Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Dominique»

Shrift:
Madam George Sand’e:

Madam,

Okumuş olduğunuz küçük kitap işte budur. Onu, hiçbir değişiklik yapmadan, yani kalem tecrübesi kabilinden olan bu eserde göze çarpacak bütün acemilikleriyle neşrettiğime, çok müteessifim. Bu gibi hatalar bana çaresiz göründü. Ve onları tashih etmekten ümidimi keserek olduğu gibi ibka ettim. Eğer kitabım daha az kusurlu olsaydı onu size takdim etmek benim için büyük bir saadet olurdu. Dostlarınızın en hakiri sıfatıyla beni affederek şu hâliyle gene yüksek isminizin himayesine alacak mısınız? O isim ki vaktiyle de bana muhafızlık etmiştir ve o isim ki onun hakkında hayranlık beslediğim kadar da şükran ve hürmet duygularıyla mütehassisim.

EUGÈNE FROMENTIN
Paris, Teşrinisani 1862

DOMINIQUE

I

Şimdi okuyacağınız bu pek basit ve lüzumundan çok az roman tarzında olan hikâyeyi bana mahremane anlatan arkadaşım, “Şüphesiz…” dedi. “Şikâyet edecek bir şeyim yok çünkü Allah’a şükür, artık hiçbir şey değilim! Zaten hiçbir vakit bir şey olmadığım da tahmin edilebilir ve ben birçok ihtiras adamlarının sonunda benim gibi olmalarını temenni ederim. Artık iyice anladım ve rahat ettim. Birçok faraziyelere kapılmaktan elbet böylesi daha iyidir: Kendi kendimle anlaşmanın yolunu buldum. Bu ise muhale karşı kazanabileceğimiz zaferlerin en büyüğüdür. Hasılı herkes için faydasız olan ben, şimdi bazıları için faydalı oluyorum ve kendisinden beklenenlerden hiçbirini vermemekte olan hayatımdan, belki hiç beklenmeyen yalnız birini… kendini büyük görmemek ihtiyatlı ve şuurlu olmak meziyetini elde edebildim. O hâlde şikâyet edeceğim bir şey yok demektir. Hayatım arzularıma ve meziyetlerime göre biçilmiş bir kaftandır. O, bir köy hayatıdır ki bu da kendisine pek yakışmaz değildir. Geç büyüyen ağaçlar gibi ben onu tepesinden budadım; öyle çalımlı, güzel ve gösterişli değildir; bunun için uzaktan pek görünmezse de iyi kök tutar ve etrafına çok gölge verir. Şimdi üç kimse var ki ben varlığımı onlara borçluyum. Bunlar beni muayyen vazifelerle, pek ağır olmayan mesuliyetlerle ve hatasız, üzüntüsüz bağlarla bağlamışlardır. Vazifem basittir ve ben onun uhdesinden gelebilirim. Eğer bütün beşer hayatının gayesi didinmekten ziyade zürriyet sahibi olmak ise ve eğer saadet denilen şey arzularımızla o arzuları yerine getirecek kudretimizin muvazenet1 ve muadeletinde2 ise ben aklın gösterdiği yolların en kısasından yürüyorum, demek siz de mesut bir adam görmüş olduğunuzu iddia edebilirsiniz.”

