Kitobni o'qish: «Cervantes'in hayatı»
Önsöz
Bundan yaklaşık bir buçuk sene önce yaptığımız yayın kurulu toplantısında hepimizi heyecanlandıran bir karar aldık. Aforizma Dizisi ile başladığımız, Bir Nefeste Dizisi ve Masal Dizisi’yle devam ettiğimiz dizilerimize bir yenisini daha ekleyecektik: Biyografi Dizisi. Birkaç yayınevinde gayet başarılı biyografiler olmasına rağmen hem günümüz okur kitlesine hitap eden hem de kişilerin hayatlarının en sıradan detaylarını bile son derece canlı bir şekilde anlatan kitaplarda bir boşluk olduğunu fark ettik. Bu alanda gördüğümüz boşluğu doldurmak için hemen kollarımızı sıvadık ve işe koyulduk.
Öncelikle biyografisini okumak istediğimiz ve hayatını ilginç bulduğumuz tarihi kişilikleri belirledik. Sonra bunların arasında yayımlanmaya değer olduğunu düşündüğümüz biyografileri seçtik. Bu bağlamda ilk etapta on önemli tarihi kişinin biyografisi ortaya çıktı. Bu on kişinin hayat hikâyesini bize aynı edebi tat ve ruhla aktaracak çevirmenler aramaya başladık. Fakat bu süreçte en çok kararsız kaldığımız şey kapak tasarımı oldu. Çünkü bir biyografi dizisine yakışır sadelikte, aynı zamanda bu önemli tarihi şahsiyetlerin hayatlarını anlatacak canlılıkta kapaklar olmasını istiyorduk. Önümüze gelen ondan fazla taslak üzerinde günlerce kafa yorduk ve ortak bir karar vermek için çabaladık. En sonunda taslakları ikiye indirdik ve hepimizin içine sinen bu kapakta karar kıldık.
Kitapları yayına hazırlama aşamasında metinle o kadar içli dışlı olduk ki bahsedilen tarihi figürlerin hayatlarına girdikçe yaptığımız işten daha çok keyif almaya başladık. Hepimizin ismen bildiği kişilerin yaşam öykülerini okudukça aslında onların da sizin bizim gibi bir insan olduklarını, bizimle aynı duyguları paylaştıklarını, hayatın onları da tıpkı bizler gibi oradan oraya savurduğunu gördük.
Uzun uğraşlar sonucu ortaya çıkardığımız bu diziyi siz okurlarımızla paylaşmaktan memnuniyet duyuyoruz. Birer tarihi kayıt niteliği taşıyan bu yaşam öykülerini okurken keyif almanız tek temennimiz.
“İyi yazılmış bir hayat öyküsü, en az iyi yaşanmış bir hayat kadar nadidedir.”
Thomas Carlyle
Giriş
Cervantes’in hayatı üzerine birçok eser yazılmıştır, bendeniz iki adet yazdım. Don Kişot çevirime (1888) önsöz olarak eklenen kapsamlı biyografi, bu esere bir giriş olarak düşünülmüştü. Zira bana göre en iyi yorum, yazarın hayatını incelemek suretiyle yapılır. Don Kişot’un dünyanın en büyük klasiklerine yaraşır bir şekilde günümüze uyarlanmış bütün ve eksiksiz bir baskısını yapmıştık. Bu kitabın baskı adedi o kadar azdı ki “yayımlanmak” kelimesini hak etmiyordu denebilir.
Cervantes’in hayatı üzerine yazılmış bu eser, çevirime önsöz yazmak için topladığım materyallerden oluşmuş tamamen yeni bir eserdir. Derlediğim bilgiler yeniden yazılmış, yeniden düzenlenmiş, eleştiriler ve edebiyat tarihiyle ilgili bazı çıkarmalar ve eklemeler yapılarak daha geniş bir okuyucu kitlesine hitap etmesi sağlanmıştır. Cervantes’in hayatı hakkındaki bilgilere ulaşmak için İspanya ve başka yerlerdeki mevcut kaynakların tümüne başvurdum, fakat ileri sürdüğüm teoriler ve fikirlerin sorumluluğu sadece bana aittir.
H. E. Watts
Gustave Dore Don Quixote (Don Kişot) 1863, Paris.
Birinci Bölüm
“Geçmiş dönemlerde yaşamış güçlü bir adam, Lepanto’da cesurca savaştı. Cezayir’de bir köle olarak tüm gücüyle çalıştı, kendini bu işten kurtardı. Şaşırtıcı bir neşeyle yoksulluğa, açlığa ve dünyanın nankörlüğüne katlandı. Sol kolunu kaybetmesine ve hapishanede olmasına rağmen en mutlu ve en derin modern kitabımızı yazdı, ismini de Don Kişot koydu.”
