Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Efendi uyanıyor»

Shrift:

H. G. Wells: Tam adı Herbert George Wells olan yazar, 1866’da İngiltere’de doğmuştur. Elliden fazla romanı ve onlarca hikâyesi ile bilimkurgu türünün en büyük yazarlarından kabul edilse ve hatta zaman zaman “bilimkurgunun babası” diye anılsa bile aslında eleştiri, tarih, biyografi, siyaset, popüler bilim gibi pek çok türde eserlere imza atmıştır. Bir fütürist olarak gelecekle ilgili tahminleri emsalsizdir; bir dizi ütopik eser kaleme almış ve uçakların, tankların, uzay yolculuğunun, nükleer silahların, internete benzer bir sistemin, hatta “dünya beyni” dediği sistemle Wikipedia’nın gelişini bile öngörmüştür. Zamanda yolculuk, uzaylı istilası, görünmezlik ve biyoloji mühendisliği gibi konular, bilimkurgu edebiyatında yaygın hale gelmeden çok önce Wells’in kitaplarında kendine yer bulmuştur. Ray Bradbury, Isaac Asimov, Ursula K. Le Guin, Carl Sagan ve Frank Herbert gibi pek çok yazarın ilham kaynağı olmuştur.

Egemen Yılgür, lisans öğrenimini İstanbul Üniversitesi Kamu Yönetimi bölümünde tamamladı. Mimar Sinan GSÜ Genel Sosyoloji ve Metodoloji bölümünde devam ettiği doktora eğitiminin sonucunda hazırladığı “Geç-Peripatetik Roman Tütün İşçilerinde Ücretli İstihdam ve Politizasyon Deneyimleri” başlıklı teziyle 2014 yılında doktor oldu. 2018 yılında Üniversiteler Arası Kurulu tarafından doçent ünvanı verilen Yılgür, 2019 yılında İskoçya-Saint Andrews Üniversitesi Tarih Bölümü ve Bulgar Bilimler Akademisi Etnoloji ve Folklor Çalışmaları Enstitüsü’nde misafir akademisyen olarak, “Teneke Mahallesi in the 19th-Century Ottoman Cities: The Development of Informal Settlements in the Late-Ottoman Urban Environment” başlıklı araştırma projesini yürüttü. Yılgür, halen Yeditepe Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü ve Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji bölümündeki derslerine devam etmektedir.

Graham’in uyanış ânını gösteren bir çizim.


Önsöz

Efendi Uyanıyor, ilk olarak 1899 yılında kitaplaştırıldı. Daha öncesinde ise The Graphic1’in de aralarında bulunduğu çeşitli süreli yayınlarda tefrika edilmişti. Bu kitabımın, en iddialı kitabım olduğunu düşünüyorum. En azından en tatmin edicisi.

Bu yeni basımda kitapta bir dizi değişiklik yapma imkânı buldum. Önceki çalışmalarım gibi Efendi Uyanıyor’u da baskı altında yazmıştım. Bu baskının izlerine sadece ikinci bölümün dilinde değil, hikâyenin genel kurgusunda da rastlanabiliyor. Bir türlü kurtulamadığım genel dağınıklığımın haricinde, giriş bölümünde beni utandıracak pek az şey var. Buna karşılık, üzerinde yeterince düşünülmemiş olan ikinci bölümün kurgusundaki özensizlik her türlü eleştiriye açıktır.

İkinci bölümü yazdığım sırada çok yoğun çalışıyordum. İyi bir tatile ihtiyacım vardı. Sıradan gazetecilik görevlerime ek olarak üzerinde çalıştığım bir kitap daha vardı, Love and Mr. Lewisham (Aşk ve Bay Lewisham). O zamanlar bu kitaba Efendi Uyanıyor’dan daha fazla önem veriyordum. Bunlardan birisinin ben tatile çıkmadan önce bitirilmesi gerekiyordu. Önceliği Efendi Uyanıyor’a verdim. Amacım mümkün olduğunca kısa sürede satılabilir bir metin ortaya çıkarmaktı. Yayınevleri kitabı keşfetmeden önce, tekrar gözden geçirmek için yeterince zamanım olacağını umuyordum. Ne var ki talihsizlik peşimi bırakmadı. Ağır derecede hastalanınca İtalya’dan İngiltere’ye döndüm. Bay Levisham ile ilgili hikâyemi bir şekilde bitirebilmek için nasıl çırpındığımı hâlâ hatırlıyorum. Ateşim 39’a çıkmıştı. Her şeye rağmen kitabı yarım bırakmanın düşüncesi bile bana dayanılmaz geliyordu. Daha sonraları kitabın bu koşullar altında yazılmasından kaynaklanan kusurları düzeltmek için epeyce fırsatım oldu. Gerçekten de Love and Mr. Lewisham benim en aklı başında kitabım olarak kabul edilebilir. Efendi Uyanıyor’da ise gözümden kaçan birçok nokta olmuştu.

