorum. Sekiz cebimde bir tek murdar yüzlük var, onu da ellemeye iğrendiğim için harcayamadım. Yarın sabah Çarşıiçi’ndeki Ermeni aşçıdan beraber karın doyurmak için sana şimdiden dalkavuk kaydolunmaya hazırım. Bir çömlek kebabı, bir pilaki, bir ciğerli pilav, bir tatlı… Fazlası haram. O kıvırcık saçlı matmazel garsonun elinden mürüvvete endaze olmaz ya, iki kupa da şarap ikram edersen keyfim tamam olur.”
“Ulan cömertlik dakikama rast geldi. Seni yarın yağlı bir çömlekten sonra enayi pilakisiyle tımtıkız şişiririm. Fakat bu Ayasofya’da dilenip de Sultanahmet’te zekât vermeye benzeyecek. Aftos bana uçlanırsa ben de senin karnını tambura gibi üfürtürüm.”
Veysi karanlık evin uyuyan pencerelerine karşı hafif cakalı bir ah çekerek: “Ah elmasım, bu gece yine bize açmazlarını bir bir oynuyorsun. Ne kadar inatçı bir âşık olduğumu bilirsin. Bu gece seni evvela doya doya ısırmak, sonra da ganice diş kirası almak isterim. Bu sözlerime aldırış etmezsen boynuma ramazan davulumu takar, ‘yüz bir pare’ yanık beyit okuyarak muhterem Hacı Baba’yı ağır uykusundan hacıyatmaz gibi foga dapduru kaldırırım.”
Bu gülünç tehditler evin derin sessizliğinde hiçbir depreşme peyda ettiremez.
Veysi yerden ufak bir taş alarak, “Tatlı dilim ile attığım taşlara aldırmıyorsun. Dur sana nazik elimle bir iki fiske göndereyim.” sözü ve tık diye hafif bir ses çıkaran üst katın cumbasını nişanlar. Yine ses çıkmaz. Fakat sırnaşık çapkın “kefareti budur” diye fiskelerini üç defa tekrarladıktan sonra:
“İmanım, itikadımızda yer tutmuş, tılsımlı sayılar şunlardır: Üç, yedi, kırk… Ben bu gece hepsini tamamlayacağım. Hem gittikçe taşlar da irileşecek. Bu sıkı bombardımana çürük evinizin kaplaması dayanamaz.
Makamla:
Bir taş attım cumbasına tık dedi
Kocam evde yok yukarı çık dedi.
Kafesin arkasından ağlamalı, titrek bir kadın sesi: “Veysi yine kapımın önünde gece yarısı bu rezalet nedir? Senin hiç utanıp arlanman yok mu?”
Veysi üstünü başını yoklayarak: “Arlanma mı? Kim satar onu? On paralık almıştım, hangi cebime koyduğumu bilmiyorum. Galiba düşürmüşüm.”
Kadın sesi yaslılığı artan bir titreme ile: “Yanındaki kim?”
“Muhsin.”
“Allah ikinizin de belasını versin.”
“Amin… Fakat sevgilim seni de, muhterem kocanı da bu duadan hariç bırakmak istemem.”
“Biz belamızı bulduk zati, senden daha sunturlusu olur mu? Dikkat et Veysi, kocam bir kere bu rezaletin farkına varırsa bu mahallede kan gövdeyi götürür.”
Veysi bu acıklı tehdidin önünde boğazından fışkıran kahkahayı avuçları içinde boğarak: “Bilirim, bilirim kocan kanlı basur çektiydi; sinirlendiği zaman yine bu illeti depreşir, kanlar saçar.”
Kadın: “Sus… Gülme. Yavaş söyle. Kocam uyanırsa sen tabanlarını yağladığın gibi buradan fertiği çekersin. Sonra benim hâlim ne olur?”
“Senin gibi oynak bir karı, kocasının hiddetini çabuk yatırmanın yolunu bilir… Hem ne merak ediyorsun; babanın sağ kulağı taş gibi sağırdır. Bir kere solunun üstüne yattı mı tepesinde top patlasa işitmez.”
