Kitobni o'qish: «İhtiyar Dost»
Halid Ziya Uşaklıgil, 1866’da İstanbul’da doğdu. İstanbul’da başladığı öğrenimine İzmir’de devam etti. Mechitariste Okulundan mezun olduktan sonra maddi imkânsızlıklardan dolayı tahsiline devam edemedi ancak edebî alanda kendisini geliştirecek faaliyetleri hiç bırakmadı. Fransızca ile birlikte İtalyanca da öğrenen Halid Ziya, kendisindeki büyük edebî yeteneği keşfeden hocalarının Avrupa’dan getirttiği eserleri okudu ve İngilizce dersleri aldı.
Türk edebiyatında genellikle Servet-i Fünûn dönemi içerisinde değerlendirilen Halid Ziya Uşaklıgil, edebî faaliyetlerine bu dönemden çok önce tercüme ile başladı. Yaptığı ilk tercüme Jean Racine’in La Thebaide adlı eseri oldu. Alexandre Dumas’dan La Reine Margot’yu, Eugene Scribe’den Bir Macera-yı Aşk’ı tercüme etti.
Halid Ziya Uşaklıgil, Türk Edebiyatı’nda Batılı tarzda roman yazımının öncüsü olarak kabul edilmektedir. Eserlerinde, duyguların gelişimini en ince ayrıntısına kadar dikkat ederek kaleme aldığı tahlillerini, eşya ve tabiat tasvirlerini sağlam tekniği ile büyük bir ustalıkla kullanmıştır. Sekiz romanı bulunan Uşaklıgil’in romanlarındaki estetiğin temeli psikolojidir.
İlk makalesini yazdığı 1883 yılından itibaren ölümünden iki sene öncesine yani 1943 yılına kadar yoğun ve zengin bir edebiyat faaliyeti içinde bulunan Halid Ziya Uşaklıgil’in Türk edebiyatında eleştiri tarihine yaptığı katkılar da büyüktür.
Uşaklıgil, Mayıs 1945’te İstanbul’da vefat etti.
Başlıca Eserleri: Sefile, Nemide, Bir Ölünün Defteri, Ferdi ve Şürekâsı, Mai ve Siyah, Kırık Hayatlar, Aşk-ı Memnu, Nesl-i Âhir, Bir Muhtıranın Son Yaprakları, Bir İzdivacın Tarih-i Muaşakası, Deli, Bu Muydu?, Heyhat, Bir Yazın Tarihi, Valide Mektupları, Solgun Demet, Hepsinden Acı, Aşka Dair, Onu Beklerken, İhtiyar Dost, Kadın Pençesi, İzmir Hikâyeleri, Kırk Yıl.
YAZARIN ÖN SÖZÜ
Bu kitapta toplanan yazılar için -onlara edebiyat alanında bir yer vermek mümkün olsa- nasıl bir genel ad koymak mümkündür, diye düşündüm. Bunlar öykü müdür, gazete yazısı mıdır; gazete yazısına benzeyen öykü ya da öyküye benzeyen gazete yazısı mıdır? Niteliği bu derece iki yön için de ortak olan bu yazılara gazete yazısı biçiminde öykü ya da öykü biçiminde gazete yazısı demek de mümkün, ama hiç hoş değil.
Bunlara her hâlde bir ad koymak gerekliyse o çabayı ve iyiliği okuyuculara bırakmak en uygun bir çare olacak. Bunların niteliklerini belirleyecek olan, okunduktan sonra edinilecek olan düşüncedir. Belki o düşünceyi, eskiliğe bağlı olanlar “boş lakırtı”, yeniliğe bağlı olanlar da “saçma” diye adlandıracaklar. Yazar, her iki tarafı da düşüncelerinde özgür bırakmaktan başka yapacak bir iş bulamaz.
Halid Ziya Uşaklıgil
YEGÂNE DOST
Onu nasıl bulup ortaya çıkardım? Bu büyük başarı birdenbire mi elde edildi? Yoksa onu yavaş yavaş, zaman türlü sevinçlerden, kederlerden ve herhâlde sevinçlerden pek çok fazla kederlerden, yılgınlıklardan oluşan saatlerini üzerimden geçirdikçe ihtiyaçların sürüklemesiyle, bir şairin duygulanmalarının tortularından vicdanında biriken bir usanç kasidesi gibi; bir ressamın damla damla damıtarak sonunda bir gün doğum bunalımı içinde fışkıran hüzünlerinin tablosu gibi uzun bir hazırlama sonucunda mı buldum?
