Kitobni o'qish: «Kore Masalları»
Önsöz
Yayımlayacağımız kitapları seçerken göz önüne aldığımız pek çok ölçüt var: Söz konusu kitabın yayın ilkelerimize ve çizgimize uygunluğu, daha önce dilimize çevrilmemiş olması, yayın dünyasında bir boşluğu dolduracak olması ve elbette ki bizi heyecanlandırması.
2018 yılı için yayın programımızı şekillendirirken bir Japon masalları seçkisiyle karşılaştığımızda ölçütlerimizin hepsine ziyadesiyle uyduğunu fark ettik ve hemen bir masal dizisi çalışmalarına başladık.
Dizi için öncelikle Japonya, Hindistan ve Rusya’yı seçmiştik. Sonrasında diziye nasıl yön vereceğimiz ve hangi kültürlerle devam edeceğimizi uzun uzun tartıştık ve kendi ülkemizle devam etmeye karar verdik. Türk Masalları’nın ardından Kızılderili Masalları, Amerikan Masalları, Çin Masalları ve Norveç Masalları’nı okurlarımızla buluşturduk. Sırada Sabah Işığının Ülkesi Kore’den masallar var.
Yayımlayacağımız versiyonu bulmaya çalışırken pek çok masal seçkisini inceledik ve en sonunda içimize en çok sinen, okurken en çok keyif aldığımız ve okuyuculara ulaştırmayı en çok istediklerimizi belirledik. Bolca araştırma içeren çeviri ve düzelti sürecinin ardından bu kez “Bu masalları en iyi yansıtan kapak nasıl olmalı?” sorusunun peşine düştük. Bu kültürlerin en önemli figürlerinin kapakta bulunmasını istedik. Uzun bir hazırlık süreci ve pek çok denemenin ardından hayalimizdeki kapaklara ulaştık.
Masal, sözlü anonim halk edebiyatıdır. Anlatı yoluyla nesilden nesle ulaşmış, nihayetinde de bir yazar tarafından yazıya dökülerek kalıcı hâle gelmiştir. Her ne kadar masal kahramanları ve yaratıkları doğaüstü, masallardaki olaylar ise gerçekdışı olsa da, masalların o toplumun bir yansıması olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Öyle ki her ülkenin masalları tıpkı kültürleri gibi diğerlerinden tamamen farklıdır. Bizim seçkimizdeki ülkelerde olduğu gibi. Kimisinin ana teması dostlukken diğerininki korku ve ölüm olabiliyor. Fakat bir zamanlar hiçbir teknolojik ürünün olmadığını düşünürsek, masalların toplumların sosyal hayatlarında ne kadar önemli bir boşluğu doldurduğunu tahmin etmek zor değil.
Görgüsüz Kaplan
Yamaçlarından Japon Denizi’nin görüldüğü Kang Wep’in dağlık bölgesinde muhteşem bir kaplan yaşardı. Köylüler, derisi çizgilerle dolu bu kaplana “Dağ Amca” derlerdi. Avcılara nadiren gözüken Dağ Amca, diğer kaplanlardan farklıydı. Avcıların defalarca nişan almasına karşın onu bir türlü vuramadıklarını anlatarak övünürdü. Tuzakların her türlüsünü iyi tanıyordu. İnsanların onu yakalayıp göz diktikleri derisini soymak için kullandığı araçları görünce gülmekten kendini alamıyordu.
Dağ Amca, yazın tepelerin arasında, semiz geyikleri avlayarak yaşardı. Kışın karlar yağar, buz gibi rüzgârlar eser ve soğuk hava insanları evlerine hapsederdi. İşte o zaman, Dağ Amca köylere doğru yola çıkardı. Şişmanca bir sıpa, buzağı veya domuz yavrusu bulma umuduyla ahırların etrafında dolanırdı. Bu teşebbüslerinde öyle başarılıydı ki bütün bölge halkı korkudan diken üstündeydi.
Bir sonbahar günü Dağ Amca, alçak tepelerin arasında dolanmaktaydı. Köylerden uzak olsa da tuzaklar ve avcılara karşı gözünü dört açmıştı. Gerçi etrafta kimseler gözükmüyordu. Dağ Amca, çok acıkmıştı, hemen bir av bulmayı umuyordu.