“Sesin kısılsın komşular duyacak.”
“Hangi komşular? Bütün etraf bağrım gibi yanık…”
“Muhtar Bekir’in, Saraç Hüseyin’in evlerini görmüyor musun? İşte burnumuzun dibinde…”
“Muhtarın baldızı, saracın kızı Fevzi’nin sevda defterinde kayıtlı. Herkes kendi dalaveresiyle meşgul… Alışveriş gırla… Kadınlar peçeden çıkıp da gönül ticareti serbestleyeli kimsenin kimseyi gözetleyip ayıplamaya vakti yok, dedikoduyu yapanlar amelden kalmış hasetçi bunak herifler, kocakarılar… Onların da şimdi kaba etlerinden pireler kan alıyor. Fakat nemize lazım âlemin girdisi çıktısı… Sen şu sokak kapısını arala… Sondaki küçük odaya girelim. Soğuk algınlığım var. Göğüs göğse bir terleyelim. Gönlüm senin için Eyüp vapurunun bacası gibi yanıyor.”
“Bu gece olmaz.”
“Niçin?”
“Aşağıki odada hizmetçi kız yatıyor.”
“Ben geçen günü onu viraneliğin bir kovuğunda bir delikanlı ile kucaklaşırken gördüm… ‘Hanıma söylerim!’ dedim. Suratı kıpkırmızı oldu. Utanmasından değil korkusundan…”
“Hay aşüfte, hay… Efendiye söyleyeyim de hakkından gelsin.”
Muhsin biraz öteden: “Zavallı kız, ne yapsın, hanımından öyle ders almış…”
Gözyaşları görülmeyen Necibe Hanım’ın ağladığı sesinden belli olarak: “Niçin benden ders almış olsun? Benim kabahatimi bir Veysi bilir bir de ben.”
Muhsin: “Şimdi bir de ben öğrendim oldu üç…”
Necibe Hanım: “Ben kocamın üstüne yalnız bir kişiyle günah işledim. O da şeytan ayağımı kaydırdı. İçimde zerre kadar kötülük yoktur. Allah bilmiyor mu?”
Muhsin tizden kıkır kıkır gülerek: “Hiç böyle mazeret duymadım. Doğrusu Necibe Hanım nefsini güzel müdafaa ediyor. Bir kişiyle mercimeği fırına vermenin günahı yoktur, iki kişiyle ehemmiyetsizdir, üç olunca insan alışır gider.”
Veysi kahkahalarını yutmaya uğraşarak: “Ulan Muhsin işi çakmadan dırlanma oradan. Ben Necibeciğimi bilmez miyim? Onun içinde hiç kötülük yoktur.”
Parmaklarının ucuyla pencereye karanlıkta birkaç öpücük göndererek: “İki gözümün bebeğinin cücüğünün içinin içi Necibeciğim, aç kapıyı biraz yüreğimin ateşini söndür. Sevdandan bal mumu gibi eriyorum. Gençliğime acı… (Ağlama taklidi yaparak) Beni de bir ana doğurdu…”
Muhsin: “Ulan, herkesi kaç ana doğurur? Hiç de böyle dil dökme görmedim…”
Necibe Hanım sokak kapısını aralayarak: “Veysi, imkânı yok, seni bu gece içeri alamam. Bu akşam kocam öfkeli yattı. Deminden saçağımızda bir baykuş öttü. Bir uğursuzluktan çok korkuyorum.”
Veysi: “Canım, baykuştan korkulur mu? Bir sıkımlık canı var. Hayvancağız nerede ötsün, sizin saçaktan başka etrafta konacak yer yok.”
Necibe: “Olmaz, olmaz… Sol kaşımın ucu seyiriyor. Denedim, bana hiç yaramaz.”
Veysi kapının aralığından başını sokarak: “Göster bakayım bana… Neresi seyiriyor? Ben öpersem uğur gelir.”
“Ay etme…”
“Gıdı gıdı gıdı…”
Veysi birdenbire içeri dalarak kapıyı kapar.
