Kitobni o'qish: «Tanrı İnsanlar»
BİRİNCİ KİTAP
DÜNYALILARIN GELİŞİ
BİRİNCİ KISIM
BAY BARNSTAPLE TATİLE ÇIKIYOR
1. BÖLÜM
Bay Barnstaple, acil olarak bir tatile ihtiyaç duyuyordu ancak ne beraber gidebileceği biri ne de gidebileceği bir yer vardı. Çok fazla çalışmaktan yorulmuş ve ailesinden bunalmıştı.
Duyguları oldukça güçlü olan Bay Barnstaple, tüm kalbiyle ailesine aşırı derecede düşkün olduğunu biliyordu; sıkıntılı olduğu zamanlarda bu onu fazlasıyla rahatsız ediyordu. Her gün biraz daha büyüyormuş gibi görünen üç oğlu, tam da onun oturmak üzere olduğu koltuğa oturuyor, onun mekanik piyanosunu çalıyor, hiç kimsenin işitmek istemeyeceği şakalara gülerek evi gürültülü kahkahalara boğuyor, bugüne kadar tek avuntusu olan zararsız maceralarına engel oluyor, onu teniste yeniyor ve ortalıkta neşe içinde kavga edip de korkunç bir curcuna ile birer ikişer merdivenlerden aşağı yuvarlanıyorlardı. Şapkaları her yerdeydi. Kahvaltıya geç kalıyorlardı. Her gece yatağa gitmeden önce büyük bir yaygara koparıyorlardı. “Hım hım hım… Küt!” Ve anneleri bundan hoşlanıyormuş gibi görünüyordu. Bay Barnstaple’ın kazancı dışındaki her şeyin arttığı gerçeğini görmezden gelerek hepsi de masraf çıkarıyorlardı. Yemek sırasında ne zaman Bay Lloyd George hakkında birkaç basit gerçeği dile getirse veya yemek sohbetinin seviyesini -aptalca şakalara son verip- yükseltmeye çalışsa dikkatleri aniden dağılıveriyordu.
Bu hep “aniden” oluyordu.
Ailesinden uzaklaşıp, her birini -onlar tarafından rahatsız edilmeden- dingin bir gurur ve sevgiyle düşünebileceği bir yere gidebilmek için dayanılmaz bir istek duyuyordu.
Ayrıca Bay Peeve’den de uzaklaşmak istiyordu. Sokaklar onun için bir işkenceye dönüşmüştü; artık ne bir gazete ne de bir afiş görmek istiyordu. Bazı finansal ve ekonomik olayları saplantı hâline getirmişti; öyle ki Büyük Savaş bunların yanında küçük bir kaza gibi kalıyordu. Bunun nedeni, modern düşüncenin daha umutsuz taraflarının sesi olan Liberal’in yardımcı editörü ve aynı zamanda da “kâhya”sı olması ve şefi Bay Peeve’in kötümserliğini ona giderek daha çok bulaştırmasıydı. Ekibin diğer üyeleriyle Bay Peeve’in karamsarlığıyla gizlice dalga geçebildiği zamanlarda buna karşı koymak daha kolaydı ancak artık ekibin başka üyesi yoktu; Bay Peeve finansal bir umutsuzluğa kapılarak hepsini gazeteden göndermişti. Artık Liberal için Bay Barnstaple ve Bay Peeve dışında hiç kimse yazmıyordu. Bu yüzden Bay Peeve, Bay Barnstaple’a canının istediği gibi davranıyordu. Sandalyesinde kendini iyice kamburlaştırıp elleri pantolonunun ceplerinde her şeye karamsar bir gözle bakarak bazen saatlerce otururdu. Bay Barnstaple aslında iyimser biriydi ve gelişime inanıyordu ancak Bay Peeve gelişime inanmanın modasının en az altı yıl önce geçtiğini ve liberalizm için en iyimser düşüncenin Kıyamet Günü’nün bir an önce gelmesini ummak olduğunu savunuyordu. Çalışanların -tabii çalışanlar olduğu zamanlarda-onun haftalık öğünü dediği kopyayı bitirmesiyle Bay Peeve, geri kalan her şeyi toparlayıp gazeteyi bir sonraki haftaya hazırlama işini Bay Barnstaple’a bırakarak giderdi.