Büyük bir kayanın yanına vardığında Dağ Amca birden durdu. Yolunun üzerinde, birkaç metre ötede tıpkı kendisi gibi kocaman bir kaplan duruyordu.
Dağ Amca kuyruğunu şiddetle sallayarak karşısındakine meydan okuduğunu gösterdi. Yüksek sesle kükreyip atlamaya hazırlandı. Ne tuhaftır ki öteki kaplan da aynı şeyleri yapıyordu. Dağ Amca, ikisi arasında korkunç bir boğuşma yaşanacağından emindi. Zaten istediği tam da buydu zira kazanacağına dair şüphesi yoktu.
Ne var ki Dağ Amca, muazzam bir sıçrayışın ardından bir çukura düşüverdi. Her yanı yara bere içinde kalmıştı. Üstelik büyük bir hüsrana uğramıştı. Bu arada öteki kaplan ortalıkta gözükmüyordu. Başı ağır kütük yığınlarıyla örtülen Dağ Amca, karanlıkta yatıyordu. Nihayet, ihtiyar kaplan yakalanmıştı. Bir avcının kazıp odun parçaları ve yapraklarla örttüğü çukura düşmüştü. Sarmaşıklar ve çalılarla kaplı odunların üzerinde ise bir ayna asılıydı. Dağ Amca su içmek için eğildiğinde yüzü ve vücudunun sudaki yansımasına sık sık bakardı. Ne var ki bu defa etrafta hiç su olmadığı için karşısında gördüğünün gerçek bir kaplan olduğunu sanıp aldanmıştı.
Derken, bir Budist rahip geldi. Bu adam, tüm canlılara iyi davranılması gerektiğine inanırdı. Bir hayvanın inleme seslerini işitince tuzağın kapağını kaldırarak açtı. Aşağıda yaralı patisini yalamakla meşgul olan Dağ Amca’yı gördü.
“Ah, lütfen beyefendi, beni çıkarın buradan. Fena hâlde yaralandım,” dedi Dağ Amca.
Bunun üzerine rahip, kütüklerden birini kaldırıp çukurun dibine fırlattı. Böylelikle kaplan yukarı tırmanarak çukurdan çıkabildi. İhtiyar Dağ Amca, saçlarını kazıtmış olan keşişe teşekkür etti:
“Size öyle minnettarım ki, efendim. Beni kurtardınız. Yalnız, karnım çok aç. Bu yüzden sizi yemek zorundayım.”
Rahip bu işe şaşmış ve öfkelenmişti. Böyle iğrenç bir nankörlük olamaz diye düşündü. En hafif tabiriyle görgüsüzlüktü bu. Dağların kanununa aykırıydı. Bu yüzden rahip, hangisinin haklı olduğuna karar vermesi için büyük bir ağaca başvurdu.
Ağaçtaki ruh, kaplanın nankörlük yanında görgüsüzlük de ettiğine hükmetti. Hışırdayan yaprakların arasından seslenerek adamın serbest kalması gerektiğini bildirdi.
İhtiyar Dağ Amca bu karardan hiç hoşlanmadı. Zira son derece şişman bir adam olan bu rahip pek leziz bir akşam yemeği olabilirdi. Gelgelelim, Budist rahibin bir başkasına daha danışmasına razı geldi. Bu sefer büyük bir kayadan hakemlik etmesini istemişti adam.
“Rahip kesinlikle haklı, muhterem Dağ Amca. Sen ise tamamen haksızsın,” dedi büyük kaya. “Düşmanlarını cezalandırmak için yeşil bir boğaya ve benekli bir ata binen efendin Dağ Ruhu, bu rahibi yediğin takdirde seni azarlayacaktır. Seni açlıktan ve düştüğün kapanda ölmekten kurtaran adamı yiyecek kadar nankör davranırsan, Dağ Ruhu’na uygun bir elçi olamazsın. Böyle bir şeyi aklından geçirmen bile görgüsüzlüktür.”
