Kitobni o'qish: «Mısır'ın Kutsal Kedisi»
G. A. Henty, (8 Aralık 1832 – 16 Kasım 1902) Cambridge yakınlarındaki Trumpington’da doğdu. Çocukluğunun bir kısmı Canterbury’de geçti. Çocukken sık sık hasta olurdu ve günlerini yatakta geçirirdi; geçirdiği hastalıklar, iyi bir okur olmasına vesile oldu. On dört yaşındayken Londra’daki Westminster Okulu’na yazıldı.
Kırım Savaşı başladığında üniversiteden ayrıldı, Kırım’a gönderildi ve savaşın korkunç koşullarına bizzat şahit oldu. Eve yazdığı mektuplar, gördüklerinin canlı tasvirleriyle doluydu. Babası mektuplarından etkilendi ve bu mektupları Morning Advertiser gazetesine gönderdi. Bu ilk yazma başarısı, Henty’ye muhabir olmanın yolunu açacaktı. Gazetecilik hayatı boyunca savaş alanlarında çalışmaya devam etti. Henty, romanlarının pek çoğunu bizzat gördüğü yerler, tanıdığı insanlar ve tanık olduğu olaylara dayanarak kurgulardı; bu nedenle kitapları, ayrıntılar bakımından çok zengindir.
Selvi Danacı, lisans eğitimini 2015 yılında Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde tamamladı. Yüksek lisans derecesini aynı bölümde “Samuel Beckett’in Dream of Fair to Middling Women, Mercier and Camier ve How It Is adlı Eserlerinde Arınma Kavramının Yeniden Tanımlanması” başlıklı teziyle aldı. Edebi çevirmenliğin yanı sıra çeşitli edebiyat mecralarında eser incelemeleri ve öyküler kaleme alıyor. Doktora tezini İngiliz sürrealist romanı üzerine yazıyor.
Önsöz
Sevgili dostlarım,
Mısırlıların günlük hayatlarını en ince ayrıntısına kadar kaya mezarlarının duvarlarına resmederken gösterdikleri özen, bu kayıtları binlerce yıl boyunca zarar görmeden korumuş olan kuru iklim ve çağdaş araştırmacıların yorulmak bilmeden yaptığı çalışmalar sayesinde Mısır halkının örf ve âdetleri, çalışma yöntemleri, spor ve eğlence aktiviteleri, şenlikleri ve günlük hayatlarıyla ilgili nispeten yeni olan uygarlıklara kıyasla çok daha fazla şey biliyoruz. Bu hikâyedeki amacım aynı konu üzerine yazmış olan J. Gardner Wilkinson ve diğer yazarların kapsamlı çalışmalarından da yararlanarak sizlere Mısır’daki hayatın olabildiğince gerçekçi bir portresini çizmek. Hikâyenin geçtiği dönem olarak geniş alanlara yayılan fetihleri ve şöhreti dikkate alındığında II. Ramses’ten sonraki en önemli Mısır hükümdarlarından biri olan III. Thutmose’nin devrini seçtim. Thutmose’nin Mısır ordularını Hazar Denizi kıyılarına kadar getirdiği bilinmekte; fethedip haraca bağladığı halklar arasında Rebu isimli sarı saçlı, mavi gözlü bir halkın da Mısır oymalarında bahsi geçiyor. Mısır’daki Yahudi Göçü’nün Thutmose’nin hükümdarlığı sırasında mı yoksa uzun yıllar sonra mı yaşandığı tartışmaya açık bir konu, hatta kimi yazarlar Ramses dönemini bile işaret ediyor. Çok tartışılan bu konuyu irdelemeden İsraillilerin Thutmose döneminde hâlâ Mısır’da olduğunu varsaydım, Musa’yı ise halkının davası için çalışmaya başladığı süreçte hikâyeye dahil ettiğim için Yahudi Göçü’nün bundan yaklaşık kırk yıl sonra gerçekleştiği çıkarımı yapılabilir. Fakat bu tarihi mutlak doğru olarak kabul etmenize gerek olmadığını bilmenizi isterim. Bu konuyla ilgili farklı görüşler bulunmakta, ayrıca Mısır kaynaklarında ne Göç’le ne de öncesinde yaşanan herhangi bir olayla ilgili fikir edinmemize yardımcı olacak bir kayıt bulunduğundan bu olayın çok sayıda Mısır kralından herhangi birinin hükümdarlığı sırasında kesin bir tarihte yaşandığını iddia etmek için elimizde hiçbir kanıt yok. İncil’de geçen Firavun ifadesi de konuya dair bir ışık tutmuyor çünkü Firavun en basit tabirle kral demek ve Mısır kayıtlarında yalnızca bu unvanla anılan hiçbir hükümdar bulunmuyor. Kutsal kedinin katledilmesinden doğan sonuçları hiçbir şekilde abartmadım çünkü herhangi bir kedinin kazara bile olsa öldürülmesi Roma İmparatorluğu’yla bağ kurduğu döneme kadar tüm Mısır tarihi boyunca ölümle cezalandırılıyordu.
