Kitobni o'qish: «Robin Hood»
Howard Pyle, 5 Mart 1853 tarihinde Amerika’da doğmuştur. Çocukluk yıllarında Philadelphia’da küçük bir sanat okulunda okuyan Pyle, döneminde Amerika’daki en çok tanınmış çizer ve yazarlardan biriydi. 1876 yılında illüstratörlük kariyeri başlayan Howard Pyle’ın öyküleri ve resimleri, döneminin en ünlü dergilerinde yayımlanmıştır. Yazarın ilk romanı Gümüş El, 13. yüzyıl Almanyası’nda geçmektedir ve oldukça ünlü romanlarından biri hâline gelmiştir. Öykü ve romanlarının illüstrasyonları kendisine ait olan Howard Pyle’ın Kral Arthur ve şövalyelerinin efsanelerinden etkilenerek yazdığı eserler de mevcuttur. Bunun yanında bazı eserleri de korsan hikâyeleri ile ilgilidir. Ancak yazarın en meşhur ve hâlâ sevilerek okunan eseri, Robin Hood kahramanının maceralarının derlendiği Robin Hood adlı eseridir.
Özden Karataş, 4 Şubat 1998’de Ankara’da doğdu. 2016 yılında başladığı Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. Dil öğrenmeye ve edebiyata karşı özel bir ilgisi olan Karataş, çeşitli yerlerde öğretmenlik ve çevirmenlik yaptı.
Ön Söz
Kitabın Yazarından Okuyucuya
Hayatın ciddi şeyleri arasında sürekli debelenip durmaktan hayal dünyasında kendini bir an için neşe ve eğlencenin kollarına bırakmaktan çekinen sizler, hayatın kimseye zararı olmayan masum kahkahalardan ibaret olmadığına inanan kişiler; bu sayfalar sizlere göre değil. Derhâl yaprakları kapayın ve bu sayfadan ötesine geçmeyin. Çünkü sizleri açık bir şekilde uyarıyorum ki tarihin gerçek figürlerini kendilerine takılan isimlerle kalıplar dışında tanıyamayacağınız kadar neşeli ve renkli hikâyeler arasında rol alırken görmek hayretler içerisine düşmenize sebep olabilir. Mesela II. Henry adıyla bilinen, çabuk öfkelenen ama buna rağmen içinde hiç de kötü niyet barındırmayan, iri yapılı, asabi adam. Bir de herkesin önünde saygıyla eğildiği, Kraliçe Eleanor adıyla bilinen güzel ve zarif hanımefendi. Burada gösterişli papaz cübbeleriyle süslenmiş şişman bir adam da var; herkes onu Hereford Başpiskoposu olarak bilir. Asık suratlı ve aksi bakışlarıyla Nottingham Şerif’i de burada. Ve hepsinden önemlisi burada; yeşil ormanlarda küçük sporlarla uğraşan, neşeli şenliklerde Şerif’in yanında yerini alan, Plantagenet Hanedanı’nın medarıiftiharı Aslan Yürekli Richard adında uzun boylu, iri cüsseli, muzip bir adam var. Bunların yanında pek çok şövalye, rahip, soylular, kasaba sakinleri, çiftçiler, toprak ağaları, dilenciler, yaverler, seyyar satıcılar ve daha neler neler… Üstelik hepsi de hayatların en neşelisini, en keyiflisini yaşıyor; hepsinin ağzında eski birkaç balat dizesi, (unutulmuş balat bölümlerinden kesilip kırpılıp toplanarak bir araya getirilen) bu neşeli insanları oradan oraya gezdirir, gezdikçe şarkılar söyletir.
Burada yüzlerce sıkıcı, kasvetli yürüyüş yolu bulacaksınız; hepsi de bir sürü çiçekle süslenmiş ve kimse onları bu süslü giysileri içinde tanıyamayacak. Ve burası, soğuk sislerin ruhumuza baskı yapmadığı, yağmurun yağmadığı ancak sırtımızdan nisan yağmurlarının zarif ördeklerin boynundan süzülürcesine süzüldüğü; ağaçların sonsuza dek çiçek açtığı, kuşların her zaman şarkı söylediği; herkesin yollarda seyahat ederken doyurucu bir av bulduğu, hiçbir aklı sarhoş etmeyen birayla şarabın bir deredeki su misali akmasıyla iyi bilinen bir ülkedir.
Bu ülke bir masal diyarı değil. Nedir peki burası? Burası düş ülkesidir ve öylesine baş döndürücü bir yerdir ki eğer ondan yorulursanız yalnızca çevirin! Bu kitabın yapraklarını birbirine çarparak çevirin ve yorgunluğunuz gitsin. Siz de böylece hiçbir zarar görmeden günlük hayata yeniden uyum sağlamaya hazır olabilirsiniz.