Sanırım bu ikinci görüş doğru. Şimdi artık kaç yıldan beri tamamıyla belirlenip ortaya çıkan durumlarımızı, ilişkilerimizi, kimi zaman her dakikayı birlikte yaşayarak kimi zaman geçici bir süre için ayrıldıktan sonra yeniden buluşarak gerçekleşen görüşmelerimizi inceledikçe onun varlığını hayatımın geçmişe doğru gerileyen ve geriledikçe daha yoğunlaşmış, daha belirtisiz olan sisleri arasında da görüyorum.
Bir kere, şurası kesin ki, birlikte doğduk ve birlikte öleceğiz. Aramızda yalnız bir tek fark var, bir yaş farkı var. Bu, biraz bilmece gibi bir tanımlama; ama gerçeği her hâlde hiç böyle değil. Dostumdan beni ayırt eden ayırıcı özelliği işaret edebilmek için bu çelişkilerden oluşan tanımlamaya başvurmaktan başka bir çare görmüyorum.
Belki başka bir anlatımla daha az garip görünmek mümkündür; daha az garip ve daha çok sahi! Örneğin denebilir ki onunla aramızda var olan fark bir yaş farkı değil, bir tarih farkıdır. Olguların ve olayların, zaman süresinin ve duygulanmaların izlenimleri ve yansımaları bakımından bir fark. Böylelikle biz, o ve ben, birlikte doğmuş ve birlikte ölecek olan bu iki dost, her dakikayı bir arada yaşamakla birlikte görüş ve değerlendiriş bakımından aramıza her zaman bir tarih farkı koruz.
Arada, beş on yıllık bir zamanın, çatışmalarımızı ılımlılaştıran, zehirli şeylerin zehrini, uçurum gibi karanlık şeylerin siyahlıklarını silen, keskin şeylerin sivrilerini törpüleyen bir fark vardır ki aynı olayı bu iki dosttan biri için pek katı ve acılı yaparken öteki için daha yumuşak ve daha ılımlı yapar ve böylelikle biri yıkılacak kadar şiddetli bir darbeye uğrarsa düşmemek için ötekinin koruyucu kucağına sığınır. Yırtılacak kadar etkili bir yara alırsa ölmemek için ötekinin sevecen elini arar.
Yegâne dost, bu bir çeşit büyük kardeştir; ama öyle bir büyük kardeş ki yalnız aynı kandan gelmiş olmakla değil, aynı hayatı yaşamak, aynı ömrü sürüklemek bakımından da bağlı olsun.
Onun mucidi, üstelik yaratıcısı benim. Varlığını arayıp bulan, belli belirsiz gölgeleri uzun bir uğraşışla kaldıra kaldıra sonunda onun yüzüne bir belirgin biçim veren, daha sonra bu yaşama ortaklığında ona bir görev gösteren, bir dil belirleyen sadece benim. Onu yaratıp ortaya çıkarmak hakkı tamamıyla bana aittir. Varoluşunun, yaratılışının sebebini tamamıyla bana borçludur. O benim uyruğumdur; ben onun bir emredicisi, bir zincirini çekeniyim. Ne zaman onu yanımda sezinlersem, ne zaman bir ihtiyaç durumunda onu bulursam, hemen onu dinlemek, onun sağlam ve düzgün konuşmasından akan serin ve taze suyu içmek için sokulur, çoğunlukla gene bir çarpışın zulmünden ağrıyan başımı onun omuzlarına dayar, ondan güç ve teselli alırım.
O zaman sanki o çarpışın üzerinden birkaç yılın, beş yılın, on yılın hafifliği geçer; sanki bir büyüleyici el ustalığı benliğime, yılların etki izlerini uzaklandırıp sisleyen mesafesini ortadan kaldırtır ve bu bir araya gelmeden sanki daha yaşlanmış, şimdiki zamandan daha uzaklanmış olarak çıkarım. Ağrıyan başımın, kanayan yaramın, kırılan benliğimin üzerinde bir rahmet yağmurunun lütfuyla unutma denilen kraliçenin iyileştirici ve rahatlatıcı gölgeler serpen beyaz kanatları gerilir.