Efendi Uyanıyor’un yazılmasının üzerinden yirmi yıl geçti. Kitabın yazarı olan otuz bir yaşındaki o delikanlı bugün çok uzaklarda. Benimle onun arasında çok büyük farklılıklar var. Tam da bu nedenle o delikanlının kaleminden çıkan yapıtı etkili bir şekilde yeniden yapılandırmam mümkün olmadı. Benim bugün için oynayabileceğim rol tecrübeli bir editörün yapabileceğinden fazlası değildi. Metnin bütününü okunmaz hale getiren uzun ve yorucu paragrafları çıkardım. Finaldeki belirgin tutarsızlıkları elimden geldiğince düzeltmeye çalıştım. Bunun dışında sorunlu cümleleri düzeltmek ve tekrarları ortadan kaldırmak dışında kitaba herhangi bir katkım olmadı.

Önceki baskıda Helen Wotton ve Graham arasındaki ilişkinin ifade ediliş biçimi beni fazlasıyla rahatsız etmişti. Sanatta acelecilik her zaman vülgarizasyona2 neden olur.

Nitekim ben de Helen’dan bir sevgili karakteri3 yaratırken belirgin bir basitliğe düşmekten kurtulamadım. Hatta kitapta Graham’in “uçan makinesine” atlayıp savaşmak yerine, Ostrog’a boyun eğerek Helen’la evlenebilme ihtimali gibi acemice imalar dahi mevcuttu. Bu baskıda böylesine akılalmaz ifadelere yer vermedim. Zira bu ikisinin arasında en ufak bir cinsel etkileşimin dahi yaşanması mümkün değildi. Birbirlerini sevmişlerdi. Hatta bir keresinde öpüşmüşlerdi bile. Fakat birbirlerine karşı hissettikleri bu duygu, bir genç kızla büyükbabası arasındaki sevgiden farksızdı. Öpücük ise kriz anında yaşanan bir kafa karışıklığının sonucuydu. Tüm bu aksaklıkların daha büyük bir düzensizliğe yol açmadan hikâyeden temizlenebileceğini düşündüm. Bu şekilde biraz olsun vicdanım rahatlamış olacaktı. Ayrıca halkın Ostrog’u pataklamasıyla ilgili hoş olmayan anlatımları da metinden çıkardım.

Graham’in hikâyesinin sonu, onun gibilerin hikâyesinin sonuyla aynı. Hikâyenin finalinde kesin bir zafere ulaşılıyor mu? Ortada gerçek bir zafer var mı?

Kim kazanacak? Ostrog mu yoksa halk mı? Bu bin yıllık sorunun yanıtı verilebilecek mi?

H. G. Wells

I
Uykusuzluk

Bodcastle’da yaşayan bir sanatçı olan Bay Isbister, o öğleden sonra Pentargen’daki koya kadar yürüyecekti. Civardaki mağaraları incelemek istiyordu. Pentargen Plajı’na giden yolu yarılamışken bir adama rastladı. Adam bir kayanın altında oturuyordu. Oldukça sıkıntılı bir hali vardı. Elleriyle dizlerine abanmıştı. Gözleri kıpkırmızı olmuştu. Önüne bakıyordu. Yüzü gözyaşlarıyla ıslanmıştı.

Adam, Isbister’ın ayak seslerini işitince etrafına bakınmaya başladı. Bu karşılaşma her ikisini de tedirgin etmişti. Isbister durakladı. Tedirginliği atlatmak için havadan sudan konuşmayı denedi. Hava ne kadar da sıcaktı! Hiç de bu mevsime uygun bir hava değildi!