Ve şimdi, gerçek dünya ile hiç kimsenin diyarı arasındaki perdeyi kaldırıyorum. Benimle gelir misin sevgili okuyucu? Teşekkür ederim, uzat bana elini.
Robin Hood Nasıl Kanun Kaçağı Oldu?
Eski zamanların güzel İngilteresi’nde, Kral İkinci Henry’nin hüküm sürdüğü yıllarda, Nottingham kasabası yakınlarındaki Sherwood Ormanı’nın yemyeşil korularında, Robin Hood adında ünlü bir kanun kaçağı yaşardı. Daha önce ne onun kadar ustalıkla, hızlı ve uzun oklar atabilen kurnaz bir okçu yaşadı ne de onunla birlikte yeşil ağaçların gölgesinde dolaşan yüz kırk neşeli adamı kadar sadık dostlar görüldü. Robin Hood ve adamları, Sherwood Ormanı’nın derinliklerinde neşe içinde yaşıyorlardı. Ne bir şeyden kaygılanıyor ne de herhangi bir şeye istek duyuyorlardı. Tüm zamanlarını eğlenceli okçuluk ya da sopa yarışlarıyla geçiriyor, Kral’ın geyikleriyle besleniyor, ekim ayı birasıyla susuzluk dindiriyorlardı.
Yalnızca Robin değil, tüm çete üyeleri birer kanun kaçağıydı ve diğer insanlardan uzakta yaşarlardı; yine de civardaki köylerin halkı onları severdi çünkü ihtiyacı olduğunda neşeli Robin’den yardım isteyip eli boş dönen kimse olmazdı.
Ve şimdi Robin Hood’un nasıl yasalara aykırı düştüğünü anlatacağım.
Robin henüz on sekiz yaşında, güçlü kuvvetli ve cesur bir gençken, Nottingham Şerifi bir atış müsabakası ilan ederek Nottinghamshire’da en iyi atışı yapacak olan kişiye bir fıçı bira ödül vereceğini ilan etti. “Şimdi.” dedi Robin. “Ben de oraya gideceğim çünkü sevgilimin güzel gözleri için yayımı çekmeyi ve iyi bir ekim birası içmeyi çok isterim.” Böylece kalktı, porsuk ağacından yapılmış kuvvetli yayını ve birkaç okunu yanına alarak Locksley kasabasından çıkıp Sherwood Ormanı üzerinden Nottingham’a doğru yola koyuldu.
Çalılıkların yeşillendiği ve çiçeklerin çayırları süslediği; güzel papatyaların, sarı guguk kuşlarının, güzel çuha çiçeklerinin fundalıkları kapladığı; elma tomurcuklarının çiçek açtığı, sevimli kuşların ötüştüğü, gün doğumuyla ardıç kuşlarıyla horozun uyandığı; genç delikanlılarla güzel kızların birbirlerine tatlı cilvelerle baktıkları; meşgul ev hanımlarının çamaşırlarını parlak yeşil çimenlerin üzerinde kuruttukları, neşeli mayıs ayının şafak vaktiydi. Yürüdüğü yollar boyunca etrafını saran yemyeşil ağaçlar oldukça güzeldi ve küçük kuşların tüm gücüyle şarkılar söylemek için narince kondukları hışırdayan yapraklar parlak yeşildi. Robin, Marian’ı ve onun parlak gözlerini düşünerek yürürken neşe içinde ıslık çalıyordu, çünkü böyle neşeli bahar zamanlarında bir gencin düşünceleri genellikle hoş bir şekilde sevdiği kızı düşünmeye yönelir.
Böylelikle hızlı adımlar ve neşeli bir ıslıkla yürürken Robin, aniden büyük bir meşe ağacının altında oturan ormancılara rastladı. Toplam on beş kişiydiler ve kocaman bir etli böreğin etrafında oturmuş ziyafet çekip içki içerek eğleniyorlardı. Her biri kendi midesini düşünüyor, ellerini iştahla böreğin içine sokuyor ve yediklerini yakında duran bir fıçıdan köpürerek çıkan büyük bira boynuzlarıyla ıslatıyorlardı. Adamların hepsi asker yeşili giysiler içindeydi ve o güzel ağacın yayılan dalları altındaki çayırda oturarak keyifli bir ziyafet çekiyorlardı.
Sonra içlerinden biri, ağzı yemekle tıka basa dolu bir şekilde Robin’e seslendi: “Hey, üç kuruşluk yayın ve beş para etmez oklarınla nereye gidiyorsun küçük delikanlı?”
Bunları duyan Robin sinirlendi çünkü hiçbir genç, en güzel çağlarıyla alay edilmesinden hoşlanmazdı.