Bu arkadaşım kendi iddia ettiği gibi şahsiyetsiz bir adam olmadığı gibi eyaletinin silik çehreleri arasına karışmadan evvel onların içinden bir şöhret mukaddemesiyle sivrilip çıkmış da olmakla beraber o gene kendisini “menfi kemiyetler” namını verdiği meçhul güruh arasına karıştırmak isterdi. Ona gençliğinden bahsedenlere ve oldukça keskin ışıklarla etrafını aydınlattığını söyleyenlere cevap olarak bunun âlemin, bir kuruntusundan ibaret olduğunu, hakikatte ise kendisinin hiçten başka bir şey olmadığını, bunun delili ise işte bugün kendisinin de herkese benzemekte olduğunu ve tam manasıyla haklı olan bu neticeyi efkârıumumiyeye karşı meşru bir nevi tazminat gibi telakki ederek iftihar ettiğini söylerdi. Bu münasebetle şunu da tekrar ederdi ki, pek az kimseye, kendisinde bir istisnaiyet olduğunu söylemek hakkı nasip olmuştur ve böyle yüksek bir kabiliyetle mümtaz olduğu sabit olmaksızın imtiyazlı rolü oynamak kadar gülünç, mazeret kabul etmez ve boş bir şey yoktur; kendisini cemaatten, akran ve emsalinden ayrı görmek isteyenlerin bu küstahça temennileri, ekseriya cemiyete karşı işlenmiş bir kumarbaz hilesi ve kendi hâllerindeki bütün mahviyetli kimselere karşı reva görülmüş affolunmaz bir hakarettir; hak etmediği bir şerefi benimsemek, başkalarına ait rütbe ve unvanları gasp ederek er geç günün birinde de şöhretin hazine-i umumiyesini böyle yağma ederken suçüstü yakalanmak tehlikesine düşmek demektir.

Belki de inzivaya çekilişini izah için böyle kendini küçültüyor yahut bizzat kendi elemlerine ve arkadaşlarının elemlerine rücû etmek ihtimalini bütün bütün kaldırmak için böyle söylüyordu. Acaba samimi mi idi? Bunu kendi kendime çok sordum. Hatta ara sıra, tekâmül meftunu olan, böyle bir adamın nasıl olup da bu kadar tam bir tevekkülle inhizamını3 kabul etmiş olmasını şüpheli bulduğum bile oldu. Zaten en halis bir samimiyetin dahi ne çok dereceleri vardır! Dosdoğrusunu söylemeksizin doğru söylemenin ne kadar çok tarzları vardır! Eşyanın aslına bağlanmayıp onun fevkine çıkan hâletiruhiye, itiraf olunmayan şeylere uzaktan bakan kavrayıcı bir nazarın varlığını reddedebilir mi? Peki, kendinden oldukça emin hangi kalp vardır ki bizim elimizde olan tevekkül ile bize ancak zamanın getirdiği nisyan arasında hiçbir elem doğmayacağını söyleyebilsin?

Onun şimdiki hayatına, hiç olmazsa kendisinden bahsettiğim devredeki hayatına pek benzemeyen mazisi hakkındaki şu hüküm ne olursa olsun o, kendi kendine o derece istifasını vermiş ve öyle karanlık bir hâl almıştı ki bu hâli kendisine bütün bütün hak verdirecek gibi görünüyordu. Bunun için kendisini hemen hemen bir yabancı yerine koyarak ne söylediyse olduğu gibi kabul ettim. Kendi tabiri veçhile o, o kadar az kendisi olmuş ve bu sahifelerde kendinden başka o kadar çok kimselerin icabında tanınması mümkün bulunmuş idi ki, bu kadar müşabehetlere4 imkân veren bir adamın hayatında portresini çizip basmakta hiçbir mahzur görmüyorum. Kendi simalarını memnuniyetle onda bulacaklardan onu biraz ayırt eden bir şey varsa o da bence kimseyi kıskandırtmayacak bir istisnaiyetle onun sık sık kendini murakabe etmek gibi nadir bir cesarete malik olması ve daha nadir bir huşunetle kendinde bayağılık bulması idi. Nihayet kendisinin gerek hâlinden ve gerek mazisinden bahsetmek hususundaki ihmal ve lakaydisi de zikre değer ki böyleleri varsa bile pek azdır.

İlk olarak onu görüşümde mevsim sonbahardı. Tesadüf onu bana çok sevdiği ve ikide bir dilinden düşürmediği bir mevsimde tanıtmıştı. İhtimal ki bu mevsim, yaşanılan her mutedil hayatı hülasa ettiği için yahut asude ve tabii bir kadroya bürünerek sükût ve melal içinde o hayat sonuna erdiği için ondan sık sık bahsederdi. O zamandan beri kaç kere bana şöyle söylemiştir:

“Ben, önü alınması tamamıyla kabil olmayan birtakım uğursuz cereyanların bir misaliyim: Melankolik bir adam olmamak için yapmadığım kalmadı. Çünkü her yaşta ve bilhassa benim yaşımda melankolik olmak kadar gülünç bir şey olamaz. Fakat bazı kimselerin kafasında yağmur gibi, fikirleri üzerine daima dökülmeye hazır, bilmem nasıl sisli bir matem havası bulunuyor. Eylülün sisleri içinde doğanların vay hâline!”