Saygılarımla,G. A. Henty
I
Rebu Kralı
Güneş, Hazar Denizi’nin batı kıyısında bulunan bir şehrin üstünde ışıl ışıl parlıyordu. Burası gelişmiş bir yer değildi ama büyüklüğü ve kalabalık nüfusu sebebiyle şehir olarak kabul ediliyordu. Çoğunluğu basit kulübelerden oluşan küme halinde çok sayıda yapı vardı. Fakat aralarında daha sağlam ve yüksek birkaç bina da bulunmaktaydı. Bunlar yüksek rütbeli ve önemli insanların ikamet ettiği evler, tapınaklar ve toplanma alanlarıydı. Daha geniş ve sağlam bir şekilde inşa edilmiş olsalar da bu yapıların hiçbir estetik güzelliği yoktu, hatta biraz daha büyük olması dışında çevredeki kulübelerden farksızlardı; kralın sarayı bile yan yana yerleştirilmiş bir grup kulübeyi andırıyordu.
Kentin etrafında mazgal siperli yüksek bir sur vardı, buna benzeyen ama daha yüksek bir sur ise kral ve onun başkomutanlarının yaşadığı yeri çevreliyordu. Sokaklar hareketli kalabalıklarla doluydu, ülke barış içinde yaşama konusunda pek ilerleme kaydetmemiş olsa da savaşla ilgili her alanda büyük gelişmeler kaydettiği aşikârdı. Erkeklerin birçoğu kafalarını saran sivri uçlu miğferler takıyordu. Bu miğferler genellikle dövme pirinçten yapılırdı ama bazı başlıkların yapımında yer yer metal topuzla süslenmiş sert deri de kullanılırdı. Tüm erkekler vücutlarını saran zırhlar giyiyordu, askerlerinki metalle sertleştirilmiş deriden, komutanlarınki ise büyük bir özenle işlenmiş pirinçten yapılmıştı.
Hepsinin kemerinde bir hançer, sırtında demir okluklar, omuzlarında renkli yaylar vardı, bazıları da belinde bir kese yassı, düz taş ile deri sapan taşıyordu. Çoğunun üzerinde dizlerine kadar inen bir tür fistan vardı. Kimi üstüne sadece beyaz ketenden ince bir yelek giyerken kimi de günümüz geceliklerine benzeyen, kısa kollu bir kıyafet giyiyordu. Fistanı bu kıyafetin üstüne geçirmişlerdi. Bazıları arkadan bağcıklarla tutturulmuş kalın deriden göğüslükler takıyordu, subayların göğüslüklerinde kullanılan deri ise bir zırh oluşturacak biçimde küçük metal parçalarıyla kaplıydı.
Herkesin sol elinde iki üç cirit, sağ elinde ise yaklaşık üç metre uzunluğunda bir mızrak bulunuyordu. Atlılar dörtnala kraliyet sarayına gidip gelirken ara sıra bir iki atın çektiği at arabaları da onlara eşlik ediyordu. Tekerlerinin yüksekliği bir metreyi geçmeyen bu arabalar oldukça küçüktü. Tekerlerin arasında kalan araç gövdesi ancak iki adamın sığabileceği genişlikteydi. Bu gövde yalnızca ufak bir basamak ile bu basamağın yaklaşık kırk santim üstünde bulunan ve ön kısma bağlı ilerleyen yarı çember şeklinde bir parmaklıktan oluşuyordu. Dikkatle bakıldığında şehrin erkeklerinin bu kez askeri bir sefere çıkmak ya da komşu ülkeleri yağmalamak üzere hazırlanmadığı hemen anlaşılabiliyordu; bu, şehrin güvenliğini ilgilendiren bir savaş hazırlığıydı.
Bir araya toplanan kadınlar askerlerin şehir kapısına doğru ilerleyişini gözyaşları içinde izliyordu. Erkekler azimli ve kararlı görünüyordu ama tavırlarında başarı ve zafer beklentisi yaratacak o kaygısız neşe halinden eser yoktu. Sarayın içindeki koşuşturmalı hazırlık en az dışarıdaki kadar yoğundu. Kral, üst düzey danışmanları ve komutanlarıyla toplantı ve meclis salonu olarak kullanılan geniş, yuvarlak kulübede bir araya gelmişti. Çok geçmeden ulaklar ya düşmanın kaç kişilik bir orduyla nasıl ilerlediğine dair haberlerle ya da çevre kentlerden ve kabilelerden gelecek birliklerin orduya katılmak için ne zaman yola çıkacağıyla ilgili mektuplarla saraya geldi.