Normal zamanlarda bile Bay Peeve katlanılması zor biriydi; bununla birlikte çağ da hiç normal değildi; her yer onun karamsar tahminlerini daha da muhtemel kılan akılalmaz olaylarla doluydu. Kömür sıkıntısı neredeyse bir aydır devam ediyordu ve İngiltere’nin ticari iflasını gölgede bırakmış gibi görünüyordu; her sabah İrlanda’dan yeni ayaklanma haberleri geliyordu. Affedilmez ve unutulmaz ayaklanmalar, günden güne artan kuraklık tüm dünyada hasadı tehdit etmekteydi; Bay Barnstaple’ın Başkan Wilson önderliğinde büyük işler başaracağına inandığı Milletler Cemiyeti boşuna kurulmuş bir düzenbazlıktan ibaretti; her yerde çatışma, her yerde mantıksızlık vardı; dünyanın sekizde yedisi kronik karmaşanın ve sosyal bozulmanın içine gömülüyor gibiydi.
Doğrusu Bay Barnstaple içten içe umudunu korumaya devam ediyordu; çünkü onun gibi adamlar umut olmadan hayattan tat almayı başaramazlardı. O her zaman liberalizme ve yaratıcı liberal girişime inancını korumuştu ancak son zamanlarda liberalizmin elleri ceplerinde kamburunu çıkararak oturmaktan, mızmızlanarak kendinden daha aşağı seviyede ama kendinden daha enerjik adamların faaliyetlerine homurdanmaktan başka bir şey yapmadığını düşünüyordu. Bu adamların bozguncu faaliyetleri kaçınılmaz olarak dünyayı yıkıma sürükleyecekti.
Bay Barnstaple gece gündüz dünyanın geleceği için endişelenir olmuştu; hatta artık uyku onu terk ettiğinden, bunu geceleri daha da fazla yapıyordu. Tamamen kendisine ait yeni bir Liberal çıkarmak için dayanılmaz bir arzu duyuyordu. Bay Peeve gittikten sonra gazeteyi tamamen değiştirecekti; içine doluşmuş sefil, boş, öfke dolu her şeyi çıkarıp atacaktı; Bay Peeve’in acımasız ve kederli yazılarından kurtulacaktı; Bay Lloyd George’un yersiz yere abartılmış, doğal, insani suçlarının temyizi için Lord Grey’e, Lord Robert Cecil’a, Lord Lansdowne’a, papaya, Kraliçe Anne’e veya İmparator Frederick Barbarossa’ya (Bu her hafta değişiyordu.) gidecekti; yeniden doğmakta olan bir dünyaya nefes alması için yardım edecek ve eski yazılar yerine Liberal’i ütopya ile dolduracaktı! Gazetenin şaşkın okuyucularına şunu söyleyecekti: “İşte yapılması gerekenler! İşte yapacağımız şeyler!” Pazar kahvaltısını yapan Bay Peeve için nasıl da büyük bir bomba olurdu! Çok şaşıracağından, belki de bir kez olsun yemeğini sindirebilirdi!
Ama bu aptalca bir hayalden ibaretti. Evde, hayata doğru dürüst bir başlangıç yapması gereken üç genç Barnstaple vardı. Üstelik her ne kadar güzel bir hayal olsa da Bay Barnstaple böyle bir şeyi başaracak kadar zeki olmadığını düşünüyordu. Bir şekilde her şeyi eline yüzüne bulaştıracaktı…
Bu tavadan ateşe atlamak olurdu. İç karartıcı, cesaret kırıcı ve cimri olmasına rağmen Liberal aslında kalitesiz ve kötümser bir gazete değildi.