Bu son sözü, hem şu çalımlı mecazi ifadesine hem de yaratılışının esasen kendisini pek mahcup eden o sakatlığına karşı gülümseyerek ilave ederdi.

O gün ben, onun oturduğu köyün civarında avlanıyordum. Oraya bir gün evvel gittimdi. Birkaç seneden beri köyde yerleşip kalmış olan dostum Doktor …’ın misafiri idim, başka bir tanıdığım da yoktu. Avlanmak için onunla ikimiz köyden çıkarken öteden Villeneuve’ün şarkını örten -üzüm bağlar ile mestur- bir tepede başka bir avcı göründü. Gezmeye çıkmış bir adam hâliyle ağır ağır yürüyordu. Yanında -üzüm kütüklerinin arasında dolaşıp aranan- iki büyük av köpeği vardı: Biri, tüyleri boz bir İspanyol köpeği, ötedeki de kısa tüylü siyah bir zağardı. Ondan sonra öğrendim ki, hemen her gün tekerrür eden av seferlerinde bu iki köpek onun münhasıren yanına aldığı iki arkadaşıdır ve bu av merakı, onun için açık havada yaşamak ve bilhassa yalnız yaşamak, ihtiyacı gibi daha derin bir meylin bahanesinden başka bir şey değildir.

Komşusunun mutat maiyetini uzaktan tanıyan doktor bana dönerek “O!” dedi. “İşte bizim Mösyö Dominique avlanıyor!”

Çok geçmeden onun ateş ettiğini duyduk. O zaman da doktor, “İşte Mösyö Dominique ateş ediyor!” dedi.

Avcı bizimle hemen hemen aynı arazide avlanıyor ve Villeneuve’ün etrafında, şarktan esen rüzgâr istikametine ve av hayvanlarının malum olan yerlerine göre zaten taayyün etmiş aynı manevra hattını tutuyordu. O gün akşama kadar gözümüzün önünde bulundu ve aramızda yüzlerce metre mesafe olduğu hâlde biz onun avlanmasını takip ettiğimiz gibi şüphesiz o da bizimkini takip edebiliyordu. Arazi düz, hava sakindi ve bu mevsimde ses öyle uzaklara gidiyordu ki gözümüzden kaybolduğu zamanlar bile tüfeğini her atışını pek sarih olarak duyduktan başka fazla uzaklaşan köpeklerini çevirmek veya onları bir araya getirmek için uzaktan uzağa bağırışlarını bile kaçırmıyorduk.

Bir ihtiyat mı yoksa doktorun bir aralık ağzından kaçırdığı bir sözden anladığıma göre üç kişilik avlardan pek hoşlanmadığı için mi, ne olursa olsan, doktorun Mösyö Dominique dediği bu zat yanımıza ancak akşama doğru yaklaştı. Ondan sonra aramızda teessüs eden karşılıklı dostluğun başlangıcı o gün hadis olmuş5 adi bir vakadır denebilir. Birbirimizden yarım tüfek menzili bir mesafede bulunduğumuz bir anda benim köpeğimin önünden bir keklik havalandı. O, solda idi. Keklik de onun tarafına meyleder gibi göründü.

“Bu sizindir, ateş ediniz mösyö!” diye bağırdım. Tüfeğini omzuna koyuncaya kadar geçen fark edilmez bir tevakkuf anı içinde onun önce bize bakıp ne doktorun ne de benim ateş edecek kadar yakın olmadığımıza, sonra da bir an evvel kararını vermezse bunun hepimiz için kaybedilmiş bir parti olacağına hüküm verdikten sonra, hemen nişan alıp ateş ettiğini gördüm. Kuşçağız alabildiğine uçarken yıldırımla vurulmuş gibi düştü. Daha doğrusu şiddetle kendini yere attı ve üzüm bağının sertleşmiş zemini üzerinde, ağır bir hayvan cüssesi gürültüsü ile bir kere sıçradı.