Dışarıda kalan Muhsin karanlığa alışan gözleriyle saçağından eşiğine kadar evi süzerek:
Kirkor’un hapı
Çoğaldı yapı
Doktor içeri girdi
Kapandı kapı.
İşte bu kadar… Zavallı ben bilmem nenin nesi gibi dımdızlak dışarıda kaldım.”
Hafif hafif evin kaplamasına vurarak: “Açın be… Dışarısı ayazladı, beni de içeriye alın… Hizmetçi kıza razıyım…”
İçeriden hiç ses çıkmaz. Muhsin kulağını kapıya vererek: “Öhhö… İş kıvamında… Baba Enis’in üst kattan horultusu duyuluyor. Açınız kapıyı… Biri yer biri bakar kıyamet ondan kopar. Vallahi şimdi iki boğmaklı bir nara atarsam babayı döşeğinden selaya kaldırırım. Böyle ırz ehliycesine zamparalık görmedim. Hâlâ mı Necibe Hanım’ın içinde bir fenalık yok? Bekçi baba, neredesin be? İtfaiyeye haber… Çatladıkapı’da yangın var.”
Avuçlarıyla ağzını kapayarak: “Ben de şakayı kaka yaptım, farkında olmadan amma da bağırmışım…”
Birdenbire evin üst katından kafes sürülerek Baba gecelik kavuğuyla görünür. Elindeki idare lambasını pencereden dışarı uzatır. Uyku çipilliğiyle kamaşan gözlerini dolaştıra dolaştıra okuyup üfleyerek: “O hangi iblis sarhoştur bu vakitte kapımın önünde bağıran? Ne günlere kaldık ya Rabb’im! Gecenin yarılarına kadar meyhaneler açık, kerhaneler açık…”
Muhsin: “Baba Efendi, affedersin sarhoş değilim.”
Uykusu başına vuran Baba büyük bir öfkeyle: “Sarhoş olmayan kerata gece yarısı sokakta nara atar mı?”
Muhsin, çağanoz gibi çarpılarak: “Baba ağzını topla…”
“Ağzının leş gibi işret kokusunu ben buradan duyuyorum da hâlâ ‘Sarhoş değilim.’ diyor. Aklı sıra adam kandıracak.”
“Baba, senin burnun o kadar ince koku alaydı ev altındaki salamuryayı3 duyardın.
“Sarhoş saçmaları. Benim evim turşucu dükkânı değil. Salamura ne gezer burada?”
“Senin haberin yokken belki karın kurmuştur.”
“Ne haddine… Karı kısmını ben insandan bile saymam… Benim haberim olmadan o parmağını bile oynatamaz.”
“Zavallı Baba, uyku beynine vurdu. Haydi git yat… İş başka… Ben seni nafile telaşa düşürmemek için hakikati söylemedim.”
“Ne var söyle Allah aşkına!”
“Yangın var.”
“Nerede?”
“Şurada, yakında diyorlar.”
Baba heyecanla: “Aman sus evlat, yangından gözüm çok korktu.”
“Telaş etme babacığım, telaş etme… Söndürüyorlar; ilk hızını aldı, bastırıyorlar.”
“İşte hep bu ortalığın azgınlığından oluyor.”
“Şüphe yokkkk…”
“Kadınların iffetsizliği, açıklığı, hayâsızlığı, velileri olacak erkeklerin aldırmaması, mezheplerinin genişliği, imanlarının zayıflığı, karılara düşkünlükleri… Kadına düşkünlük kocalar için en büyük beladır. Bunlara hiçbir zaman yüz vermemeli. (Burnunun ucundan salavat parmağını sallayarak) Hiç onlara emniyet etmemeli, gözünü üzerine açmalı, hiç aman vermemeli. Kadın şeytandır! Âdem’i günaha soktu.”
“Baba, evlisin, yavaş söyle, karın döşekten işitirse sana gücenir.”
Baba, coşarak: “Kadının erkeğe gücenmesi ne demek? Kul, efendisine darılabilir mi?”