Bu sözler, kaplanı utandırmıştı ancak açlığı hâlâ gözlerinden okunuyordu. Bunu gören rahip, canını kurtardığından emin olmak istiyordu. Bu yüzden bir kişiye daha danışmayı teklif etti. Bu defa, karakurbağası hakem olacaktı. Dağ Amca bu teklifi de kabul etti.
Gelgelelim, kenarları altın sarısı gözleriyle bir âlime benzeyen karakurbağası, ağaç ve kayanın yaptığı gibi hemen cevap vermek yerine uzunca bir süre düşündü. Rahibin neredeyse kalbi duracaktı; Dağ Amca ise az sonra çekeceği ziyafeti bekler gibi çenesini oynatıyordu. İhtiyar Benekli Sırt’ın kendi lehine karar vereceğinden emindi.
“Kararımı vermeden önce gidip şu tuzağı bir görmem gerek,” dedi karakurbağası, ağırbaşlı bir kral edasıyla. Üçü birlikte hoplaya zıplaya tuzağın olduğu yere gittiler. İçlerinde en hızlı ilerleyen kaplan olduğu için tuzağın yanına da ilk o varmıştı. Zaten rahibin dostu olan karakurbağasının istediği de buydu. Bütün bunlar olup biterken ihtiyar Benekli Sırt bir yandan, etraftaki kayalarda bir yarık arayıp duruyordu.
Karakurbağası ve kaplan, kimin haklı olduğu üzerinde kafa yorarken rahip manastıra kaçıp kendini kurtarmıştı. Nihayet ihtiyar Benekli Sırt, Dağ Amca’nın aleyhine bir karar verdi. Kararını bildirdikten hemen sonra ise önceden bulduğu kaya yarığının içine atlayıverdi. Sonra içeriden bağırarak Dağ Amca'ya meydan okudu. Onun görgüsüz, kaba ve nankör bir hayvan olduğunu söyleyip elinden geleni ardına koymamasını istedi.
İhtiyar Dağ Amca açlıktan ve öfkeden deliye dönmüştü. Öyle ki kurnazlığı, artık aptallığa dönüşmüştü. Karakurbağasını yakalayabilmek için kayaya pençesini geçirdi ama içeride güvende olan Benekli Sırt, onun bu hareketine gülüp geçti. Düşmanına hiçbir zarar veremeyen kaplan, öfke nöbetleri geçiriyordu. Öfkesi arttıkça aklı kayboluyordu. Burnunu kaya yarığına sokup öyle sert bir şekilde sürtmeye başladı ki çok geçmeden kanlar içinde kalıp öldü.
Tuzağı kuran avcı oraya geldiğinde gördüklerine çok şaşırmıştı ama kaplanın kürkü, kemikleri ve pençelerini satarak zengin olduğu için pek memnundu. Çünkü Kore’de kaplan kürkü çok değerlidir. Karakurbağasına gelince, ihtiyar Dağ Amca’yı nasıl alt ettiğini torunlarına anlatacaktı.
Tokgabi ve Şakaları
Tokgabi, Kore’nin periler ülkesindeki en yaramaz ve muzip cindir. Gün ışığını sevmediği gibi dışarı çıkmayı da hiç sevmez. Onu sokaklarda dolaşırken gören olmamıştır.
Mutfaktan başlayıp çatıya kadar evin duvarı boyunca uzanan isli bacalarda yaşar. Duman ve ise bayılır, ateşten ve alevlerden hiç rahatsız olmaz çünkü sıcak yerleri pek sever. Tokgabi’nin akciğeri yoktur, cildi ve gözleri de ateşe çok dayanıklıdır. Bu cin, gece gibi kapkaradır ve beyaz olan hiçbir şeyi sevmez. Küçücük bir saç tokası bile olsa gümüşten çok korkar.