Bu talihsiz olay yaşanmamış olsaydı bile Bay Barnstaple’ın Bay Peeve’den bir süre uzaklaşıp dinlenmesi gerekliydi. Daha şimdiden birkaç kez karşı karşıya gelmişlerdi; her an büyük bir kavga patlak verebilirdi. Bay Peeve’den kaçabilmek için atılacak ilk adımın bir doktora gitmek olduğu açıktı. Bay Barnstable da bunu yaptı.
“Sinirlerime hâkim olamıyorum!” dedi Bay Barnstaple. “Kendimi fazlasıyla gergin hissediyorum!”
“Sinirleriniz çok gerilmiş.” dedi doktor.
“Korkarım işim yüzünden.”
“Biraz dinlenmek istiyorsunuz.”
“Sizce bir değişime mi ihtiyacım var?”
“Olabildiğince büyük bir değişim.”
“Gidebileceğim bir yer önerebilir misiniz?”
“Nereye gitmek isterdiniz?”
“Kesin bir yer yok. Sizin önerebileceğinizi düşünmüştüm…”
“Bir yerin sizi cezbetmesine izin verin ve oraya gidin. Şimdilik beğenilerinizi zorlamaya çalışmayın.”
Bay Barnstaple doktora ücretini ödedikten sonra, onun talimatları ile silahlanmış bir hâlde, uygun zamanda Bay Peeve’e hastalığını ve dolayısıyla gitmek zorunda kalacağını haber vermek üzere oradan ayrıldı.
2. BÖLÜM
Bu tatil fikri, Bay Barnstaple’ın zaten haddinden fazla olan endişelerine yeni birini eklemekten başka bir işe yaramadı. Gitmeye karar verdiği anda kendini aşılmaz üç büyük problemle yüz yüze bulmuştu: Nasıl gidecekti? Nereye gidecekti? Ve Bay Barnstaple kendi kendinden çabucak sıkılan adamlardan biri olarak kiminle gidecekti? Bay Barnstaple’ın alışkanlık hâline getirdiği yoğun hoşnutsuzluk ifadesine şimdi sinsi bir entrikacının keskin parıltısı da karışmıştı.
Bir şey çok netti: Evde, bu tatil hakkında tek bir kelime bile edilmemeliydi. Bayan Barnstaple bunu bir kez duyarsa neler olacağını gayet iyi biliyordu. Yetkin bir adanmışlık bilinciyle sorumluluğu hemen devralacaktı. “İyi bir tatil yapmalısın!” diyecekti. Cornwall, İskoçya veya Britanya’da uzak ve muhtemelen pahalı bir otel bulacak, bir sürü giysi satın alacak, son dakikada valizleri gereksiz eşyalarla doldurmak için kafasına bir şeyleri takacak ve elbette oğlanları da getirecekti. Muhtemelen “ortamı hareketlendirmek” için aynı yere birkaç tanıdığı da davet edecekti. Bu tanıdıklar daveti kabul edecek olursa beraberlerinde en kötü yanlarını da getirecekler ve hiçbir çaresi olmayan korkunç bir sıkıntıya neden olacaklardı. Sohbet olmayacaktı… Bunun yerine daha da fazla kahkaha ve bol bol oyun… Hayır!