“Hacı baba bu senin söylediğin eski usul karı kocalık… Onlar geçti. Şimdi kadın amir, erkek kul köle oldu.”
“Haşa… Haşa… Kadın tayfasının saçı uzun, aklı kısadır!”
“Şimdikiler ‘aklımız uzasın’ diye meyhane garsonları gibi saçlarını kesiyorlar.”
“Kıyamet alameti!”
“Tosunlaşmak için baldırı çıplak geziyorlar…”
“Kocaları yukarıda uyurken alt kata zampara alıyorlar.”
“Böyle kâfir kadınları taşa tutmalı.”
“Sana yavaş söyle diyorum, döşekten karın duyar.”
“Benimki şimdi döşekte yok.”
“Nereye gitti?”
“Yarın çamaşır yıkanacak. Kirlileri boğadaya4 koymaya gitti.”
“Güle güle temizleniniz. Güle güle kirleniniz.”
“Eksik olma oğlum…”
“Karına söyle, boğadayı çok sert yapmasın, çamaşırları çürütür.”
“O kıvamını bilir… Ev hizmeti ona aittir. Ben kadın işine karışmam.”
“Karışma, karışma babacığım. Kadın işi şeytan işidir. Boğada kaynatmak ona aittir. Sen yalnız temiz giyinirsin. Allah gönül rahatlığı versin.”
2
Ertesi günü Çarşıiçi’nde, bir tek penceresinden aydınlık alan sarnıç gibi bir dükkânın tonozu altında Veysi ile Muhsin karşı karşıya yemek yiyorlardı.
Muhsin, yemek tabağının altına serili havluyu ucundan kokladıktan sonra yüzünü ekşiterek bağırdı:
“Bu havluları kaç haftada bir yıkatırsınız? Üzerinde tarator bulaşığı, pancar turşusu lekesi, tatlı ağdası, yumurta sarısı daha kaç türlü kir var.”
Bıyıklarını kazıtmış, fakat sıvalı kollarının gümrah tüylerini aldırmamış kara yağız bir Ermeni delikanlısı gelerek: “Beyefendi peşkirlerimiz temizdir. Her gün mutlak cebbar yıkanır ve ütü edilir.”
Muhsin: “Bulaşık tenceresinde yıkıyor ve üzerlerine oturarak vücudunuzun hararetiyle ütülüyorsunuz galiba?”
Garson: “Peşkirlerimizin nesi var ki efendim üzerlerine bu kadar fena söylüyorsunuz?”
Muhsin: “Gözlerin iyi seçmiyorsa bir gözlük vereyim… Burnun tıkalı değilse eğilmeye hacet yok, karşıdan kokla… Gönlün bulanmazsa fena kokulara çok idman etmiş olduğun anlaşılır.”
Garson havluya bakarak: “Affedersiniz, size biraz kirlicesi rastlamış, bir temizini vereyim.”
“Sen git de matmazel gelsin… Bıyıklarını hapazlamışsın ama göğsünün kılları gözüme girecek.”
Garson bağırarak: “Agavni, musluk önü müşterilerine bak… (Kendi kendine) Vay kahpeoğlu, tabağı beş kuruşa yarım porsiyon pilaki yer, bir de Tokatlıyan gustosunda5 takım ister. Ne olacak nihayet bir Türk’tür, senin arkandaki gömlek benim peşkirimden temizdir acep? Dur, çoğu gitti azı kaldı. Ben mösyö olacağım, sen bana garsonluk edeceksin.”
Agavni, bodur fakat tıkız, yuvarlak kumral bir kız. İri gözlerinin gür kirpikleri hafif sürmeli… Yalancı bir gülümseme sol dudağının ucundaki benini oynatarak: “Efendim buyurunuz temiz peşkir getirdim.”
“Teşekkür ederim matmazel.”
“Bu havluları boğadaya koymaz mısınız?”
Agavni kırıtarak: “Ben çamaşırcı değilim efendim, vazifem başkadır.”
