Kitobni o'qish: «Mitoloji Rehberi»
Helen A. Clarke, 1860 yılında Amerika’nın Philadelphia eyaletinde doğdu. Edebiyat eleştirmeni, editör ve yazardır. Amerika’nın en köklü şiir dergilerinden biri olan Poet Lore’un kurucu ortağıydı. Kaleme aldığı kitaplarla pek çok yazara ilham kaynağı oldu. Ayrıca çocuklar için kısa oratoryolar ve operetler yazdı. Babası Pennsylvania Üniversitesi’nde müzik profesörüydü. Kendisi de bu okulda iki sene müzik eğitimi aldı. Shakespeariana isimli dergide Shakespeare’in eserlerindeki müzik teması hakkında bir yazısı yayımlandı. Amerika’da Boston Browning Society ve Boston Authors Club gibi pek çok topluluğun üyesiydi.
Ezgi Uğur 1995 yılında Kastamonu'da doğdu. Çocukluk yıllarından beri yabancı kültürlere olan ilgisini sürdürerek lise öğrenimini dil bölümünde tamamladıktan sonra İhsan Doğramacı Bilkent Üniversitesi’nde İngilizce-Fransızca-Türkçe Mütercim Tercümanlık bölümünden mezun oldu. Bugün İngilizce ve Fransızca dillerinin yanı sıra İspanyolca öğrenmeye devam etmekte, serbest çevirmenlik ve redaktörlük yapmaktadır.
Dostum Katharine Corfield Newbold’a
Automedon ve Akhilleus’un Atları, H. Regnault
Önsöz
Yazarlara ve yayımcılara koleksiyonlarından aldığım öyküleri bu kitaba dahil etmeme imkân sundukları için teşekkürlerimi iletmeliyim. J. G. Leland’ın Algonquin Legends’ı ve Bryant’ın Odesa çevirisinin yayımcısı Houghton, Mifflin & Co’ya; Violet M. Pasteur’ün Gods and Heroes of Old Japan’ı ve Mary Prere’nin Old Deccan Days’inin yayımcısı J.B. Lippincott Co.’ya; Legends of the Iroquois’in yazarı Bay W. W. Canfield’a ve yayımcısı A. Wessels Co.’ya; Charles Mills Gayley’nin, Bulfinch’in Age of Fable kitabından yola çıkarak kaleme aldığı Classic Myths in English Literature’ın yayımcısı Ginn & Co.’ya; A. Lang’in Theocritus, Bion, and Moschus, Done into English Prose kitabının yayımcısı Macmillan & Co.’ya; Melville B. Anderson’ın Norse Mythology eserinin yayımcısı Scott, Foresman & Co.’ya teşekkürler. Baskısı tükenen diğer koleksiyonlar –bildiğim kadarıyla öyküleri aldığım eserlerin orijinal yayımcıları artık mevcut değil – şu şekilde: Cornelius Mathews’ün Lidian Fairy Tales Based on Schoolcraft’ı ve Ellen K. Emerson’ın Indian Myths’i. Ayrıca, Sir George Grey’in Polynesian Myths’i ve Ralston’ın Russian Stories adlı eseri de yararlandığım İngiliz yayımlardan ikisi.
Ayrıca mitoloji konusunda araştırma yapan herkes gibi, ben de konuya dair çeşitli dallarla ilgili kaleme alınan diğer eserlere ek olarak bildiklerimi şu eserlere de borçlu olduğumu söylemeliyim: Max Müller’in Chips from a German Workshop’u, Cox’un Mythology of the Aryan Races’ı, John Fiske’in Myths and Mythmakers’ı, Frazer’ın Golden Bough’u, Hartland’ın Myth of Perseus ve Childhood of Religions’ı, Andrew Lang’in Custom and Myth’i, Tyler’ın Primitive Culture’ı, Mills’in Tree of Mythology’si, Chamberlain’in The Child and Childhood in Polk Thought’u, De Gubernatis’in Zoological Mythology’si, Dr. Brinton’ın American Hero Myths ve Myths of the New World’ü de dahil olmak üzere daha pek çok masal derlemesine başvurdum.
Mitolojiyi ele aldığım bu kitaptaki gayem, bilim insanlarının son araştırmalarına dayanarak konuya dair sağlam bilgiler sunmak ve ileride daha derinlere inmek istemeleri halinde, neredeyse hiç farkında olmadan, karşılaştırmalı mitolojinin büyüleyici araştırmaları için sağlam bir temel oluşturacak ilginç öyküler sunmak amacıyla, planı örneklemek için kullanılacak mitleri seçmektir.
Bugünlerde vahşi mitlere dair kayıtların gerçekliği konusunda çok fazla tartışma yaşanıyor. Bana sorarsanız bu tartışmaların çoğu boşuna çünkü bir mitin sabit bir mevcudiyeti olduğundan söz edilemez. Ardı arkası kesilmeyen her anlatıcının, elindeki malzemeyi kendi yaratıcılığına ve hayal gücüne göre bir şekilde değiştirip süsleyeceğinden neredeyse eminim. Bu nedenle beyaz bir adamın ele aldığı bir vahşi mit, yaptığı bazı hayali değişikliklere rağmen mitin temel özelliklerini koruyorsa – örneğin Ovidius’un bir hikâyesi bir Yunan mitinin özelliklerini koruduğu ölçüdeyse – bu nereden bakılırsa bakılsın vahşi bir mittir ve Yunan mitolojisini düşünürsek, Ovidius’taki gibi süslemeler pekâlâ göz ardı edilebilir.