“Öncelikle.” dedi. “Yayım ve oklarım gayet iyi ve ışıl ışıldır; üstelik şu an Nottinghamshire Şerifi’miz tarafından ilan edilen Nottingham kasabasındaki atış müsabakasına gidiyorum. Orada diğer cesur yiğitlerle birlikte atış yarışına gireceğim, ödül olarak da iyi bir ekim birası sunuluyor.”
Sonra elinde bira borusu tutanlardan biri: “Bakın şu delikanlıya hele! Oğlum daha dudaklarındaki ananın sütü kurumamış, iki başlı bir yayın tek telini bile çekemezken Nottingham’da güçlü kuvvetli adamlarla boy ölçüşmeye kalkıyorsun.” dedi.
“İçinizden en iyisine yirmi mark1 veririm.” dedi cesur Robin. “Meryem Ana’mızın kutsal yardımıyla altmış kulaçlık bir hedefi bile tam ortasından vururum.”
Bunun üzerine herkes yüksek sesle güldü ve biri şöyle dedi: “Ne de güzel övünüyorsun, seni güzel palavracı bebek! Ve aslında sen de iyi biliyorsun ki bahsini gerçekleştireceğin bir hedef yok.”
Bir diğeri: “Bir dahaki sefere sütüyle birlikte bira da içer.” diye bağırdı.
Bunun üzerine Robin, hırsından deliye döndü. “Dinleyin.” dedi. “Şuradaki koruluğun sonunda, altmış kulaçtan bile daha uzakta bir geyik sürüsü görüyorum. Meryem Ana’nın izniyle aralarındaki en sağlam geyiği öldürürsem yirmi markını alırım.”
“Tamamdır!” diye bağırdı ilk konuşan adam. “Ve işte yirmi mark. Bahse girerim ki Meryem Ana’nın yardımı olsun ya da olmasın sürüdeki hiçbir hayvanı öldüremeyeceksin.”
Sonra Robin porsuk yayını eline aldı ve ucunu, ayağının tam dibine yerleştirerek ustalıkla gerdi. Geniş oklarından birini taktı ve yayı kaldırarak gri kaz tüylü oku kulağına doğru çekti. Hemen ardından yay kirişi çınladı ve ok, kuzey rüzgârında süzülen bir atmaca misali koruluktan aşağıya doğru fırladı. Sürünün en asil geyiği yerinden sıçradı, kalbinin ortasına saplanmış ok yüzünden akan kanıyla yemyeşil yolu kızıla boyayarak can verdi.
“Ya!” diye bağırdı Robin. “Bu atışı nasıl buldun, dostum? Bahse giren ben olsaydım üç yüz paunt ortaya koymuştum.”
Bunun üzerine bütün ormancılar öfkeyle doldular; ilk konuşan ve dolayısıyla bahsi kaybeden kişi hepsinden daha öfkeliydi.
“Hayır.” diye bağırdı. “Üç yüz paunt falan yok ve hemen git buradan; yoksa cennetin tüm melekleri üzerine yemin ederim ki yürüyemeyecek hâle gelene kadar sopalarım seni.”
“Yoksa bilmiyor musun?” dedi bir başka adam. “Az önce Kral’ın geyiklerinden birini öldürdün. Şimdi yüce efendimiz ve hükümdarımız olan Kral Harry’nin yasalarına göre kulaklarının tıraş edilmesi gerekir.”
“Yakalayın şunu!” diye bağırdı bir üçüncü adam.
“Hayır.” dedi dördüncü adam. “Bırakın gitsin, yaşı çok küçük.”
Robin Hood tek kelime etmedi ama asık bir suratla ormancılara baktı; sonra topuklarına vura vura orman geçidi üzerinde onlardan uzaklaştı. Ama yüreği hırslı bir öfkeyle doluydu çünkü gençti, kanı hızlı akıyordu ve kaynamaya meyilliydi.
Bahse girip ilk konuşan kişi Robin Hood’u kendi hâline bıraksaydı onun için iyi olurdu; ama öfkesi, hem genç ondan daha iyi atış yaptığı için hem de içtiği sert biranın etkisi yüzünden tazeydi. Birdenbire, hiçbir uyarıda bulunmadan ayağa fırladı ve yayını kavrayıp bir ok taktı. “Evet.” diye bağırdı. “Ben seni hızlandırmasını bilirim.” Ok, havada ıslık çalarak Robin’in peşinden fırladı.
Ormancının başının bira etkisiyle dönüyor olması Robin Hood için iyi olmuştu yoksa bir adım daha atamazdı. Ormancının attığı ok Robin’in başının beş santim yakınından süzülerek geçti. Bunun üzerine Robin geri dönüp hızla kendi yayını çekti ve ormancıya karşılık bir ok gönderdi.
“Okçu olmadığımı söylemiştin.” diye bağırdı yüksek sesle. “Şimdi bir daha düşün!”