Adam, “Gerçekten de öyle,” diye yanıtladı. Lafı uzatmak istemediği belli oluyordu. Kısa bir tereddüdün ardından yeniden konuştu: “Uyuyamıyorum.”

Isbister, duyduğu karşısında ne diyeceğini bilemedi. “Hiç mi?” derken şaşkınlığı her halinden belli oluyordu.

“İmkânsız gibi görünebilir” dedi yabancı. Bezgin bakışlarını Isbister’ın yüzüne dikti. Kelimelerin üstüne basa basa konuşuyordu: “Altı gecedir gözüme bir damla bile uyku girmedi.”

“Doktora gittin mi?”

“Evet. Maalesef işin en kötü tarafı o. Uyku ilaçları. Onlar sinir sistemimi… İnsanlar bayılıyor onlara. Nasıl anlatsam bilemiyorum. Ama ben, ben bu ilaçları almaya cesaret edemem… Gerçekten güçlü ilaçlar…”

“Bak bu senin işini zorlaştırıyor,” dedi Isbister.

Olduğu yerde kalakaldı. Ne yapacağını bilemiyordu. Adam konuşma heveslisi değildi. Yine de sohbeti devam ettirmenin daha doğru olacağını düşündü. “Ben hiç uykusuzluk yaşamadım,” dedi. “Ama bu sorunu yaşayan insanlar eninde sonunda bir çare bulurlar.”

“Benim yeni bir şey denemeye cesaretim yok.”

Adam çok bitkindi. Hareketleri umutsuzluğunu yansıtıyordu. Kısa bir süre için her ikisi de sessiz kaldılar.

“Peki, hiç egzersiz yapmayı denedin mi?” diye sordu Is-bister çekinerek. Muhatabının perişan yüzüne odaklanmıştı. Gezinti için giydiği kıyafetleri ne kadar da perişandı.

“Bak bunu denedim işte. Hem de deliler gibi. Günlerce sahilde yürüyüş yaptım. New Quay’dan başlıyordum… Hiçbir işe yaramadı. Sadece zihin yorgunluğumun yanına bir de beden yorgunluğu eklendi. Zaten bu dert kendimi çok zorladığım için başıma musallat oldu. Aslında…”

Durdu. Yorgunluğu konuşmasına izin vermiyordu. Zayıf eliyle alnını ovuşturdu. Kendi kendine konuşuyormuş gibi devam etti.

“Ben yalnız bir kurdum. Tek başına bir adamım. Dolaşıp durduğum bu dünyada aslında hiçbir yerim yok. Karım yok. Çocuğum yok. Çocuksuz bir adam, hayat ağacındaki ölü dallardan farksızdır. Ne karım var, ne de çocuğum. Hiçbir görevim, hiçbir sorumluluğum yok. Yüreğimde hiçbir arzu yok. Sonunda yapabilecek bir şey buldum.”

“Bunu yapacağım dedim kendi kendime. Ve amacıma ulaşabilmek için, bu köhnemiş bedenin uykusuzluğunu azaltabilmek için ilaçlara sığındım. Aman yarabbi! Çok fazla ilaç kullandım. Bilmem hiç bedensel zayıflık yaşadın mı? Hayatından çok şeyi alıp götürür. Bizler yarı ölü sayılırız bir yerde. Yemek yedin mesela. Hemen sindirim ilacı alacaksın. Yoksa başın dertte demektir. Sürekli çıkıp hava almak lazım. Yoksa kafan ağırlaşmaya başlar. Aptallaşırsın. Düşüncelerin uçurumlara, çıkmaz sokaklara sürüklenir. Delice düşünceler dolaşır içinde. Sonra bir ağırlık çöker üstüne. Uyursun. İnsanlar aslında uyumak için yaşarlar. En güzeli günün uyku haricindeki bölümünün mümkün olduğunca kısa olmasıdır. Sonra işte o kötü arkadaşlar çıkar gelir. Şu ilaçlar… Yorgunluğunu dindiren alkaloidler. Ve uykuyu öldüren sade kahve, kokain…”

“Anlıyorum,” dedi Isbister.