Bu nedenle, ilkel zihin yapısı ve geleneklerin tam anlamıyla vurgulanması koşuluyla, mitlerin en okumaya değer ve çekici gelen versiyonlarını da bu kitaba dahil ettim.
I. Bölüm
Mit Nedir?
Mit nedir? Bu oldukça basit ve yanıtlaması kolay bir soru gibi görünse de yüzyıllar boyunca pek çok âlimin kafasını kurcalamıştır ve bu soruya tatmin edici bir yanıt verme çabasıyla bu konuda meselenin özünü kavrayan kütüphaneler dolusu kitap kaleme alınmıştır. Tüm geçmiş yüzyılların üzerinde büyük bir tepe gibi yükselen yirminci yüzyılda yaşamasaydık, bir cevap bulmaya çalışmak bizim için neredeyse ümitsiz görünecekti ancak biz, bu tepeden aşağı bakıp tüm bu âlimlerin ve seçkinlerin zihinlerinin içini görebiliyor ve bu sorunun cevabını bulmada neden bu kadar zorlandıklarını anlayabiliyoruz.
Dünyanın başlangıcından bu yana ortaya çıkan tüm mitlerin geniş bir ovanın ortasındaki devasa, yuvarlak bir kaleye kapatıldığını ve tüm bu âlim insanların da içeride kilitli, sırrı öğrenmek için kaleyi kuşatan ortaçağ şövalyeleri olduğunu düşünelim. Ovanın her bir yanından, doğusundan, batısından, kuzeyinden ve güneyinden, at sırtında dörtnala koştuklarını, ellerinde uzun mızraklarla duvarda bir delik açmaya çalışana dek duvarlara bam güm vurduklarını hayal edelim. İşte bu bilgiye susamış şövalyelerin her biri, kendi açtığı delikten ne göründüğüne o kadar odaklanır ki diğerlerinin açtığı deliklerden ne göründüğü tamamen önemsiz hale gelir. Ardından hepsi çekip gider ve gördüklerini anlatan kitaplar yazmaya başlar. Söz konusu birbirlerinin kitaplarını okumaya geldiğindeyse, elbette kimin haklı olduğuna dair korkunç savaşlara girerler – neyse ki bu savaşlar sözcüklerledir – ve her biri kendi küçük mızrak deliğinden görülebilecek her şeyi gördüğünü iddia eder. Bizler de tepedeki şövalyelerin her birinin mitlere dair doğru şeyler gördüklerini algılayabiliriz ve istediğimiz cevaba ulaşmanın yolu, tüm âlimlerin gördüğü gerçeğin her bir parçasını bir araya getirerek bütün bir gerçeklik veya buna yakın bir şey oluşturmaktır, çünkü sizin de bildiğiniz gibi herhangi bir şeye dair gerçekler o kadar büyüktür ki bunların hepsine ulaşmak neredeyse imkânsızdır.
Örneğin, benim bu kısacık bölümde sizlere şövalyelerin kaleye baktıklarında gördükleri tüm sırları anlatmam mümkün değil ancak birkaçından bahsedeceğim çünkü bunlar, mitin gerçekten ne olduğunu akıllıca anlamanıza yardımcı olacaktır.
Çok uzak bir geçmişten dörtnala gelirken göze çarpan ilk şövalye Regiumlu Yunan Theognis’tir. Bu şövalye MÖ altı yüz yıl önce yaşasa da o kadar uzun zaman önce bile antik Yunan’da o kadar çok mit vardı ki varlıkları çoktan merakları cezbetmeye başlamıştı. “Alegori” adını verdiği bir mızrak taşıyordu ve kaleye girdiğinde görebildiği tek gerçek, tüm mitlerin birer alegori olduğuydu. Ona göre Yunan mitolojik tanrıları Apollon, Helios ve Hephaistos farklı açılardan bakıldığında ateşti; Hera hava, Poseidon su, Artemis ise ay ve benzerleriydi. Diğer âlim Yunanlar da onun izinden giderek hemen hemen aynısını gördüler. Örneğin üç yüz yıl sonra Aristoteles, mitlerin kendi zamanından önceki felsefi spekülasyonları ifade etme girişimi olduğunu; dört yüz yıl sonra Plutarkhos ise mitlerin kılık değiştirmiş metafizik önermeler olduğunu söylemiştir. Kısacası hepsi de mitlerin doğadaki nesnelerin veya insanların ifade ettiği fikirlerin sembolleri olarak ortaya çıktığını düşünüyordu.
