Kitobni o'qish: «Karanlık Yüz»
1
Unuttuğu bir şeyler vardı, uyandığı an anlamıştı bunu. O gece rüyasında gördüğü şey… Hatırlaması gereken bir şey. Hatırlamaya çalıştı. Ama uyku kara bir deliktir zaten. İçinde ne olduğu hakkında hiçbir ipucu vermeyen dipsiz bir kuyu gibidir.
Neyse ki boğalarla boğuşmadım bu sefer, diye düşündü. Öyle olsa, gece ateşlenmiş gibi ter içinde kalmış olmam gerekirdi. Bu gece boğalar beynimi rahat bıraktı. Karanlıkta kıpırdamadan yatarak etrafı dinledi. Yanında yatan karısının soluğu neredeyse duyamayacağı kadar sessizdi.
Bir sabah yanımda ölmüş olacak, hem de ben hiç fark etmeden, diye düşündü. Ya da ben ölmüş olacağım. Birimiz diğerinden önce. Kim bilir hangi sabahın ilk ışıkları, ikimizden birinin geride yapayalnız kaldığını bildirecek. Yatağın yanındaki masada duran saate göz attı. Saatin göstergeleri parlıyor, dört kırk beşi gösteriyordu.
Neden uyandım ki, diye düşündü. Hep beş buçuğa kadar uyurum. Bu kırk yıldır hep böyleydi. Neden şimdi uyandım ki?
Karanlığı dinledi. Birden tüm uykusu kaçtı.
Olağan dışı bir şeyler vardı. Sanki bir şey artık şimdiye dek olduğu gibi değildi.
Karısının yüzüne ulaşana dek bir eliyle etrafını dikkatle yokladı. Parmak uçlarıyla karısının sıcaklığını hissetti.
Ölmemişti demek. Henüz hiçbiri yalnız kalmamıştı.
Karanlığı dinledi.
At, diye geçti hızla aklından. Kişnemiyor. İşte bu yüzden uyandım. Aslında bu kısrak geceleri hep kişner. Hep duyarım sesini, beni uyandırmasa da duyarım. Farkında olmadan uyumaya devam edebileceğimi hissederim.
Gıcırdayan yataktan dikkatlice kalktı. Bu yatak kırk yıldır vardı. Evlenirlerken satın aldıkları tek mobilya ve yaşamları boyunca sahip oldukları tek yataktı.
Ahşap zeminde pencereye ilerlerken sol dizindeki acıyı hissetti.
Ne kadar da yaşlandım, diye düşündü. Yaşlı ve tükenmiş bir adamım artık. Her sabah yetmiş yaşıma yeniden şaşıyorum. Dışarıdaki kış gecesine baktı. Günlerden 8 Ocak 1990’dı ve bu kış Skåne’ye henüz kar yağmamıştı. Mutfak kapısının dışında asılı lambanın ışığı bahçeye düşüyor, yapraksız kalmış kestane ağaçlarını ve bunların ardında uzanan düzlükleri aydınlatıyordu. Gözlerini kısarak komşuları Lövgren’lerin çiftliğine baktı. Uzunlamasına yayılan basık beyaz bina karanlıkta kalıyordu. Evin sağ kanadındaki ahırın siyah kapısının üzerinde etrafa loş ışık veren bir lamba asılıydı. Kısrak işte orada durur ve gecenin içinden, birden huzursuz kişnemesi duyulurdu.
Karanlığı dinledi.
Arkasındaki yatak gıcırdadı.
“Ne yapıyorsun?” diye mırıldandı karısı.
“Sen uyumana bak,” diye karşılık verdi. “Sadece biraz bacaklarımı esnetiyorum.”
“Ağrın mı var?”
“Yok.”
“O halde gel de uyu. Orada öyle durma, üşüteceksin.” Karısının diğer yana döndüğünü duydu.
Bir zamanlar birbirimize âşıktık, diye düşündü. Ama bu düşünce içine sinmedi. Aşk fazlasıyla asil bir sözcüktü. Bizim gibi insanlara göre değil. Kırk yılı aşkın süredir çiftçilikle uğraşan, Skåne’nin ağır çamurlu toprağında yıllardır belini bükmüş biri, karısından söz ederken “aşk” sözcüğünü ağzına almaz. Bizim yaşamımızda aşk hep başka bir anlam taşımıştır…
Komşu evi inceledi. Gözlerini kısarak, bu kış gecesinin karanlığını yenmeye çalıştı.
Hadi kişnesin, diye düşündü. Kişnesin ki her şeyin eskisi gibi olduğunu bileyim. Sonra da yorganımın altına girebileyim. Emekli olmuş, ağrılara bürünmüş bu çiftçinin zaten yeterince uzun ve acımasız bir yaşamı var.