Onun bana karşı bu egemenlik gücünü oluşturan, bir özel felsefesidir. Pek analize gerek görmeksizin onda, yarınların bugünlerden pek değişik ipliklerle örüldüğüne candan yürekten inanan bir sabır; gecelerin arkasında güneşlerin saklı oluğunu bilen bir alın yazısına inanış ve razı oluş hâli, insanların dert ve belalarla mutlulukları -ayrıntılar ve gereksiz fazlalıklardan soyutlanınca- bunların özünün pek küçük bir şey olduğu kanaatine varan bir analiz düşüncesi, her ağlanan şeyin siyah örtüsü kaldırılırsa altından lacivert bir ufkun açılacağını bilen bir deneyim, şimdi için karar vermeyen bir katlanabilmeyle sonrası için düşünen bir bekleyiş görürdüm. Ve böylelikle donanımlarını meydana getiren bir felsefe ya umuda ya bir özveriye kadar gidip dayanırdı. Ama hastaydı, bu iki aşamadan hangisine götürüp bırakırsa onu ya güçlendirmiş ya avutmuş olurdu.
Hiç kimseye benzemeyen bir “suyuna göre gidiş” inceliği vardı ki hiçbir zaman gelip bana kendi felsefesini bana dayatmasına izin vermemiştir. Hayatımın her dakikasına tanık, her evresine ortak olmakla birlikte bu sürekli beraberlik içinde devamlı olarak silinmek inceliğine sahipti. Yalnız, ben ona muhtaç olunca, onun uykuda sanılan varlığına işaret edince, bu kendi isteğiyle ortadan kaybolma hâlinden çıkar, sanki silkinerek dudaklarında hiçbir zaman geri çevirmeyen, kimi savsaklama ve unutulma aralarından kırgınlık izi görülmeyen, her zaman okşayıcı ve avutucu bir gülümseyişle, “Bana mı geliyorsun? Pek iyi ediyorsun. Gel seni iyileştireyim. Felsefemin kimi zaman inkâra ve yasaklamaya kimi zaman bekleyiş ve umuda dayanmış yastığına başını koyarak seni uyutayım…” diyen gözleri de gülümserdi.
Biricik dost! O beni bütün güzelliklerimle ve bütün çirkinliklerimle tanıyan, onları bilen ve bütünüyle seven, severek bağışlayan bir dosttur. Onun yanında ne üstün seçkinliklerimle gururlu ne de sakatlık ve eksikliklerimle utangacım; özgür bir dille her ikisinden de söz ederim. Bu öyle bir söyleşmedir ki çoğunlukla bana yönelik bir suçlanmışlıkla sonuç bulur. Ve çoğunlukla bu mahkûmluk bildiren kâğıdı göğsüme asarken ben, bir azabın ağırlığını değil, bir ferahlamanın hafifliğini duyarım.
Hayatta insana nasip olabilen sevgiler, sevecenlikler, vefalar, saflık ve doğruluklar vicdanın sevilmek amacına ne kadar yaklaşabilirse yaklaşsın, bunların öyle bir iflas dakikaları vardır ki o sırada yüreği doyurup rahatlatmak değil, üstelik aşırı ilgilenmelerle, gereğini aşan özenlerle, musallat izlemelerle tedirgin eder…
O zaman babanızdan, annenizden, eşinizden, çocuklarınızdan, sevdiklerinizden, dostlarınızdan, herkesten -üstelik kendinizden-kaçmak istersiniz. İşte öyle zamanlarda ben ona, o yegâne dostuma başvururum. Aramızda tek bir konuşma bile geçmez. O beni kendisine sürükleyen bütün sebepleri ayrıntılarıyla bilmektedir. Bir saniye içinde buluşup görüşme fasılalarının hepsini birbirine bağlayan bir yaklaşmayla buluşmuş oluruz. Beni hemen felsefesinin kanadına alır, bir aşamada bugünden oluşmuş bulunan çevrenin ve zamanın üstüne çıkarır ve bana bugünü oradan, uzaktan, gerçek bir deyimle eskimiş bir tarihin ötesinden gösterir.
Kimi zaman yan yana, sessizliğin içtenlikli bir öpüşmesinde, ruhlarımızı dinleyerek dururuz kimi zaman gezintiler yaparız ve onun konuşkanlığına ortam hazırlayan cümleciklerle kendisini uzun uzun konuşmaya hazırlarım. Bir kez onu başlattıktan sonra bir yağmurun altında ıslanmaktan hoşlanan bir çöl yolcusu zevkiyle mutlu olurum.