Bu, renkçe zengin ve muhteşem kırmızı erkek bir keklikti. Gagası ve ayakları mercan gibi sert ve kırmızı; pençeleri horoz pençeleri gibi ve göğsü çok besili bir piliç göğsü gibi enli idi.

Mösyö Dominique bana doğru ileri gelerek “Mösyö…” dedi. “Sizin köpeğinizin durağında bulunan bir kuşa ateş ettiğim için affınızı rica ederim. Fakat bu havalide oldukça nadir olan böyle nefis bir parçayı kaçırmamak için size vekâlet etmeye mecbur kaldığımı zannediyorum. Hakçası o sizindir. Onu size takdim değil iade ediyorum.”

Tereddüdümü izale için nazikane birkaç söz daha ilave etti. Ben de Mösyö Dominique’in bu hediyesini ödenmesi zaruri bir nezaket borcu kabilinden olarak kabul ettim.

O zamanlar kırkını geçkin olmakla beraber bu adam hâlâ görünüşte genç, oldukça iri, esmer renkli, tavır ve edası biraz ihmalkâr olmakla beraber sakin siması, ağırbaşlı söz söyleyişi, ihtiyatlı duruşu, aşağı yukarı ciddi bir zarafet ibrazından hali değildi. Sırtındaki bluzu ve ayağındaki getrileriyle avcı bir kır adamı kılığında idi. Yalnız tüfeği onun refah içinde olduğunu göstermeye kâfi idi. Köpeklerinin boynunda gümüş kakmalı birer geniş tasma ve bu tasmaların üstünde birer marka görülüyordu. Doktorun elini samimiyetle sıktıktan sonra acele bizden ayrıldı. Dediğine göre hemen o akşam hasat işlerini bitirecek olan bağcılarını derleyip toplamaya gidiyormuş.

Birinciteşrinin6 ilk günlerinde idik. Bağ bozumu zamanı geçmek üzere idi. Kısmen mutat sükûnetine dalmış olan köyde, brikad namını alan üç grup bağ bozucudan başka kimse kalmamıştı. Bir de son üzümleri kesilen bağın ortasında koca bir direk ve bunun tepesinde bir kutlama sancağı görülüyordu. Bu direk, Mösyö Dominique’in brikad’larının sevinçle kaz mancasını yemeye hazırlandıklarına, yani işler bitince anane icabı verilmesi mutat olan ve muhtelif nefis yemekler arasında bir de kaz kızartması bulunan veda ziyafetine alametti.

Akşam oluyordu. Keskin kenarlı ufka inmek için güneşin ancak birkaç dakikalık bir mesafesi kalmıştı. O güneş, ışıklı ve gölgeli uzun hatlar çizerek -bağlar, tarlalar, bataklıklarla hazin bir surette bölünmüş olan ağaçsız, düz ve yer yer uzak bir bakışla denize kadar açılan- koca bir sahayı boylu boyunca aydınlatıyordu. Bir iki beyazımsı köy, çatıları düz kiliseleri, sakson çan kuleleriyle ovanın şişkin bir tarafına konmuş; -cılız ağaç kümeleri ve koskoca ot ve saman yığınlarıyla- birkaç ücra ve küçük çiftlik bu usandırıcı geniş peyzaja biraz hayat vermiş. İklimin, mevsimin ve şu gurup zamanının verdiği bambaşka bir güzelliği olmasa resmi alınmaya değer fukaralığı bütün bütün meydana çıkacak olan bir manzara…