Peki ama bir adam tatile karısının haberi olmadan nasıl çıkabilir? Bir şekilde valizini hazırlamalı ve evden çıkarmalıydı…
Bakış açısına göre kendisi için en iç açıcı şey, küçük bir arabasının olmasıydı. Doğal olarak arabasının gizli planlarında büyük bir rol oynaması kaçınılmazdı. En kolay şekilde uzaklaşmasına imkân tanıyor, “Nereye?” sorusuna verilebilecek cevapları değiştirerek kesin ve belirlenmiş bir mekândan çok, matematikçilerin, sanırım, konum dediği şeye dönüştürüyordu ve küçük canavarın öylesine arkadaş canlısı bir hâli vardı ki “Kiminle?” sorusuna belli belirsiz ama kesinlikle kabul edilebilir bir cevap da sunuyordu. İki kişilikti. Aile içinde, Ayak Banyosu, Colman Hardalı ve Sarı Tehlike adlarıyla biliniyordu. Bu isimlerden de anlaşılabileceği gibi küçük, alçak, üstü açık ve parlak sarı renginde bir arabaydı. Bay Barnstaple onu Sydenham’dan ofise gitmek için kullanıyordu çünkü bir galonla otuz üç mil yapan bu araba, -söz konusu mesafe için- sezonluk bir bilete göre çok daha az masraf çıkarıyordu. Gün boyunca ofis penceresinin altındaki park yerinde duruyordu. Sydenham’da ise anahtarı sadece Bay Barnstaple’da olan bir garajda yaşıyordu. Bugüne kadar Bay Barnstaple oğlanların onu sürmesini veya parçalara ayırmasını engellemeyi başarmıştı. Ara sıra Bayan Barnstaple onunla alışverişe gitmek istese de gerçekte bu küçük arabadan hoşlanmıyordu çünkü üstü açık araba onu fazlasıyla korunmasız bırakıyor, her yanı tozlanıyor ve dağılıyordu. Tüm bunların sonucu olarak küçük arabanın, ihtiyaç duyulan tatil için kullanılacak araç olması gerektiği açıktı. Üstelik Bay Barnstaple bu arabayı kullanmayı seviyordu. Çok kötü ama bir o kadar da dikkatli sürüyordu; bazen durduğu ve ilerlemeyi reddettiği olsa da -Bay Barnstaple’ın hayatındaki diğer şeylerin yaptığı gibi- direksiyonu batıya çevirdiği hâlde doğuya gitmiyordu; en azından bunu bugüne kadar hiç yapmamıştı! Bu yüzden de ona hoş bir hâkimiyet duygusu tattırıyordu.
Sonunda Bay Barnstaple büyük bir hızla kararını verdi. Önünde aniden bir fırsat çıkmıştı. Perşembe onun matbaadaki günüydü; o günün akşamı her zamankinden de fazla bunalmış bir hâlde eve döndü. Hava inadına kuru ve sıcaktı. Bu, kuraklığın dünyanın yarısı için açlık ve sefalet anlamına geldiği gerçeğinin yarattığı baskıyı hiç de azaltmıyordu. Ve Londra bu durum karşısında umursamaz görünüyor, keyifli keyifli sırıtıyordu; bu 1913 yılından, yeni büyük tango yılından bile daha saçma bir yıl olmuştu ki sonraki olayların ışığında Bay Barnstaple o güne kadar 1913’ün dünya tarihindeki en aptalca yıl olduğunu düşünmüştü. Star gazetesi her zamanki kötü haberlerin yanında spora ve şık magazin haberlerine de yer ayırmaya devam ediyordu. Polonyalılar ve Ruslar arasında çatışmalar sürüyordu ve İrlanda’da ve Asya ülkelerinde ve Hindistan sınırında ve Doğu Sibirya’da da. Üç korkunç cinayet daha işlenmişti. Madenciler hâlâ grevdeydi ve mühendisler de büyük bir ayaklanma için hazırdı. Tüm yerler dolmuş olmasına rağmen aşağı yakaya giden tren yirmi dakika geç kalkmıştı.
Eve döndüğünde karısından bir not buldu. Yazdığına göre; Wimbledon’daki kuzeni telgrafla, şans eseri, Matmazel Lenglen ve diğer şampiyonlarla beraber tenis maçlarını izleme imkânlarının doğduğunu bildirmişti. Karısı da oğlanları alarak oraya gitmişti ve eve geç dönecekti. Kaliteli birkaç maç izlemek için çocukların oyunlarına son vermenin hiçbir zararı olmazdı. Ayrıca o gece hizmetçilerin de izin gecesiydi. Evde yalnız kalmasının bir sakıncası olur muydu? Hizmetçiler çıkmadan önce onun için soğuk bir akşam yemeği hazırlayıp bırakacaklardı.