Ok dümdüz uçtu; okçu bir ağıtla öne düştü ve yüzüstü yere yattı. Robin’in sadağından çıkan oklar etrafından hızla düşüyordu. Sonunda Robin’in gri okunun ucu ormancının kalbinin kanıyla ıslanmıştı. Diğer adamlar daha akıllarını başlarına toplayamadan Robin Hood yeşil ormanın derinliklerine doğru gitti. Bazıları onun peşinden gitmeye kalkıştı ama buna pek cesaretleri yoktu çünkü arkadaşlarının ölümü yüzünden hepsinin gözü korkmuştu. Bu yüzden kısa süre içinde geri geldiler ve ölü adamı kaldırıp Nottingham kasabasına götürdüler.
O sırada Robin Hood yeşil ormana doğru iyice ilerlemişti. Onun için etrafındaki her şeyin neşesi ve parlaklığı sönmüştü çünkü bir adam öldürdüğü gerçeği ruhunun derinliklerine saplanmıştı, yüreği hiç rahat değildi.
“Eyvah!” diye bağırdı. “Öyle bir okçuyla yolum kesişti ki bunun sorumluluğu başımı yakacak! Keşke bana tek bir söz söylememiş olsaydı ya da yollarından hiç geçmemiş olsaydım. Keşke bu olay yaşanmadan önce sağ işaret parmağım kesilmiş olsaydı! Acele içinde bir karar verdim ama şimdi çok pişmanım!” Sonra sıkıntısı hâlâ içinde olmasına rağmen, “Olmuşla ölmüşe çare yok; kırık bir yumurta birleştirilemez.” sözünü hatırladı.
Ve böylece, bir daha asla güzel Locksley kasabasının genç delikanlıları ve güzel kızlarıyla birlikte mutlu günler görememek üzere, uzun yıllar boyunca yuvası olacak olan yeşil ormanda yaşamaya başladı. Çünkü yalnızca bir adam öldürdüğü için değil aynı zamanda Kral’ın geyiklerini kaçak bir şekilde avladığı için de kanun kaçağı ilan edilmişti ve Kral, Robin’i sarayına getirecek olan kişiye ödül olarak iki yüz paunt vereceğini duyurmuştu.
Nottingham Şerifi bu haydut Robin Hood’u adalete teslim edeceğine dair yemin etti. Bunu yapmak için iki geçerli nedeni vardı: Birincisi, iki yüz paundu çok istiyordu; ikincisi de Robin Hood’un öldürdüğü ormancı, Şerif’in akrabası idi.
Ama Robin Hood bir yıl boyunca Sherwood Ormanı’nda saklandı ve bu süre içinde, etrafında kendisi gibi türlü nedenlerle halktan dışlanmış birçok kişi toplandı. Bazıları kışın, açlıktan başka yiyecek bulamayınca geyik vurmuş ve bu sırada ormancılar tarafından görülmüş ama kaçarak kulaklarını kurtarmış kişilerdi. Bazıları, çiftlikleri Kral’ın Sherwood Ormanı’ndaki topraklarına eklensin diye miraslarından mahrum bırakılmış kişilerdi; bazıları da büyük bir iş adamı, zengin bir başrahip ya da güçlü bir toprak ağası tarafından yağmalanmıştı. Hepsi de şu veya bu sebeplerle Sherwood Ormanı’na, adaletsizliğe uğramaktan ve zulümden kaçmak için gelmişti.
Böylece bütün yıl boyunca, beş yüz ya da daha fazla cesur yürekli adam Robin Hood’un etrafında toplandı; onu liderleri ve başları olarak seçtiler. Daha sonra kendileri nasıl yağmalanmışlarsa; iş adamı, başrahip, şövalye ya da toprak ağası olsun, kendilerini ezen herkesi yağmalayacaklarına; haksız vergiler, toprak kiraları ya da adaletsiz para cezalarıyla fakir halktan koparılan her şeyi her birinden tek tek alacaklarına yemin ettiler. Ancak yoksul halka ihtiyaç ve sıkıntılarında yardım eli uzatacaklar, haksız yere ellerinden alınanları onlara geri vereceklerdi. Bunun yanı sıra hiçbir çocuğa zarar vermeyeceklerine; genç kız, eş ya da dul olsun hiçbir kadına bir yanlış yapmayacaklarına yemin ettiler. Böylece bir süre sonra insanlar kendilerine zarar verilmediğini hatta yokluk zamanında birçok fakir aileye para ya da yiyecek yardımı geldiğini görmeye başladıklarında Robin’den ve neşeli adamlarından övgüyle söz etmeye başladılar. Onun ve Sherwood Ormanı’nda yaptıklarının hikâyesi ağızdan ağıza dolaştı. Çünkü halk artık onu kendilerinden biri olarak görüyordu.