Kral dinç, uzun ve savaşçı bir yapıya sahipti. Batının uç noktalarına yaptıkları birçok başarılı seferde askerlerine liderlik etmiş, Perslerin topraklarını işgal etme girişimlerini büyük kayıplarla da olsa bastırmıştı. Arkasında on beş yaşlarında bir delikanlı olan oğlu Amuba duruyordu. Kral, danışmanları ve şehrin zenginleri fistan ve ipek ceketin yanı sıra süslü parçalarla donatılmış, uçları bol ve kalın, uzun, rengârenk bir cüppe giyiyordu. Önü açık bu cüppe büyük bir iğneyle boyna bağlanmış, omuzlardan ayak bileklerine dökülüyordu. Fistanları saran ve hançerlerin tutturulduğu kuşaklar oldukça süslüydü ve önden sarkan uçlarından iri püsküller dökülüyordu.
Herkes çok sayıda altın kolye, bilezik ve çeşitli takılar takıyordu; birçok üst rütbelinin miğferinde kuş tüyü vardı, çoğu erkeğin kol ve bacağındaki dövme desenleri de göze çarpıyordu. Hepsi açık tenli, mavi gözlüydü; saçları genelde ya altın sarısı ya da kızıldı; sakalları ise kısa ve dikti. Genç Prens Amuba da savaşa uygun kuşanmıştı, miğferi altın sarısı, zırhı da aynı metal kalıpla kaplıydı. Büyüklerinin tartışmasını dinlerken bir yandan da sabırsızlanıyordu çünkü yola çıkmaya hazırdı ve ülkesinin katıldığı bir savaşta yer almasına ilk kez izin verilmişti.
Bir süre konuşulanları dinleyip konseyin dağılmaya niyeti olmadığını anlayınca meclis salonunun bağlandığı büyük kulübeye çekildi. Bu kulübede hanımlar ve aileleri yaşıyordu. Birbirine dikilmiş hayvan derisinden yapılmış paravanlar, kulübeyi birkaç odaya bölmüştü. Bu odalardan birinde bir kadın, panter derisiyle kaplı alçak bir sedirde oturuyordu.
“Hâlâ konuşuyorlar anne. Nerede toplanıp savaşacağımızı tartışıyorlar. Nerede savaşacağımız benim umurumda değil ama onlar için çok önemli sanırım, tabii ne de olsa bu konuda benden daha bilgililer. Nihayet bir karara varıp buradan yaklaşık on beş mil uzakta bir yeri seçtiler. Önündeki arazinin bataklık olduğunu, böylece düşman arabalarının geçmesinin neredeyse imkânsız olduğunu söylüyorlar ama onlar bize saldıramazsa herhalde biz de onlara saldıramayız. Ulakları yollayıp tüm birliklerin orada toplanması için emir verdiler. Şehri savunmak için altı bin adam geride kalacak ama onları yenmeyi kafaya koyduğumuz için buna gerek kalacağını sanmıyorum, sence de onları yeneceğiz, değil mi anne?”
“Umarım, Amuba ama çok korkuyorum.”
“Ama daha önce birçok kez ülkemizi işgal ettiklerinde onları geri püskürtmeyi başardık, neden şimdi de aynısını yapmayalım ki?”
“Çünkü artık çok daha güçlüler oğlum, kralları da neredeyse girdiği her savaşta galip gelmiş büyük bir savaşçı.”
“Onun neden ülkemizi ele geçirmek istediğini anlayamıyorum anne. Mısır’ın zenginliklerinin uçsuz bucaksız, tapınak ve binalarının hayal bile edilemeyecek kadar ihtişamlı olduğu söylenir. Bizi rahat bıraksalar onlarla hiçbir derdimiz olmaz.”
“Hiçbir ülke daha fazlasına sahip olmayı istemeyecek kadar zengin değildir oğlum. Bizim altınımız ve onu işleyecek imkânımız var, hiç şüphesiz amaçları topraklarımızdaki bu zenginliği ele geçirmek; ayrıca senin de dediğin gibi Rebu’ya düzenledikleri seferler birçok kez geri püskürtüldü, bu yüzden hükümdarları bizi yenerse çok daha büyük bir üne kavuşacak. Bizimle bir dertleri olmamasına gelince, biz de batıya birçok sefer düzenleyip esir ve ganimetlerle dönmedik mi? O insanların da bizimle bir derdi yoktu, hatta ordumuz karşılarına çıkana kadar birçoğunun bizim kim olduğumuzdan haberi bile yoktu. Günün birinde işler değişebilir oğlum ancak şu an için güçlü krallar, kendilerinden daha güçsüz halklara savaş açıp mallarını yağmalar ve onları esir eder.
Umarım bu çatışmaya gereğinden fazla dahil olmazsın Amuba. Henüz yetişkin bir erkek kadar güçlü değilsin; ayrıca unutma, sen benim tek çocuğumsun. Savaş başladığında arabacının seni kalkanıyla koruduğundan emin ol, Mısırlılar müthiş okçulardır. Yayları bizimkilerden daha uzağı nişan alabilir, okları ise en güçlü zırhı bile delip geçer. Mızrakçılarımız her daim Mısırlılar kadar iyi, hatta onlardan daha iyi olduklarını kanıtlamışlardır çünkü daha güçlü ve cesurlar. Mısır’ın gücü, becerikli okçuları ve sayıca fazla arabalarında saklıdır. Şunu unutma, baban kral olarak askerlerini cesaretlendirmek için savaşın ortasında yer almak zorunda ama senin henüz bir çocuk olarak kendini ortaya atmana hiç lüzum yok.