Birden komşu evin mutfak penceresini fark etti. Bir şey değişmişti. Yıllardır komşusunun pencerelerine göz atardı. Şimdi ise gözüne değişik görünen bir şey vardı. Yoksa aklını karıştıran tek şey karanlık mıydı? Gözlerini yumdu ve dinlendirmek için yirmiye kadar saydı. Sonra tekrar pencereye baktı, şimdi pencerenin açık olduğundan emin oldu. Geceleri hep kapalı duran pencere şimdi açıktı. Üstelik kısrak da kişnememişti…
Kısrak kişnememişti çünkü yaşlı Lövgren, onu sıcak yatağından kaldıran prostat yüzünden her zamanki gibi ahıra uzanan gece yolculuğunu bu kez yapmamıştı… Aman hepsi kuruntu, dedi kendi kendine. Gözlerim eskisi gibi iyi görmüyor da ondan. Her şey hep olduğu gibi. Zaten ne olabilir ki? Kade Gölü’nün az yukarısında, güzel Krageholm Gölü’ne giden yolun kıyısında, Skåne’nin tam ortasında yer alan bu küçük Lenarp köyünde ne olabilir ki? Burada hiçbir şey olmaz. Bu küçük köyde zaman durmuş gibidir, güçsüz ve isteksiz öylesine akıp duran bir derenin yaşamı gibi. Burada topraklarını başkalarına satmış ya da kiralamış birkaç çiftçi yaşar. Burada biz yaşarız ve kaçınılması mümkün olmayanı bekler dururuz…
Mutfak penceresine bir daha baktı, Maria’nın da Johannes Lövgren’in de bu pencereyi kapatmayı unutmayacağını düşündü. Yaşlanmayla birlikte sinsi bir korku büyür, kilit üzerine kilit vurulur ve hiç kimse gece bastırmadan penceresini kapatmayı unutmazdı. Yaşlanmak demek, insanın içinin korku dolması demekti. Çocukken sahip olunan korkular, yaşlanınca yeniden ortaya çıkıyordu…
Giyinip dışarı çıkabilirim, diye düşündü. Buz gibi rüzgârı yüzümde hisseder, arazilerimizi birbirinden ayıran çite kadar yürürüm. Her şeyin bir kuruntudan ibaret olduğunu kendi gözlerimle görmüş olurum böylece.
Ama beklemeye karar verdi. Nasılsa çok geçmeden Johannes yataktan kalkar, kahve yapardı. Önce tuvaletin sonra da mutfağın ışığını yakardı. Her şey hep nasılsa öyle olacak…
Pencerede durdu, üşüdüğünü fark etti. Bu üşüme yaşlılıktandı işte, en sıcak yerlerde bile sinsice sokulan bir üşüme. Maria’yı ve Johannes’i düşündü. Onlarla da evli gibiydik, diye geçirdi aklından. Komşu olarak, çiftçi olarak. Birbirimize yardım ettik, zor ve kötü geçen yıllarımızı paylaştık.
Ama güzel anlarımızı da birlikte paylaştık. Birlikte yaz bayramlarını ve Noel’leri kutladık. Çocuklarımız iki çiftliğin avlusunda oradan oraya koşuşturdular, hepsi bizim kendi evladımız gibiydi. Şimdi de yaşlılığın bu uzun ve bitmek bilmez dönemini paylaşıyoruz…
Karısını uyandırmamaya dikkat ederek nedenini bilmeden pencereyi açtı. Soğuk, kuvvetli rüzgâr elinden kapmasın diye pencerenin kolunu sıkıca kavradı. Oysa dingin bir hava vardı. Radyoda Skåne bölgesinde kötü havaya dair hiçbir şey duymadığını şimdi hatırlıyordu.
Gökyüzü berrak, yıldızlar ışıl ışıldı, hava çok soğuktu. Pencereyi tekrar kapatmak üzereyken, bir ses duyar gibi oldu. Durdu ve sol kulağını dışarıya doğru uzattı. Bu, gürültülü traktörler üzerinde geçen hayatından sonra sağ kulağına göre daha sağlam olan kulağıydı. Kuş, diye geçti aklından yıldırım hızıyla. Bir gece kuşunun çığlığı bu.
Sonra korku bastırdı. Aniden beliren ve insanın içini kaplayan bir korkuydu.
Bu bir insan çığlığını andırıyordu. Başkalarına sesini duyurma endişesi taşıyan bir çığlık gibi.
Kalın taş duvarları aşıp komşularını uyarma çabasındaki bir ses…
Bana öyle geliyor galiba, diye düşündü. Seslenen kimse yok. Kim olabilirdi ki zaten?
Bir hamleyle pencereyi kapatırken saksılardan biri sallanınca Hanna uyandı.
“Ne yapıyorsun?” diye soran Hanna’nın sesinden huzursuzlandığını anladı.
Cevap vermek üzereydi ki neler olup bittiğini anladı.
Korkusu yersiz bir korku değildi.
“Kısrak kişnemiyor,” diyerek yatağın kenarına oturdu. “Bir de Lövgren’lerin penceresi açık. Sanırım biri de çığlık attı.” Hanna yatakta doğruldu.
“Ne diyorsun?”
Cevap vermek istemedi, ancak duyduğu sesin bir kuşa ait olmadığından artık emindi.
“Johannes ya da Maria,” dedi. “İkisinden biri yardım istiyordu.”
Hanna yataktan kalkarak pencereye gitti. Boylu boslu bir kadındı. Üzerinde geceliğiyle durup dışardaki karanlığa göz attı.
“Mutfak penceresi açık değil,” diye fısıldadı. “Camı kırılmış.”