Bütün kuşların yapraklar arasında neşeyle ötüştüğü, keyif veren bir sabah, Robin Hood ve bütün neşeli adamları kalkmıştı. Her biri kayalıktan kayalığa neşe içinde sıçrayan buz gibi kahverengi derede yüzünü ve ellerini yıkıyordu. Sonra Robin, adamlarına dönüp dedi ki: “On dört gündür pek eğlenemedik, bu yüzden şimdi macera aramak için ormandan dışarı çıkacağım. Ama siz benim neşeli çetem, burada, yeşil ağaçlar arasında kalmaya devam edin; yalnızca size yapacağım çağrımı iyi dinleyin. Gerektiğinde borazanımı üç kez çalacağım; çabucak gelin çünkü yardımınıza ihtiyacım var demektir.”
Böyle söyledikten sonra Sherwood’un sınırına gelene kadar yeşil yapraklı orman yollarında ilerledi. Uzun bir süre hem ana orman yollarında hem de ara patikalarda, küçük vadicikler ve çalılık eteklerinde dolaştı. Ağaçların gölgelediği bir patikada güzel ve alımlı bir genç kızla karşılaştı, her ikisi de birbirlerini nazik sözlerle selamlayarak yollarına devam ettiler. Daha sonra bir atın üzerinde güzel bir hanımefendi gördü, şapkasını çıkardı, hanımefendi de genç delikanlıyı sakin bir şekilde selamladı. Saman yüklü bir eşeğe binmiş şişman bir keşiş gördü; sonra mızrağı, kalkanı ve güneş ışığında parıldayan zırhıyla cesur bir şövalye; sonra kıpkırmızı kıyafetler içinde bir uşak ve şimdi de ciddi adımlarla ilerleyen, güzel Nottingham kasabasından şişman bir kasaba sakini. Tüm bunlarla karşılaştı ama kendisi için bir macera bulamadı. Sonunda ormanın kenarındaki bir yola saptı; bu yol, üzerinde bir ağaç kütüğünden yapılmış dar bir köprünün bulunduğu geniş, çakıllı bir dereye doğru iniyordu. Köprüye yaklaştığı sırada derenin diğer tarafından uzun boylu bir yabancının geldiğini gördü. Bunun üzerine Robin adımlarını hızlandırdı, yabancı da hızlandırdı; her ikisi de karşıya önce geçmeyi düşünüyordu.
“Geri çekil bakalım.” dedi Robin. “Bırak, üstün olan önce geçsin.”
“Hayır.” diye cevap verdi yabancı. “O zaman sen geri çekil, çünkü daha üstün olan benim.”
“Bunu birazdan göreceğiz.” dedi Robin. “Olduğun yerde kal bu arada, yoksa Aziz Elfrida’nın kaşları üzerine yemin ederim ki sana, Nottingham okunun kaburgalarının arasında nasıl oynadığını gösteririm.”
“Şimdi.” dedi yabancı. “Eğer elinde tuttuğun yayın teline dokunmaya cüret edersen, derini bir dilenci mantosu gibi rengârenk olana dek işlerim.”
“Bir eşek kadar inatçısın.” dedi Robin. “Bu yüzden, keşişlerin Michaelmas’ta kızarmış kaz yemeği için dua etmesinden de önce bu oku senin kibirli kalbine saplayabilirim.”
“Ve sen de bir korkak gibi davranıyorsun.” diye cevap verdi yabancı. “Çünkü elimde sana karşılık verebileceğim basit bir karaçalı sopadan başka bir şey yokken sen beni kalbimden vurmak için güzel bir porsuk yayıyla orada duruyorsun.”
“Şimdi.” dedi Robin. “Hayatım boyunca hiç kimse tarafından korkak olarak adlandırılmadığıma tüm kalbimle inanıyorum. Sağlam yayımı ve kuvvetli oklarımı buraya koyacağım. Eğer o tarafa geçmeme izin verecek kadar cesaretliysen, erkekliğini sınamak için gidip ben de bir sopa alacağım.”
“Demek öyle. Peki, geçişini bekliyorum hem de büyük bir keyifle.” dedi yabancı. Bunun üzerine sopasına yaslandı ve Robin’i beklemeye başladı.
Sonra Robin Hood hızlı adımlarla gitti ve iki metre uzunluğunda, düz, sağlam bir meşe sopası kesip yumuşak dallarını kırarak geri döndü. Bu sırada yabancı sopasına yaslanmış, etrafına bakıp ıslık çalarak onu bekliyordu. Robin sopasını düzeltirken yabancıyı dikkatle izledi, göz ucuyla tepeden tırnağa süzdü ve daha önce hiç bu kadar uzun ya da iri yarı bir adam görmediğini düşündü. Robin uzun boyluydu ama yabancı, bir kafa ve bir boyun mesafesi kadar daha uzundu. Neredeyse iki metreyi geçiyordu. Robin’in omuzları genişti ama yabancınınki, bir avuç içinin iki katı kadar daha genişti. Oysa Robin’in beli neredeyse bir karıştı.