Thomas Carlyle, Miguel de Cervantes’in hayatını ve eserini kısaca böyle özetler. Kısa ve temelde doğru olsa da bu özet, daima eserinin gölgesinde kalmış bu büyük yazara dair tüm bilindik hataları içinde barındırmaktadır. Cervantes, talihsiz hayatı boyunca içine sık sık düştüğü tüm felaket dönemlerinde olduğu gibi, esaretinde de cesurca çalıştı. Ancak “kendini cesurca kurtarmak” gibi bir şey yapmadı; kendini kurtarmak uğruna kahramanca girişimlerde bulunsa da sonunda fidyeyle kurtarılmayı kabullendi. Tek kollu değildi, iki kolu vardı; fakat bir eli savaşta aldığı yaralar nedeniyle sakatlanıp işe yaramaz hale gelmişti. Büyük eserini hapishanede yazmadı; bu eseri yazma fikri aklına burada geldi. Ayrıca, Don Kişot’un modern kitaplar arasındaki “en mutlu” kitap olup olmadığı da tartışma konusudur. Yazarın kendi ifadesiyle bu kitap, “melankolik ruhlar için bir meşgale” olarak tasarlanmış olsa da, eserin ruhunu inceleyenler Don Kişot’ta mutluluktan çok keder bulmuştur. Şüphesiz ki komedi çok derinse de kaynağı gözyaşlarına dayanır; “mutlu” sıfatı, eserle ilişkilendirilen bakış açısına yapılmış bir yakıştırmadır. Hayatının sonbaharında, umutlarının ve hayallerinin bitiminde, şövalye kitapları üzerine bu parodiyle kahramanlık özlemini yazıya döken yaşlı, sakat ve fakir asker Cervantes’in mutlu bir ruh halinde olmadığına şüphe yoktur. Zaten şövalye romantizmini ondan daha çok seven biri de yoktur. Kendisi de kahramanını sarhoş eden pınardan kana kana içmiştir. Alonso Quijano’yla aynı hastalığa yakalanmış, şövalyenin görevinin dünyadaki hataları düzeltmek olduğuna dair hoş yanılgıyı paylaşmıştı. Kendisi de gezgin bir şövalyeydi, kendi özü de romantizmdi. Gençliğinde, şövalyelik düşüncesi gözlerini kamaştırmıştı. Geçmişin efsanevi görkemlerini ve Amadis’in1 başarılarını hatırlatan geçit törenlerinde ve savaşlarda bulundu. Hayalleri tükenmiş, istediği serveti bulamayıp hayal kırıklığına uğramış; romantizm ve şövalyelik için son derece ölümcül bir dönem olan II. Philip’in hükmü sona ermek üzere olsa da, hem sağlığını hem de umutlarını kaybetmiş bir adamın Don Kişot’u mutlu bir yürekle yazmış olduğunu düşünebilir miyiz? Aslında Don Kişot’u kitapların en neşelisi olduğu kadar en matemlisi olarak da değerlendirebiliriz. Bu eserin olağanüstü ününün ve ebedi hoşluğunun kaynağı, şövalyelik dönemine duyulan özlemle budalaca ve vahşi şövalye kitaplarına duyulan nefret ve tiksintiden doğan öfkeyi dışa vurmak için yazılmış olması değildir. Don Kişot, ölümsüzlüğünü tüm okurlarının ruh halleriyle hayallerini yansıtabilme ve insan doğasının zenginliğiyle gerçekliğini gözler önüne sermesine borçlu olamaz mı?
Kitabı ve amacını anlamak için yazarı tanımalıyız. Cervantes’in hayatı da en az kahramanınki kadar romantik, tuhaf maceralarla dolu, tehlikeler ve dertlerle çevrili, cesur bir kararlılık ve neşeli bir iyi niyetle yaşanmış bir hayat. Büyük bir İngiliz şairi, şövalyeliğin özüne uygun bu hayatın amacını çarpıtarak Cervantes’i “gülüp geçmek”le suçlamıştır. Şüphe yok ki tarihe geçmiş yazarların hiçbirinin hayatı bu kadar hareketli, bu kadar tehlikeyle çevrili, talihsizlik dalgaları açısından bu kadar zengin, bu kadar inişli çıkışlı, canlı ve macera dolu değildir. Bu hayatın hikâyesini öğrenebileceğimiz birçok kaynak var. Miguel de Cervantes, New Castile eyaletinin Alcalá de Henares isimli antik kasabasında Kardinal Ximenes tarafından 9 Ekim 1547’de vaftiz edilmiştir. İspanyol geleneğine göre doğan çocuklara doğdukları günün azizinin ismi verilir. Bu nedenle verilen isimden yola çıkarak Cervantes’in doğum tarihinin Aziz Michael ziyafet günü olduğunu tahmin edebiliriz. Miguel de Cervantes’in vaftiz edilme tarihi, Yüce Santa Maria cemaat kilisesindeki kayıtlara geçmiştir. Alcalá’nın yerlisi ve bu kasabanın asilzadelerinden biri olduğu, Haedo’nun 1612 tarihli Cezayir’in Topografyası eserinde belirtilmiştir. Cervantes’in bizzat kaleme aldığı birkaç resmi belge ve onu tanıyanlar da Alcalá’nın yerlisi olduğunu belirtmektedir. Fakat kendi hemşerileri en büyük yazarlarına karşı o kadar umursamaz ya da o kadar ilgisizlermiş ki, doğum yerini iki yüz yıl boyunca keşfedememişler. Cervantes’in kahramanının doğum yeri hakkında bilerek yarattığı “cyo nombre no quisb acordarse2” ve kitabın sonunda “Onu doğurmuş olmanın onuru için La Mancha’nın tüm kasabaları ve köyleri yarışabilir, tıpkı