Bu gezintilerde bütün görünenler ve duygulanmalar alanı, bütün varlıkların arsası ve bütün geçmiş ve gelecek ufukları hayalimizin görkemli köşküdür. Birbirimize her noktada ve her tarihte bir buluşup görüşme yeri belirleyebiliriz. Ve hemen orada, ben yürek çarpıntısıyla dolu, taze etkilenmelerin sıcaklığını; o, aynı olgu hakkında üzerinden zaman geçmiş bir değerlendirme tarzının ılımlı sessizliğini getirerek bir araya gelmiş oluruz…
İşte kaç yıldır hayatı açıkça bir ortaklıkla yaşıyoruz. O önce benliğimin altında açık seçik ama çizilmemiş bir biçimle uyurken ben kendisini bütün belirsizlik sislerinden sıyırarak meydana çıkardıktan sonra, kimi zaman hayat dedikleri ağır yükü sürekli birlikte asılıp çekerek kimi zaman yalnız yokuşlara ve engebelere rastladıkça ben onun yardımına başvurarak iki dost, bir katmerli varlıkla yürüyoruz.
Oh! Kaç kereler yokuşlara, engebelere rastladım. Kaç kereler yolumun üstünde dönülecek köşeleri, çarpılacak taşları geçmeden önce irkildim. Bu dakikalarda güç verecek bir ele, umutsuzluğumu silkecek bir sese, cesaretimi uyandıracak bir bakışa ihtiyaç duyarım. Bu dakikalar öyle fütur ve bitkinlik dakikaları, bütün ululaştırılmış ve saygın olarak tapılan putların ansızın yıkılacak bir yığın kesilmiş, çentilmiş kamışlarla boyanıp yaldızlanmış mukavvadan ibaret kaldığı görülerek artık hiçbir şeye güvenilmeyen, inkâr dakikaları vardır ki insan yanını yöresini büyük ve acı bir boşlukla kuşatılmış görür…
Bu boşluğu dolduracak sevecenliği hiç kimse, en sevgililere kadar hiç kimse veremez; o dakikalarda anlaşılmak, duyulmak mümkün değildir. Yüreğin sızlayan yarasıyla ötekilerin sağlığı arasında geçilmeyecek bir uçurumun boşluğu soğuk bir soluklanmayla haber verir ki en yakın olan bile bu dakikalarda yabancıdır. O vakit insan, kendisinin haraplığı içine gömülerek gözlerini kapayıp artık bitmiş olmak ister…
İşte öyle dakikalarda dostuma, yegâne dostuma düşüncelerimi sürüklerim ve onu hemen yanımda bulurum. Yavaşça, göklerden inen bir bulutla hemen oraya süzülüyormuş gibi, bir hayal akıcılığıyla bana sokulur, ipek bir okşayışla parmakları gözlerimi kurutur. Beşiğinde bir hasta çocuğu çeviriyormuşçasına başımı çekerek, bana acıyan gözlerinin, “Çocuksun, küçüğüm!” diyen gülümseyişli bakışıyla ruhumun acısını ve umutsuzluğunu siler ve uzak bir çeşmeden gecelerin sessizliğini delerek gelen bir tatlı su şırıltısını andıran sesiyle söyler, söyler, söyler…
Birden sezinlerim ki artık yeniden yokuşlara tırmanmak, engebeleri aşmak, köşeleri dönmek ve taşları tekmelemek için yeterli güce erişmişimdir; o zaman kalkar ve yeniden yürürüm.
YENİ BİR MARAZ 1
Bugün dostumun evinde dört kişiydik. Eylülün ıslakça havasından kaçarak kitaplık odasına sığınmıştık. Rastlantı olarak hep, ömürleri gençliğin kültürüne, ilerlemesine hizmet etmiş; ülke için güvenli bir geleceğin ancak gençlikte meydana getirilebilecek sağlam yetenek ile mümkün olacağına inanarak yeni kuşakları tehlikelerden uzak tutmak isteyen, kaygılı bakışlarla izlemiş dört adamlardık.2
İçimizde Mekteb-i Hukuk’un önemli bir kürsüsüne yıllarca parlak bir emek vermiş bir eski öğretim üyesi ile ahlak ve sosyolojiye ilişkin yazılarıyla ve kitaplarıyla karanlığa ve cahilliğe açtığı uzun savaşı ile ünlü bir yazar da vardı.
Konuşmalar bezginlik ve umutsuzluk ortamlarında dolaşa dolaşa düşüncelerimiz yorulmuştu. Şimdi, tüneyebilecek bir dinlenme dakikası içinde, teselli veren bir soluk alacak gölgeli bir dal bulmak ihtiyacı, konuyu gelecek kuşaklara yöneltmişti.