Yalnız Villeneuve’ün karşı tarafında ve ovanın bir kıvrıntısı içinde başka yerlerden daha çokça bir ağaçlık, az çok gösterişli bir binanın etrafında, pek ufak bir park vücuda getirmiş gibi idi. Dar, yüksek ve gayrimuntazam seyrek pencereleri olan bina, arduvaz külahlı minimini kuleleriyle Flamandiya tarzında bir paviyondu. Civarında çiftlik evi işletme yeri gibi daha sonra yapılmış, fakat hepsi birbirinden mütevazı bir bina kümesi vardı. Ağaçların arasından yükselen mavi bir sis memleketin bu çukur yerinde istisnai olarak hiç olmazsa bir su akıntısı gibi bir şey mevcut olduğuna alametti; etrafı söğüt ağaçlarıyla çevrilmiş ıslak bir çayırdan çıkan batak bir yol paviyondan denize kadar dosdoğru uzanıyordu.

Çıplak üzüm bağları arasında tek başına kalan bu küçük yeşil adayı bana gösterirken doktor şöyle dedi:

“Şu gördüğünüz yer Trembles Şatosu ve Mösyö Dominique’in ikametgâhıdır.”

Bu esnada Mösyö Dominique, soluk soluğa arkasından gelen köpekleriyle boş tüfeğini omuzlamış, sükûnetle uzaklaşıyordu; fakat araba tekerleği izleriyle örtülü bağ yolunda henüz birkaç adım atmış bulunuyordu ki benim pek hoşuma giden bir tesadüfün şahidi olduk.

Şakrak sesleri duyulan iki çocuk ve yalnız kırmızı eşarbı ile ince bir kumaştan robu görünen taze bir kadın, avcıyı karşılamaya geliyorlardı. Çocuklar uzaktan sevinçli jestler yapıyor ve küçük bacaklarının yettiği hızla ona doğru koşuyorlardı. Anneleri daha yavaş geliyor ve eliyle erguvan rengindeki eşarbının bir ucunu sallıyordu. O sırada Mösyö Dominique’in de çocuklarını birer birer kucağına aldığını gördük.

Parlak renklerle canlanan bu grup, yeşil çoban yolunda biraz durakladı. Sakin kırların ortasında akşam güneşinin ateşiyle nurlanarak ve bitmek üzere olan günün güya bütün sükûnuna bürünerek ayakta duruyorlardı. Sonra, tamamlanan aile tekrar Trembles yolunu tuttu ve batan güneşin son ışığı bu mesut ev halkını evlerine girinceye kadar uğurladı.

Doktor birkaç kelime içinde bana Mösyö Dominique do Bray’in -memleketteki teklifsizliğin kabul ettiği dostluk ananesi icabından olarak ona kısaca Mösyö Dominique derlermiş- kim olduğunu anlattı: Mevkinin asil bir adamı, nahiyenin müdür ve belediye reisi. Bu itibar ve itimadı da şahsi tesirlerinden ziyade -çünkü bu tesirleri o ancak son senelerde icra etmektedir- ismine bağlı olan eski bir saygıya borçludur; kendisi çok sevilir, zavallıların imdadına koşmaya hazırdır ve herkesin sevgisine mazhardır, her ne kadar idaresi altında bulunanlara benzerliği yalnız bluzundan ibaret, o da giydiği zamanlar ise de.

Doktor şunları ilave etti:

Sevimli bir adamdır. Yalnız biraz yabanidir. Çok iş yapar, az söyler. Onun hakkında nihayet size şunu söyleyebilirim ki nahiyenin ahalisi ne kadarsa onun iyiliğini görmüş olanlar da o kadardır.”