Homeros için yarışan Yedi Şehir gibi,” diyerek açıkladığı gizem kendisini aştı. Çünkü kendi doğum yeri de bilinmiyordu ve yedi şehir gerçekten de Miguel de Cervantes’in doğduğu yer olduklarını iddia ederek yarıştılar. Bir ya da iki tanesi ortaya çıkan tüm sağlam kanıtlara rağmen hâlâ bu yarışı sürdürmektedir. Bu yedi şehir Madrid, Sevilla, Toledo, Lucena, Esquivias, Consuegra ve Alcàzar de San Juan’dır. Sonuncusu, günümüzde bile Don Kişot’un yazarının dünyaya geldiği yer olduğunu iddia eder ve şüphe duyan ziyaretçilere gururla “Blas Cervantes Saavedra ve Catalina Lopez’in oğlu Miguel”in 9 Kasım 1558 tarihinde doğduğu yazılı olan kilise kayıtlarını gösterir. Bu kaydın karşısında, modern yazıyla şu yazmaktadır: “Este fué el autor de la historia de Don Quixote3.” Tabii ki bu gerçek Miguel olamaz, tüm kanıtları (Cervantes’in kayda geçen sözleri de dahil) bir kenara bıraksak bile tarihin kendisi bunun gerçek olmadığını kanıtlamaya yeter. Cervantes, Kasım 1558 tarihinde doğmuş olsaydı Lepanto Savaşı’nda çarpıcı bir rol aldığı sırada on üç yaşında bile olamazdı. Belirsiz ve değersiz hayatı (anlaşıldığı kadarıyla bir serseriymiş) daha yaşlı ve daha ünlü olanla karışan ikinci bir Miguel de Cervantes Saavedra (büyük ihtimalle uzak bir kuzen) bulunduğuna şüphe yoktur. Bu konuda (hiç oluşmamış olması gereken) tüm şüpheleri yok eden ilk yerli bilgin III. Charles’ın kütüphanecisi Juan de Iriarte olmuştur. Kendisi kraliyet elyazmaları arasında 1580 yılında Cezayir’den alınan esirlerin olduğu bir liste bulmuştur. Listedeki isimler arasında “Miguel de Cervantes, otuz yaşında (aslında otuz üç yaşındaydı), Alcalá de Henares yerlisi,” ifadesi yer almaktadır. Bilgin Peder Sarmiento 1761 yılında yazdığı Noticia sobre la Verdadera Patria de Cervantes isimli eserinde bu soruyu kesin olarak cevaplamıştır.
Gerçek Miguel de Cervantes’in babası Alcalá yerlisi olan Rodrigo de Cervantes’ti; annesi Leonor de Cortinas ise komşu Barajas köyündendi. Annesi ve babası asilzade olsalar da zengin sayılmazlardı. 1540 yılında evlendiler ve dört çocukları oldu; iki erkek, iki kız. Miguel bu çocukların en küçüğüydü. Büyük kardeşi Rodrigo, Philip savaşlarında başarı kazanmış bir askerdi. Levant’ta, Miguel’le birlikte görev yaptı, aynı zamanda esir alındı ve bir süre Cezayir’de onunla birlikte esir kaldı. Marqués de Santa Cruz’un Azorelere karşı yaptığı seferde oldukça başarılı olduğu ve Flandre’de, Miguel’den önce, belirsiz bir tarihte öldüğü biliniyor. İki kez evlenen ablası Andrea, dul kaldıktan sonra kardeşinin yanına yerleşti ve kardeşi ölene kadar onun yanında yaşadı. Küçük kız kardeşi Luisa, 1561 yılında Karmelit rahibesi oldu. Rodrigo de Cervantes’in babasının ismi Juan idi ve Osuna şehrinde corregidor (paralı hâkim) olduğu için statüsü torunlarından daha üstün olan büyükbabanın bahsi tarihte “Philip’in sarayında sözü geçen asilzade Conde de Ureña’nın4 arkadaşı ve ortağı” olarak geçmektedir. İsimlerine nüktedan bir gönderme yapmak amacıyla armalarında iki geyik kullanan Cervantes ailesinin kökeni Galiçya’ya dayanmaktadır. Erken soy izleme uzmanlarına göre (Don Kişot’un yazarını onurlandırmayı hiç düşünmemiş oldukları çok açıktır) soyları Leon’un Gotik krallarından gelmektedir. On birinci yüzyılda Toledo’da alcaide (polis memuru) olarak görev yapmış ünlü savaşçı Nuño Alfonso ile doğrudan kan bağları vardır. Alfonso’nun oğlu, babasından miras kalan kaleyle çevresindeki toprakların ismi olan Cervatos’u (geyik bölgesi) soyadı olarak almıştır. Bu oğul, soyadını telaffuzu daha güzel olan Cervantes’e çevirerek bu ismi taşıyan ilk kişi olmuştur. Eğer kâtipler ve soy izleme uzmanları yalan söylemiyorsa, II. Juan’ın hükmü sırasında Sevilla’nın veinticuatrosu (şehir ayanı) Juan de Cervantes, bu kişinin baba tarafından gelmektedir. Juan’ın Miguel de Cervantes’in atası olduğu konusunda ise hiçbir şüphe yoktur5. Genişleyen ailenin bir kolu, on beşinci yüzyılın başlarında “La Mancha”ya yerleşti; bu ailenin bazı üyeleri Santiago ve San Juan’daki askeri birliklere komuta ettiler. Miguel de Cervantes 1580 yılında Cezayir’den döndüğünde kendini aynı ismi taşıyanlardan ayırmak için (aile fertleri oldukça fazlaydı, ayrıca isim hem İspanya’da hem de Güney Amerika’da yaygındı) atalarından Saavedra soyadını da alarak ismini Cervantes (genellikle Cerbantes6) Saavedra olarak yazmaya başladı.