Şüphesiz korkunç bir savaş olacak bu. Mısırlılar geçmiş yenilgilerinin izini silmeye çalışacaklar, ayrıca krallarının gözü önünde savaşacaklar. Çok korkuyorum Amuba. Bugüne kadar babanın katıldığı hiçbir savaşın sonucundan kuşku duymamıştım. Persler, cesur erkeklerin korkması gereken düşmanlar değildi, doğudan batıya ilerlerken sınırlarımızdan geçen yağmacıları ülkemize saygı göstermeye mecbur bırakmak da hiç zor olmamıştı çünkü askeri ve idari olarak üstünlüğümüz vardı. Ancak Mısırlılar feci düşmanlar, kral ve ordusu gittikleri her yerde galip geldi. Yaklaşmakta olan çatışmayı düşündükçe yüreğim korkuyla doluyor ama babanın yanında cesur görünmeye çalışıyorum, benim bir korkak olduğumu düşünmesini istemem.”
“Korkularının yersiz olduğuna eminim anne, ayrıca askerlerimizin kendi seçtikleri alanda aileleri ve ülkeleri için savaşırken pes edeceğini hiç sanmıyorum.”
“Umarım haklısındır Amuba. Bak, borazan sesi duyulmaya başladı, demek ki meclis dağılmış, baban da yola çıkmaya hazır. Tanrılar seni kutsasın sevgili oğlum, savaştan sağ salim dönesin!”
Kraliçe şefkatle oğluna sarıldı, Amuba da içeri girmekte olan babası yanaklarından süzülen yaşları görmesin diye hızla odadan çıktı. Birkaç dakika sonra kral komutanlarıyla saraydan ayrıldı. Çoğu savaş arabasıyla giderken geri kalanlar da at üstünde yola çıktı. Kent artık sessizliğe bürünmüş, sokaklar neredeyse terk edilmiş gibiydi. Karargâhtakiler dışında silah kullanabilen her erkek savaşa katılmıştı; kadınlar endişeli gözlerle kapı önlerinde toplanmış, kraliyet birliğinin önlerinden geçişini izliyordu.
Amuba’nın arabacısı uzun ve güçlü bir adamdı, normalde kullanılanlardan çok daha büyük bir kalkan taşıyordu ve Amuba’ya eşlik etmesi için kral tarafından özel olarak seçilmişti. Aldığı emir gereği Amuba’nın cephedeki savaşçıların arasına atılmasına izin vermemesi, hatta düşman birliklerine saldırmak isterse prensin emirlerini bile tanımaması gerekiyordu.
“Oğlum tehlikeden kaçınmadan savaşa olabildiğince dahil olmalı,” dedi babası, “ama o hâlâ bir çocuk, Mısır’ın seçkin savaşçılarıyla göğüs göğse çarpışmaya hazır değil. Umarım bir gün benim yanı başımda savaşacak ama şimdilik hevesini dizginlemelisin. Onu Mısırlıların oklarından elinden geldiğince korumanı söylememe gerek yok. Amuba benim en büyük evladım, başıma bir şey gelirse Rebu’nun kralı olacak, bu yüzden hayatı çok kıymetli.”
Yarım saat sonra arkadaki askerlere yetişip öne geçtiler. Kral arabasını durdurup bazılarını yola geç çıktıkları için sert bir şekilde azarladı ve bir an önce toplanma yerine gitmelerini söyledi. İki saat sonra kral da kırk bine yakın adamın halihazırda toplanmış olduğu noktaya ulaştı. Önden yollanan gözcüler, Mısır öncü birliklerinin bir saate burada olacağını ama asıl ordunun hâlâ uzakta olduğunu ve karanlık çökene kadar saldırıya hazır hale gelemeyeceğini bildirdi.
Bu iyi bir haberdi çünkü gece olmadan otuz binden fazla adamın da gelmesiyle Rebu’nun tüm birlikleri toplanmış olacaktı. Kral hemen ordu komutanının çatışma için seçtiği bölgeyi incelemeye koyuldu. Bölge öne doğru hafif bir eğimle ufak bir akarsuya uzanıyordu; bu akarsu bataklık bir arazi üzerinden akıyor, arabaların geçişi için zorlu bir engel oluşturuyordu. Sağda sık bir koru, sol tarafta ise korudan bir buçuk mil ötede bir köy vardı.
Bu köyden bataklık boyunca uzanan yolu, araçların geçmesine engel olmak için kaya parçalarıyla kapatmışlardı. Bu yolu geçmeye çalışan düşmanı önlemek için yolun karşısına okçular konuşlandırılmıştı. Zorlanmaları halinde öne çıkıp yardım etmek amacıyla mızraklı askerler arkalarında hazır vaziyette bekliyordu. Düşmanın bataklığı aşma ihtimaline karşı savaş arabaları saldırıya geçip çatışmaya katılmaya hazır bir şekilde arkadaki tepelikte bekliyordu.