Şimdi tekrar dönüp bakarsak, geçmişten dörtnala yolculuk yapan bir diğer Yunan şövalyesine, Euhemerus’a rastlarız. Tarihçi, filozof ve gezgin olan Euhemerus yaklaşık olarak MÖ üçüncü yüzyılda yaşamıştı. Kendini çeşitli ülkelerde çeşitli görevlere gönderen Makedonya Kralı’nın dostuydu. “Tarih” adlı bir mızrak taşıyordu ve mitlerin gerçek kişilerin tarihî rivayetleri olduğuna nasıl karar verdiğini az sonra bir hikâyeyle anlatacağım. Seyahatlerinden birinde, birkaç gün yelken açtıktan sonra Hint Okyanusu’na varmış ve burada içlerinden en önemlisi Panchaia olan bir grup adaya rastlamıştı. Bu adanın sakinleri dindarlıklarıyla ön plana çıkıyor ve tanrılarını en görkemli kurbanlarla, altın ve gümüş sunularla onurlandırıyordu. Bu adanın görkemli sanat eserleri arasında tepesinde Muzaffer Jüpiter’e ait bir tapınak bulunan upuzun bir sütun vardı. Bu tapınağın Jüpiter tarafından, dünyevi bir hükümdar olarak ülkeden muzaffer bir edayla geçerken dikildiği düşünülüyordu. Bu tapınağın içinde Jüpiter’in babası ve büyükbabası Kronos ve Uranos’un başarılarının kaydedildiği bir sütun yer alıyordu. Bu hikâyenin kendisi bile o kadar açık bir biçimde bir mittir ki tarih teorisi kanıtı olarak bir anlam ifade etmez. Yine de bu inancı özümseyen pek çok insan vardır.
Hem antik hem de modern dönemlere ait diğer bilgiye susamış şövalyeler, “doğa olayı” adını verdikleri mızraklar taşıyor ve kaleye baktıklarında mitleri, doğa olaylarının kişileştirilmesi olarak görüyorlardı. Doğada gerçekleştiğine tanık olduğumuz her şeyi doğa olayları başlığı altında toplarız. Her gün güneşin, ayın ve yıldızların doğuşu ve batışı, gökyüzünde sürüklenen bulutlar, fırtınalar ve kasırgalar, şimşek ve gök gürültüsünün yanı sıra çiseleyen yağmur, şelalelerin çağlayışı ve hafif sabah esintileri… Doğanın tüm bu unsurlarından ve olaylarından sanki insanlarla aynı güçlere sahiplermiş gibi bahsedildiğinde, bunların kişileştirildiği söylenir. Size, dünyanın en eski kitaplarından biri ve sonrasında çok konuşulacak olan Rigveda’dan1 alınan, şafağın kişileştirildiği çok güzel bir mit örneği vereyim.
İnsanı uykusundan uyandıran güzelim Şafak, güneşten önce belirerek ona elverişli yollar açar, engin at arabasına atlar, dört bir yana dağılır ve günün başlangıç ışıklarını yayar.
Tüm mitlerin bu şekilde ortaya çıktığını düşünen antik bilgiye susamış şövalyelerden biri de büyük Tuhikidis’tir. Cicero da mitolojide tanrı olarak tapılan yüce varlıkların aslında uygarlaşmamış insanların hayal gücünü etkileyen doğa unsurlarının kişileştirilmiş halleri olduğuna inanıyordu.
Aynı görüşü savunan pek çok modern bilgiye susamış şövalye de vardı ve İngiliz bilim insanı Max Müller bunların en seçkinlerindendi. Mitoloji araştırmalarınıza devam ederseniz, bir gün o ve destekçileri Sör George Cox ve Amerikalı tarihçi ve düşünür John Fiske hakkında daha fazlasını öğreneceksiniz. Max Müller, mitler kalesinde gördükleri üzerine âlimane kitaplar yazmaya başladığında, öğrendiklerini farklı milletlerin dillerini incelerken keşfettiği birçok ilginç gerçekle destekledi.
Antik Yunancayla Hindistan’ın eski dili Sanskritçeyi karşılaştırdığında, bu iki dilin birbirine çok benzediğini gördü. Bu da onu, ikisinin de çok daha eski bir dilden türemiş olduğu sonucuna götürdü. Ayrıca Sanskritçe ve diğer Hint dillerindeki eski kitaplarda çok sayıda bulunan Yunan mitleri ve Hint mitleri arasında da dikkate değer benzerlikler gördü. Daha sonra Yunanca ve Sanskritçenin türediği o eski dili konuşan eski toplumun mitler üretmeye büyük bir düşkünlüğü olması gerektiğini düşündü ve bu mitlerin nesilden nesile aktarıldığına karar verdi. Son olarak bu eski toplumun torunlarının birçoğunun Hindistan’a, diğerlerinin ise Yunanistan’a yaşamaya gittiğini ve bu iki halkın dillerinin ve mitlerinin birçok yönden birbirine bu kadar benzemesinin nedeninin de bu olduğunu belirtti. Mitleri üreten bu eski toplumun asıl vatanının Orta Asya olduğu düşünülmektedir ve bu toplum, tarihte Ari soyu olarak bilinmektedir ancak Max Müller ve onunla aynı görüşü paylaşan diğerleri yeni keşifleriyle öylesine sarhoş olmuşlardır ki sürekli olarak iki dilin kelimeleri arasında hayali karşılaştırmalar yapma ve bunların üzerine mitlerin kendilerinden bile daha efsanevi mit açıklamaları inşa etmesi tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardır. Aslında diğer şövalyelerin aksine sadece tek bir açıdan bakmakla yetinmeyerek her şeyi opera dürbününden bakarken gördüğünüz gibi yapay gökkuşağı renkleriyle süsleyen devasa bir büyüteç kullanmışlardır.