Miguel de Cervantes’in çocukluğu ve gençliği hakkında bazı önsözlerinde ve ithaflarında nadiren yazdığı küçük detaylar dışında bir şey bilinmiyor. Miguel’in gençliğine dair ilk öğrendiklerimizden birinin kaynağı, Cervantes’in 1615 yılında, ölmeden birkaç ay önce bastığı Komediler’in önsözünde bulunan ilginç bir otobiyografi paragrafıdır. Cervantes bu yazıda İspanyol tiyatrosunun kurucusu “Büyük Lope de Rueda” ile ilgili hatıralarını anlatır. Lope de Rueda aylaklardan oluşan kumpanyasıyla ülkeyi dolaşır, son derece ilkel ve basit araçlarla kendi yazdığı oyunları oynardı. Genç Cervantes’in tüm reddedilmelerine ve başarısızlıklarına rağmen asla bastırmayı başaramadığı tiyatro dürtüsünün kaynağının “komediyi ilk defa bol giysilerinden kurtarıp düzgün bir kılığa ve ortama sokan” Lope de Rueda olduğuna şüphe yoktur. Cervantes ilk eğitimini Lopez de Hoyos adında şiirler ve bildirgeler yazan (o dönemde hangi eğitimli adam yazmıyordu ki?), o zamanlar centilmenliği ve bilgeliğiyle ünlü olan bir öğretmenden aldı. Lopez de Hoyos Madrid’te yeri hâlâ bilinen bir okulda ders veriyordu, bu nedenle genç Miguel’in yaklaşık otuz kilometre ötedeki Alcalá’dan buraya geldiğini düşünmekteyiz. Navarrete7 (La Tia Fingida romanını kanımca yanlış olan temelsiz bir teoriyle Cervantes’e bağlamaktan başka bir şey yapmayan kişi) öyle söylediği için Ticknor’un çok aceleci bir şekilde kabul ettiği bir teori var. Bu teoriye göre Cervantes, Salamanca Üniversitesi’nde eğitim almış. Fakat bu efsane birçok imkânsız nokta barındırdığı için kolayca çürütülebilir. Cervantes’in ebeveyni, maddi açıdan, küçük oğullarını Salamanca’ya gönderecek kadar iyi durumda değildi. Ayrıca çok yakınlarında en az onun kadar ünlü bir üniversite varken çocuklarını bu kadar uzağa göndermeleri de pek olası değil. Cervantes’in herhangi bir üniversiteye ya da kiliseye gittiğine dair hiçbir kanıt yok. Meslek öğrendiğini gösteren bir şey de yok. Eğitimi çok derin ya da kesin olmasa da o dönemde yazan ortalama insana denkti, genel kültürü ise daha üstündü. Bunu Hoyos’a ve akranlarına göre çok daha fazla okumasına borçlu olmalıdır; özellikle de kendi ülkesinin edebiyatı ve İtalyan şiiri üzerine yaptığı okumalara. Hoyos bu öğrencisi için özel bir sevgi besliyor gibi görünüyor, hatta bu gençteki cevheri ilk gören olmakla kalmayıp dehasına şekil veren ilk kişi olduğunu iddia etmiş olması oldukça muhtemeldir. II. Philip’in üçüncü eşi Valoisli Isabel’in ani ve üzücü ölümünden sonra toplumun kederi sayısız kasideye ve ağıda dönüştü. Bu eserlerin dikkate değer bir kısmı Lopez de Hoyos’un öğrencilerine atfedilmektedir, yarım düzine kadarı ise Miguel de Cervantes tarafından kaleme alınmıştır. Sürekli baştan çıkarılan bu eşsiz ilham perisinin ilk çalışmaları, Lopez de Hoyos tarafından “zevkli üslupları”, “retorik renkleri” ve “nazik düşünceleri” açısından bolca övülmüştür. Genç şair ise (artık yirmi bir yaşındadır) ustasının “değerli ve sevgili öğrencisi” olarak anılır. Cervantes’in daha erken çalışmalarına göre şanslı sayılabilecek bu şiirler günümüze ulaşmış ve Aribau’nun Cervantes’in eserlerini içeren tek ciltlik kitabı ve Hartzenbusch’un editörlüğünü yaptığı on iki ciltlik muhteşem Argamasilla kitabıyla ölümsüzleşmiştir. Bu erken övgüler Cervantes’in şairlik becerilerinden çok Hoyos’un bir eleştirmen olarak nazik davrandığını göstermektedir. Samimiyeti hiçbir zaman kendini beğenmişliğe dönüşmemiş olsa da kendisini soyuna karşı daima sorumlu hisseden Cervantes’in Parnassus’a Yolculuk’a hoş, fakat belirsiz bir gönderme yaptığı “Filena” başlıklı pastoral şiir de bu döneme eklenebilir. Cervantes’in gençlik eserleri arasında saydığı diğer soneler, baladlar8, ağıtlar ve şiirlerin hepsi yok olmuştur. Bu eserlerin kaliteleri ne olursa olsun, Cervantes’in bu erken dönemde bile bir şair olarak tanınmasını sağlamışlardır. Fakat İspanyol biyografi yazarı Navarrete, o dönemde bile çoktan “ülkenin en beğenilen şairleri” arasına girdiğini söylediğinde biraz taraflı konuşuyor olabilir.