Muhsin, kızın gözlerinin içine bakarak: “Senin vazifen nedir?”
“Müşteriye mukayyet olmak.”
“O kadar dolgunsun ki matmazel seni hemen gıdıklayacağım geliyor.”
“Hiç cümle âlemin ortalık yerinde öyle şey olur?”
“Tenhada bulunsak?”
Agavni gülerek: “Senin gibi cingöz ile ben tehnada bulunurum hiç?”
“Aman öyle kıvrım kıvrım gülme, yanağında benin oynuyor, yüreğim de beraber titriyor.”
Agavni daha ziyade kırıtarak: “Ah kabili mümkün olsa o beni yanağımdan Yervant’ın bıyıkları gibi kazıtacağım. Çünküm her müşteri onun üzerine biçimli biçimsiz bir laf atar.”
Muhsin: “Ben onu dişimle kazısam olmaz mı?”
Agavni fıkırdayarak: “A olur mu hiç? Benim ben hünkârbeğendi değildir ki yiyesin. Hem onun porsiyonu çok pahalıdır. Senin kesene aykırı düşer.”
Biraz öteden ihtiyarca bir müşteri:
“Matmazel yalnız gençlerle konuşma, biraz da sakallılara bak. Yarım saat oldu hani ya köfte?”
“Geliyor efendim. Üzerine salça ediyorlar.”
İhtiyar: “Hay dilini eşek arısı soksun.”
Agavni sürmeli gözlerini bulandıran bir kırgınlıkla: “Moruktur deyi kendiyle konuşmadığım için bu da durmuş da bana beddua ediyor.”
Kız çekildikten sonra Veysi:
“Suratı zararsız fıkırdak şey ama kabalığı bulantı veriyor.”
Muhsin: “Meşhur eşek hikâyesindeki gibi o benin hatırı için bu kabalığa katlanmalı.”
Veysi: “Ulan Muhsin eşek deyince dün gece senin yaptığın hayvanlığı hatırlamamak mümkün mü?”
“Ne yaptım ulan?”
“Daha ne yapacaktın? Ben aşağıda karısıyla yatarken sen yukarıdaki kocasını uyandırdın.”
“Ziyade tütsülüydüm. Ben de narayı attıktan sonra farkında oldum ama bir kere gırtlağımdan çıkmış bulundu.”
“Ya herif aşağıya ineydi?”
“Adam sen de… Baba’nın gündüz ortasında gözleri iyi görmez, gece uyku sersemliğiyle gözlük takıp da karısının yanında seni seçinceye kadar sen Çarşamba’ya atlardın. Farz edelim ki kaçamayacak biri olsan bahçıvanın merkebi gibi dört ayak üzerine dursan herif seni boğada sepeti sanır, hiç aldırmaz.”
“Bir daha böyle aynasızlanma…”
“Ulan ben hizmetçi kıza razıydım, beni içeriye niçin almadınız?”
“Hacı evinde bir gecede iki zampara olamaz.”
“Öyle nalıncı keseri gibi hep kendine yont… Hem karının vücudunu tırtıkla hem kesesini… Bana gelince ya Rabbi şükür öyle mi?”
“Ulan, sus payı olarak işte bugün karnını doyuruyorum ya…”
“İhsanını ballandırma… Bir ciğer tavasıyla yarım porsiyon pilakiye insan karnında bu kadar büyük sır saklayabilir mi?”
“Vallahi Muhsin gece gündüz hiç boş durduğum yok. Vücuttan düşüyorum. Bir mahallede ne kadar çok ırzı bozuk karı olursa delikanlıları o kadar güçten düşüyor. İstersen elimdeki avlardan birkaçını sana ciro edeyim.”
“Hımbıl, karı hususunda beni kendi cömertliğine muhtaç mı sanıyordun? Karı çok… Fatih Parkı’na doğru yürü, hepsinin göğüslerinin eliflerine kadar suratları açık… Beğen beğen de beğendiğini al. Fakat onlar bana para vermiyorlar, benden istiyorlar. Bu yosmaları sızdırmaya senin gibi benim suratım tutmuyor. Bak sana bakılınca ne ahlaklı çocuğum.”