Tokgabi’nin en çok sevdiği şey, geceleri şöminenin üzerinde oynamaktır. Kirişlerin etrafında koşturup toz yığınları ve örümcek ağlarını dağıtmak en büyük eğlencesidir. En sevdiği oyunsa demir pilav tenceresi kapağını kaldırıp indirmektir. Bunu yaptığında kapak tencerenin içine yuvarlanır ve güç bela çıkartılabilir. Ah, Tokgabi’nin tencerenin içine düşürdüğü kapağı çıkaracağım diye aşçı kaç defa parmaklarını yakmış ya da haşlamıştır! Bilseniz, kadıncağız o isli cin hakkında neler neler söylerdi!
Fakat Tokgabi her zaman böyle yaramaz değildir. Aslında şakalarının çoğu kimseye zarar vermez. Bu neşeli arkadaş, insanlar ağlasa da gülse de daima meşguldür. Kimseyi incitme niyetinde değildir lakin her dakika, bilhassa da geceleri gönlü hoş olmalı, eğlenmelidir.
Ateş sönünce bacanın altında ve kirişlerin üzerindeki güvercinlikte fareleri kovalamaya başlar. Bazen sırtüstü yere düşen farecikler ölür ve ayak parmakları yukarı çevrilmiş halde yerde yatarlar. İşte o zaman sokak çocukları onları götürüp havaya fırlatır. Daha yere düşmeden şahinler kanat çırparak gelip fareleri mideye indiriverir. Pek çok yırtıcı kuş, kahvaltısını bu şekilde bulur.
Tokgabi şaka yapmayı çok sevse de mutfak hizmetçilerine daima nazik davranır. Yoğun bir günün ardından bitkin düşüp uykuya dalan kızlara, zor işlerinde yardımcı olur.
Tokgabi, iyi hizmetçilere yardım etmek için tabakları yıkayıp masaları temizler. Sabah erkenden kalkan hizmetçi kızlar bütün işlerin halledildiğini görünce çok şaşırırlar. Bu muzip cinin yaptıkları hakkında pek çok masal anlatılagelmiştir. Gerçekten iyi insanlara güzel şeyler verirken kötüleri kasten çılgına çevirir. Derler ki bütün Tokgabi’lerin kralının ilginç eşyalar koleksiyonu ve bir deposu vardır. Burada altınlar, mücevherler ve güzel elbiselerle her türden şekerlemeler bulunmaktadır. Tabii ki bu tatlı yiyecekler küçük çocuklar içindir. Bir de kuşlara ve akılsız hayvanlara iyi davranan yaşlılara verirler bu şekerlemelerden. Öte yandan kral, kötü insanlar için her türden çirkin ve can sıkıcı şeyi toplamıştır. Mesela cimrileri, yoksul ve sefil hale getirerek cezalandırır.
Kralın bir de hayvan koleksiyonu vardır. İyileri ödüllendirip kötüleri cezalandırmak için işte bu hayvanları görevlendirir. Tokgabi’lerin kralının o yıl nerede yaşadığı her sene kırmızı ve yeşil kaplı küçük yıllığa yazılır. Böylece çiftçiler ve köylüler, kralın yolundan çekilip onu rahatsız etmezler. Hayvanları arasında insanlara yardımcı olanlar ejderha, ayı, kaplumbağa, kurbağa, köpek ve tavşandır. Bütün bu hayvanlar insanların dostudur. Tokgabi’ler kralının hayvanlarından zalim ve hain olanlar ise kaplan, yabandomuzu, leopar, yılan, karakurbağası ve kedidir. Bunlar, kötüleri cezalandırmak istediğinde Tokgabi kralının emirlerini yerine getiren elçilerdir.
Tokgabi, erkeklere pek şaka yapmaz. Bunun yerine, genç kızlar ile kadınlara takılmayı sever. Belki de bunun nedeni, babaları veya ağabeylerine göre kızların evde daha fazla zaman geçiriyor olmalarıdır. Çamaşır dövme seslerinin hiç dinmediği Rat-tat-tat ülkesinde Tokgabi, kadınların kolalı elbiseleri dövüp parlatmak için kullandıkları çamaşır sopalarını aşırmaya bayılır. Kimseler bulamasın diye sopaları saklar. Bunun üzerine evin babası büyük bir gürültü koparır çünkü uzun beyaz paltosu, her zamanki gibi ışıl ışıl olmamıştır. İşte bütün bunlar Tokgabi’nin suçudur.