Bu kır gününü takip eden gece o kadar güzel ve o kadar berrak idi ki, insan kendini hâlâ yaz ortasında sanabilirdi. Ben o geceyi unutmayışımı, bilhassa hatıraların, hatta en az bariz olanlarını bile, hafızanın bütün hassas noktalarına perçinleyen bir nevi intibalar ahengine atfediyorum: Mehtap vardı. Göz kamaştırıcı bir mehtap… Villeneuve’ün tebeşirli yolu ve beyaz evleri, gündüz öğle vakti imiş gibi, aynı sarahatle fakat daha tatlı bir nur ile yıkanıyordu. Kasabayı baştan başa kateden büyük caddede kimseler yoktu. Kapıların önünden geçilirken içeride ailece gece yemeği yendiği, kanatları çoktan kapanmış pencerelerden şöyle böyle duyuluyordu. Sakinleri henüz uyumamış olan tek tük evlerin dam nefesliklerinden ve anahtar deliklerinden, nevumma kırmızı bir hat fışkırarak gecenin soğuk beyazlığına karışırdı. Yalnız bocurgatların tahtalarını havalandırmak için üzüm sıkılan yerler açık bırakıldığından baştan başa kasabada bir sıkılmış üzüm ıslaklığı duyulur, köpüren şarapların sıcak buharı kümeslerin ve ahırların kokusuna karışıyordu. İlk uykularından uyanarak gecenin rutubetli olacağını ilan eden horozların sesinden başka ortalıkta artık hiçbir ses seda kalmamıştı. Şark rüzgârının getirdiği ardıç kuşlarıyla şimalden cenuba göç eden göçmen kuşları, köyün havasından geçiyor ve gece yolcuları gibi bir düziye birbirlerine sesleniyorlardı.

Saat sekizle dokuz arasıydı. Ovanın bir ucunda şen, şakrak bir şamata gürledi. Derhâl çiftlikteki ve civardaki köpekler heyecanlanarak havlamaya başladılar; bu ses karşılıklı bir dans havası çalan gaydaların keskin ve mevzun çığlıklarıydı.

Doktor bana dönerek “Mösyö Dominique’lerde dans var.” dedi. “Bu geceden tezi yok. Kendisini ziyaret için bundan iyi fırsat olmaz. Gene siz bilirsiniz ama, sanırım kendisine teşekkür borçlusunuz. Bir mülk sahibi, bağ bozumu suvaresi verdi mi bilin ki bu gaydalı müsamereye aşağı yukarı herkes gelebilir.

Bu muhteşem gecenin füsunkâr tesiri altında bağların arasından geçerek Trembles yolunu tuttuk. Bu tesiri kendi şiarına göre müdrik olan doktor, ayın keskin parıltısıyla de husafa uğramamış olan tek tük yıldızlara bakarak astronomik hülyalara dalıp gitti. Böyle bir fikir adamının dalabileceği başka ne hülya olabilirdi ki!

Çiftliğin parmaklığı önünde, büyük ağaçlarla çevrilmiş harman yeri şeklindeki meydanlıkta, gecenin rutubetiyle yağmur yemiş gibi ıslak duran otların içinde dans ediyorlardı. Ay ışığı bu hazırlıksız baloyu öyle güzel aydınlatmıştı ki, başka ziyalardan vazgeçilebilirdi. Zaten dansçılar evin bağ bozucularıyla gayda sesine koşan bir iki civar delikanlısından ibaret gibiydi. Bilmem gaydayı çalan müzikacı bu işte maharet gösteriyor muydu? Fakat hiç değilse onu öyle coşkun bir aşk ile çalıyor, aletten uzun uzadıya öyle keskin sesler çıkarıyor ve gecenin sessizliği içinde yükselen bu cayırtılar öyle bir sertlikle havayı yırtıyordu ki, bunu yakından gördükten sonra sesinin o kadar uzaklardan bize gelmesine artık şaşmıyordum. Yarım fersahlık bir çevreden onun sesi duyulabileceği için nahiyenin bütün genç kızları mutlaka şimdi rüyalarında dans ediyorlardı. Delikanlılar yalnız ceketlerini çıkarmakla kalmışlar, kızlar başörtülerini değiştirmekle beraber havlı kumaştan önlüklerini yukarı kaldırmışlar, fakat hiçbiri ayaklarındaki tahta ayakkabılarını çıkarmamışlardı. Çünkü şüphesiz bu suretle daha muvazeneli ve sağlam olabilecekleri gibi bu altı kalın ağır ayakkabılarıyla o ağır sıçrayış pandomimasının (dedikleri gibi Overn ahalisi dansının) ölçülerini daha iyi belli edeceklerdi. O esnada hizmetçi kızlar, ellerinde bir mum, mutfakla yemek odası arasında gidip geliyorlar ve müzik biraz durup soluk almaya başlayınca angaryacıların üzüm ezdikleri bocurgat iniltileri de duyulmaya başlıyordu.