İkinci Bölüm
1568 yılında Papa Cenapları tarafından gönderilen Kardinal Acquaviva Madrid’e geldi. Görünürdeki amacı Kral Philip’e ölen oğlu Don Carlos için başsağlığı dilemekti; fakat aslında Milanlılar üzerindeki yetki konusunda fikir ayrılıklarını görüşmek için gelmişti. Cervantes’ten bir ya da iki yaş büyük olan bu piskopos, bir virtüöz ve edebiyat âşığı olarak adını çoktan duyurmuştu. Yetenekli insanlardan hoşlanıyordu ve halk içinde onları yanında gezdirerek “politika, bilim, eğitim ve edebiyat hakkında çeşitli ilginç sorular9” hakkında tartışıyordu. Miguel de Cervantes camarero ya da kamarot olarak Kardinal’in hizmetine girdi. Bu mevki o dönemde “angarya işler” anlamına gelmiyordu, doğuştan soylu ve eğitimli centilmenlere veriliyordu. Gururlu Mendoza ailesinin oğullarından olan Hurtado de Mendoza bile bu mevkide görev yapmış, sonra yükselerek eyaletteki en güçlü adam olmuştu. Cervantes’in Kardinal’e başarıları nedeniyle önerilmiş olduğundan şüphe duymak için bir neden yok. Sorgulanmaya açık olan şey, bazı İspanyol biyografi yazarları tarafından ortaya atılan ve Cervantes’in Kardinal’in hizmetine girmesini sağlayan şeyin Kilise’ye olan büyük sevgisi olduğunu iddia eden teoridir. Cervantes 1569’un Aralık ayında Acquaviva trenine binerek Madrid’ten ayrıldı. Artık yirmi üç yaşındaydı ve Fransa’nın güneyinden geçerek Roma’ya gidiyordu. Cervantes Roma’da sadece birkaç ay kaldı. Orduların silahlarının tıngırtıları ve savaş söylentileri dört bir yana yayılıyordu. Osmanlılara karşı yeni bir Haçlı Seferi hazırlığı yapılıyordu. Papa (V. Pius), İspanya ve Venedik hükümetlerini fikir ayrılıklarını bir kenara bırakıp deniz kuvvetleri Hıristiyanlık dünyasını tehdit eden Sultan’a karşı kutsal bir birlik oluşturmaya ikna etmişti. Silahlanma çağrısı, Cervantes’in karakterindeki bir genç için karşı koyulmazdı. 1570 yılında Kardinal’in yanındaki pozisyonundan istifa edip Don Miguel de Moncada komutasındaki İspanyol kara birliklerine katıldı. Bölüğü o sırada Kral Philip’in papaya ödünç verdiği takviye kuvvetlerle Roma’daydı. Tercio de Moncada, o dönem Avrupa’nın önde gelen askeri güçlerinden olan İspanyol kara birliklerinin en seçkin bölüklerinden biriydi. İyi ailelerden gelen genç erkekler dışında kimseyi kabul etmiyorlardı, çünkü bu bölükte hizmet etmek bile başlı başına bir onurdu. 1570 yılının yazında Moncada’nın bölüğü İspanyol takviye kuvvetleriyle birlikte Napoli’ye çağırıldı. Napoli’de Osmanlılara saldırmaya hazırlanan büyük bir donanmaya katılacaklardı. Cervantes Napoli’de “sokaklarda bir yıldan fazla gezdiğini” söylüyor. Kutsal birliğin toplanması biraz zaman aldı ve toplanmayı başardığında bile Hıristiyan ülkelerin her birinin temsilcilerini barındırdığı söylenemezdi. İmparator ve Fransa Kralı katılmayı reddetmekle kalmamış, düşmana gizlice bilgi de vermişlerdi. Papanın çağrısına yalnızca İspanya ve Venedik cevap verdi ve bu iki ülke denizde müttefikten çok düşman gibi davrandı. Bir süre sonra 20 Mayıs 1571 tarihinde bir ateşkes imzalandı. Ağustos ayında müttefik donanması, amiral olarak görev yapan Avusturyalı Don Juan’ın komutası altında Messina limanında toplandı. Don Juan Napoli’den gelirken yanında İspanyolları da getirmişti. Kara birlikleri gemilere dağıtılmıştı. Miguel de Cervantes, bölüğünün bir kısmıyla birlikte Doria’nın şahsi gemilerinden İspanyol hükümetine kiralanmış Marquesa’ya atandı. Don Juan 16 Eylül günü tüm kuvvetlerini denize indirdi, donanma iki yüzden fazla kadırgadan oluşuyordu. Ayrıca yirmi dört yelkenli ve 26.000 asker vardı. Daha önce Hıristiyan bayrağı altında hiç bu kadar güçlü bir donanma toplanmamıştı.