Bay Barnstaple sakin sakin bu notu okudu. Soğuk akşam yemeğini yerken bir yandan da Çinli bir arkadaşının gönderdiği, Japonların Çin uygarlığına ve eğitimine uyum sağlayamayanları nasıl yok ettiğini anlatan el ilanına göz attı.
Ancak evinin küçük arka bahçesinde oturmuş piposunu tüttürürken bu akşamın kendisi için bir fırsat olduğunu fark etti.
Birdenbire hareketlendi. Hemen Bay Peeve’i arayarak ona doktorun kararını ve Liberal’in tam da bu dönemde onsuz idare edebileceğini bildirip tatil iznini aldı. Ardından yatak odasına giderek aceleyle yanına alacağı birkaç şey seçti ve bunları yokluğu hemen fark edilmeyecek bir Gladstone çantasına doldurup çantayı arabasının şoför mahalline bıraktı. Sonra da büyük bir özenle karısına bir mektup yazarak gömleğinin cebine soktu.
Bu işi de bitirdikten sonra arabasının bulunduğu garajı kilitleyip ailesi döndüğünde mümkün olduğunca masum görünmek ve hissetmek için Avrupa ekonomisinin çöküşü üzerine bir kitap alıp piposunu yakarak bahçedeki masasına yerleşti.
Karısı döndüğünde ona sinirlerinin çok gergin olduğunu ve ertesi sabah bir doktora görünmek için Londra’ya gideceğini söyledi.
Bayan Barnstaple onun için bir doktor seçmek istese de bu konuda Bay Peeve’i de düşünmesi gerektiğini ve onun önerdiği doktoru görmesinin daha doğru olacağını söyleyerek bundan kurtuldu. Bayan Barnstaple hepsinin de iyi bir tatile ihtiyacı olduğunu söylediğinde ise yorum yapmaktan kaçınarak sadece homurdanmakla yetindi.
Bu sayede Bay Barnstaple arabasında birkaç haftalık tatili boyunca ihtiyaçlarını karşılayacak eşya ile hiçbir itiraza neden olmadan evden ayrıldı ve Londra’ya doğru yola çıktı. Trafik yoğun ve hareketliydi ancak hiçbir şekilde sıkıntı yaratmıyordu. Üstelik Sarı Tehlike öyle rahatlıkla kayıp gidiyordu ki neredeyse Altın Umut olarak adlandırılabilirdi. Camberwell’de, Yeni Camberwell Yolu’na dönerek Vauxhall Köprüsü Yolu üzerindeki postaneye doğru sürdü. Postaneye geldiğinde arabayı durdurdu. Yaptığı şey onu korkutuyordu ama bir yandan da coşkulu bir sevinç içindeydi. İçeri girerek karısına bir telgraf gönderdi: “Dr. Pagan…” diye yazmıştı, “acilen dinlenmem gerektiğini söyledi, bu yüzden göl kıyısına doğru yola çıkıyorum. Böyle bir şeyi tahmin ettiğim için eşyalarımı daha önceden hazırlamıştım.”
Postaneden dışarı çıktığında ceplerini karıştırdı ve bir önceki gece büyük bir dikkatle yazdığı mektubu bulup postaladı; ciddi safhada sinirsel nevroz belirtilerine sahip olduğunu göstermek amacıyla üzerini kasten karalamıştı. Dr. Pagan’ın, acil bir tatile ihtiyacı olduğunu söylediğini ve “kuzeye” doğru gitmesini önerdiğini açıklıyordu. Birkaç gün, hatta belki de bir hafta kadar mektup yazmaması en iyisiydi. Ters giden bir şey olmadığı sürece mektup yazarak onları rahatsız etmeyecekti. Hiçbir haber, iyi haber olamazdı. Dinlenmek her şeyin yoluna girmesi için yeterli olacaktı. Belirli bir adresi olur olmaz bunu bildirecek ama sadece çok önemli bir şey olursa yazacaktı.