Ovadan yükselen bir toz bulutu görüldüğünde kralın alan teftişi henüz bitmemişti. Ordu hızla yaklaşıyor, kılıçları güneşte parlıyordu. Ardından çok sayıda at Rebuluların görüş alanına girdi.
“Bunlar atlılar mı baba?” diye sordu Amuba.
“Hayır, bunlar savaş arabaları Amuba. Ordularında belli sayıda atlı olsa da Mısırlılar bizim gibi at sırtında savaşmaz, onların gücü savaş arabalarından gelir. Gördün mü bak, durdular; ordumuzun savaş pozisyonunu almış olduğunu fark ettiler.”
Savaş arabaları kusursuz bir şekilde sıralanmıştı, toz bulutu kalktığında ise yüz metre ötede dört sıra halinde dizildiklerini gördüler.
“Her bir sırada yaklaşık bin tane araba var,” dedi kral, “bu sadece öncü birlikleri. Firarilerden öğrendiğimiz kadarıyla ordularında tam tamına on beş bin savaş arabası var.”
“Bu bataklığı geçebilecekleri başka bir yol yok mu baba?”
“En kolay yer burası Amuba; vadi gittikçe derinleşiyor, oradan geçmek çok daha zor olur. Yukarıda, korunun ilerisinde ise oldukça büyük bir göl var ve ötesindeki denize kadar uzanan toprak arazi hayli engebeli ve arabaların geçmesi için uygun değil. Ayrıca onlar bizimle savaşmaya geldiler, kibirli kralları başka yoldan gitmelerine izin vermez. Bak, askerlerin arasından mühim biri geliyor, muhtemelen kral araziyi kendi inceleyecek.”
Sahiden de bir savaş arabası çukurluk bölgenin karşı yamacına geçiyordu, içinde iki kişi vardı ve bu mesafeden pek seçilmese de kralın hizmetkârları ve saray mensupları olduğu anlaşılan çok sayıda insan yanlarında yürüyordu. Arkadan parlayan güneşin etkisiyle araba uzaktan bakıldığında altından yapılmış gibi parlıyordu. Değneklerin ucunda taşınan devasa yelpazeler kralı güneşin sıcağından koruyordu.
Kral yamacın tepesinden yavaşça ilerleyip korunun diğer ucuna ulaştı, sonra ters yöne dönüp köyden geçen yola vardı. Ardından savaş arabalarının hattına dönüp askerlere bir komut verdi, bunun üzerine savaş arabalarındaki askerler yere indi ve aynı anda uzun bir hattan oluşan atlılar bir anda gözden kayboldu. Bir saat boyunca hiç kimse hareket etmedi, sonra ani bir kıpırdanmayla bu uzun sıralar dağıldı, askerler sağa ve sola dönüp iki grup olarak yerlerini aldılar.
“Ana ordu da yakında gelir,” dedi kral. “Batan güneşin altındaki kıpkırmızı büyük bulutu görüyor musun? Yaklaşmakta olan ordunun çıkardığı toz bulutu bu. Bir saat sonra burada olurlar ama o zamana kadar güneş batmış olacak, onlar da haliyle sabaha kadar saldırıya geçmeyecek.”
Cephedekilerin bir süre daha silahlı halde beklemesi emredilmiş, diğer askerlere ise sıradan çıkıp gece için yemek hazırlamaları söylenmişti. Mısır ordusu yaklaşık bir mil uzaklıkta durmuştu, daha fazla ilerlemeye niyetli olmadıkları anlaşıldığında da tüm askerlere sıradan çıkmaları emredildi. Bataklığın çevresine bir sıra okçu yerleştirildi, çok geçmeden bir grup Mısırlı okçu da karşı uçta yerini aldı. Büyük ateşler yakılıp yemek için hazırda bulunsun diye önceden getirilen çok sayıda öküz kesildi.
“Mısırlılar şu yaptıklarımızı görse çok öfkelenirlerdi,” dedi kral oğluna, “çünkü taptıkları en önemli tanrılar arasında öküz de bulunuyor.”
“Büyükbaş hayvanların tanrı olduğuna gerçekten inanıyor olabilirler mi baba?” diye sordu Amuba şaşkınlıkla.
“Bu hayvanları tam anlamıyla tanrı olarak görmüyorlar oğlum, daha ziyade tanrılarının gözünde kutsal olduğunu düşünüyorlar. Aynı şekilde kedilere, kargalara ve daha birçok hayvana da hürmet ediyorlar.”
“Ne kadar tuhaf!” dedi Amuba. “Persler ve bizim gibi ekinleri büyütüp bolca bereket bahşeden, şüphesiz ışığın ve ısının kaynağı olan güneşe tapmıyorlar mı peki?”