Artık bu tutunacak nokta bulunduktan sonra, umutlara fazlaca geniş gezinti özgürlüğü veriliyordu. Öteki konuların verdiği umutsuzluktan bunalan ciğerlere aşırıya kaçan bir hayalin bolluklarıyla daha çok bir ferahlama soluğu doldurulmak isteniliyordu. Hep geleceğin ufuklarına altından nakışlarla bir tablo çiziyorduk.
Canlı ve dinç, kemikleri sağlam, kasları biçimli, göğsüne ve omuzlarına bakılınca hayattaki bütün zorlukların yükünü kaldırıp taşıyabileceği yargısına varılan; düşüncesinde bir güneş hamurundan yoğrulmuş, doğru ve açık görmek yeteneğiyle şaşmaz bir hedef belirleme, ruhunda çelikten dökülmüş kırılmaz çatlamaz bir sertlik ve sağlamlık, karşılıklı dövüşmek için hazırlanmış ve bu dövüşmede kesinlikle başarı inancıyla silahlanmış; hayatta sefil ve alçakça, topraklara sürüne sürüne, dizleriyle çamurları devşire devşire değil de cesaretle, kendisine alın yazısı olarak yazılmış bir görkemli köşkü elde etmek için engelleri yıka yıka, engelleri kopara kopara giren bir gençliğin hayalini yeniden canlandırıyorduk.
Böyle bir hayalin ve umudun esintisiyle canlanan bu kuşağın elinde ülkeyi, bütün hastalıklarından silkinmiş, damarlarındaki kanın dolaşmasına durgunluk veren tıkanıklıkları atmış, hayat çabalarını durduran tozları eritip süpürmüş görüyorduk…
Bir aralık en büyük umutla titreyen bir cümlesinin ortasında ihtiyar dostumun, alnında bir kaygı çizgisiyle duraladığına dikkat ettik; cümlesini bitirmeye gerek görmeden “Evet ama…” dedi, “her sahinin yanında bir asılsızlık, her canlılığın yanında bir hastalık, her umudun yanında bir tehlike vardır ve birbirinin zıddı ve değerinden düşürücüsü sanılan bu şeylerin arasında açık seçik ve belirgin, durağan ve karara bağlanmış ayırıcı bir çizgi yoktur. Bunlar birbiriyle sınırdaştır ve göreceli ağırlıkları birbirine eşit olmayan sıvıların birbirine yakınlığı çeşidinden, birbirine değme hâlinde tabakalar gibidirler. Biri nerede bitiyor, öteki nerede başlıyor, bilinmez. Aralarını birbirinden ayıran aralıklar karışık ve belirsiz çizgilerden oluşmuştur…
Meziyet olarak vermek istenilen nitelikler birer olumsuzluk olmaya o kadar yakındır ki bunlar neredeyse hayat veren kimi zehirlere benzerler: Bir damla fazla alınırsa tehlikelidir. Sizin tarafınızdan küçük bir telkin hatası ya da öteki tarafın ufak bir değerlendirme yanlışı, amacın tamamıyla tersini meydana getirmeye yeterlidir…
Kuşakları eğitmek… Bu, üzerinde yürünen bir iptir. Küçük bir denge eksikliği büyük bir felaket doğurabilir. Hayatı olanca maddiyatıyla kabul ve telakki edecek bir gençlik yapmak için dikkat etmek gereklidir ki o, maneviyata bir ulusun asıl yaratılış mayasını oluşturan maneviyetinin mukaddes ve muazzez neleri varsa hepsine sadakatini muhafaza etsin.