Karısına yaklaştı, şimdi öyle üşüyordu ki tüm vücudu sarsılıyordu.
“Biri yardım istiyor,” dedi Hanna titrek bir sesle.
“Ne yapalım?” diye sordu.
“Oraya gitmelisin,” dedi Hanna. “Acele et!”
“Ya tehlikeliyse?”
“En iyi dostlarımıza yardım etmeyecek miyiz? Ya başlarına bir şey geldiyse?”
Telaşla üzerine bir şeyler giydi, mutfak dolabında mantar tıpalarla kahve kavanozunun yanında duran el fenerini aldı.
Ayaklarının altındaki çamur donmuştu. Dönüp baktığında pencerede Hanna’nın silüetini gördü.
Bahçe çitine gelince durdu. Etrafta çıt çıkmıyordu. Şimdi kendisi de mutfak penceresinin kırılmış olduğunu görüyordu. Alçak çiti dikkatlice tırmandı ve beyaz binaya yaklaştı. Hiç ses yoktu.
Her şey benim kuruntum, diye düşündü. Ben yaşlı bir bunağım, hem de gerçekle hayali artık birbirinden ayıramayan bir bunak. Belki de bu gece gerçekten boğaları gördüm rüyamda? Şu eski rüyamı, çocukluğumda beni kovalayan ve günün birinde öleceğimi hissettiren boğaları…
Birden o çağrıyı yeniden duydu. Çok zayıftı, çığlıktan çok, bir iniltiye benziyordu. Bu Maria’nın sesiydi.
Yatak odası penceresine yöneldi, perdeyle pencere arasındaki boşluktan dikkatle içeriye göz attı.
Johannes’in ölmüş olduğunu hemen anladı. El fenerini içeriye doğrulttu ve kendisini yeniden bakmaya zorlamadan önce gözlerini sıkıca yumdu.
Maria’yı gördü. Yere düşmüştü. Onu bir sandalyeye bağlamışlardı. Yüzü kan içindeydi, takma dişleri parçalanmış, kana bulanmış geceliğinin üzerinde duruyordu.
Sonra Johannes’in bir ayağını gördü. Sadece ayağını görebiliyordu. Vücudunun geri kalan kısmını perde engelliyordu.
Aksayarak geri döndü, bahçe çitini tırmandı. Ne yapacağını bilmez bir halde donmuş çamur zeminde topallayarak ilerlerken dizi ağrıyordu.
Önce polisi aradı.
Sonra naftalin kokan gardıroptan levyeyi aldı. “Burada kal,” dedi Hanna’ya. “Senin görmeni istemiyorum.”
“Neler oluyor?” dedi karısı, gözleri korkudan yaşarmıştı. “Bilmiyorum,” diye karşılık verdi. “Ama beni uyandıran şey, bu gece kısrağın kişnememiş olmasıydı. Bundan eminim.”
Günlerden 8 Ocak 1990’dı. Henüz gün ağarmamıştı.
2
Yapılan telefon görüşmesi Ystad Emniyet Müdürlüğü’n-de saat 05.13’te kayda geçti. Görüşmeyi yapan, Noel’den bu yana neredeyse hiç durmadan mesai yapmış, yorgun ve uykusuz bir polisti. Hattın diğer ucundaki titrek sesi dinlemiş, önce bunun sadece aklı karışmış yaşlı bir adam olduğunu düşünmüştü. Ama sonradan konuşma ilgisini çekmiş olacak ki sorular sormaya başlamıştı. Konuşması bitince, tekrar telefona sarılmadan önce bir süre durup düşünmüştü. Sonra da ezbere bildiği bir numarayı çevirmişti.
Kurt Wallander uyuyordu. Önceki gece çok geç saatte yatmıştı. Geç vakitlere kadar bir arkadaşının Bulgaristan’dan gönderdiği Maria Callas plaklarını dinlemişti. “Traviata”sını özellikle peş peşe çalmış, böylece yatağa girdiğinde saat ikiyi bulmuştu.
Telefonun sesi onu ansızın uykusundan uyandırdığında ateşli, erotik bir rüyanın tam odasındaydı. Gördüğünün bir rüyadan ibaret olup olmadığını anlamak istercesine kolunu yatağın diğer yanına uzatıp çarşafı yokladı. Ne onu üç ay önce terk etmiş olan karısı yanında yatıyordu, ne de biraz önce ihtirasla seviştiği siyahi kadın.
Bir yandan ahizeye uzanırken saate göz attı. Kesin araba kazasıdır, diye geçti aklından. Yerler buz tuttu, buna rağmen birileri aşırı hız yapıp E 14 yolunda savrulmuştur. Ya da Polonya’dan gece feribotuyla gelen göçmenler sorun çıkarıyorlardır.
Yatakta doğruldu ve ahizeyi omzuyla, sakalları yeni çıkan çenesinin arasına sıkıştırdı. “Ben Wallander!”
“Uyandırmadım ya?”
“Saçmalama, uyanıktım.”
Neden yalan söylenir ki, diye düşündü. Gerçeği neden olduğu gibi söylemiyorum. Bana kalsa yine uyuyup kaçırmış olduğum şu erotik rüyayı yakalamaya çalışmaz mıyım?