“Maşallah, peh peh…”
“Sen bu nazlılara ne kantin atıyorsun6 bilmem, ben de senin gibi irat7 karı istiyorum. Kuru sevda ile karın doymuyor.”
“İnsan gönlü için sever, kesesi için sever, öteki için sever.”
“Ben böyle senin gibi hesapla biçim biçim sevemem. Ben sevmeden duramam. Ne rast getirebilirsem onu severim. Gönlüm tıpkı döner kebabına benzer, durunca yanar.”
O aralık, delikanlıların yanı başında lavaboda ellerini yıkayan bir müşteri bütün genzinin kaba kuvvetiyle sümkürerek gırtlağını kökünden kazıya kazıya, koyu koyu birkaç defa tükürür.
Yakın masalardaki suratlar iğrenerek ekşileşir. Muhsin bu terbiyesizliğe dayanamaz, herkesin nefreti namına ağız açarak: “Çüş be herif… Lokantada olduğunu unuttun galiba… Kendini başka yerde sanıyorsun.”
Lavabo başındaki müşteri burnunun bir deliğini parmağının ucuyla tıkayıp ötekiyle iğrenç bir zurna daha öttürdükten sonra:
“Ne olmuş?”
“Herkesin lokması boğazında kaldı. Âlemi kusturacak mısın?”
“Vay anasının nazik evladı… Ulan senin ağzın burnun yok mu? Sen sümkürüp tükürmez misin?”
“Benim ağzım burnum var, daha başka aletlerim de var. Lakin her birinin kullanılacağı yer başkadır. Bunu şehirde yaşayan her insan bilir, yalnız eşekler bilmez; ahıra mahsus nesnelerini dışarıda insanların önünde kullanmak küstahlığına kalkarlar. Herkesin ağzı, burnu vardır. Fakat bir lokantanın, bu iki deliğin iğrenç gürültülerle boşaltılacak bir yer olmadığını bilmeyenlere terbiyesiz denir, hayvan denir.”
“Hayvan babandır.”
“Babam benden bir gömlek hariçtir. Sen hayvanın ta kendisisin eşek herif…”
Lokanta müşterileri iki taraf olur. Az bir kısmı sümküreni affeder, çok kısmı Muhsin’e hak verir.
Prostelalı,8 koca karınlı, beyaz pos bıyıklı aşçı, elindeki kepçe ile her porsiyonu dirhemine kadar tartarak tabaklara yemek koymakla uğraşırken: “He efendim, lavaboya su yetiştiremiyoruz. Bazı müşteriler bilirsiniz sanki bunda yarım bir banyo ederler. Dirseklerine kadar ellerini yıkarlar. Kabil olsa, utanmasa ayaklarını da yıkayacak. Bu kimselerin evlerinde su yoktur acep? Bunda cami musluklarını görmezler? Sessizce yıkansa babasının canına rahmet… Hayır, burnuyla zurna çalar, boğazıyle hır hır eder. Ne pis balgamlılar vardır canım… Müşteridir ne dersin? Cebinde iki kap yiyecek kadar paran vardır ama kafanın içinde böyle temiz bir lokantada oturup taam yemeğe kâfi terbiyen yoktur deyi suratına karşı suval olunur hiç?”
Herkes fikrini söyledi. Gürültü şiddetli devrini geçirdi. Kapıdan içeri genç bir müşteri girdi.
Muhsin, tabağının içindeki son salçaları ekmeğine içirmekle uğraşan arkadaşını dürterek:
“Bak, kim geliyor?”
Veysi başını kaldırarak: “Maşuk Ahmet…”
Gelen, kendisine sırıtan bu iki suratı gördü. O tarafa yürüyerek sordu:
“Yanınızda yer var mı?”
Muhsin: “Şuraya, uca sıkışırsan…”
Maşuk Ahmet: “Yahu, bütün lokantalar dolu… Yol üstüne kadar iskemle atıp masa koyuyorlar, yine oturacak yer bulunmuyor.”