Bunları halledip arabasında koltuğa oturur oturmaz okuldaki ilk tatilinden bu yana hissetmediği bir özgürlük hissiyle doldu. Büyük Kuzey Yolu’na doğru ilerledi ancak Hyde Park’ın köşesindeki trafik yoğunluğu yüzünden polisin onu Knightsbridge’e yönlendirmesine izin verdi, Bath Yolu’nun Oxford Yolu’ndan ayrıldığı köşede trafiği tıkayan bir kamyon yüzünden yine bir önceki yola saptı ama tüm bunların gerçekte pek önemi yoktu. Her yol “başka bir yer”e gidiyordu ve nasılsa daha sonra kuzeye doğru dönebilirdi.
3. BÖLÜM
Ancak 1921 yılındaki büyük kuraklıkta görülebilecek güneşin umursamazca parıldadığı o günlerden biriydi. Asla boğucu değildi. Tam tersine havada, Bay Barnstaple’ın keyifli ruh hâliyle birleşerek ona kendisini bekleyen güzel maceralar olduğunu hissettiren bir tazelik vardı. Umut ona çoktan geri dönmüştü. Hayatında bazı şeylerin değişmekte olduğunu biliyordu ama bu değişimin ne kadar büyük olacağı hakkında en ufak bir fikri yoktu. Şimdilik küçük bir motelde mola verip öğle yemeği yemek bile onun için yeterli bir macera olacaktı; eğer kendini yalnız hissederse yolda durup bir otostopçuyu alabilir ve onunla sohbet edebilirdi. Sydenham’ı ve Liberal’i arkasında bıraktığı sürece hangi yönde ilerlediğinin bir önemi yoktu; kendisine eşlik edecek birini bulmak zor olmayacaktı.
Slough’ın biraz dışında, devasa, gri bir tur aracı onu şaşırtıp bir an arabanın yönünü saptırmasına neden olarak yanından hızla geçip gitti. Hiçbir ses çıkarmadan yanına kadar gelmişti, üstelik hız göstergesine göre saatte yirmi yedi mil süratle gidiyordu; buna rağmen araba onu bir anda geçip gitti. Gördüğü kadarıyla içinde üç adam ve bir kadın vardı. Hepsi de dimdik oturmuştu ve sanki peşlerinden gelen bir şey varmış gibi merakla arkalarına doğru bakıyorlardı. Araba, kadının daha ilk bakışta göze çarpan inkâr edilemez güzelliği ve ona yakın tarafta oturan adamın Elf’lere benzeyen yaşlıca suratı dışında bir şey fark edemeyeceği kadar hızlıydı.
Daha üzerinden şaşkınlığını atamadan bu kez tarih öncesi dev sürüngenlere aitmiş gibi gelen yüksek bir kükreme sesi onu bir kez daha geçilmek üzere olduğu konusunda uyardı. Bay Barnstaple işte böyle geçilmek istiyordu; bir engeli aşarcasına… Biraz yavaşladı, yolun kendi hakkı olduğunu gösterebilecek her hareketi bir kenara bırakarak eliyle cesaretlendirici bir iki jestte bulundu. Onun onayını aldıktan sonra büyük, yumuşak hatlı ve çevik bir limuzin sağ tarafında belirerek yanından geçti. Oldukça fazla bagajı vardı; şoförün yanında oturan gözlüklü, genç bir adam dışında yolcularını hiç seçemedi. Tur arabası gibi ilerideki dönemeçten dönerek gözden kayboldu.
Aydınlık bir sabahta, otoyolda mekanik bir “Ayak Banyosu” bile bu şekilde geride bırakılmaktan hoşlanmaz. Bay Barnstaple ayağını gaz pedalına biraz daha bastırarak her zamanki güvenli hızından hemen hemen on mil daha hızlı bir şekilde dönemece ulaştı. Önünde bomboş bir yol uzanıyordu.