“Seni aramanın iyi olacağını düşündüm.”
“Trafik kazası mı?”
“Hayır, değil, o yüzden seni aradım. Yaşlı bir çiftçi aradı. Adının Nyström olduğunu ve Lenarp’ta oturduğunu söyledi. Komşularından bir kadının elleri bağlı halde yerde olduğunu, diğerinin de öldürüldüğünü iddia etti.”
Wallander bir an Lenarp’ın ne tarafta olduğunu düşündü. Marsvinsholm’den pek de uzak sayılmazdı, Skåne şartlarında fazlasıyla engebeli bir bölgeydi.
“Ciddi gibi geldi. Ben de seni aramanın en doğrusu olacağını düşündüm.”
“Şu an merkezde senden başka kimler var?”
“Peters ve Norén dışardalar, Continental’in camını indirmiş birinin peşindeler. Çağırayım mı?”
“Söyle onlara, Kade Gölü ile Katslösa arasındaki kavşağa gelsinler, orada beni beklesinler. Onlara adresi ver. Telefon ne zaman geldi?”
“Birkaç dakika önce.”
“Arayanın sarhoşun teki olmadığına emin misin?”
“Sesi sarhoşa benzemiyordu.”
“İyi o zaman.”
Duş almadan aceleyle giyinip termosta kalmış ılık kahveden bir fincan aldı, pencereden dışarıya göz attı. Ystad’ın merkezindeki Maria Caddesi’nde oturuyordu. Dairesi sıvaları yer yer çatlamış, gri bir binaya bakıyordu. Bir an düşündü, acaba bu kış Skåne’de kar olur mu? Böyle olmamasını umdu. Skåne’nin tipileri büyük kargaşalara neden olurdu. Trafik kazaları, karda kalan doğurdu doğuracak hamile kadınlar, dış dünyayla bağlantısı kesilen yaşlı emekliler ve devrilen yüksek gerilim direkleri. Tipi karmaşa yaratırdı. Bu kış böylesi bir kaosa yeterince hazırlıklı olmadığını düşünüyordu. Karısının terk etmesiyle yakasına yapışan bu korku onu rahat bırakmıyordu.
Doğudaki çevre yoluna dek, arabasını Regement Caddesi boyunca sürdü. Dragon Caddesi’nde kırmızı ışıkta durduğunda haberleri dinlemek için radyoyu açtı. Heyecanlı ses uzak bir kıtada düşen uçaktan söz ediyordu. Böyle işte; yaşamın da ölümün de zamanı var, diye düşündü, uykulu uykulu. Bunlar, yıllarca önce inanmaya başladığı sözlerdi. O zamanlar henüz genç bir polisken memleketi Malmö’de devriye gezerdi. Günün birinde sarhoşun biri, Pildammspark’tan götürmek isterlerken elindeki büyük satırla üzerine yürümüştü. Wallander kalbinin hemen yanına derin bir darbe almıştı. Onu erken ölümden kurtaran birkaç milimetre olmuştu. O zamanlar yirmi üç yaşındaydı ve işte o zaman polis olmanın ne anlama geldiğini iyice anlamıştı. Bu sözler, anılarındaki bu görüntüye karşı koyma çabasıydı onun.
Şehirden çıktı, yol kenarında yeni yapılan mobilya mağazasını geçti, kaçamak bir bakışla arkada bıraktığı denize doğru baktı. Deniz griydi. Kış ortasında oldukları düşünülürse alışılmadık bir sakinlikti. Uzaklarda, ufukta, rotası doğuya çevrili bir gemi belli belirsiz görünüyordu.
Tipi başlayacak, diye düşündü.
Er ya da geç kar fırtınası tepemize iner.
Radyoyu kapattı, kendisini bekleyen günü karşılamaya hazırlandı.
Şu âna kadar neler biliyordu?
Bağlanmış, yerde, yaşlı bir kadın? Onu gördüğünü iddia eden yaşlı bir adam? Bjäresjö sapağında hızını artırırken tüm bunların bunaklığın pençesine düşüveren yaşlı bir adamın uydurmaları olduğuna karar verdi. Emniyet teşkilatında çalıştığı yıllar boyunca, böyle yaşlı ve dünyadan elini eteğini çekmiş insanların polise son bir yardım çağrısı yapmaya pek yatkın olduklarına çok şahit olmuştu.
Devriye arabası Kade Gölü sapağında kendisini bekliyordu. Peters arabadan inmiş, bir tarlada, amaçsızca oradan oraya koşuşturan bir tavşanı izliyordu.
Mavi Peugeot’suyla yaklaşmakta olan Wallander’i görünce elini sallayarak onu selamladı, direksiyonun başına geçti. Tekerleklerin altında donmuş molozlar takırdıyordu. Kurt Wallander polis arabasını takip etti. Trunnerup sapağını geçtiler, birkaç tepeyi aşıp sonunda Lenarp’a ulaştılar. Burada bir traktör izinden fazlası sayılmayacak dar bir tarla yoluna girdiler. Yaklaşık bir kilometre kadar gittikten sonra hedefe varmışlardı. Yan yana konumlanmış iki çiftlik, beyaz badanalı uzun iki çiftlik evi, her birinin önünde özenle bakıldığı belli birer bahçe göze çarpıyordu.