Veysi: “Bunun neden olduğunu bilmiyor musun?”
“Açlıktan başka neden olabilir?”
“İstanbul’da aç çoktur ama hepsi lokantaya gidemez. Bu kalabalık dün aylık çıktığı içindir.”
Muhsin gülerek: “Ulan sen aylık çıktığı için mi geldin? Parayı dün akşam karıdan aldın.”
“Hacının aylığı çıktı. Ben karıya ay başlarında uğrarım.”
Veysi, yemekten şişmiş yarım avurduyla: “Hoş geldin Maşuk, nasılsın? Keyfin dızlak mı?”
Maşuk, duvar ile masa arasına sıkışıp yemek listesini süzerek: “Bir terbiyeli paça gel…”
Bu emri gürültüye karışır.
Paçayı bekleme arasında Veysi:
“Maşuk neredesin? Gözükmüyorsun.”
Maşuk, dalgın dalgın:
“İşim var da…”
“Ne işi?”
Muhsin dudak ucunun alaylı gülümseyişiyle: “Ay bilmiyor musun? Onlar şimdi tavcılığa başladılar. Anası babası hep evcek çalışıyorlar…”
“Alay etme be… Kanun, nizam dairesinde bir iş… Buna tavlacılık9 mı denir?”
Muhsin: “Yakında on bin liralık bir paraya konuyorlar…”
Maşuk: “Yok canım, işi büyültüyorlar. Üç, dört bin lira belki…”
Veysi: “Üç dört bin lira fena mı ulan? Beş lira için ananın saatini rehine koyduğunu unuttun mu? Şimdi neden böyle paket dolusu paraya dudak büküyorsun?”
Muhsin: “Zenginlik öyledir. İnsan buldukça bunar. Kocakarı ölmedi mi daha?”
Maşuk: “Bırak Allah’ını seversen… Ben hiç böyle kertenkele karı görmedim. Şimdi ölüyor sanıyorsun, diriliyor. Bize, bir hafta yaşamaz dediler, iki ay oldu. Cadı gittikçe sırımlaşıyor. Ölmeye hiç niyeti yok.”
Veysi: “Bu ne iştir? Birisinin ölümünü mü üstünüze aldınız?”
Muhsin: “Hah, işte şimdi iyi buldun. İşte öyle bir şey…”
Veysi: “Vay canına be… Böyle açıkgözlülüğe bayılırım. Dört beş bin liralık bir dalavere… Vay babam vay… Biz sade akıntıya kürek çekiyoruz. Hacının aylığı çıkacak da ben Necibe’yi kandıracağım. O da kocasını dolaba koyacak da benim elime iki üç lira girecek. Ahiretle dünya arasında komisyonculuk mu başladı? Arkadaş bu işe beni de ortak etsene… Yükün en ağırını üzerime alırım…”
Maşuk: “Haydi işine be… Biz kazandık da sana kaldı!”
Veysi: “İşte bir yağlı avantanın içine girmişsiniz ya… Zihni açık, ayağı tetik, eli çabuk bir yardımcı isterseniz o da benim.”
Maşuk: “Teşekkür ederiz, yardımcı lazım olacak bir iş değil.”
Veysi: “Kârınızı kimse ile paylaşmak istemiyorsunuz… Pekâlâ… İşi anlat da bakalım, dünyada neler oluyor öğrenelim.”
Maşuk: “Şimdi karnım aç, canım hiç laf etmek istemiyor. Bizim terbiyeli paça nerede kaldı? (Haykırır) Paça nerede?”
Garsonun biri ötekine bağırır:
“Beyin paçasını…”
Muhsin gülerek: “… Köpek ısırdı.”
Maşuk: “Alay etme be… Karnım o kadar aç ki şimdi bir tarafından kavrarım ha…”
Muhsin: “Benim sinirli vücudumun neresinden kavrayacaksın? Yamyamlığın varsa (Agavni’yi göstererek) şu matmazelin gevrek bir tarafını seç…”
Maşuk bütün açlığıyla kıza bakarak: “Ah anam, onun her tarafı köftelik, her tarafı ilik…”
Veysi: “Maşuk, doğru söyle, matmazeli yemene izin verseler, ne tarafından başlarsın?”