Gerçeğin bir kısmını görmüş olan modern şövalyelerin yalnızca üçünden bahsedeceğim: E.B. Tylor, Andrew Lang ve James G. Frazer. Bunlardan ilki, özellikle uygarlaşmamış insanların icat ettikleri her çeşit mitte hayal güçlerini renklendiren bazı ilginç inançları anlatmaktaydı. Bu inançlardan birine göre, olağan yaşamdan ayrı bir ruh bedenlerinin içinde yaşıyordu. Bir diğerine göre ise doğadaki her şeyin insanlar gibi bir yaşamı ve ruhu vardı. Bu, taşlar ve ağaçlar kadar kuşlar ve hayvanlar için de geçerliydi. Şövalyelerden ikincisi, Andrew Lang, mitlerin eski veya vahşi toplumların örf ve âdetlerini anlatan hikâyeler olduğunu düşünüyordu. Üçüncüleri, James G. Frazer ise çoğu mitin kökenini bitki örtüsünün, mısırın, ağaçların vb. ruhlarına tapınma olarak görmektedir. Bunlardan her birinin kendi bakış açısını desteklediği argümanlar çok uzun ve derindir ve her biri, kendi argümanını aydınlatan tüm toprakların mitlerinden alınan birçok örneğe yer vermiştir ancak şövalyelerin geri kalanı gibi onlar da kendi gerçeklerine bakmaya o kadar odaklıdır ki, bir diğerinin gördüğüne az çok kör kalmayı yeğler.
En eski zamanlardan günümüze kadar mitler konusunda yapılmış çeşitli açıklamaların kısaca üstünden geçtiğimize göre, sanırım kendimize daha tatmin edici bir yanıt bulmaya daha hazırlıklıyız artık.
Mitlerin ve doğuşlarına dair sırların kilitli olduğunu varsaydığımız kalenin tepesini açtığımızı ve şövalyelerin mızraklarının kalede açtığı sayısız delikten içeri giren tüm ışığı görüşümüzü iyileştirmeye yardımcı olacak şekilde kullanarak en üstten baktığımızı düşünelim. Önümüze serilen muhteşem hazinelere ne olacak? Hayır, hiçbiri cilalanmış ve parıl parıl parlayan bir halde sıraya dizilmiş mücevherlere benzemeyecek çünkü mitler, hiçbir zaman bir kuyumcunun taşlarını – hepsini birden – mükemmel biçimde tamamlayıp şekillendirdiği bir mücevher gibi şekillendirilmedi. Bunun yerine, kalemize atfettiğimiz hayali içeriği, dünyadaki tüm mitleri, bütün muhteşem çeşitlilikleriyle en iyi şekilde simgeleyecek ya da resmedecek, neredeyse sayısız ağaç türünden oluşan muazzam bir orman ortaya çıkacaktır. Bu ağaçların altına baktığımızda pek çok çeşit bitki ve çiçek olduğunu, bunlardan bazılarının kötü şekillerde olduğunu, bazılarının da çürümeye yüz tuttuğunu görürüz ancak bunların içinde görülmeye değer birçok güzel ağaç vardır ve ağaçlardan birkaçı diğerlerinin üzerinde yükselerek parlayan çeşitli süslerle Noel ağaçları gibi görünmelerini sağlar. Bu sembolü dünyanın tüm mitlerini temsil etmek için kullanarak, mitlerin kuyumcunun taş parlatması gibi bir anda oluşan bir şey olmadığını; meşe palamudundan meşe, kozalaktan çam oluşumu gibi küçücük bir tohumdan başlayarak zamanla büyüdüklerini ve büyüdükleri toprağın asırlar önce yaşamış insanların zihinleri olduğunu belirtmek ve açıklamak arzumu hemen fark edeceksiniz.
Bazen bir toprakta büyüyen ağaçlar başka bir toprakta büyüyen ağaçlara fazlasıyla benzer, aslında türleri aynıdır ama şekilleri farklıdır. Küçük bitkiler ve çiçekler, akla gelebilecek her şey hakkında ya da daha doğru tabiriyle uygarlaşmamış insanın aklına gelebilecek her şey hakkında birçok küçük mitin sembolleridir çünkü o zamanlarda tramvaylar, telefonlar ve otomobiller bilinmiyordu ve bu yüzden de bunlara dair herhangi bir mit yoktu. Noel ağaçları ise başka diyarlardan gelen mitlerden yapılan eklemelerle genişletilmiş ve yüceltilmiş mitlerdi.