“Her neyse.” dedi Robin, kendi kendine. “Postunu neşe içinde sopalayacağım sevgili dostum.” Daha sonra yüksek sesle: “İşte benim güzel sopam, güçlü ve sert. Şimdi gelmemi bekle, cesaretin varsa ve korkmuyorsan benimle ortada buluş. Sonra ikimizden biri darbelerle dereye yuvarlanıncaya kadar çarpışacağız.” dedi.
Yabancı, sopasını başının üzerinde ve parmaklarının arasında hızla çevirerek: “Vay canına, gerçekten beni cesaretinle etkiledin!” diye haykırdı.
Arthur’un Yuvarlak Masa Şövalyeleri bile hiçbir zaman bu ikisi kadar sert bir dövüşte karşılaşmamışlardı. Robin hızla yabancının durduğu köprüye çıktı; önce bir çalım attı, sonra da yabancının kafasına öyle bir darbe indirdi ki eğer darbe hedefine ulaşsaydı yabancıyı hızla suya yuvarlayacaktı. Ama yabancı, Robin’in darbesini ustalıkla geri çevirdi ve karşılığında, Robin’in de yabancının yaptığı gibi geri çevirdiği, sert bir darbe indirdi. Bu şekilde neredeyse bir saat boyunca her biri kendi yerinde öylece kaldı, hiçbiri bir parmak aralığı bile geri gitmemişti ve bu süre içinde ikisi de pek çok darbe yemişti. İkisinin de her yanı ağrıyıp şişmişti ama ne “Yeter.” demeyi düşünüyorlar ne de köprüden düşecek gibi duruyorlardı. Ara sıra dinlenmek için durdular, ikisi de hayatları boyunca böyle bir sopa kullananı daha önce hiç görmediğini düşündü.
Sonunda Robin yabancının kaburgalarına öyle bir darbe indirdi ki yabancının ceketinden, güneşin altındaki bir saman çöpü gibi toz dumanı çıktı. O kadar kurnazca bir vuruştu ki yabancının köprüden düşmesine ramak kalmıştı ama o hemen kendini toparladı ve ustaca bir hamleyle Robin’in kafasından kan akmasına neden olan bir darbe indirdi. Robin öfkeden deliye dönmüştü, tüm gücüyle yabancıya tekrar vurdu. Ama yabancı darbeyi yine savuşturdu ve Robin’e bir kez daha vurdu; bu kez öyle bir vurdu ki Robin, topuklarının üzerinde suya düştü, tıpkı bir lobutun sağlam bir top darbesiyle düşmesi gibiydi.
“Peki şimdi neredesin bakalım, yürekli delikanlı?” diye bağırdı yabancı, kahkahalarıyla ormanı inleterek.
“Ah, selin ortasında kaldım ve akıntıyla birlikte aşağıya doğru yüzüyorum.” diye bağırdı Robin. Kendisi de bu acınası durumuna gülmekten kendini alamamıştı. Sonra ayağa kalkarak kıyıya doğru yürüdü. Küçük balıklar onun sıçramasından korkarak bir oraya bir buraya kaçışıyorlardı.
Kıyıya ulaştığında, “Elini uzat.” diye bağırdı. “Cesur ve sağlam bir yüreğin olduğunu kabul ediyorum. Üstelik sopa kullanma konusunda da gayet iyisin. Zaten bu yüzden, başımın içinde kavurucu bir haziran günündeki bir arı kovanı gibi vızıltılar dönüyor.”
Sonra borazanını dudaklarına götürdü ve orman patikalarında yankılanana kadar öttürdü. “Gerçekten yok artık.” dedi tekrar. “Sen oldukça uzun boylu bir delikanlısın ve çok da cesur birisin. Çünkü burası ile Canterbury kasabası arasında bana senin yaptığını yapabilecek bir başka adam daha yok.”
“Sen de öyle.” dedi yabancı, gülerek. “Cesur yürekli ve yiğit bir ağa gibi sopa kullanıyorsun.”
Sonra etraftaki çalılıklar birilerinin gelmesiyle hışırdamaya başladı ve aniden, başlarında neşeli Will Stutely bulunan birkaç cesur yiğitten oluşan çete, asker yeşili giysileri içinde gizlendikleri yerden fırladılar.
“Yürekli efendimiz.” diye bağırdı Will. “Bu nasıl olur? Resmen tepeden tırnağa sırılsıklam olmuşsunuz hem de iliklerinize kadar.”
Neşeli Robin: “Hadi canım.” diye cevap verdi. “Şuradaki iri cüsseli adam beni boynumdan kavrayıp suya fırlattı ve bir güzel de dövdü.”