“Bildiğim kadarıyla hayır ama düşmanlarına karşı kendilerine zafer bahşettiğine inandıkları çok sayıda tanrı olduğunu biliyorum oğlum.”
“Her zaman bahşetmiyor,” dedi Amuba, “topraklarımızı fethetmeye çalıştıklarında dört kez püskürttük onları. Belki de bizim tanrılarımız onlarınkinden daha güçlüdür.”
“Olabilir oğlum ama sanırım tanrılar sayıca daha kalabalık ve cesur olan ordulara zafer bahşediyor.”
“Yani hiç karışmıyorlar, öyle mi baba?”
“Öyle bir şey diyemem oğlum, tanrıların işlerine aklımız ermez. Her milletin kendine ait bir tanrısı var, bir millet bir diğerini yenebildiğine göre ya bazı tanrılar diğerlerinden daha güçlü ya da kendilerine ibadet edenleri yok olmaktan kurtarmak adına bir müdahalede bulunmuyor. Ama bunlar bizim aklımızın alabileceği şeyler değil. Bizim yapmamız gereken tek şey yiğitçe üstümüze düşeni yapmak; böylece Mısırlıların güvendiği boğalardan, kedilerden ve diğer hayvanlardan korkmamıza hiç gerek kalmaz.”
Kral birkaç saat boyunca tüm birliklerin toplandığından ve nizamlı bir şekilde silahlandırıldığından emin olmak için komutan ve liderlerle bölükleri gezip her birliğin liderini sabah olduğunda yerlerini almaları konusunda bilgilendirdi ve askerleri cesaretlendirip canlandırmak için elinden geleni yaptı. Tüm bunlar bittiğinde kral kendisi için hazırlanmış olan bir post yığınının üstüne oturup oğluyla ciddiyetle uzun uzun konuştu ve bu savaşta başına bir şey gelirse gelecekte halkını nasıl yöneteceğine dair tavsiyeler verdi.
“Sen benim vârisimsin,” dedi, “ülkemizin geleneklerine göre taht babadan oğula geçer. Sekiz, on yıl kadar daha hayatta kalırsam sonrasında elbette yerime sen geçeceksin ama olur da yarın ölürsem ve Mısırlılar topraklarımızı ele geçirirse, o zaman her şey değişir. Bu durumda halkın asıl ihtiyaç duyacağı kişi, onları uzun sürecek bir direnişe hazırlayacak ve Mısırlılar bu bitmek bilmez savaştan bıkıp bizlere boyun eğdirme fikrinden vazgeçerek dikkatlerini daha uysal bir halka yönlendirene kadar onlara öncülük edecek bir askeri lider olacaktır.
Bu iş için sen çok gençsin, halk da liderlik konusunda Amusis’e ya da diğer komutanlarıma bel bağlayacaktır. Çabaların sonucu başarılı olursa Amusis’i kralları olarak seçeceklerdir. Bu durumda halkın tercihine karşı gelmek yerine boyun eğmen daha iyi olacaktır Amuba. Senin gibi bir delikanlının halkın seçtiği muzaffer bir ordu komutanına karşı asla kazanma şansı olamaz, ona karşı çıkarsan yalnızca anneni ve kendini yıkıma sürüklemiş olursun.
İnan bana, bir kralın yaşamını kıskanmana hiç gerek yok, ülkenin soylularından biri olarak senin konumun bir kralınkinden çok daha iyi olacaktır. Halkın dileği karşısında göstereceğin içten bir rıza onların dostluğunu kazandıracaktır sana, böylece benden sonraki kralın ölmesi durumunda seni yeni kralları olarak seçebilirler. Benim ölümümden sonra liderlik konumuna kim gelirse gelsin onun dostluğunu kazanmak adına emirlerine tereddütsüz ve içten bir şekilde itaat edip herkese örnek teşkil etmek için elinden geleni yap. Hırslı bir adamın bir delikanlıyı ortadan kaldırması zor olmaz, can güvenliğin tamamen kralın seni rakibi olarak görmesine yol açabilecek bir sebep vermemene bağlı.
Tüm bu tavsiyelere ihtiyacının olmayacağını, yarınki savaştan galip çıkacağımızı umuyorum ama yenilirsek benim kurtulma şansım oldukça düşük, bu yüzden de başına gelebilecek her şeye karşı hazırlıklı olmalısın. Tavsiyelerime uymana rağmen kim olursa olsun, halkın seçtiği liderin sana kötü davrandığını fark edersen ülkenin sınır bölgelerine çekil, olabildiğince büyük bir kalabalık toplayıp – her zaman türlü maceralara atılmaya hazır, kabına sığmaz bir sürü insan bulabilirsin – batının en uç noktasına git ve atalarımızın birçoğunun geçmişte yaptığı gibi bu insanlarla oraya yerleşip bir krallık kur.
Oraya giden kimse şimdiye dek geri dönmedi, demek ki yerleşecek bir yer buldular çünkü savaşçı halklarla karşılaşıp yenilselerdi en azından bir kısmı geri dönerdi ama günümüze kadar bizlere aktarılan efsanelere göre doğudan gelen kabileler hep batıya, bilinmeyen diyarlara akın etmişler, şimdiye dek hiçbir grup geri dönmemiş.”