Maşuk: “Bilmem, pek oburluğum var. Gerdan söğüşünden mi?”
Muhsin: “Tatlı dilinden mi?”
Veysi: “But kızartmasından mı?”
Maşuk: “Vallahi açlıktan ağzım sulanıyor, imrendirip durmayınız be… (Agavni’ye haykırarak) Matmazel, hani bizim paça?”
Agavni, aşçıya seslenerek: “Beyin paçası…”
Muhsin: “… Boklu …”
Kız, bu iğrenç kelimeyi işiterek yüzünü ekşitip kaçar.
Maşuk: “Yut be… Lokantanın içinde böyle laf söylenir mi? İşte kızı kaçırdın.”
Agavni, uzaktan: “Sirke sarımsak ister?”
Maşuk yavaşça: “Gel de şimdi buna ‘minimini mintoni’ deme bakalım. (Hızlı) İster ister, terbiyeli dedik a…”
Sonunda paça gelir. Maşuk, yutkuna yutkuna kızın yüzüne bakarak: “Bak, bunlar bana ne diyorlar?”
Agavni: “Kıyak bir laf ediyorlar?”
“O kadar karnın açsa matmazeli ye diyorlar.”
Agavni yapmacık bir korku ile yüzünü avuçları içine alarak: “Ah aman ‘mega’10 ben bu ağzı kullanan adamlardan korkarım. (Uzaklaşarak) Aman kaçayım bana yiyecekler.”
Muhsin: “Kaçma kaçma. O, pisboğazlılığından söylüyor. Tencerede erkek kıvırcık eti dururken maryayı ne yapacağız!”
Veysi haykırır:
“Matmazel bir şarap getir.”
Agavni tencerelerin başındaki patrona: “Bunlara şarap vermeyelim.”
“Ne için vermeyecekmişiz?”
“Çünküm bu ipsizler zaten saroşa benziyorlar, birkaç da şarap atarlarsa bilirsin dükkânın dibini üstüne getirirler.”
“Boş laf etme Agavni… Ben onların midelerine acıyacağım? Ben şarap satacağım, ben aksatama bakarım. Ver şu tezgâhın altındaki bozuk şaraptan… İstedikleri kadar içsinler. Ne bok olurlarsa olsunlar. Meyhaneci müşterinin sıhhatini düşünür hiç?”
“Bu çapkınlardan biri beni yemek istedi.”
“Bu ne biçim laftır? Sen kendini listeye koydun matmazel? Porsiyonun kaçadır?”
“Dur ki lafımı bitireyim, biri beni yemek istediyse öteki de ‘Tencerede kıvırcık eti varken hiç marya yenir?’ deyi cevap etti.”
“Çok hımbıl şeylerdir, tenceredeki etleri kıvırcık sanorlar? Bozuk şarabı götür ‘fino’ içkidir diye daya onlara…”
“Çapkın oğlan beni yemeyi bir kerek (kere) fikrine koydu, iki kadehten sonram ya bir tarafımdan hap ederse?”
“Agavni sen de cilveyi pek ileri götürdün a… Lop tarafından birkaç hap ederlerse ben de sana oh diyeceğim.”
“Yağma yok kuzum.”
“Bilirim, bilirim… En tatlı tarafını belalı sevgilin Agop’a saklarsın. Türklere çerezliklerini peşkeş verirsin.”
Agavni kadehleri doldurup götürür.
Muhsin, ikinci yudumdan sonra:
“Matmazel yanlış getirdin be… Şarap koyuyorum diye sirke şişesini boca etmişsin.”
Agavni: “Yanlış değildir efendim, yıllanmış fino şaraptır. Herkese vermeyiz. Bunları dostlar için ayırt etmişizdir. Sen ağzının tadını bilmiyorsun. Şaraba bahana bulorsun.”