Tokgabi, beyaz renkli olduğu için çamaşır kolasından hiç hazzetmez. Ama evin reisinin duvarda asılı siyah şapka kutusunun üstünde dans etmeye bayılır. Bazen de kirişlerden sarkıtılmış olan fetich yani putu sallar. Ama en çok şöminenin üzerindeki dolaba yerleştirilmiş tabakların arasında dans etmeye bayılır. Tabii bunu yaparken tabakları sallayıp aşağı yuvarlayıverir.
Tokgabi, bazen erkeklere musallat olmayı da sever. Baba, topuzunu bir sıçan deliğine sıkıştırırsa ya da uyurken başı ahşap yastığından kayıverdiği için burnunu çarpmışsa bunun sorumlusu tabii ki Tokgabi’dir. Delikanlıların sırtına dökülerek onları kız gibi gösteren uzun saç örgüsüne bir şey olursa, suçlu yine Tokgabi’dir. Hatta derler ki bazı yaramaz adamlar, kötü şeyler yapmak için Tokgabi’yle anlaşırmış ama haylaz cin, sırf eğlence olsun diye yardım edermiş onlara. Çünkü Tokgabi, fani insanların doğru ya da yanlış dediği şeylerle ilgilenmez. Onun aklı fikri şamata ve muzipliktedir. Bu yüzden, pek dikkatli olmamız gerekiyor.
Mutfak hizmetçileri ile erkekler, Tokgabi’yi atlatıp oyunlarını bozmayı bildiklerini sanır. Tokgabi’nin bu renkten hoşlanmadığını bildikleri için, nişanlanan delikanlılar parlak kırmızı kıyafetler giyer. Tokgabi, parlak gümüşten de korkar. Bu yüzden erkekler ve kızlar topuzlarını gümüş saç tokalarıyla bağlarlar. Devlet yöneticileri ve memurların şapkalarında leylek şeklinde gümüşten yapılmış küçük süsler olur ya da elbiselerinin üzerine gümüş iple bu kuşların resmi işlenir. Gücü yeten herkes kış giysilerinde gümüş düğmeler ve süsler kullanır. Tokgabi, beyaz renkli her şeyden nefret eder. İşte Korelilerin kar gibi bembeyaz elbiseler giymesinin nedeni budur. Paltolarını, eteklerini, gömleklerini ve çoraplarını beyazlatmak için dağlar kadar çamaşır kolası kullanırlar. Öyle ki bayram günlerinde insanlar sanki kolaya batırılmış gibi gözükür, kıyafetleri ise akide şekerine bulanmıştır âdeta. Bu şekilde Tokgabi’nin eşek şakalarından kendilerini korurlar.
Doğu Işığı ve Balıklar Köprüsü
Evvel zaman içinde Kuzey Kore’nin Ebedi Beyaz Dağları’nın ötesinde bir kral yaşardı. Bu krala çok güzel ve genç bir kadın hizmet ediyordu. Her gün güneye bakıp neşeyle dolardı kadın. Zira Ejder Havuzu’nu kalbinde saklayan bulutlu dağın zirvesi, beyaz başını bu tarafa doğru kaldırırdı. Günlük işlerden yorulduğu zamanlar kaynağını Ejder Havuzu’ndan alan nehri düşünürdü. Günün birinde bir erkek evlat sahibi olacağını hayal ederdi. Oğlu, nehrin cömertçe suladığı ülkeyi yönetecekti.
Bir gün yine dağın zirvesini seyrederken doğu yönünden parlak bir duman geldiğini gördü. Mavi gökyüzünde beyaz bir bulut gibi süzülen bu şey, bir yumurta kadardı. Sonra giderek yaklaştı ve nihayet kadının elbisesinin göğsüne girdi. Bu olaydan kısa bir süre sonra kadın bir erkek çocuk dünyaya getirdi.
Fakat kıskanç Kral çok öfkelenmişti. Küçük yabancıdan hiç hazzetmiyordu. Bu yüzden bebeği alıp ahırdaki domuzların arasına attı. Böylece çocuğu bir daha görmeyeceğini düşünüyordu. Ama hiç de umduğu gibi olmadı! Domuzlar, bebeğin burun deliklerine nefes vererek sıcak soluklarıyla onu hayatta tuttular.