Babası o kadar ciddiydi ki Amuba uyumak için kat kat postlardan oluşan yatağına yattığında gün boyu içinde bulunduğu ruh halinden çok farklı duygularla doluydu. Annesinin önsezileri neredeyse hiç aklına gelmedi, Rebu’nun daha önce de olduğu gibi Mısırlıları yeneceğine kesin gözüyle bakıyordu ama babasının ses tonundan onun da savaşın ne şekilde sonuçlanacağından hiç emin olmadığını anladı.
Şafak söktüğünde Rebu ordusu silahlarına sarıldı, bir saat sonra da kalabalık Mısır ordusunun yaklaşmakta olduğunu gördüler. Yamacın kenarına varıp akarsuya doğru inmeye başladıklarında kral askerlerine bataklığın kıyısına ilerleyip oklarıyla ateş açmalarını emretti.
Havaya atılan oklar bataklığın kenarına henüz varmış olan Mısırlı askerlerin üzerine yağdı. Açılan ateş öylesine dehşet vericiydi ki Mısırlılar geri çekildi ve yamacın yarısını tırmanıp Rebu askerlerinin erişemeyeceği bir noktaya sığındılar, bunun üzerine karşılık olarak onlar da oklarını fırlattı. Mısırlı okçuların üstünlüğü anında belli oldu. Çok güçlü yayları vardı; İngiliz okçuların Crecy’de yaptığı gibi yan yana ilerleyerek bir çıkıntıya vardılar ve böylece oklarını, yayı yalnızca göğüs mesafesinde çekmeye alışkın olan düşmanlarından çok daha büyük bir uzaklığa fırlatabildiler.
Mısırlıların ilk hücumuyla birçok Rebu askeri öldü, ok fırtınası devam ettikçe bu mesafeden Mısırlılara pek zarar veremeyeceklerini fark eden askerler yan taraftan yamaca tırmanıp yarı yolda durdular. Çok geçmeden sıra sıra dizilmiş Mısırlı okçuların arkasından her hatta yüz kişilik bir asker birliği ortaya çıktı, her biri devasa birer ot balyası taşıyordu. Amaçları ortadaydı, bataklık boyunca arabaların geçebileceği geniş bir yol hazırlayacaklardı. Rebu askerleri yeniden bataklık kenarına ilerleyip ok yağmuruna başladılar ama kendilerini, taşıdıkları çalı çırpı balyalarıyla koruyan Mısırlılar neredeyse hiç zarar görmedi, bu sırada Rebulular atış menzilinin ötesinden sakin ve istikrarlı bir şekilde ok atan Mısırlı okçular tarafından alt ediliyordu.
Mısırlıların bulunduğu koldaki ilk sıra bataklık bölgenin sınırına vardığı anda cephedeki askerler balyaları hemen önlerine bırakıp arkalarında duran silah arkadaşlarının arasındaki boş alanlara çekildiler. Sınıra ulaşan her sıra aynısını yaptı. Birçoğu Rebu askerlerinin okları altında kaldı ama süreç istikrarlı bir şekilde devam etti, yer sulaklaştıkça balyaları fazladan bir kat daha olacak şekilde sermeye devam ettiler; Rebulular gittikçe artan bir ümitsizlikle bataklık boyunca iki yüz metre genişliğinde bir geçiş yolunun yavaş ama istikrarlı bir şekilde inşa edilişini izlediler.
Kral bizzat arabasından inip en yiğit komutanlarıyla birlikte askerlerin yanına gitti ve geçiş yolunun ilerlediği her metrede oklarının yolunu yapan adamlara daha ölümcül zarar verdiğini anlatarak askerlere pes etmemelerini söyledi. Fakat yalvarışları boşunaydı, yolun yapıldığı alan çoktan yığılmış ölü bedenlerle dolup taşmıştı ve Mısırlıların yağdırdığı oklar o kadar hızlı ve ölümcüldü ki en yiğit askerler bile direnmekten vazgeçti. Sonunda liderleri bile onları zorlamayı bıraktı, kral da hepsine Mısırlıların atış menzilinden uzağa çekilmelerini emretti.
Birliklerin nasıl yerleştirileceğine dair birtakım değişiklikler yapıldı, en başarılı ve düzenli gruplar Mısır savaş arabalarının saldırısını karşılamak için geçiş yolunun önüne konumlandırıldı. Öndeki iki sıra mızraklı askerlerden oluşturulurken onların da arkasındaki tümseklere arabalarda kimin durduğuna bakmadan sadece atları vurmaları emredilen okçular yerleştirildi, arkalarından dört yüz adet savaş arabası geldi. Onların da ardında yine uzun bir hatta mızraklı askerler vardı, koruya ve köye uzanan sağ ve sol tarafta ise bataklıktan ilerleyen Mısırlı askerlerle dövüşecek olan asıl ordu bekliyordu.