Will Stutely: “O zaman kendisi de suya düşüp sağlam bir dayak yemeyi hak etti!” diye bağırdı. “Hadi beyler, yakalayın şunu!”
Daha sonra Will ve diğer adamlar yabancının üzerine atladılar, her ne kadar hızla atılsalar da yabancı tetikteydi ve kuvvetli sopasını sağa sola savuruyordu. Sayı olarak yenik olmasına rağmen içlerinden birkaçını yaralamayı başarmıştı üstelik.
“Hayır hayır, geri çekilin!” diye bağırdı Robin, ağrıyan yerleri tekrar ağrıyana dek gülerek. “O iyi ve güvenilir bir adam, ona bir zarar verilmeyecek. Şimdi dinle bakalım cesur genç, benimle kalıp çetemin bir üyesi olmak ister misin? Her yıl üç takım asker yeşili kıyafet alacaksın ve kırk mark da ücretin olacak; bulduğumuz ganimetleri de paylaşacağız. Lezzetli geyik eti yiyip en sert birayı içeceksin ve benim sadık bir sağkolum olacaksın çünkü hayatım boyunca hiç böyle bir sopa ustası görmedim. Konuş bakalım! Benim yürekli ve neşeli çeteme katılacak mısın?”
“Bunu bilmiyorum.” dedi yabancı, suratını asarak. Çünkü bu kadar hırpalanmasına sinirlenmişti. “Porsuk yayını ve elma saplı okunu meşe sopasından daha iyi kullanamıyorsan buralarda sana asker denmesi uygun olmaz ama bu adamlar arasında benden daha iyi ok atabilen biri varsa o zaman sana katılmayı düşünebilirim.”
“Tüm inancımla!” dedi Robin. “Sen çok arsız ve pis bir herifmişsin; yine de sana daha önce hiç kimseye tahammül etmediğim kadar tahammül edeceğim. Cesur Stutely, dört parmak genişliğinde beyaz bir ağaç kabuğu kes ve şurada yetmiş metre uzaktaki meşe ağacının üzerine koy. Yabancı, sen de şimdi gri bir kaz tüyü ok ile o kabuğu vur, sonra kendine okçu diyebilirsin.”
“Hadi bakalım, vuracağım.” diye cevap verdi, yabancı. “Bana sağlam bir yay ve geniş bir ok verin, eğer hedefe isabet ettiremezsem beni soyup yay kirişleriyle dövün.”
Robin’in yaylarının yanındaki en sağlam yayı ve düz, gri bir kaz tüylü oku seçti. Ok güzelce tüylenmişti ve pürüzsüzdü. Yabancı, hedefe doğru adım atıyordu; yeşilliğin üzerinde oturan ya da yatan çete dikkatle onun atışını izliyordu; yabancı, oku yanağına doğru çekti ve sapı ustalıkla serbest bıraktı, o kadar düzgün bir şekilde fırlatmıştı ki hedefi tam ortasından vurdu. “A-ha!” diye bağırdı. “Yapabilirsen düzelt bakalım bu atışı.” O kadar iyi bir atıştı ki çete üyeleri bile alkışladılar.
“Gerçekten de keskin bir atıştı.” dedi Robin. “Düzeltemem ama belki bozabilirim.”
Sonra kendi sağlam yayını eline aldı, özenli bir şekilde bir ok yerleştirerek büyük bir ustalıkla fırlattı. Ok dümdüz fırladı ve o kadar iyi süzüldü ki yabancının okunun tam üzerine isabet etti ve onu paramparça yaptı. Bunun üzerine bütün adamlar ayağa fırlayıp liderlerinin bu kadar iyi ok atmasını sevinç nidalarıyla desteklediler.
“Aziz Withold’un kuvvetli porsuk yayı adına.” diye bağırdı yabancı şaşkınlık içinde. “Bu gerçekten de çok iyi bir atıştı. Hayatım boyunca böylesini görmedim! Bundan sonra sonsuza dek senin adamın olacağım. Cesur Adam Bell2 de keskin bir nişancıydı ama hiç böyle bir atış yapmamıştı!”
“Öyleyse bugün iyi bir adam daha kazandım.” dedi neşeli Robin. “Senin adın nedir dostum?”
“Geldiğim yerde bana John Küçük derler.” diye cevap verdi yabancı.
Sonra şakayı seven Will Stutely konuştu. “Ah, hayır sevgili küçük yabancı.” dedi. “Adını beğenmedim ve başka şekilde olmasını çok isterim. Sen gerçekten de çok küçüksün. Kemiklerin, kasların küçücük; bu yüzden senin adını Küçük John koyalım, böylece ben de senin vaftiz baban olayım.”