Şimdi asıl mesele koskocaman dünyayı kaplayan mitler ormanının nasıl ortaya çıktığıdır çünkü orman yalnızca dünya mitlerinin bize ulaştığı sözlü veya yazılı formları simgeler. Bu soruya cevap verebilmek için bu muhteşem mitlerin oluşum ve gelişim sürecinin ardında bir yandan insanlığın zihnini bir yandan da dış dünyadaki unsurları hayal etmeye çalışmalıyız. Ayrıca, tahmin edilemeyecek kadar uzun yıllar önce yaşamış insanların dünyanın çocukluk çağlarına denk geldiklerini düşünmek gerekir. İlk insanların yiyeceklerini avlanarak elde ettikleri, yaşamak için mağaralar veya çadırlardan başka yerleri olmadan dünyayı dolaştıkları, bize şimdi çok uzak olan o günlerde insanın kendine dair bilinci, bugün yaşayan küçük bir çocuğunki kadar bile gelişmiş değildi. Yine de etrafta olup biten her şeyi gözlemleme gücü ve gördüğü her şeyin nedenini bilmeye dair sürekli bir merak duygusu beslemişlerdi. Her şeyin ötesinde capcanlı bir hayal güçleri vardı. Kendilerini gördüklerine, bugün çocukların oyunlarda yaptıklarından daha iyi “inandırıyorlardı” ve bu şekilde çevrelerinde gördükleri her şeye açıklamalar üretmeye başlıyorlardı. Aşağıda Hottentot’ların gözlemledikleri iki şeyi, ayın üzerindeki lekeleri ve tavşanın üst dudağındaki yarığı açıklamak için kurguladıkları küçük bir hikâyeyi inceleyelim.
Ay insanlara bir böcek göndermiş ve şöyle demiş: “Yanlarına git ve onlara Ben nasıl ölür ve yaşarsam siz de öyle ölür ve yaşarsınız, de.” Böcek bu mesajı iletmek için yola koyulmuş ama yolda tavşan onu yakalamış ve ne görevle geldiğini sormuş. Böcek de onu gönderenin ay olduğunu ve insanlara ay nasıl ölüp ölüp diriliyorsa onların da ölüp ölüp dirileceğini söylemek üzere geldiğini anlatmış. Tavşan ona “Sen beceriksiz bir ulaksın, bırak da ben gideyim,” deyip koşmaya başlamış. İnsanların yanına varınca şöyle demiş: “Size aydan mesaj getirdim: Ben nasıl ölüyor ve yok oluyorsam, siz de aynı şekilde ölecek ve tamamen yok olacaksınız.” Sonra tavşan aya dönmüş ve insanlara söylediklerini anlatmış. Ay onu öfkeyle azarlayarak “Benim söylemediğim bir şeyi insanlara mı anlattın?” demiş. Ardından tavşanın kafasını yarmak için bir balta almış ve balta tavşanın üst dudağına gelerek derin bir yara açmış. Bu tavra öfkelenen tavşan ayın üzerine atılmış ve yüzünü çizmiş. İşte şu an ayın yüzeyinde gördüğümüz noktalar bu çiziklerdir.
Gördüğünüz gibi Hottentot’lar, tıpkı Tylor’dan öğrendiğimiz gibi doğadaki her şeye canlıymış gibi davranıyorlar, bir insan ile bir hayvan veya hayvanlarla bitkiler ya da bitkilerle taşlar arasında nasıl bir fark olduğunu gerçekten bilmiyorlardı. Doğadaki her şey yaşamla donatılmış, tıpkı insanlar gibi konuşabiliyor ve hareket edebiliyordu ancak hayvanların, bitkilerin ve doğadaki diğer nesnelerin konuşabildiği bu dili yalnızca bilge insanlar anlayabiliyordu.
Bu nedenle doğanın tümü ilkel insanlar için büyük bir gizemdi ve bu nedenle dikkatlerini çeken neredeyse her nesneye tapmak için hazırlardı.
Sonra bedenlerinin içinde kendi olağan yaşamlarından oldukça farklı bir ruhun yaşadığına dair kapıldıkları garip hissiyat, onların bu ruha dair tuhaf şeyler hayal etmelerine sebep oldu: İlk olarak bedenlerini terk edip bir kuş veya hayvan şeklinde bağımsız yolculuklara çıkabileceklerine ya da bir İskandinav devinin ünlü hikâyesinde (bu hikâyede devin kalbi uzakta, gölün kenarındaki bir adada yer alan kilisede bulunan bir yumurtanın içindeydi) olduğu gibi, bir hayvanın veya başka bir nesnenin içinde güvenle kalmak için saklanmış olabileceğine inandılar. Bu ilkel dönemi kapsayan pek çok hikâyede, insanın şansı genellikle hayatını temsil eder ve Algonkin Kızılderililerinin aşağıdaki hikâyesinde olduğu gibi kendisinin dışındaki bir nesneye bağlıdır. Bu hikâye ayrıca, bahsettiğim tüm tuhaf kavramları ortaya koymasının yanı sıra suna ördeğinin görüntüsüne de bir açıklama sunar ve Keklik’in eşlerinden birinin nasıl bir ördeğe dönüştüğünü, ayaklarının ve tüylerinin neden kırmızı olduğunu anlatır.