Osmanlıların deniz kıyısındaki gücünü azaltmadığı halde denizdeki üstünlüğünü sonsuza kadar yok etmeyi başaran Lepanto Muharebesi10 7 Ekim 1571’de yapıldı. Savaşa katılan bölükler ve zaferin kısa dönemdeki sonuçları göz önüne alındığında o güne kadar yapılan en büyük deniz muharebelerinden biri olduğu görülse de savaşın gidişatı üzerinde pek fark yaratamadı. Venedikliler ve İspanyolların birbirlerine karşı duydukları kıskançlığın Osmanlılara karşı öfkelerinden kuvvetli olması, komutanlar arasındaki uyuşmazlıklar, belki de bütün nadir askerlik özelliklerine rağmen bu kadar büyük ve dağınık bir donanmayı yönetemeyecek kadar genç ve deneyimsiz olan amiralin komutası, son olarak da Osmanlı denizciliğinin üstünlüğü ve amirallerinin harika stratejileri birleşerek kazananların kuru zafer şanından başka bir şey elde edememelerine yol açtı. Yine de büyük bir çarpışma, katılan herkes için oldukça şanlı bir çatışmaydı. Cervantes’in gemisi Marquesa, Hıristiyan donanmasının sol kanadını oluşturan Venedikli provedditore Agostino Barbarigo’nun komutasındaydı. Silah arkadaşlarının ifadelerine göre, 7 Ekim sabahı Cervantes Napoli’de ateşlenmesine rağmen, hasta ve güçsüz olsa da savaşa katılmasına izin verilmesi için ısrarcı oldu. Emrine verilen on iki askerle birlikte uzun kayığın (esquife) kıç güvertesine yerleştirildi. Barbarigo’nun komutasındaki sol kanat, Osmanlıların sağ kanadına karşı büyük bir zafer kazandı ve tüm kayıtlara göre Marquesa savaşta büyük bir rol oynadı. Karşı karşıya geldiği rakipler arasında İskenderiye Paşası’nın kraliyet armasını taşıyan kadırgası da vardı. Bu gemi, çıkartma yapılarak ele geçirildi. Cervantes güverteye ilk atlayanlar arasındaydı, savaş sırasında ateşlenen silahlar üç kere göğsüne, bir kere de sol eline isabet etti. Neyse ki kahramanımızın o günkü davranışları hakkında günümüze ulaşan detaylı bir belge oldu. Marquesa’nın güvertesinde onun yanında savaşan Mateo Santisteban, 1578 yılında kralın alcalde11’si önünde ifade verdi (Miguel’in babası Rodrigo de Cervantes’in kraldan istediği para yardımına destek için çağırılmıştı). Savaş başlarken silah arkadaşlarıyla birlikte, ateşten dolayı güçsüz olduğu için Cervantes’in kamarada kalmasını söylediklerini, fakat Cervantes’in bunu yapmanın görevini yerine getirmemek olacağını, güvende kalmak için saklanmaktansa Tanrı ve kralı adına savaşırken ölmeyi yeğleyeceğini söylediğini; Cervantes’in esquife’teki yerinde, diğer askerlerle birlikte cesurca savaşmaya devam ettiğini bizzat gördüğünü söyledi. Bu ifade Cervantes’in silah arkadaşlarından Gabriel de Castañeda tarafından da doğrulanmıştır. Cervantes, Mateo Vasquez’e yazdığı şiirsel mektupta savaşın canlı bir tasvirini sunmaktadır. Merhum arkadaşım Bay J. Y. Gibson’ın duygulu versiyonundan alıntı yapıyorum; çünkü orijinal metin de (1863 yılında keşfedilmiştir) çevirisi de hak ettiği kadar bilinmemektedir:
“Güvenilmez Kader’in kem gözlerini
Düşman donanmasına doğrulttuğu o mutlu günde,
Bize gülümseyip şans bahşettiği,
Korkuyla karışık yüce bir cesaret uyandırdığı gün içimizde,
Dehşet verici savaşın ortasında durdum,
Zırhımdan daha güçlüydü umudum.