Bu şaka üzerine Robin Hood ve tüm çete yüksek sesle güldüler, ta ki yabancı sinirlenmeye başlayana kadar.
Will Stutely’ye: “Benimle alay etmeye devam edersen.” dedi. “Kemiklerini kırar, bedelini kısa sürede ödetirim.”
“Hayır, sevgili dostum.” dedi Robin Hood. “Yatıştır şu öfkeni çünkü bu isim gerçekten sana çok yakıştı. Bundan böyle sana Küçük John denecek ve adın Küçük John olarak kalacak. Hadi gelin, benim neşeli çetem. Bu küçük, güzel bebek için bir vaftiz ziyafeti hazırlayalım.”
Böylelikle dereyi arkalarına alarak bir kez daha ormana girdiler, ormanın derinliklerinde yaşadıkları yere ulaşana kadar yürüdüler. Yaşadıkları yerde ağaç kabukları ve dallarından kulübeler inşa etmişler, geyik derileriyle kaplı yumuşak çalılardan sedirler yapmışlardı. Burada dalları etrafa genişçe yayılan büyük bir meşe ağacı bulunuyordu, altında ise Robin Hood’un ziyafet ve şenliklerde etrafındaki cesur adamlarıyla birlikte oturmaya alışkın olduğu yeşil yosunlardan bir koltuk vardı. Çetenin geri kalanı da buradaydı, bazıları dişi ve şişman geyik avlamıştı. Hep birlikte büyük ateşler yaktılar ve bir süre sonra dişi geyikleri kızartıp ağzına kadar dolu olan bir bira fıçısını deldiler. Şenlik ziyafeti hazır olunca herkes oturdu ama Robin, Küçük John’u sağ yanına oturttu. Çünkü o, bundan böyle çetenin ikinci adamı olacaktı.
Ziyafet bitince Will Stutely konuştu: “Evet, güzel bebeğimizi vaftiz etme zamanı geldi, öyle değil mi neşeli beyler?” Ve “Evet! Evet!” diye bağırdı herkes, orman neşeli sesleriyle yankılanana kadar güldüler.
Will Stutely: “O zaman yedi vaftiz babasına ihtiyacımız var.” dedi ve tüm gruba bakarak içlerinden en sağlam yedi adamı seçti.
“Şimdi, Aziz Dunstan adına.” diye bağırdı Küçük John, ayağa fırlayarak. “Bana el kaldırmaya kalkışan olursa hepinizi pişman ederim.”
Ama hiçbiri tek kelime bile etmeden birden üzerine atılıp onu bacaklarıyla kollarından yakaladılar ve kuvvetli bir şekilde çırpınmasına rağmen sıkıca tuttular. Grubun diğer üyeleri de oyunu izlemek için etraflarına toplanırken John’u ileri taşıdılar. Daha sonra kel bir kafası olduğu için rahip rolünü oynamak üzere seçtikleri biri öne çıktı. Elinde, ağzına kadar dolu büyük bir çanak bira vardı. “Şimdi, bu bebeği kim getirdi?” diye sordu ayık bir şekilde.
“Ben getirdim.” diye yanıtladı Will Stutely.
“Peki ona ne isim koyuyorsun?”
“Ona Küçük John adını veriyorum.”
“Evet, Küçük John.” dedi muzip rahip. “Sen bugüne dek yaşamadın, yalnızca bu dünyadan geçip gittin ama bundan sonra gerçekten yaşayacaksın. Yaşamadığın zamanlarda sana John Küçük deniyordu ama şimdi gerçekten yaşadığına göre sana Küçük John denecek, böylelikle seni kutsuyorum.” Ve bu son sözlerin ardından bir çanak dolusu birayı Küçük John’un kafasından aşağı boşalttı.
Sonra herkes kahkahalarla haykırdı çünkü güzelim kahverengi biranın Küçük John’un sakalından, burnundan ve çenesinden akarak süzüldüğünü, gözlerinin de bunun etkisiyle kırpıştığını gördüler. John önce kızmayı düşündü ancak diğerleri çok keyifli olduğu için yapamayacağını anladı; bu yüzden o da diğerleriyle birlikte kendi hâline güldü. Sonra Robin bu sevimli, tatlı bebeği aldı, tepeden tırnağa asker yeşili kıyafetlerle giydirdi ve ona kuvvetli, sağlam bir yay verdi. Böylece Küçük John, neşeli çetenin bir üyesi olmuştu.
Ve Robin Hood kanun kaçağı hâline geldi; neşeli bir arkadaş grubu onun etrafında toplandı ve sağkolu Küçük John’u kazandı; böylece ön söz bitti. Ve şimdi de Nottingham Şerifi’nin tam üç kez Robin Hood’u yakalamaya çalıştığından ve nasıl her seferinde başarısız olduğundan söz edeceğim.