Bir zamanlar ormanda bir avcı yaşarmış. O kadar küçük bir erkek kardeşi veya ruhu varmış ki onu bir kutuda saklar, dışarı çıktığında kötü ruhun onu ele geçirmesinden korktuğu için kutuyu çok dikkatli şekilde kapatırmış.
Bir gün ormana dönerken nehir kıyısında bir kayanın üzerine oturmuş mokasen2 yapan çok güzel bir kız görmüş. Bir kanoya binip onu yakalamak için sessizce kürek çekmiş ancak avcının geldiğini gören kız suya atlayıp gözden kaybolmuş. Nehrin dibinde yaşayan annesinin yanına gelince annesi ona avcının yanına dönmesini ve onun karısı olmasını söylemiş. “Çünkü artık,” demiş, “sen o adama aitsin.”
Avcının adı Mitchihess, yani Keklikmiş. Kız, avcının kulübesine geldiğinde adamı yerinde bulamamış. O dönene kadar her şeyi ayarlamış, dallardan bir yatak yapmış. Gece çökünce avcı elinde bir kunduzla çıkagelmiş ve kunduzu ikiye bölerek yarısını pişirmiş, diğer yarısını da kenara koymuş. Sabah kız uyandığında, avcı çoktan gitmiş ve kunduzun diğer yarısı da ortadan kaybolmuş. O gece avcı, başka bir kunduzla eve dönmüş ve o gün de aynı şeyler olmuş. Sonra kız avcıyı gözetlemeye ve olanların ne anlama geldiğini öğrenmeye karar vermiş.
Yatağına uzanmış ve bir gözü açık şekilde uykuya dalmış. Çok geçmeden adam sessizce uyanmış, kunduzun kalanını pişirip eline bir anahtar alarak kilitli bir kutuyu açmış ve içinden kırmızı bir cüce çıkarıp onu beslemiş. Ufaklığı yeniden kutuya koyup, kilitleyip yatağa dönmüş. Bu cüce kunduzun hepsini yemiş ancak avcı onu kutusuna koymadan önce yıkayıp saçlarını taramış, cüce bundan memnun görünüyormuş.
Ertesi sabah kocası evden ayrılınca kadın anahtarı aramış, bulunca kutuyu açmış ve küçük adama dışarı çıkmasını söylemiş. Kadın onu yıkayıp tarayacağına dair söz verse de cüce uzun süre bunu yapmayı reddetmiş. Sonunda ikna olunca kadın onu kutudan çekip çıkarmış ancak kadın ona ne zaman dokunsa, elleri kıpkırmızı oluyormuş. Kadın bunu önemsememiş, istediğinde elini yıkayıp temizleyebileceğini düşünmüş ancak kadın onu tararken korkunç bir varlık, bir şeytan içeri girip cüceyi alıp kaçmış.
Kadın çok korkmuş. Ellerini yıkamaya çalışırken kırmızı lekenin gitmediğini görmüş. Kocası o gece eve döndüğünde eli boşmuş, kırmızı lekeleri görünce olup bitenleri anlamış ve onu dövmek için yayına uzanmış. Bunu gören kadın nehre koşup boğulmak pahasına da olsa ölümden kurtulmak için suya atlamış ancak suya girer girmez ördeğe dönüşmüş. Kırmızı lekesinin izleri bugün bile ayaklarında ve tüylerinde görülebilir.
Bu hikâyede çok garip bir geleneğe atıfta bulunulduğunu fark edeceksiniz: Avcı, kızı karısı olması için kibarca ikna etmeye çalışmak yerine onu direkt karısı olarak esir alan biri olarak tasvir ediliyor. Bu da bunun, kökeni çok eskilere dayanan bir mit olduğunu gösteriyor çünkü uygarlaşmamış insanların, erkekler tamamen medenileşmeden önce bile kadınlara çok daha nazik davranmayı öğrendiklerini kanıtlayan başka pek çok hikâye vardır.
Uygarlaşmamış insanların böylesine tuhaf inançlara nasıl sahip olabildiklerini kesin olarak söylemek zordur. Bazıları onlara içlerinde olağan yaşamlarından ayrı bir ruh olduğunu düşündürenin rüyalar olduğunu; bir şelalenin akması, yaprakların hışırtısı ya da birbirine vuran taşların sesinin, ilk insanın eğitimsiz zihnine kendi yaşamı gibi bir yaşamın işaretleri olarak göründüğünü iddia etmektedir.