Bir, asır adamı yapacaksınız. Ama yarının adamı olmak düne ilişkin tarihi unutturacaksa toplumun eline geçen faydalı değil, zararlı bir ögedir. Kendi benliğine güvenen bir birey ortaya koyabilmek için eğer eski kuşaklara kin ve öfke taşıyan, kendi kişiliğinin saygınlığını babalarının horlanmasıyla elde edilebilir bir şey sayan bir inkârcı meydana getirilecekse bilinmelidir ki geçmişine tüküren geleceğe hak kazanmış değildir…
Bir ulusun geçmişine ilişkin ayıplar ve noksanlar bulunuyorsa onun yanında seçkinlikleri ve üstünlükleri de vardır. Ayıplardan ve eksikliklerden kaçınmak için -şimdiki zamana ve geleceğe bir ders vermek karşılığında- o vasıfları ve nitelikleri korumayı da gerekli görmelidir. Geçmişin tamamlığını şimdiki zaman ve gelecek zamandan ayıracak bir uçurumun kazılmasına meydan verilmemelidir. Baba ile oğlun arasında, bir daha bağlanamayacak biçimde bağı koparırsanız, dünle bağlantısı kalmayan bir yürekten yarına karşı bir ilgi beklemek hakkını kaybedersiniz…
Bir ulusun tarihi bir ailenin anılar kütüğüne benzer. Torunlar onun yapraklarını karıştırırken yanlışlıklarla, belki kirlerle bulaşmış sayfalarının üstünden elbette kınayıcı, elbette kendi hesabına bir ahlak payı, bir yaşama faydası çıkaran bir görüş netliğine sahip bir bakışla geçer; elbette göğsünden derin derin kabarıp gelen bir sitem çığlığı, bir suçlama haykırışı vardır…
Ama o paylayıcı bakışın, o çekiştiren sesin kahır ve yasaklamadan çok bağışlayıcılığa ve yumuşaklığa, şiddet ve öfkeden fazla sessizliğe ve ılımlılığa, hakaret etmekten ve hor görmekten öte uyarmaya yönelik bir anlamı olmalıdır. Ve bütün sorun bu iki seçkiden birine düşmeksizin, birinin insafsızlığına, ötekinin miskinliğine kapılmaksızın bir sağlam nokta bulabilmektir. O noktanın bulunmasıyla mümkün olur ki torunların elleri bu aile anılar kütüğünün yalnız uğursuz sayfalarını görerek birdenbire püsküren bir öfkeyle onu yırtıp atmaz, çiğneyip çamur yapmaz…
O sayfalarla yüreğinde uyanan elemlerin avuntusunu yaprakları çevirmekle, başka sayfalara geçmekle, atalarının kıvançlarından birer övünç yadigârı bulmakla, özellikle o geçmişi geleceğe güzel bir bağla bağlamakla arar…
İşte gençliğin eline bir yandan bir geçmiş tarihi, öte yandan bir gelecek ilkesi verilirken, ona dünün bütün kötü şeylerinden ders alma ve yarının bütün iyiliklere, temel olan şeylerine inanma duyguları şırınga edilirken onu dünle yarın arasında bir inkâr edici öge değil, bir düzeltici organ yapabilmelidir. Bu zor görevi hiçbir kötü ve yanlış anlamaya, hiçbir yorumlama yanlışına yer bırakmayacak biçimde belirgin bir yasa altına alabilmeye imkân göremiyorum. Ama buna karşılık, ne kadar yazık ki, tehlikeleri açıkça gözlemliyorum. Yalnız tehlikeleri değil; bu evrim içinde, bu kuşak eğitimi arasında tehlikelerin örneklerine de rastlıyorum. Pek az rastlanılır, şimdilik kural dışı denecek derecede yaygınlaşmamış ama kötü örnekler…”
Dostumun sözünü, kapı zilinin cesaretli bir biçimde çalışı kesti. Bir konuğun gelmiş olduğunu sanarak hep durduk. Bu sanışta aldanmıştık; hizmetçi, elinde bir kâğıtla geldi.
Dostumun meraklı bakışı gözlüğün arkasından bu adı okumak ve bu adın yardımcılığıyla tanınan yüzleri aramak için gecikti; sonra dudakları burkuldu. Ağzından kendi kendisine sesleniyormuşçasına “Tanımıyorum!..” sözü çıktı. Ufak bir kararsızlıkla “Buraya alınız!” emri döküldü.
Bir dakika sonra dostumun kitaplık odasına, giyilmeksizin sol avcunda duran eldivenleriyle, önü aşırı açık ceketiyle, daha açık, daha geniş yeleğinden yakası birer küçük inciyle çengellenmiş kolasız gömleğinin gevşek göğsü görünen; paçaları kıvrık pantolonunun altında Amerikan ayakkabılarının aşırı abartılısı beliren, ancak on sekiz yaşlarında, zarif ve yakışıklı; saçlarının biraz fazla kıvırcıklanmasına, şakaklarının üstünde oldukça özellikli bir fazlalık göstermekte olmasına, bütün hâlinde tutumunda, giyinişinde bakışları durduran bir başkalığın, bir yeniliğin, bir son saate uyumluluğun garipliğinden oluşmuş bir olağanüstülük uçmasına karşın, hoş ve çekici bir genç girdi.