Geçiş yolunun son kısmının tamamlanması Mısırlılara pahalıya patladı çünkü onlar Rebu okçularının saldırısına maruz kalırken şimdi bu okçular karşı tepede, Mısırlıların menzilinden çok ötedeydi. Fakat sonunda yol tamamlandı. İşlem bitip işçiler geri çekildiğinde kral arabasından atlayıp yanan meşaleler taşıyan yüz kişilik bir birliğin başını çekerek yamaçtan aşağı fırladı. Ortaya çıktıkları an Mısırlı okçular ileri atılıp bu küçük grubu ok yağmuruna tuttu. Geçiş yoluna varamadan üçte ikisi öldü, diğerleri ise meşaleleriyle balyaları ateşe verdi.
Mısırlı askerler alevleri söndürmek için koştururken Rebulular onları püskürtmek için ileri atıldı. Feci bir mücadele başladı ama yiğit Rebulular galip geldi ve Mısırlılar geri çekildi. Fakat saldırıları amacına ulaşmıştı çünkü çatışma sırasında balyalar iyice çamura gömülmüş, ateş de söndürülmüştü. Bunun üzerine Rebulular ilk konumlarına geri çekilip önüne geçemeyecekleri saldırıyı beklemeye koyuldular. Saldırı yaklaşık bir saat sonra başladı, çok geçmeden Mısırlı askerlerden oluşan uzun bir sıra ortaya çıktı, yan yana elli sıra savaş arabası görüldü, sonra bütün ordu avazı çıktığı kadar bağırarak yamaçtan aşağı ilerlemeye başladı. Rebulular da savaş naraları atarak karşılık verdiler.
Mısırlılar savaş arabalarıyla geçit yoluna doğru bayırdan aşağı son hız ilerliyorlardı. Bu, Rebulu okçuların yaylarını germeleri için bir işaretti, bir anda savaş arabalarının ilk hattında bir kargaşa çıktı. Okların yaraladığı atlar çıldırmış gibi kendilerini yere attılar. Birçoğu balyaların arasında kalıp düştü. Bir an için üstünlük sağlanmıştı ama Mısırlı askerler bellerine kadar çamurun içine girip oklarıyla öyle yoğun bir hücuma geçtiler ki cephedeki Rebulular geri çekilmek zorunda kaldı, okçular ise oklarını kontrolsüz ve dağınık bir şekilde atmaya başladı.
Kral, askerleri boş yere yatıştırmaya çalıştı. O bununla uğraşırken Mısır savaş arabalarının ilk grubu çoktan yolu geçmişti, ardından diğerleri de kesintisiz bir kuyruk halinde akın etti. Sonra dağınık mızraklı asker hattının arasından Rebulu savaş arabaları, peşlerinde bir sürü mızraklı askerle Mısırlıların üzerine saldırdı. Kralın amacı Mısırlıların ilk saldırısını durdurmak, liderleri alt etmek ve arkadaki asker yığınının kalabalık yoldan çıkıp gelmesini engellemekti.
Saldırının etkisi dehşet vericiydi. Atlar ve savaş arabaları çılgınca bir karmaşanın içinde yuvarlandı, ciritler etrafa savruldu, yaylar gerildi, savaşçıların haykırışları ve debelenen atların ayakları altında ezilen yaralıların feryatları korkunç bir gürültü yaratıyordu. Kıvrak ve çevik Rebu askerleri arbedeye karıştı, Mısır atlarının altına girip uzun bıçaklarıyla karınlarına ölümcül darbeler indirerek atından düşen Mısırlılarla göğüs göğse çarpıştılar. Amuba geride kalan savaş arabalarıyla atağa geçmişti. İkinci sıraya, babasının hemen arkasına yerleştirilmişti, arabacısı ise aldığı emirlere uyarak delikanlının öfke dolu emirlerine rağmen arabayı sabit tutmaya çalışıyordu ama birbirleriyle aynı hizada hareket etmeye alışmış olan atları durdurmak imkânsızdı, böylece arabacının çabalarına rağmen geri kalan grupla birlikte yamaçtan aşağı taarruza geçtiler.
Daha önce aslan ve leopar avlamış olan Amuba, soğukkanlılığını koruyup sakin bir şekilde nişan alarak oklarını Mısırlıların üstüne fırlattı. Bir süre çarpışmadan kimin galip çıkacağı belirsizliğini korudu. Yol üzerinde toplanmış olan Mısır savaş arabaları ilerleyemiyordu, birçok yerde de arabaların ağırlığı yüzünden balyalar çamura öyle battı ki araçlar hareket edemedi. Bir yandan da bataklık üzerinde her iki tarafta da korkunç bir çarpışma devam ediyordu. Attıkları oklarla kendilerini koruyan Mısırlılar bataklığın öteki tarafına geçmeyi başardı ama burada Rebu’nun mızraklı askerleriyle karşılaştılar ve çatışma tüm hat boyunca hiddetlendi.