Eski dönemlere ait bir diğer inanç da büyü ve büyücülüktür. İlkel insan gök gürültüsünü taklit ederek yağmur yağdırabileceğini hayal ederdi ve bunu da su kabağının içindeki kurumuş tohumları sallayarak yapardı. Aslına bakıldığında büyü, doğa kanunlarının tamamen dışında kalan yollarla istenen herhangi bir etkinin ya da olayın üretilmesidir. İlkel insanlar doğa yasaları ve insanların keşfetmesi çağlar süren ve henüz keşfedilmemiş yasalar hakkında hiçbir şey bilmediklerinden, yapmak istediklerini başarabileceklerini düşündüren araçlar icat etmekten zevk alıyorlardı. Bazen ruhlardan yardım istiyor, yapmak istedikleri şeyler kötüyse kötü ruhlara başvuruyorlardı. Büyünün rol aldığı sayısız mit vardır, bunların örneklerini ilerleyen bölümlerde verilen hikâyeleri okurken göreceksiniz.
En eski zamanlarda insanlar yiyecekleri için neredeyse tamamen hayvanlara bağımlı olduklarından ve üzerlerinde en canlı izlenimleri bırakan nesneler hayvanlar olduğundan hayvanlara dair hikâyelerin bu en eski zamanlara ait olması muhtemeldir.
Hayvanlara tapmanın da bu dönem ortaya çıkmış olması olasıdır, çünkü hemen hemen her vahşi kabilenin – nadir durumları saymazsak – öldürülmesine asla izin vermediği ve genellikle onun soyundan geldiklerini hayal ettikleri kutsal bir hayvanları vardı.
Çağlar sonra insanlar toprağı ekmeye, tahıl ve sebze yetiştirmeye başlayınca bitkileri ve ağaçları daha çok gözlemlediler ve bunun sonucunda mitlerde bitkiler ve ağaçlar hakkında daha çok unsur yer almaya başladı. Ayrıca kendilerine kutsal hayvanlar gibi, kutsal ağaçlar ve bitkiler de seçerek onlara tapmaya ya da onlardan türediklerine inanmaya başladılar.
Daha sonra insanların gözlem becerileri güçlendikçe doğa olaylarına daha fazla dikkat etmeye başladılar. Gece ve gündüzün birbirini izlemesi onları etkiledi; güneş, ay ve yıldızların hareketlerini not ettiler, bulutlar dikkatlerini çekti, şimşek çakarken ve gök gürültüsü tüm kudretiyle kükreyip sarsarken fırtınalar onların dehşete kapılmalarına sebep oldu. Rüzgâr, yaz meltemlerinde gülümsüyor, kış esintilerinde uğulduyor ve onlar da bunun farkına varıyordu. Dikkatlerini doğanın bu mucizelerine çektiklerinde onları yalnızca kendileri gibi güçlerle donatılmış halde değil, aynı zamanda canlı varlıklar olarak görmeye başladılar. Önce doğayı sık sık hayvan, sonra da insan olarak kişileştirdiler ve kutsal hayvanlara, bitkilere ve ağaçlara taptıkları gibi, sonra da doğa tanrılarına tapmaya başladılar; hayvanlar ve ağaçlarla ilgili masallar icat ettikleri gibi, bu doğa tanrıları hakkında da masallar icat ettiler. Gördüğünüz gibi hayvanlar ve ağaçlarla ilgili hikâyeler genellikle doğa tanrıları hakkında yazılan yeni hikâyelerle karışıyor ve bazen de tanımakta zorlanacağımız kadar değişiyordu. Ve sonra yeniden, dünyanın bir yerindeki bir doğa tanrısı hakkında anlatılan bir hikâye, insan ırkının bir ülkeden diğerine yaptığı gezintiler sebebiyle dünyanın başka yerinde anlatılan bir hikâyeye süs olarak ekleniyordu, tıpkı kaledeki Noel ağaçlarının süsleri gibi.
Yeniden, tüm mitler oradan oraya yayılıyor ve farklı ülkelere ulaştıklarında o ülkenin âdetlerini ve bilgi birikimlerini yansıtacak şekilde değişime uğruyordu. Ancak pek çok mitle ilgili garip olan, dünyanın bir yerinde ortaya çıkan bir mitin bambaşka yerdeki bir mite sanki aynı insanlar tarafından üretilmiş kadar çok benzemesidir. Birbirine çok benzeyen mitler Hindistan ve Yunanistan’la sınırlı değildir; İskandinavya, Kuzey Amerika ve Güney Amerika’da da birbirlerine ve Yunanistan ve Hindistan’dakilere çok benzeyen mitlere rastlanır.
Bunun nedeni, âlimlerin farklı görüşlere sahip olduğu bir başka noktadır. Bazıları tüm insan ırkının bir zamanlar yerkürenin belirli bir noktasında yaşamış olması gerektiğini ve buradan da çok sayıda insanın birlikte yaşadıkları dönemde sahip olduğu ortak mitleri de yanlarına alarak yerkürenin diğer ülkelerinde yeni vatanlar aramak üzere yola çıktıklarını düşünmüştür. Ancak bu noktanın tam olarak neresi olduğu hiçbir zaman belirlenemedi ve muhtemelen hiçbir zaman da belirlenemeyecek. Belki Orta Asya’ydı, belki İspanya’nın güneyi, belki Norveç, belki İsveç’teydi, belki de efsaneye göre çağlar önce sular altında kaldığı söylenen güney denizlerindeki Atlantis adasıydı. Bu yerlerin hepsi tüm insan ırkının hakiki vatanı olarak öne sürülmüş ve bu önerilerin her birinin doğruluğunu kanıtlamak için çok başarılı argümanlar ortaya atılmıştır.