Parçalanan geminin sel gibi eridiğini,
Yaşlı Neptün’ün göğsünde binlerce delik açıldığını
Hıristiyan ile kâfir kanıyla kırmızıya boyandığını;
Ölümün zalim hevesle esip gürlediğini
Kalabalıkları oraya buraya sürüklediğini
İşkence çektirdiğini ya da hızla huzura erdirdiğini gördüm;
Çığlıklar karışmış, silah gürültüleri korkunçtu,
Çaresizler kıvranıyordu acı içinde,
Son nefesleri su ile ateşin arasında alınıyordu;
Derin iç çekişler, yüksek, sağır edici iniltiler
Yükseliyordu her yaralı göğüsten,
Lanetliyorlardı acı, zalim kaderlerini;
Damarlarında kalan kan bıraktı akmayı,
Uzaktan ve yakından yankılanan,
Zaferimizin şarkısını söyleyen borazanlar seslerini bastırırken;
Muzaffer sesler yankılandı yüksek ve gür,
İsli havayı yarıp geçti neşeli bir sel,
Kulaktan kulağa söylendi, Hıristiyanlarındı zafer!
O tatlı anda, talihsiz ben,
Bir elim kılıcımda,
Diğeri kanlar içinde durdum;
Zalim bir darbe göğsümü yaralamıştı
Derin, kapanmaz bir yara, sol elim ise
Ezilmiş, parçalanmıştı,
Tüm doktorların düzeltebileceğinin ötesinde.”
Lepanto boş bir isim haline geldi. Tüm Avrupa’yı sarsan büyük zafer unutuldu. Papa Pius’un anlık bir hezeyanla “Tanrı’nın bize gönderdiği John isimli adam” olarak nitelediği genç fatihin olağanüstü ismi, Philip’in sıradan hükmünde bile anlık bir romantizm sayfası oldu sadece. Genç Miguel de Cervantes’in şövalyelik döneminin geri döndüğünü hayal etmesine yol açmış olması çok muhtemel bu olay, dünyanın hafızasından silinmiştir. İspanya ve İtalya’nın tüm gençlerinin ve çağın en görkemli komutanlarının yer aldığı bu ünlü savaştan geriye sadece Moncada’nın bölüğündeki onbaşının ismi kalmıştır. Savaşta yalnızca Marquesa kadırgasına olanları inceleriz. Savaşın kahramanı Miguel de Cervantes’tir; Lepanto’yu ölümsüz kılan Don Kişot’tur. Fakat hayatının en büyük onurunu (Lepanto zaferindeki rolünü) unutmak ya da ona gereken önemi vermemek bu büyük yazarın anısına saygısızlık olurdu. Hayatının sonraki dönemlerinde bu savaşta aldığı yaraları, sahip olduğu en değerli lütuflar olarak görmüştü. Art niyetli gizli saldırganı Avellaneda’ya cevabında, zaferde hiçbir rol oynamadan sağlam kalacağına yaralarını ve acılarını yüklenmeyi yeğleyeceğini söylemiştir. Sol elini “sağ eli daha şanlı olsun diye” kaybetmiştir12.
Cervantes’in savaşta verdiği hizmet (her ne kadar bu hizmet sıradan bir asker seviyesine indirgenmiş olsa da), yirmi bin kişiden sadece biri olduğunu düşündüğümüzde oldukça kayda değer bir hal almaktadır.
Aylık maaşına altı altın zam yapıldı. Hasta ve yaralıların götürüldüğü ve uzun bir süre kaldığı Messina’daki hastanede bizzat Don John tarafından ziyaret edilmişti. Göğsündeki ve elindeki yaraların iki yıl boyunca ona acı çektirdiğini kendi sözlerinden biliyoruz. Tunus’ta, Don John’un komutası altında La Goleta’yı ele geçirmek için savaşırken elinden “halen kan damlıyordu”. “Bin yerden parçalanmış” bu sol elini bir daha kullanamadı, fakat sahte portreler ve yalancı heykellerin yarattığı, sol elini bir mermi ya da ameliyat sonucu tamamen kaybettiği yönündeki yaygın inanç da doğru değildir. Kendi sözleriyle “el movimiento de la mano izquierda13”, yani sol elini hareket ettirme ya da kullanma kabiliyetini kaybettiğini söylemektedir, elini tamamen kaybettiğini değil. Sol elini tamamen kaybetmiş olsa dört sene boyunca orduda asker olarak görev yapması mümkün olamazdı. 29 Nisan 1572 günü Messina’daki hastaneden taburcu olabilecek kadar iyileşmişti. Daha sonra eski bölüğü Moncada kadar ünlü olan Figueroa bölüğüne katılarak Don John’un sonuçsuz kalan ikinci Levant deniz seferine katıldı. Don Kişot’un ikinci kısmındaki “Esirin Hikâyesi” bölümünde, bu seferin oldukça detaylı bir anlatımı verilmiştir. Ertesi yıl Tunus’a yapılan sefere katıldı. 