“Elimden geleni yaptım,” diye devam etti uykusuz adam. Huzursuzluğu ses tonuna yansıyordu.

“Bu durum da ödülü oluyor o zaman?”

“Evet.”

Öylece kalakaldılar bir süre.

“Uykuya olan hasretimin büyüklüğünü hayal bile edemezsin. İşimi yapıp bitirdim. Sonraki altı uzun gün boyunca zihnimde bir girdap vardı, hiçbir yere varmayan bir düşünceler sağanağı… Kafam darmaduman…” durdu. “Uçuruma doğru…”.

“Uyuman gerekiyor,” dedi Isbister kararlı bir havada. Sanki bir çare bulmuştu. “Kesinlikle uyumalısın.”

“Zihnim hiç olmadığı kadar berrak. Fakat anafora doğru sürüklendiğimi çok iyi biliyorum. Az sonra…”

“Evet?”

“Hiç girdaba sürüklenen birisine rastladın mı? Karanlığa sürüklenen… Bu tatlı dünyadan koparak aklını yitiren…”

“Ama…” Isbister itiraz etmeye çalıştı.

Adam elini ona doğru uzattı. Gözleri birdenbire vahşileşmişti. Bağırmaya başladı. “Kendimi öldürmem gerekiyor. Belki de hemen şimdi, şuracıkta. Şu karanlık uçurumun dibinde. Dalgaların yükselip alçaldığı şu köşede… Kendimi aşağı atarsam öyle ya da böyle sonunda uyumuş olurum.”

“Bu çok saçma,” dedi Isbister. Adamın isterik hali onu ürkütmüştü. “İlaç kullanmak bundan çok daha iyidir.”

“Ne olursa olsun, sonunda uyuyabileceğim,” diye tekrarladı adam. Isbister’ı umursamamıştı bile.

Isbister ona baktı, “Sonucun kesin olmadığını biliyorsun değil mi?” dedi. “Lulworth Koyu’nda bunun gibi bir uçurum var. Bunun kadar yüksek. Neyse, küçük bir kız düştü bu uçurumdan. Ölmedi. Şimdi gayet iyi durumda.”

“Ama burada kayalar var. Soğuk bir gece, adam keder içerisinde uzanmış kayalara. Kırılan kemikleri titreşirken gıcırdıyor. Dalgalanan soğuk su ürpertiyor onu. Nasıl?”

Göz göze geldiler. “Seni hayal kırıklığına uğrattığım için özür dilerim,” dedi Isbister pervasızca. “Ama bu uçurumdan atlayarak intihar etmek ya da herhangi bir uçurumdan, bir sanatçı olarak söylüyorum ki fazlasıyla amatör işi.” Alabildiğine yapmacık bir ifadeyle gülümsedi.

“Peki ya öbür mesele?” dedi uykusuz adam. Rahatsızlığı her halinden belli oluyordu. “Öbür mesele ne olacak? Bir insan geceler boyunca, geceler boyunca… Nasıl aklını koruyabilir ki?”

“Bu sahilde yalnız mı dolaştın?”

“Evet.”

“Aptalca bir şey yapmışsın. Bu şekilde konuştuğum için beni bağışla. Demek yalnız dolaştın! Senin de dediğin gibi bedensel yorgunluk, zihinsel yorgunluğa fayda etmez. Sana kim böyle yapmanı söyledi? Hiç olacak iş mi? Yürüyüp duracaksın bütün gün. Tepende güneş, sıcak. Yorgunluk. Yapayalnızsın. Etraf ıssız. Sonra gideceksin yatağa, hadi bakalım uyu uyuyabilirsen.”

Isbister kısa bir süre durdu ve kuşkuyla, ızdırap içerisindeki adamın yüzüne baktı.

“Şu kayalara bak,” dedi adam. “Orada sonsuza kadar parlayıp dalgalanacak olan denize bak. Uçurumun altında, karanlığa dalan şu beyaz köpüklere bir bak. Ve göz alıcı güneşe ev sahipliği yapan mavi gökyüzüne… Bu senin dünyan. Bunu kabul et. Sen burada olmaktan mutlusun. O seni ısıtır. Mutlu eder. Ve ben…”

Yüzünü döndü. Beti benzi atmıştı. Solgun gözleri kan çanağına dönmüş, dudakları morarmıştı. Neredeyse fısıldar gibi konuşuyordu. “Dünya benim sefaletimin örtüsüdür. Bütün dünya! Sadece sefaletimi gizlemeye yarar.”