Bu konuda gerçeğe ulaşmak mümkün görünmediğinden, bu fikri tamamıyla reddeden başkaları da vardı. Onlara göre dünyanın neresinde olursa olsun insan ve doğa birbirine çok benzediğinden, mitlerin de çarpıcı bir biçimde birbirine benzemesi ve yine de birbirlerinden bağımsız ve/veya çok uzak diyarlarda yaşayan insanlarca icat edilmesi, farklılıkların ise büyük ölçüde iklimden kaynaklanması kuvvetle muhtemeldir.
Şimdi pek çok ülkedeki gelişmemiş insanların artık ilkellikten çıkıp uygarlaşmaya başlayana dek geçen yüzyıllarını saymaya kalkışırsak, bazı mitlerin Mısır, Asur, Hindistan, Yunanistan, İran ve daha başka birçok ülkede olduğu gibi tamamlanmış dini sistemler halinde bir araya geldiğini görürüz. Bu insanlar çok daha gelişmiş bir öz bilinç seviyesine ulaşmış; hem kendini hem doğayı daha iyi anlamaya, çoğu zaman çevrelerinde olup biten doğa olaylarının gerçek nedenlerini tespit etmeye başlamışlardı. Bunun bir sonraki adımı, atalarından kendilerine aktarılan dini mit sistemlerini çok dikkatli bir şekilde gözlemlemeye başlamalarıydı. Önceleri doğa hakkında kullandıkları hayal gücünü, bu kez dini mitler kullanarak ve bunun sonucunda onlara yeni anlamlar yükleyerek başlangıçta doğanın basit kişileştirilmesiyle başlayan mitlere yeni açıklamalar getirdiler. Örneğin Yunanistan’da başlangıçta güneşin kişileştirilmiş hali olan Apollon, sonradan müzik ve şiir tanrısı olarak görülmeye başlandı; başlangıçta Şafak olan Athena, bilgelik tanrıçasına dönüştü. Benzer şekilde, başlangıçta Rüzgâr olan Hermes, belagat tanrısı ve ruhların lideri oldu. Mitler bu şekilde yavaş yavaş felsefi ya da metafizik anlamlar kazanmaya, yani o dönemde insan zihninin sahip olduğu en derin ve en geniş kapsamlı düşüncelerin sembolleri olmaya başladı. Bu düşüncelerin birçoğu o kadar derin ve harikadır ki bunları anlayabilmek için engin bir bilgi birikimine sahip olmak gerekir. Şu an sizi ilgilendiren tek şey böyle düşüncelerin var olduğunu ve bir gün bunlar hakkında daha fazlasını öğrenmek isteyeceğinizi bilmenizdir.
Bazı mitler bu şekilde dini sistemlere dönüşürken birçoğu da mit ve hikâye formunu korumuştur. Nesiller boyunca bu hikâyeler tekrar tekrar anlatılmış, böylece hepsinde pek çok değişiklik meydana gelmiş ve eklemeler yapılmıştır. Bu değişikliklerin etkisi bazen bir hikâyeyi kabalaştırmakken bazen de hikâyenin karmaşıklığını artırmak olsa da içlerinden bazılarının daha ilginç ve güzel bir hal aldığını söylemek gerekir. İnsanlarca bu denli değiştirilen veya eklemeler yapılan hikâyelere aynı hikâyenin varyasyonları denebilir.
Bu gerçekler sebebiyle mitoloji iki büyük bölüme ayrılmıştır. Bir dinin yüce makamına yükselene kültür-edebiyat, daima hikâyeler ve mitler şeklinde kalmış olana da halk edebiyatı denir. Birincisi insanlığın daha eğitimli kesimlerinin, diğerlerine bağlı olarak gelişen öğrenim, bilgi ve görgülerini; ikincisi ise nispeten daha az eğitimli olanların inanç ve âdetlerini yansıtmaktadır.
Muhtemelen şu anda tüm bu geniş mitler dizisinin en uzak geçmişten bizlere kadar nasıl geldiğini merak ediyorsunuzdur. Bunların çoğu, Hindistan’da yaklaşık dört bin yıllık olduğu düşünülen Rigveda’da, Yunanistan’da yaklaşık üç bin yıllık olduğu düşünülen Homeros’un İlyada3 ve Odysseia’sında4 ve diğer pek çok eski kitapta muhafaza edilmiştir. Bu kitaplar yüzlerce yıl boyunca elyazması olarak varlığını sürdürmüş, matbaanın icadından bu yana ise bunların birçoğu basılmış ve modern dillere çevrilmiştir. Antik mitlere ilişkin bilgiler ayrıca anıtlar ve üzerlerindeki yazıtlar, saksılardaki çizimler ve heykellerden de elde edilmiştir.