İşte biz Mösyö Dominique’i tasırhane denilen bu -keresteler, kalaslar, bocurgatlar ve hareket hâlinde çarklarla dolu- acayip laboratuvarda bulduk. Şuraya buraya konmuş iki üç lamba kocaman makineler ve yapı iskeleleri üst üste yığılı gibi duran bu geniş yeri ne kadar mümkünse o kadar az aydınlatıyordu. Tasır makinesinden geçmiş üzümler kesiliyor, yani makinelerin tazyiki altında ezilen mahsulün son usareleri alınmak üzere bunlar yeniden dört köşe bölümlere ayrılarak muntazam levhalar vücuda getiriliyordu. Artık pek zayıf damlalarla akan şıra, suyu çekilmiş bir çeşmenin son damlaları gibi, taş teknelere düşüyor ve yangın hortumlarına benzeyen bir deri hortum vasıtasıyla bunlar bir kilerin dibine iniyor, civarı pek sıcak olan bu kilerde üzüm suyunun tatlı çeşnisi şarap kokusuna tahavvül ediyordu.

Her yerden taze şarap sızıyor, ıslak duvarlardan ter gibi şarap fışkırıyordu. Başa vuran şarap buharları lambaların etrafında bir sis tabakası hasıl etmişti. Mösyö Dominique bağcılarının arasında bir el lambasını onlara tutarken bu alaca karanlıkta bizi de gördü. Hâlâ avcı kılığında idi ve kendisine hep “efendimiz” diye hitap etmeseler işçilerden hiçbir suretle ayırt edilemezdi.

Ziyaretimizin zamanını ve saatini uygunsuz seçtiğimiz için özür dilemek isteyen doktora “Hiç özür dilemeyiniz.” dedi. “Çünkü ben daha ziyade özür dileyecek bir vaziyetteyim.”

Ve zannederim elinde lamba bizi nezaketle ve teklifsizce kabul ederken tasırhanesinde gösterebileceği ikramlar için yegâne sıkıldığı şey böyle bir yerde rahatça oturmamızı temin edememesiydi.

Sonraları kendisiyle pek çok görüştüğüm bir adamı ilk defa olarak dinlemek fırsatını veren bu ilk mülakatımız hakkında söyleyecek bir sözüm yok. Yalnız hatırladığıma göre aramızda yegâne müşterek mevzular olan bağ bozumu, hasat, çiftçilik ve av gibi afaki şeylerden bahsettikten sonra, buradaki hayatın bütün sadelikleri ve kabalıklarının besbelli zaruri bir karşılığı olarak Paris birdenbire önümüze çıkıverdi.

Bu Paris ismi kendisini daima yerinden oynatan doktor “Ey gidi günler!” dedi.

Mösyö Dominique cevap verdi:

“Gene maziye tahassür!”

Ve bu sözler öyle bambaşka bir aksanla söylendi ki bana bizzat sözlerden ziyade bu ifade tarzının delalet ettiği manayı aramak arzusunu verdi.

Bağ bozucular yemeğe gidiyorlardı. Biz de o zaman çıktık. Vakit gecikmişti. Bizim için bir an evvel Villeneuve’e dönmek icap ediyordu. Mösyö Dominique bizi, sınırları parkın ağaçlarına müphem bir surette karışan bir bahçenin dolambaçlı yolundan geçirdi. Sonra evin bütün cephesini tutan çardaklı bir taraçadan geçtik ki bunun öbür ucundan deniz görünüyordu.