Kral’ın hizmetçileri küçük çocuğun neşeli kahkahalarını işitince sesin nereden geldiğini görmek için dışarı çıktılar. Tuhaf beşiğini hiç de yadırgamayan mutlu bir bebekle karşılaşmışlardı. Çocuğa yiyecek bir şeyler vermek istediler ama öfkeli kral, bebeği bu defa büyük ahıra atmalarını emretti. Bunun üzerine hizmetçiler çocuğu bacaklarından kaldırıp atların arasına koydular. Hayvanların üzerine basıp onu öldüreceğini düşünüyorlardı.
Ama böyle olmadı. Kısraklar bebeğe pek nazik davrandılar, onu ısıtıp sütleriyle beslediler. Böylece çocuk tombullaşıp güçlendi.
Kral, domuzlar ve atların bu muhteşem davranışını duyunca gökyüzüne baktı ve saygıyla eğildi. Bu çocuğun büyüyüp adam olması Tanrı’nın isteği olmalıydı. Bunun üzerine bebeğin annesinin yalvarışlarına kulak verdi. Kadın, çocuğunu saraya getirebilecekti. Çocuk burada tıpkı bir prens gibi eğitim alarak büyüdü. Güçlü delikanlı ok atmayı öğrendi ve at binmekte de pek hünerliydi. Hayvanlara karşı daima nazikti. Kral’ın hâkimiyetindeki topraklarda bir ata zalimce davrananlar, ağır şekilde cezalandırılırdı. Bir kısrağı vurup öldüren kişi idam edilirdi. İşte bizim delikanlı bu kurallara uygun olarak hayvanlara daima merhametle yaklaşırdı.
Kral, okçuluk ve at binmede ustalaşan delikanlıya Doğu Işığı ya da Sabah Güneşi adını verip onu kraliyet ahırlarının sorumlusu yaptı. İnsanların artık Doğu Işığı adıyla andığı genç adamın ünü her yere yayılmıştı. Ayrıca ona Güneşin Oğlu ve Sarı Nehrin Torunu da diyorlardı.
Günlerden bir gün Kral ve maiyetindekiler dağlara çıkmış geyik, ayı ve kaplan avlıyorlardı. Bir süre sonra Kral, genç okçuyu çağırıp ok atmadaki hünerini göstermesini istedi. Doğu Işığı, yayını çıkarıp eşsiz yeteneğini sergiledi. Hedefe ok üstüne ok attı, koşan geyiklerle uçan kuşları bir bir yere devirdi. Bunu gören herkes yakışıklı delikanlıyı alkışladı. Ama Doğu Işığı’nı övmesi beklenen Kral’ın kalbi, genç adama karşı kıskançlıkla dolmuştu. Öyle ki delikanlının tahtı ele geçirebileceğinden korkmaya başlamıştı. Delikanlı ne yapsa, asil efendisine beğendiremiyordu.
Kralın yanında kaldığı sürece hayatının tehlikede olduğunu sezen Doğu Işığı üç sadık dostuyla beraber güney yönüne kaçtı. Upuzun, geniş ve derin bir nehre vardılar. Bu suyu geçmek mümkün değildi. Genç adam, karşıya nasıl geçeceklerini düşünüyordu kara kara. Tekneleri de yoktu. Zaten isteseler bile tekne yapamazlardı çünkü peşlerinden gelen düşmanları çok yaklaşmıştı.
Büyük bir geçide vardıklarında şöyle bağırdı:
“Heyhat! Güneşin Oğlu ve Sarı Nehrin Torunu olan ben, bu ırmak yüzünden mi helak olacağım?”
Sonra, sanki babası Güneş kulağına bir çare fısıldamış gibi yayını çekip suya oklar yağdırdı. Ok kılıfı neredeyse boşalmıştı.
Birkaç saniye hiçbir şey olmadı. Arkadaşları, onca oku boşa harcadığını düşündüler. Düşmanları yetiştiğinde liderleri boş bir ok kılıfıyla mı savaşacaktı?