Hep ayağa kalktık. O, biraz eğri ve yukarıdan, İstanbul’a yeni gelmiş Alman subaylarına özgü davranışı andıran bir davranışla bizleri selamladı. Sonra gayet rahat, başı dik, gözleri cesaretli, sesi güçlü, dostuma seslenerek, “Efendim, beni tanımakta galiba zorluk bulacaksınız!” dedi. “Dört yıldan beri görülmeyen bir yüz, daha bir çocukken bıraktığınız ve şimdi bir genç adam kimliğiyle sizi görmeye gelen…”
Dostumun gözlerinden bir hatırlamanın dalgası geçti. Pek memnun görünmek isteyen bir gülümsemeyle konuğun sesini durdurarak “Evet!” dedi. “Ne kadar değişiklik!”
O zaman bize bir eski dostun dört yıldan beri görülmeyen oğlunu tanıttı. Ve tanıtma törenini tamamlamak üzere, ama pek hızlı bir saymayla adlarımızı ona bildirdi. O, adlarımız söylendikçe ufak ve keskin hareketlerle dönüyor, başının garipliğine karşın hoş bir silkintisiyle ve hep o edasıyla selamlıyordu.
Bütün bu küçük oturum ayakta geçmişti. Dostumun eli zarif ve iltifatlı bir işaretle ona oturulacak yeri gösterdi. O, hemen, hecelerin üzerinden koşan hızlı bir söyleyişle “Teşekkür ederim efendim.” dedi ve oturarak biraz gergin ve uzun bir durum alan bacaklarını birbirinin üstüne koydu.
Hemen, niçin geldiğinin sebebini de söyledi:
“Size ilk eserimi göstermek arzusuyla geliyorum.” dedi. “Her şeyden önce bir kez gelip sizi görmeyi ve bunun için de sizden izin almayı bir borç sandım.3 Babamdan her zaman işitirdim ki ‘Şark sanatları’ konusunda pek çok araştırmalarda bulunmuşsunuz. Öyle varsayıyorum ki sizin korumanız altında yayımlanacak olursa kamuoyu eserime özel bir önem gösterecek.”
Dostumun hiçbir zaman bu kadar lütfedici ve gönül okşayıcı olduğuna rastlamamıştım. Sanırım, buna lüzum görerek bizlere bakmıyordu. Gülümseyen ve insanı yüreklendiren bir bakışla bu genç konuğun karşısında en nazik, en alçak gönüllü tutumunu edinerek dinliyordu. Hep o gülen gözleriyle ve her vakitkinden daha çok tatlılaşan sesiyle karşılık verdi:
“Bana pek büyük iltifat ediyorsunuz. Sizi bu duruma gelmiş ve özellikle yazı dünyasına atılacak derecede ilerlemiş görmek bence pek değerli bir itminandır.4 Böyle bir memnunluk imkânını bana bağışlamış olduğunuz için teşekkür ederim. ‘Şark sanatları’ konusunda edinmiş olduğum görüş ve düşüncelerimin eserinize yol gösterici olacak bir değerinin olup olmadığından güvenli değilim…”
Genç konuk birden “İzin verir misiniz?” dedi.
Bu sözden maksadının ne olacağım hepimiz bekledik. O sandalyesinde doğrularak ceketinin dış cebinden iri bir boyda telatinden yapılmış bir tabaka çıkardı, açtı ve içinden usta parmaklarla bir yaprak sigara seçerek hepimizi birden dolaşan bir bakışla: “Rahatsız etmez mi efendim?” dedi.
Gözlerimizle karşılık verdik. Sonra cebinden bir kutu kibrit çıkardı, içinden bir kibrit çöpü alarak çaktı, sigarasını özenle yaktı. Bütün bu işler büyük bir rahatlıkla yapılıp bittikten sonra dostuma bakarak devamına izin isteyen bir sesle “Evet efendim?” dedi.
O, sesinin, gözünün tatlılığından en küçük bir parçacık kaybetmeyerek sordu: “Eserinizin neyle ilgili olduğunu öğrenebilir miyim?”
Avcunda sallanan eldivenlerinin bir hareketiyle hemen karşılık verdi:
“Yalnız adını söylemekle bütün içeriğini, niteliğini anlatmış olacağım: Türk Soyunda Sanat ve Yaratıcılık Yoksulluğu.”