Gecenin ılık havasına karşı açık bırakılmış aydınlık bir odanın önünden geçerken o kırmızı eşarplı genç kadın gözüme ilişti: Bir çift ikiz karyolanın önünde oturmuş el işi ile meşguldü. Parmaklığın önünde ayrıldık. Çiftliğin sesleri oraya kadar gelmiyordu. O günkü avdan yorgun düşen köpekler, kulübelerinin önünde yere uzanmış, tasmaları boyunlarında uyuyorlarken ayın kuvvetli ışığı kendilerine sabah olduğu zannını vermiş gibi kuşlar leylak kümeleri içinde kıpırdanıyorlardı. Araya yemek gürültüsü girdiği için artık balodan hiçbir ses seda çıkmıyordu. Gerek Trembles’daki ev gerek civarı derin bir sessizliğe dalmış dinleniyor ve bu sessizlik gaydanın cayırtılarına bir deva gibi oluyordu.

Aradan pek az geçti. Bir akşam eve geldiğimiz vakit Mösyö Dominique dö Bray’in iki kartını bulduk. O gün bizi ziyarete gelmiş. Hatta ertesi gün de Trembles’dan bir davet tezkeresi geldi. Madam dö Bray namına yazılıp kocası tarafından imza edilmiş olan bu nazik rica mektubunda, komşuca verecekleri ailevi bir akşam yemeğinde bizi de görmekle mesut olacakları bildiriliyordu.

Hakikatte ilk sayılmak lazım gelen bu yeni mülakat ki bana Trembles Şatosu’na girmek vesilesini vermiştir, kayda şayan bir ehemmiyeti haiz olmadı ve eğer Dominique ailesi hakkında hemen bir iki söz ilavesine lüzum görmeseydim, bu ziyaretten belki de hiç bahsetmezdim. Aile üç şahıstan mürekkeptir. Bağlar arasında bir an için hayallerini sezmiş olduğum kimseler: Clémence dedikleri esmer bir küçük kız, sonra sarı bir oğlan, çabuk boy atan ince, narin bir çocuk. Bir çocuk ki Jean dö Bray’in yarı derebeyi, yarı köylü ismini kuvvet ve kudretinden ziyade ehliyet ve dirayetiyle taşımaya şimdiden namzet görünüyor.

Annelerine gelince: Bu kadın ve bu anne; şu iki kelimenin tam manasıyla şümulünü haiz mükemmel bir kadın ve mükemmel bir ana idi. Ne orta yaşlı, ağırbaşlı ne de bir genç kız hâlinde. Belki henüz pek taze, fakat iyi hazmedilmiş analık ve kadınlık mefhumları çifte rolünün verdiği bir olgunluk ve kibarlık var. Müphem bir simada çok güzel gözler, son derece tatlılık, besbelli yalnızlık hayatının verdiği bilmem nasıl bir korkaklık, fakat namütenahi bir letafet ve zarafet.

O yıl münasebetlerimiz pek ileriye gitmedi: Mösyö dö Bray’in benim de beraber bulunmamı arzu ettiği bir iki av partisi, karşılıklı birkaç ziyaret ki bana köyünün yollarını tanıttığı kadar kalbinin gizli yollarını açmamıştır. Nihayet bu mesut yuvanın daha fazla bir hususiyetine girmeksizin İkinciteşrinde7 Villeneuve’den ayrıldım: İşte o zamandan beri doktorla ben Trembles Şatosu sakinlerini böylece mesut yuva sakinleri diye anıyorduk.

1.Muvazenet: Dengelilik, eşitlik. (e.n.)
2.Muadelet: Eşitlik, denklik, eş değerlik. (e.n.)
3.İnhizam: bozulup dağılma, hezimete uğrama. (e.n.)
4.Müşabehet: İki şey arasında benzerlik, benzeşlik. (e.n.)
5.Hadis olmak: Baş göstermek, meydana gelmek. (e.n.)
6.Birinciteşrin: Ekim ayı. (e.n.)
7.İkinciteşrin: Kasım ayı. (e.n.)
19 484,99 soʻm
Yosh cheklamasi:
0+
Litresda chiqarilgan sana:
09 avgust 2023
ISBN:
978-625-6485-11-2
Matbaachilar:
Mualliflik huquqi egasi:
Elips Kitap

Ushbu kitob bilan o'qiladi