Isbister yanı başlarındaki uçurumun vahşi güzelliğine baktı. Adamın yüzündeki ifade ne kadar da umutsuzdu. Bir süre söyleyecek laf bulamadı.

Adama karşı çıktığını ima eden bir hareket yaptı. Kendini topladı ve lafa girdi. “Git ve güzel bir uyku çek,” dedi. “Ondan sonra her şey başka türlü gözükecek sana. Sen benim sözümü dinle.”

Bu karşılaşmanın son derece ilginç bir tesadüf olduğunun farkındaydı. Sadece bir saat öncesine kadar fazlasıyla canı sıkılıyordu. Nihayet kendine yapacak faydalı bir iş bulmuştu. Hemen kontrolü eline aldı. Bu tükenmiş adamın öncelikli ihtiyacı arkadaşlıktı. Kendini çimlerin üzerine attı. Rahat bir tavır takındı. Arkadaşça bir sohbet iyi gelir diye düşündü.

Adam tam bir kayıtsızlığa gömülmüştü. Sıkıntılıydı. Denize bakıyordu. Sadece Isbister’ın sorduğu sorulara kısa yanıtlar vererek konuşuyordu. Kimi zaman bu soruları da sessizlikle geçiştiriyordu. Diğer taraftan kendi çaresizliğini aşmayı amaçlayan bu hayırsever girişime herhangi bir itirazı yoktu. Hatta minnettar gözüküyordu.

Isbister tek başına yürütmeye çalıştığı sohbetin giderek canlılığını yitirmeye başladığını fark etti. Bunun üzerine Bodcastle’a dönmeyi ve Blackapit’ten manzarayı izlemeyi teklif etti. Birlikte yola çıktılar. Adam yolun yarısında kendi kendine konuşmaya başladı. Berbat bir yüz ifadesiyle Isbister’a döndü. “Ne olabilir ki?” diye sordu zayıf ellerini açarak. “Ne olabilir ki? Dön, dön, dön, dön… Sürekli dönüyor, dönüyor…”

Yürürken bir yandan da elleriyle daireler çiziyordu.

“Tamamdır moruk,” dedi Isbister. Eski bir dostuyla konuşur gibiydi. “Sen canını sıkma. Bana güven.”

Adam ellerini indirdi. Penally’nin ötesindeki tepeyi ve burnu geçtiler. Uykusuz adam arada sırada el hareketleri yaparak kendi kendine bir şeyler anlatıyordu. Kafasındaki karmaşık düşüncelerle ilgili başı sonu belirsiz cümleler çıkıyordu ağzından. Blackapit’e bakan bir yer bulup oturdular. Isbister, yolun ikisinin yan yana yürümesine izin verecek kadar genişlediği her noktada sohbeti sürdürmeye çalışmıştı. O sırada da Boscastle Limanı’nın inşasının ne kadar zor olduğunu anlatıyordu. Kötü iklim şartları pek çok engel çıkarmıştı. Arkadaşı aniden sözünü kesti.

“Başım eskiden olduğu gibi değil.” Doğru ifadeyi bulamadığı için yine meramını el kol hareketleriyle anlatmaya çalışıyordu. “Eskiden olduğu gibi değil işte. Kafamda bir ağırlık var. Ya da bir mahmurluk. Aniden düşen bir gölge gibi. Karanlığın içinde dönen bir şey… Bir fikirler keşmekeşi, karmaşa, girdap. İfade edemiyorum bir türlü. Zorlukla odaklanabiliyorum. Sana anlatması çok güç.”

“Takma kafana moruk,” dedi Isbister. “Galiba anlıyorum derdini. Bana anlatmak için kendini bu kadar zorlamana da gerek yok zaten. Sonuçta ne yaşadığını en iyi sen biliyorsun.”

Uykusuz adam, parmaklarıyla gözlerini ovuşturdu. Is-bister bu sırada konuşmaya devam etti. Derken aklına parlak bir fikir geldi. “Hadi gel benim odama gidelim,” dedi. “İstersen pipo içeriz. Sana Blackapit çizimlerimi gösteririm. Tabii eğer ilgini çekerse?”