Aslında yol biraz fazla boştu! Bir milin yaklaşık üçte biri kadar bir mesafe boyunca dümdüz uzanıyordu. Yolun solunda düzgün şekilde budanmış bir çit, arkasında da uçsuz bucaksız düzlüğe dağılmış ağaçlar, birkaç küçük yazlık, daha uzakta kavaklar ve iyice arkada da Windsor Kalesi görünüyordu. Sağ tarafta yine geniş düzlükler, küçük bir motel ve alçak tepeler vardı. Bu manzaranın içinde şüphe uyandıran tek şey, Maidenhead’deki, nehir kıyısındaki bir otelin büyük reklam panosuydu. Sıcak yüzünden hava titreşiyor ve yol üzerinde birkaç toz kümesi uçuşuyordu. Gri tur arabasından da limuzinden de hiçbir iz yoktu.
Bunun ne kadar şaşırtıcı olduğunu fark etmek Bay Barnstaple’ın birkaç saniyesini aldı. Ne sağda ne de solda, arabaların gidebileceği bir yan yol yoktu. Eğer uzaktaki bir sonraki dönemece çoktan ulaştılarsa bile oraya varmak için saatte en az iki yüz üç yüz mil hızla hareket etmiş olmalıydılar!
Şüpheye düştüğü zamanlarda yavaşlamak Bay Barnstaple’ın alışkanlıklarındandı. Şimdi de yavaşladı. Hızını saatte on beş mile kadar düşürerek, ağzı açık bir şekilde bu gizemli yok oluşu açıklayabilecek bir ipucu bulmak umuduyla boş araziyi incelemeye koyuldu. İlginç olan, kendisinin de tehlikede olabileceği korkusuna kapılmamasıydı.
Sonra aniden arabası bir şeye çarptı ve savruldu. Öyle sert ve şiddetli savrulmuştu ki bir an için kendini kaybetti. Bir araba savrulduğu zaman ne yapılması gerektiğini hatırlayamadı. Direksiyonu arabanın savrulduğu yöne doğru çevirmek gerektiği ile ilgili belli belirsiz bir şeyler hatırlasa da o anki heyecanla arabasının hangi yöne doğru savrulduğunu bir türlü kestiremedi. Tam kendini toparladığı anda bir ses duydu. Uzun süre birikmiş bir basıncın patlamaya hazır olduğu noktada duyulan sesin tıpatıp aynısıydı; anestezi altındaki o hissizlik anının sonunda -veya başında- birinin duyabileceği türden, gergin bir yayın keskin tınlaması gibi keskin bir sesti.
Görünüşe göre yolun sağ tarafına doğru dönmüştü; ama şimdi arabayı tekrar yola doğru döndürmeyi başardı. Frene basarak önce yavaşladı, ardından büyük bir şaşkınlık içinde durdu!
Yarım dakika önce ilerlediği yoldan tamamen farklı bir yolun üzerindeydi. Yanlardaki çitler değişmiş, ağaçlar değişmiş, Windsor Kalesi yok olmuş ve -küçük bir teselli olarak- limuzin tekrar belirmişti. Yaklaşık iki yüz yarda ileride yolun kenarına park etmişti.
İKİNCİ KISIM
MUHTEŞEM YOL
1. BÖLÜM
Bir süre için Bay Barnstaple’ın dikkati hiç de eşit olmayan bir şekilde, yolcuları aşağı inmekte olan limuzin ve çevresini saran manzara arasında bölündü. Manzara öylesine tuhaf ve güzeldi ki ancak onun şaşkınlığını ve hayranlığını paylaşan biri, gittikçe artan heyecanını makul bir şekilde açıklayabilir ve onu rahatlatabilirdi, işte bu yüzden biraz ilerisindeki küçük grup dikkatini çok az çekti.