1573’ün sonundan Mayıs 1574’e kadar bölüğüyle birlikte Sardunya Adası’ndaydı, daha sonra ise Don John’un emri üzerine Lombardiya’ya gönderildi. Ağustos 1575’te Napoli’de olduğunu görüyoruz. Don John, Afrika’da bir imparatorluk kurma planlarını kıskanan üvey kardeşi tarafından geri çağırılmıştı ve Haçlı ordusu dağıtılmıştı. Aktif görevde olmayan Cervantes anavatanını ziyaret etmek için izin aldı. Kendisine birçok sertifika ve referans mektubu verildi ki Cervantes’in basit bir onbaşı olduğunu, mektupların ise çağın en ünlü komutanları ve aydınları tarafından yazıldığını göz önünde bulundurunca bu başarının olağanüstü olduğunu göreceğiz. Don Carlos de Aragon, Sesa Dükü ve Sicilya Naibi, Kral’a ve konseye “soylu erdemleri ve nazik tavırlarıyla hem silah arkadaşlarının hem de komutanlarının saygısını kazanan, talihsiz olduğu kadar ödüle de layık olan bir asker14” olduğunu yazdı. Komutan Don John ona bizzat krala yazmış olduğu mektupları verdi. Bu mektuplarda iyi bir bölüğe atanmasını şiddetle tavsiye ettiğini “cesur, erdemli ve birçok başarılı hizmete imza atmış bir adam” olduğunu yazdı. Beklediği avantajları yaratmak yerine başına çok büyük dertler açan mektuplarla birlikte Cervantes, El Sol isimli kadırgayla İspanya’ya yelken açtı. Yanında birkaç başarılı asker daha vardı, bunların içinde kardeşi Rodrigo ve Goletta’nın eski valisi Don Pero Diaz de Quesada15 da vardı.
Durumu ne kadar iyi görünüyor olsa da Cervantes’in eve dönerken keyfi yerinde olamazdı. Altı yıl boyunca dinlenmeden hizmet etmesine rağmen maddi açıdan daha iyi bir duruma gelmemişti. Askeri zafer hayalleri berbat bir şekilde yıkılmış olmalıydı. Romantik kahramanların hem kişilik hem de görüntü bakımından bir temsili olan Don John’un Doğu’da komutayı eline almasıyla başlamış gibi görünen şövalyelik dönemi, aniden geri çağrılarak ardında yarım kalmış zaferler bıraktığında bitmişti. Unutulmaz bir Ekim sabahı büyük donanma düşmanla karşılaştığında genç askerin gözleri önünde oluşan şövalyelik hayali yok oldu. Osmanlılar yenilmişti, fakat ertesi sene çok daha güçlü bir şekilde geri dönmüşlerdi. Afrika’daki zaferleri hızla yenilgilere ve felakete dönüşmüştü. Hıristiyan şampiyon, diğer bir deyişle “Tanrı’nın gönderdiği adam”, Paynim16 karşısında ne yazık ki düello daha yarıdayken sırtını düşmana dönmeye zorlanmıştı. Son derece hevesli ve zafer dolu bir şekilde başlamış olan bir sefere hiç yakışmayan bu son, Miguel de Cervantes gibi bir askerin heyecanını öldürebilir ve hatta ruhunu sonsuza dek şövalyeliğin geleceği için endişeyle doldurabilirdi.
Fakat umutlarını yok edip hayatını mahvedecek daha büyük bir dert, hayalleri yıkılmış ve yaralanmış kahramanımızı bekliyordu. Neredeyse İspanyol ufuklarında belirmek üzere olan El Sol kadırgası, dar denizlere17 korku salan Arnavut haydut Arnaut (Arnavut) Mami’nin komutasındaki Cezayirli korsanlar tarafından ele geçirildi. El Sol ile korsanların en hızlı üç gemisi arasında gerçekleşen bir kovalamacadan sonra (Cervantes ve arkadaşlarının bu savaşta çok cesurca davrandıkları kayıtlara geçmiştir) İspanyollar yenildi ve teslim olmak zorunda kaldılar18. Tahmin edilen değerlerine (yani fidye ederlerine) göre korsanlar arasında dağıtıldılar. Cervantes aşırı zalim davranışları yüzünden haydutların arasında bile ismini duyurmayı başarmış bir Yunan haydudu olan Déli Mami’ye verildi. Don John ve diğer komutanların mektupları Cervantes’in çok önemli biri olduğuna, bu sayede de kendisinden çok yüksek miktarda bir fidye alınabileceğine inanmalarına neden olmuştu. Bu nedenle Cervantes’in cesur hizmetine karşılık ödül olarak aldığı övgüler, kaderin bir cilvesi neticesinde acısını artırmış oldu. Önemli birisi olduğu düşünüldüğü için zincirlere vurularak Cezayir’e getirildi ve korsan politikasına göre, özgürlüğünü satın almaya daha da istekli olsun diye son derece zalim şartlar altında yaşamak zorunda kaldı.
Bepul matn qismi tugad.