Ama bir anda tuhaf bir şey oldu ve sular kımıldamaya başladı. Çok geçmeden suyun rengi değişti, köpükler belirdi. Nehrin her iki yanından ve tam karşılarından balıklar Doğu Işığı’na doğru yüzmekteydi. Burunlarını sudan çıkaran balıklar sanki şöyle demek istiyordu:
“Sırtımıza binin, sizi kurtaralım.” Binlerce balık birleşerek bir köprü oluşturdu. Doğu Işığı ve arkadaşları bu köprüye çıktı.
“Çabuk!” diye bağırdı Doğu Işığı arkadaşlarına. “Hemen kaçmalıyız! Kral’ın atlıları tepeden iniyor. Peşimizdeler!”
Böylece dört genç adam, balıkların pullu sırtları ve yüzgeçlerinden oluşan köprüye atlayarak kaçtılar. Onlar karşı kıyıya geçer geçmez balık köprüsü dağılıverdi. Ama balıklar henüz uzaklaşmıştı ki Doğu Işığı haykırdı: “Kaçalım!”
Düşmanları suyun hemen öteki tarafındaydı. Kral'ın askerleri, Doğu Işığı ve üç yoldaşını öldürmek için ok üstüne ok fırlatsa da nafileydi. Okları hedefe ulaşamıyordu. Ayrıca nehir, atlarının yüzemeyeceği kadar derin ve genişti. Böylece dört genç adam rahatça ellerinden kaçmıştı.
Birkaç mil ilerledikten sonra Doğu Işığı’nın karşısına üç tuhaf adam çıktı. Sanki çoktandır onu bekliyormuş gibiydiler. Sıcak bir şekilde karşıladıkları delikanlıdan ülkelerine gelip kralları olmasını istediler. Birincisinin kıyafeti deniz yosunundandı, ikincisi kenevirden yapılmış giysiler giyiyordu ve üçüncüsünün ise üstünde dantelli bir kaftan vardı. Bu adamlar, toplumun üç sınıfını temsil etmekteydi: birincisi balıkçı ve avcıları, ikincisi çiftçileri, üçüncüsü ise kabile yöneticilerini.
Bol bol buğday, pirinç, darı, fasulye ve şeker kamışı yetişen Fuyu adlı bu ülkede yeni kral, tebaası tarafından sevinçle karşılanmıştı. Adamlar uzun boylu, cesur ve kibardı. Hünerli okçular olmalarının yanında çok iyi at biniyorlardı. Kâselere koydukları yemeklerini yemek çubuklarıyla yiyor, ayrıca ziyafet zamanlarında yuvarlak tabaklar kullanıyorlardı. Kocaman inciler ile yeşim taşından mücevherler takıyorlardı.
Fuyu halkı, ülkedeki en güzel genç kızı Kral Doğu Işığı ile evlendirdi. Bu kız, halkı tarafından çok sevilen, zarif ve merhametli bir kraliçe oldu ve pek çok çocuk dünyaya getirdi.
Doğu Işığı uzun yıllar boyunca ülkesini yönetti. Onun hâkimiyeti altında Fuyu halkı medenileşerek refaha kavuştu. Ülke yönetiminin nasıl yürütüleceğini gösterdi, evlilikle ilgili kanunları koydu. Bunların yanında halkına daha iyi yemek pişirmeyi ve ev yapmayı öğretti. Ayrıca saçlarını nasıl tarayıp topuz yapacaklarını gösterdi. Kore ve Fuyu’da erkekler binlerce yıl boyunca saçlarını onun gösterdiği şekilde topuz yaptı.
Doğu Işığı öldükten yüzyıllar sonra, Ebedi Beyaz Dağlar’ın güneyindeki yarımadada yaşayan tüm kabileler ve devletler birleşip tek bir ulus olmaya karar verdiler. Ülkelerini Doğu Işığı olarak adlandırdılar. Ama bunun için Sabah Işığı ya da Sabah Dinginliğinin Ülkesi manasına gelen daha şiirsel bir isim seçmişlerdi: Chosŏn1.