Yolun da normal bir İngiliz yolunun olacağı gibi kum taşı, toz ve hayvan dışkısından oluşan bir karışımın üzerinde katrana bulanmış çakıl taşlarından ve pislikten değil, bir kısmı durgun bir suyun yüzeyi gibi pürüzsüz ve berrak, bir kısmı ise içerisinde yumuşak renkli damarların veya parlak altın renkli lekelerin olduğu süt gibi beyaz camdan oluşuyordu. Neredeyse on iki on üç yarda genişliğindeydi. Her iki tarafında o güne dek gördüklerinin hepsinden -ki Bay Barnstaple çim konusunda uzman bir gözlemciydi- daha yeşil ve güzel çimenler uzanıyordu. Çimenlerin ardında da çiçek tarhları vardı. Bay Barnstaple ağzı açık bir şekilde şaşkın şaşkın arabasında otururken daha önce hiç görmediği, unutmabeni mavisi çiçekler her iki yanında belki de otuzar yarda boyunca uzanıyordu. Bu noktadan sonra maviliğin arasına uzun, beyaz renkli sivri iğneler karışıyor ve en sonunda beyazlık maviliğe tamamen baskın geliyordu. Yolun karşısında beyaz iğnelerin arasına Bay Barnstaple’a eşit derecede yabancı olan, maviden eflatuna, mora ve dikkat çekici bir kırmızıya kadar değişen renklerde tohumlu çiçekler karışmıştı. Bu muhteşem çiçek bulutlarının ardında dümdüz uzanan otlaklarda bej renkli sığırlar otlamaktaydı. Kendisine yakın olan üç tanesi, aniden ortaya çıkışı karşısında onu biraz şaşkın, ilgili gözlerle süzerek geviş getiriyordu. Güney Avrupa ve Hindistan’daki inekler gibi uzun boynuzları ve gerdanları vardı. Bay Barnstaple’ın bakışları bu uysal hayvanlardan uzun bir sıra hâlinde uzanan alev şekilli ağaçlara, beyaz ve altın renkli sütunlara ve ufukta görülen zirveleri karlı dağlara kaydı. Birkaç beyaz bulut göz kamaştıran mavi gök boyunca süzülüyordu. Hava hayret uyandıracak kadar temiz ve hoştu.
Sığırlar ve limuzinin yanında duran küçük grup haricinde Bay Barnstaple etrafta hiçbir canlı göremiyordu. Limuzinin yanındakiler kıpırdamaksızın ona doğru bakıyordu. Sonra birtakım memnuniyetsiz sesler duydu.
Güçlü bir çatırtı sesi Bay Barnstaple’ın dikkatini çekti. Arkasını döndüğünde, geldiği yönde, sağ tarafta, çok kısa bir süre önce yıkılmış gibi görünen taş bir ev gördü. Yanında, sanki biraz önce bir patlamanın etkisiyle çarpılmış ve kökünden sökülmüş gibi görünen iki büyük elma ağacı vardı ve yıkıntılar arasından bir sütun hâlindeki yoğun dumanla, yanan eşyalardan çıkan çıtırtılar yükseliyordu. Bu elma ağaçlarının çarpık gövdeleri Bay Barnstaple’ın yakınındaki çiçeklerin de sanki şiddetli esen sıcak bir rüzgâr akımıyla yana bükülmüş gibi göründüğünü fark etmesini sağladı; ancak hiçbir patlama duymamış, hiçbir hava akımını hissetmemişti.
Bir süre bu eve baktıktan sonra, bir açıklama yaparcasına limuzindekilere doğru döndü. Bunlardan üçü ona doğru geliyordu, önlerinde fötr şapkası ve uzun bir montu olan, uzun boylu, ince saçları kırlaşmış biri vardı. Başını dik tutuyordu. Küçük burnu, gözlüklerini zorlukla tutabiliyordu. Bay Barnstaple arabasını tekrar çalıştırarak onların yanına gitmek için hareket etti.
Duyma mesafesine kadar geldiğini hisseder hissetmez arabayı tekrar durdurarak başını Sarı Tehlike’nin camından uzattı. Aynı anda uzun, kır saçlı adam da hemen hemen aynı soruyu sordu: “Lütfen söyler misiniz bayım, acaba neredeyiz?”