Yaşlı bir adam koşarak yanlarına yaklaştı. Adamın dizi ağrıyormuşçasına aksaması Kurt Wallander’in gözünden kaçmamıştı.
Arabadan inerken rüzgârın başlamış olduğunu hissetti. Belki de yakında gerçekten kar yağacaktı.
Adamı görür görmez bu yerde kendisini oldukça ürpertici bir şeylerin beklediğini anlayıverdi. Adamın gözlerinde hayal gücünün ürünü olmadığı apaçık belli bir korku fark ediliyordu.
“Kapıyı kırdım,” diye durmadan tekrarlıyordu heyecanla. “Kapıyı kırdım, çünkü içerde ne olup bittiğini görmek zorundaydım. Ama hanımı da ölecek, evet o da ölmek üzere.”
Kırılmış kapıdan eve girdiler. Kurt Wallander burnuna çarpan kekremsi yaşlı insan kokusunu aldı. Duvar kâğıtları eski modaydı, karanlıkta etrafını görebilmesi için gözlerini kısması gerekiyordu.
“Neler oldu burada?” diye sordu.
“İşte içerde,” diye yanıtladı yaşlı adam.
Sonra da ağlamaya başladı.
Üç polis bakıştılar.
Kurt Wallander ayağıyla kapıyı araladı.
Düşündüğünden de beter bir görüntüydü bu. Çok daha beter. Sonraki günlerde bunun o zamana kadar gördüklerinin en kötüsü olduğunu söyleyecekti. Oysa Tanrı biliyordu ki pek çok kötü şey görmüştü.
Yaşlı çiftin yatak odasının her yanı kana bulanmıştı. Hatta tavandan sarkan porselen avizeye kadar sıçramıştı kan. Yaşlı bir adam, vücudunun üst kısmı çıplak, altında sıyrılmış donu yüzüstü yataktaydı. Yüzü tanınmayacak halde parçalanmıştı. Sanki birini burnunu kesmeye çalışmış gibiydi. Elleri arkasından bağlanmış ve sol bacağının baldır kemiği kırılmıştı. Beyaz kemik, çevresindeki kırmızının içinden açıkça seçiliyordu.
“Aman Tanrım,” diye inlediğini duydu arkasındaki Norén’in. Wallander kusacak gibi oldu.
“Ambulans,” dedi yutkunarak. “Çabuk, çabuk…”
Sonra sandalyeye bağlı, yerde yatan kadının üzerine eğildi. Ellerindeki bağlardan başka, boynuna da sıkı bir ilmik atılmıştı. Çok zayıf nefes alıyordu, Wallander bir bıçak bulması için Peters’e seslendi. Bileklerine ve boynuna iyice girip yer etmiş olan ince ipi kestiler, sonra kadını dikkatlice yere yatırdılar. Wallander kadının başını dizine dayadı.
Peters’e baktığında ikisinin de aynı fikirde olduklarını anladı. Kim böylesi bir şeyi yapacak kadar vahşi ve acımasız olabilirdi ki? Yaşlı ve çaresiz bir kadının boynunu bir iple sıkacak kadar hem de?
“Dışarda bekle,” dedi Kurt Wallander kapının girişinde ağlayan yaşlı adama. “Dışarda bekle, hiçbir şeye de dokunma.” Sesinin sinirli olduğunu fark etti.
Sesimi yükselttim, çünkü korkuyorum, diye düşündü. Ne biçim bir dünyada yaşıyoruz böyle?
Ambulansın gelmesi yaklaşık yirmi dakika aldı. Kadının soluğu ise bu arada giderek daha düzensiz bir hale gelmişti. Kurt Wallander’i ise her türlü yardımın çok geç olacağı kaygısı almıştı.
Ambulansın şoförünü tanıyordu, adı Antonson’du. Yanındaki yardımcısı ise o güne dek hiç görmediği bir gençti.
“Selam,” diye selamladı Wallander. “Adam ölmüş. Ama kadın henüz yaşıyor. Onu yaşatmaya çalışın.”
“Neler olmuş?” diye sordu Antonson.
“Umarım ne olduğunu söyleyebilirim, kadın yaşarsa tabii. Acele edin, haydi!”
Ambulans toprak yolda uzaklaşırken Kurt Wallander ve Peters dışarı çıktılar. Norén bir mendille alnındaki teri siliyordu. Bu arada gün hiç fark ettirmeden aydınlanmaya başlamıştı. Kurt Wallander kolundaki saate göz attı. Yedi buçuğa iki vardı.
“Burası tam mezbahaya dönmüş,” dedi Peters.
Wallander, “Daha da kötü,” diye karşılık verdi. “Hemen söyle tüm ekip toplansın. Norén burayı kapatsın. Ben bu arada yaşlı adamla konuşacağım.”
Bunları henüz söylemişti ki çığlığa benzer bir ses duydular. Çığlık tekrarlanırken ürperdiğini hissetti.
Bir at kişnemişti.
Ahıra gidip kapısını açtılar. Karanlıkta, bölmesinde huzursuzca tepiniyordu. İçerisi taze gübre ve idrar kokuyordu.