Adam bu teklifi de uysalca kabul etti. Yol boyu Isbister’ın ardından yürüdü.

Isbister adamın yokuşu inerken sık sık tökezlediğini fark etmişti. Hareketleri yavaş ve tereddütlüydü. “Hadi gel içeri,” dedi Isbister. “Sigaralarımdan ve nefis içkilerimden denersin. Tabii eğer içmeyi seviyorsan.”

Yabancı, bahçe kapısına geldiğinde tereddüt etti. Sanki yaptığı hareketlerin bilincinde değildi. “Ben içki içmem,” dedi yavaşça. Kısa bir süre sonra sözlerini tekrarladı: “Hayır, ben içki içmem. O döner. Dönüp durur…”

Adam, kapının eşiğine gelince birden sendeledi. Zorlukla ayakta durabiliyordu. Paldır küldür içeri girdi.

Bulduğu rahat bir koltuğa yığılıverdi. Adeta koltuğa gömülmüştü. Öne eğilip, alnını kolunun üzerine koydu. Tamamen hareketsizdi. Biraz sonra adamdan belli belirsiz bir hırıltı gelmeye başladı.

Isbister acemi bir ev sahibinin tedirginliğiyle odada dolaşıyor, neredeyse hiçbir karşılık gerektirmeyen küçük açıklamalar yapıyordu. Portfolyosunu alıp masanın üzerine koydu. Saate baktı.

“Benimle birlikte akşam yemeği yemek ister misin?” dedi. Elinde yanmayan bir sigara vardı. Adamı usulünce idare etmek için neler yapabileceğini düşünüyordu. “Sadece soğuk kuzu eti var. Ama şimdi iyi gider. Bir de turta.” Biraz durduktan sonra aynı sözleri tekrarladı.

Adam hiçbir yanıt vermedi. Isbister öylece durdu. Gözlerini adama dikti.

Sessizlik bir süre daha devam etti. Isbister’ın dikkati dağılmıştı. Yanmayan sigarasını bıraktı. Adamda en ufak bir hareketlilik yoktu. Isbister portfolyoyu eline aldı. Açtı. Sonra geri yerine koydu. Konuşup konuşmamak konusunda kararsız kalmıştı. “Belki de” diye fısıldadı. Aklından geçen düşüncenin doğruluğundan emin olamıyordu. Kapıya döndü. Parmak uçlarına basarak odadan dışarı çıktı. Her attığı adımdan sonra dönüp arkadaşına bakıyordu.

Kapıyı sessizce kapattı. Evin kapısı açık duruyordu. Dışarı çıktı. Bahçede bıldırcın otlarının bittiği bir noktada dikildi. Açık pencereden içerideki yabancıyı görebiliyordu. Sessiz ve durgundu adam. Duruşunda en ufak bir değişiklik yoktu.

O sırada sokakta oynayan çocuklar birden durdular. Büyük bir ilgiyle ressam amcalarını süzüyorlardı. Oradan geçmekte olan bir sandalcı, nezaketle selamladı Isbister’ı. Anlaşılan, düşünceli hali çevredeki insanlara garip gelmişti. Belki bir sigara yakarsa daha doğal görünebilirdi. Piposunu çıkartıp yavaşça hazırladı.

“Bakalım başarabilecek miyim…” dedi. Hafif bir hoşnutsuzluk vardı halinde. “Birisinin ona bir şans vermesi gerekiyordu.” Bir kibrit çakıp piposunu yaktı.

Mutfaktan çıkan ev sahibesi, onun odasına girmek üzereydi. Isbister, hemen geri döndü ve sigara tuttuğu eliyle işaret ederek oturma odasının girişinde durdurdu kadını. Fısıldayarak durumu açıkladı. Ev sahibesi, Isbister’ın misafir getirdiğini bilmiyordu. Isbister, oldukça garip olan durumu açıklamakta zorlanmıştı. Kadın geri çekildi. Biraz şaşırmıştı. Kadın gidince, Isbister verandanın köşesinde durup adamı izlemeye devam etti.