Bu ad önümüze tam bir güvenişle ve sınırsız cesaretle atıldı. Hep birbirimize bakıştık. Yalnız dostumun gözleri ısrarlı bir kaçınmayla bizi görmemekte, bize çevrilmemekte inat ediyordu.
Onun korkunç alaylarından biriyle, on sekiz yaşında Türk soyunu sanat ve yaratıcılık yoksulluğuyla mahkûm edecek bir eser yazan bu çocuğu kamçılayacağını bekledik. Aldandık. O, özür dileyen bir sesle ve iskemlesinin üstünde başka türlü düşünmek cesaretini alan varlığını küçültmek isteyen bir durumla karşılık verdi:
“Babanız tarafından size sözü edilen incelemelerim ve araştırmalarım bu başlığın anlamına tamamıyla aykırı bir sonuca varmakla birlikte, pek ciddi, pek inandırıcı delillere dayanarak meydana getirilmiş olduğunda kuşku olmayan eserinizi -inanınız ki- pek geniş bir tarafsızlıkla inceleyeceğim.”
O, ayaklarını biraz daha uzattı ve dudaklarındaki sigara sallanarak ufak bir gülücükle “Oh!” dedi. “Çok iyi biliyorum ki hemen her noktada sizden ayrılıyorum. Eserimde bütün düşünce ve sanat alanlarını dolaşıyorum. Edebiyat, sanatlar… Anlıyor musunuz efendim? Geniş bir ortam; geniş ama boş!.. Bununla düşüncelerde ve görüşlerde büyük bir değişme meydana geleceğine inanıyorum. Önce sizden başlayarak…
Bütün edinilmiş düşüncelere, doğmuş inanışlara, yerleşmiş kanaatlere hücum ediyorum. Edebiyatın, sanatların arasından yıkıp deviren, kırıp seren bir kasırga dolanımıyla geçiyorum. Daha doğru bir deyimle bu yüzyıllar görmüş Türk soyu varlıklarını yerle bir edip duruyorum. Bunlarda bir düşünce ve sanat yapısı bulamadım: Şiir, müzik, mimarlık, oyma, nakış; sözün kısası kültür dallarımızın tümünde tarih, salt bir iflasla uzayıp giden bir çölden başka bir şey değil. Bu çölü baştan başa geçtim…”
Durdu; sigarasının dumanıyla bulanan gözlerini süzerek içinde derin bir horlama anlamıyla dostuma, o çöle benzetilen tarihi belki savunacak olan bu adama bakıyordu. Bizlere bakmıyordu bile. Bizler sanki orada yoktuk.
Birden, dostumun bu konuşmaya daha fazla devam edebilmek için gerekli gücü bulamayacağı yargısına vardım.
O, tam tersine, tanıklar karşısında bir hastanın hastalık belirtilerini ortaya konulmasını bekleyen bir hekim sabrıyla ve sanırım biraz da konuşmayı kısa kesmek için sordu:
“Avrupa’da ne kadar zamandan beri öğrenimdesiniz?” dedi.
O, beklenmeyen, üstelik biraz saygısızca sayılabilen sorudan şaşırmış, ama umursamaz bir sesle cevap verdi:
“Lakin ben Avrupa’ya gitmedim.” dedi. “Bu yıl sınavların ardından seçme sınavlarına gireceğim. Ne olursa olsun bu kış içinde kitabımın çıkmasını pek istiyorum. Onu göndermekliğime izin verir misiniz efendim?”
Dostumun en tatlı gülümsemelerinden birine eşlik eden kabul ediş cevabı üzerine ayağa kalktı:
“Teşekkür ederim.” dedi. Sonra hepimize ayrı ayrı yaklaşarak Robert College çeşnisini akla getiren birer shake hand5 ellerimizi sıktı ve kapıya yöneldi.
Dostumun, bir büyük efendiyi uğurluyormuşçasına büyük bir incelikle ona yol gösterdiğini, merdivenin camlı kapısını kendi eliyle açtığını, bu gelip görme şerefini bağışladığından dolayı teşekkür etmekten geri kalmadığını hep gördük, işittik. Sonra içeriye geldi. O bize, biz ona bakıştık. Sonra birden gözleri odanın havasını dolaşarak dalgalanan ağır kokulu dumanları gördü; bana dönerek “Azizim!” dedi. “Pencereyi açar mısın? Biraz hava alalım.”
Bepul matn qismi tugad.