“Ata biraz yem ve su ver,” dedi Kurt Wallander. “Belki burada başka hayvanlar da vardır.”
Ahırdan çıkarken soğuktan ürperdi. Uzak bir tarlada yalnız başına bir ağaçta karakuşlar bağrışıyordu. Serin havayı içine çekince rüzgârın daha da soğuduğunu anladı.
“Siz Nyström’sünüz,” dedi ağlamayı kesmiş adama. “Şimdi, burada neler olduğunu anlatın bana. Anladığım kadarıyla komşu evde yaşıyorsunuz?”
Adam başıyla onayladı.
“Neler oldu peki?” diye sordu titrek bir sesle.
“Ben de bunu sizden öğrenmeyi umuyorum,” diye karşılık verdi Kurt Wallander. “Size gitmemiz mümkün mü?”
Mutfakta, üzerinde eski moda bir sabahlıkla, ağlayan bir kadın sandalyenin üzerinde büzülmüştü. Ama Kurt Wallander kendini tanıtır tanıtmaz kalkıp kahve yapmaya başladı. Mutfak masasına oturdular. Wallander pencerede asılı kalmış Noel süslerine baktı. Pencerenin pervazında gözünü kendisinden bir an bile ayırmayan yaşlı bir kedi yatıyordu. Sevmek için elini uzattı.
“Isırır,” dedi Nyström. “İnsanlara alışık değil, ben ve Hanna dışında tabii.”
Kurt Wallander kendisini terk eden karısını düşündü ve işe hangi noktadan başlaması gerektiğini bulmaya çalıştı. Vahşice bir katliam, diye geçirdi içinden. Ve gerçekten şanssızsak neredeyse bir çifte cinayetle karşı karşıya olabiliriz.
Birden aklına bir fikir geldi. Pencere camını tıklatarak dışardaki Norén’e gelmesini işaret etti.
“Bir dakika lütfen,” diyerek yerinden kalktı.
“Atın yeterince yemi ve suyu vardı. Başka hayvan da yok,” dedi Norén.
“Hastaneye gidecek birini ayarla,” dedi Kurt Wallander. “Belki kadın kendine gelir de bir şeyler söylemek ister. Her şeyi görmüş olmalı.”
Norén başını salladı.
“Kulakları iyi duyan birini yolla,” diye ekledi Kurt Wallander. “Ya da daha da iyisi, dudak okuyabilen biri olsun.”
Mutfağa döndüğünde mantosunu çıkarıp mutfak tezgâhının üzerine koydu.
“Anlatın,” dedi. “Şimdi anlatabilirsiniz, hiçbir şeyi atlamayın. Acele etmeyin.”
İki fincan oldukça hafif kahveden sonra Nyström’ün de karısının da önemli sayılabilecek bir şey bilmediklerini anladı.
Öğrendiği tek şey, saat hakkında birkaç bilgi ve öldürülen çiftin hayat hikâyesiydi. İki soru yanıtlanmamıştı henüz.
“Evlerinde büyük miktarda para saklayıp saklamadıkları hakkında bir bilginiz var mı?” İlk öğrenmek istediği buydu.
“Hayır,” diye yanıtladı Nyström. “Hepsini bankaya yatırmışlardı. Emeklilik maaşlarını da. Ayrıca zengin de değillerdi. Araziyi, hayvanları ve makineleri sattıkları zaman parayı çocuklarına vermişlerdi.”
İkinci soruyu daha sormadan kendisine pek anlamsız göründü. Yine de sordu. O an başka seçeneği de yoktu zaten.
“Hiç düşmanları var mıydı?”
“Düşmanları mı?”
“Birileri, yani bunları yapmış olabilecek biri.”
Bu sorudan bir şey anlamamış gibiydiler.
O da soruyu tekrarladı.
İki yaşlı hiçbir şey anlamamış gibi baktılar.
“Bizim gibilerin düşmanı olmaz,” diye yanıtladı sonunda adam. Wallander ses tonundan, adamın alındığını hissetti. “Arada anlaşamadığımız şeyler olmuştur. Bir tarla yolunun masrafları ya da tarla sınırlarının tam olarak nerede başlayıp bittikleri hakkında. Ancak bu nedenle birbirimizi öldürecek değiliz ya.”
Wallander adamın söylediklerini onaylarmış gibi başını salladı.
“Yakında yine haberleşiriz,” dedi son olarak ve mantosunu alarak doğruldu. “Eğer aklınıza gelen yeni bir şeyler olursa, aramaktan çekinmeyin. Kurt Wallander demeniz yeterli olur.”
“Ya geri gelirlerse?” diye sordu yaşlı kadın.
Kurt Wallander kafasını salladı.
“Öyle bir şey olmayacak,” diye karşılık verdi. “Bunlar mutlaka hırsızdı. Böyleleri bir daha dönmez. Korkmanıza gerek yok.”
Sanki sakinleştirici birkaç söz daha söylemesi gerekiyordu. Ama daha ne diyebilirdi ki? Kapı komşularının bu denli canice katledilişine tanık olmuş insanlara nasıl güven verebilirdi? Bir başka insanın ölümünü beklemekten başka hiçbir şey yapamayan bu insanlara ne diyebilirdi?