Piposunu bitireli epey olmuştu. Evin dışında yarasalar dolaşıyordu. Sonunda merakı tüm tereddütlerine üstün geldi. Karanlık olan oturma odasına doğru süzüldü. Girişte durdu. Yabancı hâlâ aynı pozisyonda duruyordu. Pencerenin karşısında siyah bir gölge gibiydi. O sırada limandaki gemilerden birinde denizciler şarkı söylüyorlardı. Onun dışında gece tamamen sessizdi. Bahçedeki bıldırcın otu ve hezarenlerin dikenleri başkaldırmış ve kıpırdamadan duruyordu. Bir anda Isbister’ın zihninde bir şimşek çaktı. Adamın oturduğu sandalyenin üzerine eğildi. Dinlemeye başladı. İçinde rahatsız edici bir şüphe uyanmıştı. Giderek bu şüphenin haklılığına ikna oldu. Hem şaşırmış, hem de korkmuştu. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın adamın nefes alışını duyamıyordu.

Sessizce sandalyenin etrafından dolaştı. Tekrar dinlemeye çalıştı. En sonunda elini sandalyenin arkasına koyup iyice yaklaştı. Neredeyse kafa kafaya geleceklerdi adamla. Bütün dikkatini verdi. Bir şeyler duymaya çalıştı.

Misafirinin yüzünü incelemek istedi. Hafifçe eğilerek baktı. Gördükleri dehşete kapılmasına neden oldu. Adamın gözleri bembeyazdı.

Tekrar baktı. Gözlerinin açık olduğunu fark etti. Göz bebekleri göz kapaklarının altına gizlenmişti. Korkuyordu. Adamı omuzlarından tutup sarsmaya başladı. “Uyuyor musun?” diye bağırıyordu. “Uyuyor musun?”

Adamın ölmüş olduğuna neredeyse tamamen ikna olmuştu. Paniğe kapıldı. Sandalyenin etrafında dört dönüyordu. Yardım istemek için ev sahibesinin zilini çaldı.

“Lütfen hemen bir ışık getirin,” dedi girişte durup. “Arkadaşımın durumu hiç iyi değil.”

Tekrardan adama döndü. Omuzlarını sıkıca kavrayıp sarsmaya devam etti. Bir yandan da bağırıp çağırıyordu. Ev sahibesi elinde lambasıyla içeri girince ortalık birden sarı ışıkla aydınlandı. Adamın yüzü bembeyazdı ve kadına doğru boş boş bakıyordu. “Bir doktor getirmeliyim” dedi Isbister. “Ya öldü ya da baygınlık geçiriyor. Köyde bildiğiniz bir doktor var mı? Nasıl ulaşabilirim doktora?”

1.İlk olarak 1869 yılında yayımlanmaya başlayan The Graphic, İngiltere merkezli bir gazetedir. Çizimlerle hazırlanan gazete, 1932 yılına kadar aynı isimle yayımlanmaya devam etmiştir. Gazetenin kurucusu ünlü bir sanatçı, ahşap oymacı ve siyaset adamı olan William Luson Thomas’tır. (ç.n.)
2.Vulgarisation: Vülgarizasyon terimi herhangi bir şeyin halk diline indirgenmesi, ana hatlarıyla kaba bir şekilde sunulması anlamlarına gelir. Büyük ölçüde teknik bilgi içeren ve karmaşık nitelikteki meseleler vülgarize edilerek daha anlaşılır bir hale getirilebilirler. Ne var ki vülgarizasyon konunun farklı boyutları ve derinliğiyle kavranmasına engel olabileceğinden son derece tehlikeli sonuçlara gebedir. (ç.n.)
3.Love interest: Edebi metinlerde kullanılan standard bir tiplemedir. Hikâyenin başkahramanının duygusallığı bu tiplemenin üzerinde yoğunlaşır. Bu tipleme daha sonra edebiyattan sinemaya da taşınacaktır. (ç.n.)
23 002,39 s`om

Janrlar va teglar

Yosh cheklamasi:
0+
Litresda chiqarilgan sana:
03 iyul 2023
Hajm:
1 Sahifa 2 illyustratsiayalar
ISBN:
978-625-8068-58-0
Mualliflik huquqi egasi:
Maya Kitap

Ushbu kitob bilan o'qiladi

Muallifning boshqa kitoblari