“Ya at,” dedi. “Onu kim yemliyor?”
“Bunu biz yaparız,” diye yanıtladı yaşlı adam. “Hallederiz.”
Wallander soğuk sabah aydınlığına çıktı. Rüzgâr artmıştı, arabasına giderken başını eğerek büzüldü. Aslında orada kalmalı ve olay yeri uzmanlarını beklemeliydi. Ancak soğuktan donuyordu ve kötü hissediyordu, bu nedenle zorunlu olmadıkça orada daha fazla kalmak istemiyordu. Ayrıca pencereden Rydberg’in devriye arabasıyla yaklaştığını görmüştü. Bu demekti ki olay yeri, cinayet mahallindeki her parça toprağı kaldırıp incelemeden oradan ayrılmayacaklardı. Birkaç yıl sonra emekliye ayrılacak olan Rydberg, işine sadık bir polisti. Zamanla kılı kırk yaran ve fazlasıyla eli ağır bir görüntüye bürünmüşse de cinayet mahallinin gerekli titizlikle inceleneceğinin garantisi oydu.
Rydberg’in romatizması vardı, bu yüzden baston kullanırdı. Şimdi avludan aksayarak kendisine doğru ilerliyordu.
“Bu gerçekten de pek iç açıcı bir görüntü değil,” diye açıkladı düşüncesini. “İçerisi mezbahaya dönmüş.”
Kurt Wallander, “Bunu söyleyen ilk kişi değilsin,” diye karşılık verdi.
Rydberg ciddi görünüyordu.
“Elimizde herhangi bir ipucu var mı?” Kurt Wallander başını salladı.
“Hiçbir şey yok mu?” Rydberg’in sesinde yalvarırcasına bir ifade seziliyordu.
“Komşular ne bir şey görmüş ne de duymuşlar. Sanırım bunu yapanlar sıradan hırsızlar.”
“Yani bu vahşeti sıradan diye mi tanımlıyorsun?”
Rydberg heyecanlanmıştı. Wallander seçtiği sözcükten pişmanlık duydu.
“Yani benim de demek istediğim, bunu yapanlar kesinlikle canavar. Yerleşim merkezlerinden uzak çiftliklerde yalnız yaşayan yaşlıları hedef alıyorlar.”
“Bunları yapmış olanları mutlaka yakalamalıyız,” dedi Rydberg. “Onlar böyle bir işe yeniden kalkışmadan.”
Kurt Wallander, “Evet,” diye yanıtladı. “Bu yıl başka kimseyi yakalayamayacak da olsak, bunları mutlaka bulmalıyız.”
Arabaya binip oradan ayrıldı. Dar arazi yolunda viraja hızla giren bir arabayla az kalsın çarpışacaktı. Sürücüyü tanıdı. Bu, çok satan günlük gazetelerden birinde çalışan ve Ystad çevresindeki tüm bölgeyi ilgilendiren olaylarda ortaya çıkan bir gazeteciydi.
Wallander, Lenarp’ta birkaç tur attı. Pencerelerden evlerin ışıkları görünüyordu ama insanlar henüz sokaklara çıkmamışlardı.
Bu olayı öğrendiklerinde ne düşünecekler acaba, diye düşündü.
Bitkin ve şaşkındı. Boğazına ip geçirilmiş yaşlı kadının görüntüsü onu rahat bırakmıyordu. Böylesi vahşiliği anlamasına imkân yoktu. Bunu kim yapmış olabilirdi? Neden kadının kafasına bir balta indirip de birkaç saniyede işini bitirmemişti? Neden böylesi bir işkenceyi seçmişti?
Küçük köyde arabasıyla ilerlerken soruşturma planını kafasında oturtmaya çalıştı. Blentarp yönündeki kavşakta durdu, motoru kapatmadı, kaloriferi yükseltti çünkü donuyordu. Sonra da kıpırdamadan oturup ufka baktı.
Soruşturmayı yürütebilecek tek kişi kendisiydi, bunu biliyordu. Bir başkasının bu işle görevlendirilmesi söz konusu olamazdı. Rydberg’den sonra Ystad’daki en deneyimli cinayet polisiydi. Oysa henüz kırk iki yaşındaydı.
Soruşturmanın büyük kısmı rutin iş olacaktı. Olay yeri incelenecek, Lenarp’ta ve hırsızların kaçış yolları sayılabilecek sokaklarda oturan insanlar sorgulanacaktı. Şüpheli bir durumla karşılaşan oldu mu? Olağan dışı bir durumla? Bildik sorular kafasından geçiyordu.
Ama Kurt Wallander çok iyi biliyordu ki bu geniş düzlüklerdeki saldırıları çözmek çok zordu.
Ümidini bağladığı tek şey yaşlı kadının hayatta kalabilmesiydi. Kadın her şeyi görmüştü. Bir şeyler bilmek zorundaydı.
Ama eğer ölürse, işte o zaman bu çifte cinayeti çözmek çok zorlaşacaktı. Huzursuzdu.
Normalde böylesi bir huzursuzluk onu daha enerjik ve hazır yapardı. Bunlar her türlü polis işinin temel şartları olduğundan, kendisinin iyi bir polis olduğunu düşünürdü. Ancak bu defa kendini bitkin hissediyordu ve hiç de hazır değildi.
Kendisini zorlayarak arabayı birinci vitese aldı. Araba birkaç metre ilerledi. Fakat sonra tekrar durdurdu. Sanki bu dondurucu kış sabahında neler yaşadığını tam o anda anlamıştı.
Bu olayda hiç tereddüt edilmeden ve korkunç şekilde yaşlı, savunmasız bir çiftin hedef alınması ona korku veriyordu. Bu bölgede karşılaşılmaması gereken bir olaydı. Pencereden dışarıya baktı. Rüzgâr arabanın kapıları arasından ıslık çalıyordu.
Artık harekete geçmeliyim, diye düşündü.
Aynen Rydberg’in dediği gibi. Bunu yapanlar mutlaka yakalanmalı.
Arabayı doğruca Ystad Hastanesi’ne sürdü. Hastaneye vardığında asansöre binerek yoğun bakım bölümüne çıktı. Koridorda, kapının yanında sandalyeye oturmuş genç polis adayı Martinson’u fark etti.
Kurt Wallander bu duruma iyice sinirlenmişti. Genç ve deneyimsiz bir polis adayından başka hastaneye gönderebilecekleri kimse yok muydu gerçekten? O da neden dışarda, kapının yanında oturmaktaydı ki? Neden tüm vahşeti yaşamış kadının en sessiz fısıltısını bile yakalayabilmek için yatağının başucunda beklemiyordu?
“Selam,” dedi Kurt Wallander. “Durum nasıl?”
“Kadın baygın,” diye yanıtladı Martinson. “Doktorlar pek ümitli görünmüyorlar.”
“Sen neden dışarda bekliyorsun? Neden odada değilsin?”
“Durumu değişirse bana haber verecekler.”
Kurt Wallander, Martinson’un huzursuzlandığını sezdi.
Yaşlı ve aksi bir öğretmen gibiyim, diye düşündü. Kapıyı dikkatle bir parmak kadar aralayarak göz ucuyla içeri baktı. Ölümün bu bekleme odasında bir dizi makine harıl harıl çalışıyordu. Duvarlarda saydam solucanları andıran hortumlar döşeliydi. İçeri girdiği sırada bir hemşire diyagramı incelemekteydi.
“Buraya giremezsiniz,” dedi sert bir sesle.
“Ben polisim,” diye karşılık verdi Wallander alelacele. “Sadece durumunu öğrenmek istemiştim.”
“Size dışarda beklemeniz gerektiği söylendi,” diye yanıtladı hemşire.
Wallander bir şey söyleyecekti ki içeriye hızlı adımlarla bir doktor girdi. Doktor şaşılacak kadar genç görünüyordu.
“Buraya görevliler dışında girilmesi yasaktır,” dedi genç doktor bir yandan Wallander’i incelerken.
“Hemen gideceğim. Sadece kadının durumunu öğrenmek istiyorum. Adım Wallander ve polisim. Cinayet Masası’ndan,” diye ekledi, bunun pek de etkili olmayacağı endişesiyle. “Bu işten sorumlu kişi ya da kişileri bulabilmek için soruşturma yürütüyorum. Durumu nasıl?”
“Hâlâ yaşıyor olması bir mucize,” dedi doktor ve başıyla yatağı işaret etti. “Şimdilik ne gibi iç yaralanmalara maruz kaldığını söyleyemeyiz. Öncelikle hayati tehlikeyi atlatması önemli. Ancak gırtlak oldukça zarar görmüş. Sanki biri onu boğmaya çalışmış.”
“Tam anlamıyla böyle oldu,” diye açıklayan Wallander örtü ve hortumlarla çevrili zayıf yüzü inceledi.
“Aldığı darbeler öldürücüymüş,” diye belirtti doktor.
Wallander, “Umarım yaşar,” diye karşılık verdi. “Elimizdeki tek tanık o.”
“Biz tüm hastalarımızın yaşamasını ümit ederiz,” diye yanıtladı doktor sert bir biçimde ve yeşil çizgilerin sonsuz dalgalar çizdiği ekranı inceledi.
Doktor bir kez daha henüz kesin bir yorum getiremeyeceğini söyledikten sonra Kurt Wallander odadan çıktı. Ne olacağı belli değildi. Maria Lövgren’in, kendine gelmeden ölmesi pekâlâ mümkündü. Bunu kimse bilemezdi.
“Dudak okuyabilir misin?” diye sordu Martinson’a.
“Hayır,” dedi genç polis adayı şaşkın bir ifadeyle.
“Yazık,” dedi Wallander ve oradan ayrıldı.
Hastaneden çıkınca doğrudan şehrin doğu çıkışındaki kahverengi emniyet binasına gitti.
Masasına oturdu, pencereden görünen eski, kırmızı su kulesine baktı.
Belki de günümüz farklı nitelikte polisler gerektiriyor; ocak ayının erken saatlerinde, İsveç’in güney bölgesinde bir insan mezbahasına girdiğinde gözünü bile kırpmayan polisler gereklidir belki?
Benim gibi korku ve endişe duymayan polislerden?
Bu düşünceleri telefonun çalmasıyla bölündü.